• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

İzlenmelik Filmler

Üyelik Tarihi
23 Haz 2016
Konular
56
Mesajlar
394
MFC Puanı
3,190
The Danish Girl

1920'li yıllarda Danimarka'da ünlü bir ressam olan Einar Wegener (Eddie Redmayne) erkek olarak dünyaya gelip Gerda Wegener (Alicia Vikander) ile bir erkek olarak evlense de kendisini kadın gibi hissetmektedir.
Kendisi gibi ressam olan eşi Gerda'ya bir gün kadın model olarak poz verdikten sonra karşı cinsten ikinci bir kişiliğe bürünmeye başlar.
Bütün bu süreç, Wegener'in tarihte bilinen ilk cinsiyet değiştirme ameliyatlarından birinin objesi olmasına dek sürecek, ikilinin hem özel, hem de profesyonel hayatlarını geri dönülmez bir şekilde değiştirecektir
 
Üyelik Tarihi
25 May 2016
Konular
124
Mesajlar
3,076
MFC Puanı
8,290
“Cesur kadınların gerçek hikayelerinden esinlenilmiştir.”

Joy (2016) - 7.5



[IMGALIGN="right"]http://4.bp.blogspot.com/-xY0J5FVvFPA/VmTjDmIfKfI/AAAAAAACNFw/IT5DrlJWKIk/s800/joy%2BUK%2Bmovie%2Bposter.jpg[/IMGALIGN]Joy, bu cesur kadınlardan özellikle bir tanesinin, icat ettiği ‘Mucize Paspas’ ile milyoner olan Joy Mangano’nun inişli çıkışlı ama her zaman ‘umut dolu’ hayatının hikayesini yarı biyografik bir kurgu ile ele alır. Henüz küçük bir çocukken tüm saflığı ve hayal gücüyle geleceğini düşleyip eline geçen imkanlarla icatlar yapmaya çalışan Joy’un hikayesini, ona her zaman destek olan ve ona ailenin başarılarına öncülük etmek için doğduğunu söyleyen büyükannesi Mimi’nin ağzından dinleriz. Fakat Jennifer Lawrence’ın yeniden hayat verdiği yetişkin Joy, birçoğumuz gibi hayatın telaşesine kapılmış ve hayallerini rafa kaldırmıştır. İki sene önce boşandığı ama hala evinin bodrumunda yaşayan Tony (Édgar Ramírez)’den iki çocuğu vardır ve pembe dizilerin karşısından kalkamayan annesi (Virginia Madsen) ile çocukluk evinde yaşamaktadır. Babasının (Robert De Niro), son aşkı tarafından kapıya getirilmesinin ardından hiç anlaşamadığı Tony ile aynı bodrumu ve kavgalı ayrıldığı annesi ile aynı evi paylaşmaya başlaması, üstüne bir de işlerinin ters gitmesiyle cebinde beş kuruşu kalmamışken evinin dökülmeye başlaması, ayakta dimdik durmaya çalıştığını gördüğümüz Joy’da bir kırılmaya neden olur. Rüyasında 17 yıl önceki parlak gözlü çocuk haliyle yüzleşen Joy, yerleri paspaslarken kesilen elinin acısı ve hırsıyla kızının boyama kalemlerini alır ve aklındaki icadı kağıda dökerek geri dönülmez bir girişim yolculuğuna adım atar.

The Fighter, Silver Linings Playbook ve American Hustle filmlerinin yönetmeni David O. Russell’ı tekrar Jennifer Lawrence, Robert De Niro ve Bradley Cooper ile bir araya getiren Joy’un, yine yönetmenin üstünde daha çok durmayı sevdiği komedi ile birçok filminin aksını üzerine kurduğu başarı öyküsü dramının karışımından oluştuğunu görürüz. Bir yanda evin içinde birbirinden çok farklı karakterlerin yarattığı kaostan çıkan trajikomedi bir yanda büyük bir kararlılıkla hayallerinin peşinden koşan Joy üzerinden bir denge kurmaya çalışan Russell, yönetmen imzasını tam da bu ikiliğin harmonisini yansıtmadaki başarılı dokunuşlarıyla gösterir. Fakat Russell’ın hem senaryosunu yazdığı hem de yönettiği filminde dengeyi, hikaye anlatımında biraz kaybettiğini söylemek mümkün. Ailenin ve buluşulan evin kaotikliğinin uzun bir süre filmin odağı olması Joy’un icat ettiği ‘mucize paspas’ ile üzerindeki sorumlulukları da süpürmesinin bir sembolü olarak görülebilir belki ama karakterlerin bu kadar farklı baskılar kurduğu neredeyse absürd aile yapısının bu başarı hikayesinde bir anda fazla destekleyici bir biçimde konumlandırılması, bir yandan filmin ritmini sarsarken bir yandan da çok temelsiz kalmasına neden olur.

Joy: Yine ve Yeniden Amerikan Rüyasına Davet!

Joy, aslında sinemada görmeye en çok alıştığımız ve haliyle beklediğimiz yola davet eder seyircisini. Sabahtan akşama kadar çalışırken çocukluk hayallerinin atıldığı köşeye gözü çarptıkça içi acıyan insana seslenir ama kabul etmek gerekir ki neredeyse tüm akım sinema, Hollywood, tam da bu başarı öyküsünü izlediğimiz kahramanlar ile bizi çekmez mi zaten? Büyük bir kitlenin eksikliğini duyduğu şeyleri konu edinip bunları tatmin ederek ‘iç ısıtan’, ‘gaza getiren’, ‘özendiren’, ‘hak verdiren’ bu filmler aslında çukurun dibindekilere bir ışık gösterip onları harekete geçirerek daha da dibe batıran bir sistemi işaret ediyor olamaz mı? Sinemaya eğlenmek, öğrenmek, deşmek ve keşfetmek hatta sadece sevgiliyle öpüşmek için bile gitmek her izleyicinin pek tabii hakkıdır elbette, ama bir filmin vücutta yarattığı reaksiyon sayesinde elinde tuttuğu inanılmaz ideolojik gücü kişisel bakış açısıyla görmezden gelememek de benim gibi okuyucuların hakkıdır sanıyorum. Bu nedenle kendi bakış açımdan Joy’a iki boyutlu yaklaşmaktan kendimi alamıyorum: bir tarafta iş gücündeki haklı yerini çok geç kazanan kadının güçlü duruşu, öte yanda onun da bir parçası olarak desteklediği 90’lar Amerikası’nın rüya olarak nitelendirdiği kapitalist başarı odağı. Joy Mangano, çok zor şartlar altında, hem de erkek dünyasında, hayallerine ulaşmayı başarmış bir kadın olarak takdir edilebilir. Russell’ın Joy temsili de kadının özellikle bağımsızlığının altını çizerek önemli bir yerde durur. ‘Evine git, ailenle ilgilen’ denilen kadının da ‘yaratıcı’ iş dünyasında haklı yeri olduğunu bir kez daha gösterir. Henüz küçükken ‘benim bir prense ihtiyacım yok’ diyerek yola çıkan Joy, gerçekten de romantizm çerçevesi dışında bakmaya pek alışkın olmayan seyircisini, Bradley Cooper ile fantastik bir aşkla bir araya gelmeyerek şaşırtır ve muhakkak bu yönüyle takdir kazanır. Fakat sırf ekranlarda ‘düzgün’ gözükmesi gerekiyor diye kendinden ödün vermeyen, ailesinin arkasını yalnızca kadın olduğu için değil istediği için toplayan ve cinsiyetinin ötesine geçmeye çalışan Joy, özellikle de ‘fırsatlar ülkesi’ Amerika’da konumlandırılmış ve dipten göğe yükselişini izlediğimiz tonlarca erkek kahraman hikayesinden ancak kurduğu bu olumlu yönüyle ayrılabiliyor.
01-jennifer-lawrence-as-joy.jpg

maxresdefault.jpg
Filmin başından kurduğu samimi sinema dilinin getirdiği etkiye ek olarak yaşadıklarıyla da özdeşleşmekten kendimizi neredeyse alıkoyamadığımız Joy’un, güçlü olanın ayakta kalabildiği kapitalist sistemde ‘uyuşukluğundan kurtularak’ güçlü olmak için varıyla yoğuyla çabalamasını izleriz ve üstüne bir de gerçek hikayeye dayalı oluşuna daha da çok kapılırız. Ama seyircisinin belki de birçoğunu başarı öyküsünün verdiği gazla yakalayan Joy, sinemada çatışmaların sürekli bu ekonomik düşüşler üzerine kuruluşundan ve tüm düşüşlerine rağmen herkes için bir ‘fırsat’ sunan sistemde yükseliveren kahramanları görmekten bıkan izleyicisini de hayal kırıklığına uğratır. Çünkü Russell bir taraftan yapmacık ve teatrel oyunculukların ön plana çıkarıldığı pembe dizilerin karşısında hayatını geçirip uyuşan anne karakteri üzerinden ‘izleme ve uyuşma’ denklemine parmak basıp daha özgürleştirici bir söylemin sinyallerini verirken, diğer tarafta kendisinin de bu uyutma yolundan çok sapamadığını görürüz. Yönetmenin, rüyasında dahi kendine dair bir şey göremeyen ve dizi karakterlerinin ağzından sayıklayan anne ile sinemanın bu gücüne açıkça çamur atmaya çalışırken kendi kurduğu plotla bunu tekrar ederek nasıl bir bütünlük kurmaya çalıştığı, denge ararken yolunu kaybedip kaybetmediğini anlamak pek mümkün değil. Ama belki de Russell televizyon karşısında uyuşup pasifize olanları eleştirip fırsatların peşinde koşmaya davet ediyordur. Bense asıl ana akım sinemanın sunduğu fantezi evreninde simulasyon yoluyla kendini tatmin edip çarkı döndürmeye devam eden izleyicinin uyuştuğu kanaatindeyim.

Elbette Joy seçtiği ideoloji ile değil, tüm Hollywood’un aynı ağızdan sunduğuna yeni bir soluk getirmeyi başaramamış olmasıyla sinematik değerinden bir şeyler kaybedebilir ancak. Çünkü yönetmenin önceki filmlerinde büyük ölçüde işe yarar kıldığı dili bu öykünün içinde işlevsiz kalıverir ve ara ara heyecanlandırdığı bu anlatım dilini tamamlayamamış oluşu büyük bir hayal kırıklığına yol açar. Rusell’ın Joy’un bilincinin derinliklerine çıkarttığı yolculuk ve etrafındaki kaosa donuk ama anlamlı gözleriyle en içten şekilde karşılık veren Jennifer Lawrence, filmin merkezinde yer alan Joy’a dair alabileceklerimiz için bizi heyecanlandırırken, beklediğimiz bütünlüklü kişisel öyküden pek azıyla yetinmemiz gerekecektir. Neticede Joy, artık izlemekten zevk almaya alıştırıldığımız bir başarı öyküsünü Russell’ın kendine has sinematik dili, nostaljik soundtrack’i ve güçlü oyuncu kadrosunun seyri keyifli performanslarıyla birleştiren bir yapım olarak tatmin edici olabilir; fakat sinemadan veya doğrudan, başarılı yönetmenden daha fazlasını bekleyen izleyicisini hayal kırıklığına uğratabileceğinin de altını çizmek gerekir. Joy Mangano, hem gerçek pisliği hem de etrafında artık belli desenlerde olup biten sorunlardan arta kalanları süpürüp ortadan kaldırması beklenen kadınlara, en azından kendilerini kirletmeden bunu başarabileceklerini gösterir. Ama ne Joy ne de Russell, kadını bağımsız kurarken onu tam anlamıyla özgürleştirmez ve erkek egemen toplumun kurduğu sistemde kendini rahatsız hissetmeden durabileceği yeri işaret etmekle yetinir yalnızca.
 
Üyelik Tarihi
25 May 2016
Konular
124
Mesajlar
3,076
MFC Puanı
8,290
Carrie ( günah tohumu ) 2013 yapımı.

The Danish Girl

1920'li yıllarda Danimarka'da ünlü bir ressam olan Einar Wegener (Eddie Redmayne) erkek olarak dünyaya gelip Gerda Wegener (Alicia Vikander) ile bir erkek olarak evlense de kendisini kadın gibi hissetmektedir.
Kendisi gibi ressam olan eşi Gerda'ya bir gün kadın model olarak poz verdikten sonra karşı cinsten ikinci bir kişiliğe bürünmeye başlar.
Bütün bu süreç, Wegener'in tarihte bilinen ilk cinsiyet değiştirme ameliyatlarından birinin objesi olmasına dek sürecek, ikilinin hem özel, hem de profesyonel hayatlarını geri dönülmez bir şekilde değiştirecektir

Fragman, afiş, filmin kritiği gibi bilgileri de eklerseniz takip edenler açısından daha dikkat çekici olur :s51

Danish Girl filmini izlemedim bana itici geldi, bu aralar bu tarz filmler oldukça revaçta ama izleyenler beğenmişler.
 
Üyelik Tarihi
25 May 2016
Konular
124
Mesajlar
3,076
MFC Puanı
8,290
Eveeettt listeye bir Türk yapımı film eklemenin haklı gururunu yaşıyorum. Bu filme vereceğim puan 10 üzerinden 7 dir efendim. Biraz ağır, siyasal olarak yorumlamak gereken filmdir.
Sarmaşık / 2015 (7.0/10)
“Sarmaşık”, karmaşık olma ihtimali yüksek bir öyküyü, resmen nakış nakış işleyen ve eline yüzüne bulaştırmadan, üstüne kata kata ilerleyen, ancak finaline gemici düğümü atmayı, ne yazık ki, tam beceremeyen bir güzel seyirlik, özetle. Bu özgün ve düzgün işçilik, sadece İstanbul, Ankara ve İzmir’de gösterime giriyor, memleketin diğer kentlerinin, harbiden suçu nedir?

323693.jpg

Film, İngiliz şair, eleştirmen ve filozof Samuel Taylor Coleridge’in 1798 yılında yayımlanan Yaşlı Gemici adlı kitabından alınan bir şiirle başlıyor; “Direkler eğik, burnumuz batmış suya / İnsan düşmanının sillesinden kaçar ya / Soluğunu ensesinde duya duya / Ve koşar başını hiç kaldırmadan / Gemi öyle koştu, rüzgâr öyle coştu / Kaçtık güneye hiç durmadan…” Evet, yönetmen Tolga Karaçelik, ‘Gişe Memuru’ndan sonra bu kez gemicilerin dünyasına el atmış, hepimizi, uğursuz bir deniz yolculuğuna çıkartmış. Erkek dünyası, egemen rüyası tastamam resmedilen, iktidarın, gücün, otoriteye karşı durmanın, kendine yandaş bulmanın, korkunun, lümpenliğin, zayıflıkların, içimizdeki vahşinin, saklanan deliliklerin peliküle yerleştirildiği, tabir caizse, sınav gibi bir psikolojik gerilim denemesi… Ve elbette bu tuhaf gemi, Türkiye’nin suni politik gündemi gibi, yani senaryoya da imzasını atan Tolga Karaçelik, alegorik anlatımı seçmiş, göndermeleri es geçmemiş.

İnsan doğasının, zorda ve darda kalma seyri bu, değişim ve dönüşüm, elbette kaçınılmaz. Alan daraldıkça, umut azaldıkça, baskı artıkça, tıpkı meşhur Deney (Das Experiment) filmindeki gibi, denekler, şiddete meyli seçer, çıldırmanın eşiğini geçerler.

Angola’ya giden dev gemi Sarmaşık, Kaptan Beybaba ve beş gemiciye (Cenk, İsmail, Cem, Nadir ve Kürt), adı üzerinde işte, sımsıkı sarılacak ve onlara tutunacaktır, çünkü sefer esnasında, armatörün iflasıyla, işin seyri değişmiştir. Mürettebatın çoğu gemiden ayrılınca, kalanlar, açlıkla, anlamsızlıkla, sıkılmışlıkla test edilirler. Amaç yoksa, kural da yoktur. Rütbe, kıdem, usta, acemi, artık hak getire… Nizam, emir ve görevler, zalim bir kaosa yenik düşerler, düzensizlik, kavga, umutsuzluk, öfke ve şiddet, sahne alsın diye, hızla yerlerini terk ederler. Haliyle, itinayla saklanmış kişilikler de, rol yapmaktan, nihayet vazgeçerler, artık gerçek bir gariplik, rahatça kol gezebilir. Kaptanın otoritesi, zamanla zayıflar, yetki ve etkiden olmamak için, iyice saçmalamaya başlar, kaçın kurası, uyuşturucu müptelası gemici Cenk de, giderek diklenmeye başlar ve kendince boşluktan yararlanmaya çabalar. Benim gibi koyu bir Adana Demirspor taraftarı olan, ‘Şimşek’ Cenk, isyan için resmen çıldırmaktadır. Şimdi sıra algının kırılmasında, büyülü gerçekçiliğin ortaya çıkmasındadır.

Sinematografi, görüntü ve oyuncu yönetimi, festival filmini aşan hacmi, cuk oturan müzikleri, olay örgüsü, sinema dili, hiçbirine lafım yok, oyunculuklara ise ayrı bir parantez açmalı, Kadir Çermik, Hakan Karsak, Osman Alkaş ve Seyithan Özdemir, rollerini gayet iyi sırtlamışlar, Özgür Emre Yıldırım ise çok daha iyi, belirtmeli… Gelelim Nadir Sarıbacak’a, onun için tanımsız diyebilirim, çünkü beyazperdede devleşen, işte budur dedirten, filmi alıp götüren bir oyunculuk karşımızdaki, iyi, güzel gibi kelimelere sığmaz, sığamaz. Sadede gelirsek, finali bambaşka ve akılda kalıcı bağlasa, ülke sinemasının başyapıtlarından biri olabilirmiş, kuşkusuz ıskalanmış, yine de yılın en iyi yerli işlerinden biri, kesinlikle seyretmeli…
 

LiyA

Onursal Üye
Üyelik Tarihi
5 Kas 2012
Konular
7,633
Mesajlar
14,587
MFC Puanı
62,010




Sam gözlerini açtığında bir metro istasyonunda kendini bulur.
Hiç bir şey hatırlamamaktadır. Oraya nasıl geldiğini kim olduğunu
ve hatta ismini bile.
Biraz zaman geçtikçe bazı şeyleri hatırlar ve hayatının tehlikede olduğunu anlar.










 
Üyelik Tarihi
7 Tem 2016
Konular
464
Mesajlar
1,582
MFC Puanı
12,110
Tımarhanede 10 gün...

dram tarzında gercek hayattan alıntı alınmış..oyunculuk şahane..
 
Üyelik Tarihi
25 May 2016
Konular
124
Mesajlar
3,076
MFC Puanı
8,290
Filmler ilk mesaja eklendi. Biraz daha detay, fragman vb girsek daha iyi olur izleyiciler için :sigara
 
Üst