Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Filozoflar

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Heinrich Rickert
Windelband’ın öğrencisidir. Heidelberg’de profesör olarak çalışmıştır. Hocasının izinde değerler felsefesini geliştirmeye çalışmasının yanında, doğa bilimleri ve tarih/tin/kültür bilimleri ayrımıyla da yoğun olarak ilgilenmiştir.

Rickert esas olarak Kant’ın aşkınsal idealizminden bir eleştirel ontolojiye geçme girişimiyle anılır. Özellikle değer problematiğiyle ilgilendiği dönemde bir çeşit “değer ontolojisi” geliştirmek istemiştir. Ona göre değerlerin kültürün taşıyıcıları olduklarında, onların kültür yaşamını belirlediklerinde hiçbir şüphe yoktur. Öyle ki, ona göre değer bilgiyi de önceler; çünkü en nihayet bilgi de bir değerin (Doğru) gerçekleşmesinden başka bir şey değildir. Bu konuda o Fichte’yi izleyerek pratik aklın teorik akla önceliğini savunmuştur. Rickert’in bilimler sınıflandırması ve kendi verdiği adla “kültür bilimleri”ni temellendiriş şekli, özellikle dostu ve öğrencisi Max Weber’in bilim anlayışını ve sosyolojiyi bir bilim olarak temellendirişini etkilemiştir.

Onun bilim eleştirisinden bir diğer öğrencisi, doktora hocalığını da yaptığı Martin Heidegger de etkilenmiştir. Rickert’e göre pozitivist bilim anlayışı bir dogmatik natüralizme dayanmaktadır ki, bu dogmatik natüralizm, Comte’tan beri, pozitivistlerin “sosyal bilimler” diye adlandırdıkları “kültür bilimleri”nin de doğa bilimi modelinde kurulmaları girişiminde yönlendirici olmuştur. Pozitivistler “bilim” kavramını “deneyimsel bilim” ile sınırlandırdıklarından, duyusal deneyim konusu olamayan değerlerin toplumsal yaşamdaki belirleyici rollerini anlayamamışlardır.

Bu konuda Dilthey’dan etkilenen Rickert’e göre, Comte, kendi verdiği adla “sosyoloji”sini böyle sınırlı bir bilim anlayışına, “pozitif bilim” modeline göre kurmakla, eksik ve hatta yanlış bir bilim ortaya çıkarmıştır. Rickert’e göre, Kant’ta olduğu gibi, bilgi, öznenin bir inşasıdır, bir kurgusudur. Ve bu inşada belirleyici olan, temeli oluşturan şey, Windelband’ın da ifade ettiği gibi, mantıktır. Dolayısıyla doğa bilimleri de, kültür bilimleri de, mantıksal kuruluşları bakımından aynı zemin üzerindedirler. Ancak onlar farklı yöntemler kullanırlar. Çünkü, farklı bilgisel ilgilere ve bilgisel hedeflere sahiptirler. Doğa bilimlerinin ilgisi, Windelband’ın işaret ettiği üzere, konularını genellik tasarımı altında bilmeye yöneliktir, hedefi ise genel yasalar (doğa yasaları) ortaya koymaktır.

Buna karşılık kültür bilimlerinin ilgisi, konularını, yine Windelband’ın işaret ettiği üzere, bir defalık olaylar olarak ele almaya yöneliktir; hedefi ise bu olayları bir defalık bütünlükler halinde kavramaktır. İlgi ve hedeflerdeki bu farklılık, doğa bilimlerini genelleştirici bilimler, kültür bilimlerini ise tekilleştirici bilimler kılar. Ayrıca, kültür bilimleri, konusu olan sosyal gerçekliği değerlerin güdümünde oluşan bir gerçeklik olarak ele alır. Yine Windelband’ın belirttiği gibi, sosyal gerçeklik, insanların Doğru, İyi, Güzel gibi genel geçer değerler (veya değer sınıfları) altında gerçekleştirdikleri her şeyi içine alır. Ne var ki, Rickert, değerlerin her dönem ve çağda farklı şekillerde benimsendiklerini belirtir ki, kültür bilimlerinin görevi, zaten her çağda ve dönemde anlamları değişen değerlerle insan eylemleri arasındaki bağı kurmak ve kavramaktır. Onları tekilleştirici kılan yön de, bizzat her dönem ve çağın özgül kalmasıdır. Kültür bilimleri bu özgüllüğün peşinde olmalıdırlar. Değerlerle insan eylemleri arasındaki bağı kavramak ise anlama yoluyla olanaklıdır.

Anlama, hermeneutikçilerin (örneğin çağdaşı Dilthey’ın) belirttikleri gibi, tarihi ve kültürü kavrama biçimi ve yöntemidir. Rickert’e göre doğa değerden yoksundur; dolayısıyla o algılanabilir ve açıklanabilir, fakat anlaşılamaz. Doğa bilimlerinde kavram kurma yasa-olgu ilişkisi temelinde gerçekleştirilir. Kültür bilimlerinde ise kavramlar, ancak değer-eylem ilişkisi gözetilerek kurulabilirler. Sonuç olarak, kültür bilimleri özgüllüğün ve tekilliğin bilimleridir. Bu nedenle özgül ve tekil olanı dışta bırakan veya ikincil kılan genelleştirici doğa bilimlerine göre, kültür bilimleri gerçekliğe daha yakın dururlar. Çünkü gerçek olan özgül ve tekil olandır; genel/evrensel olan ise sadece bir soyutlamadır.

Max Weber (1864-1920), Berlin’de profesör olarak çalışmıştır. Heidelberg Okulu’yla doğrudan bir ilişkisi yoktur. Rickert’in dostu ve öğrencisi olduğu gibi, onun bilim öğretisinin izleyicisidir ve Dilthey’ın hermeneutiği ile Rickert’in bilim öğretisini bağdaştırmaya çalışan bir anlamacı bilim ve anlamacı sosyoloji geliştirmiştir.


 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Oswald Spengler
Oswald Spengler. 1880-1936. Alman tarih felsefecisi. Tarihi kör bir doğa oyununa benzetip, tarihte bir amaçlılık aramanın boşuna bir çaba olduğunu savunmuş olan Spengler, dünya tarihinin morfolojisini, felsefi ve bu arada biyolojik esaslara göre açıklamaya çalışmıştır. Spengler'e göre, kültürler gelişigüzel doğar, gelişir ve ölürler. Ona göre, tüm dünya tarihinde 8 tip kültür çevresi ayırt edilebilir. Mısır, Babil, Hindistan, Çin, Antikite, Arap, Batı ve Meksika olarak belirlediği 8 kültür çevresinde, 1. Metafiziksel-dini yüksek kültürler, 2. Simgeci erken kültürler, 3. Sivil-geç kültürler diye üç gelişme basamağı ayırt etmiş olan Spengler, "sivil-geç kültür" olarak tanımladığı Batı kültürünün bir çöküş içinde olduğunu savunmuştur.

Birinci Dünya Savaşı, Spengler'in görüşlerini oldukça etkilemiş, onlara yön vermiştir. Yaşanan iki dünya savaşının, Spengler'in görüşleri üzerinde travmatik bir kadercilik, döngüsellik ve tarihin tekrarına olan inancı doğurduğu aşikardır. Aynı özellik, Arnold Toynbee'de de görülür. daha sonra, değişen zaman ve anlayışla yapıtlarının, özellikle William McNeill tarafından sertçe eleştirilmiştir.

Spengler; uygarlıkların ortaya çıkışını, insanın gelişim dönemlerine göre sınıflandırmıştır. Çocukluk döneminde toplum ortaya çıkmıştır. Din bu dönemde kendini göstermeye başlar. Gençlik dönemi aklın egemenliğiyle geçmektedir. Olgunluk dönemi entelektüelliğin üst seviyede olduğu, sanatın, felsefenin, bilimin tavan yaptığı dönemdir. Yaşlılık döneminde tüm değerler parçalanmaya yüz tutar; bu dönem, kaçınılmaz olarak çöküşün habercisidir.

Tarih olaylarında nedenselliğin yerine yazgısallığı temele almıştır. Ona göre yazgı tarihin bütün görünümünü belirler.

Eleştirel tarih felsefesinin önemli adamlarındandır. Tarihi yasa koyucu doğa bilimi olarak değil, betimleyici ve yaşayan bir bilim olarak ele alır.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Arnold Joseph Toynbee
Arnold Joseph Toynbee (14 Nisan 1889 Londra,İngiltere – 22 Ekim 1975) İngiliz tarihçi. Tarihin konusunun kültürler olduğunu söyleyen, kültürlerin ise dinamik yapılar olup, özelliklerini yaratıcı kişilerden aldığı, dolayısıyla tarihin kültürler hakkında olumlu ya da olumsuz değerlendirmelerde bulunmak yerine, kültürleri anlamaya çalışması gerektiği düşüncesiyle seçkinleşen tarih felsefecisidir.

Hayatı

14 Nisan 1889'da Londra’da dünyaya geldi. Winchester, Balliol Koleji ve daha sonraları öğretim kadrosu içinde yer alacağı Oxford'da eğitim gördü. Birinci Dünya Savaşı çıktığında ülkesinin edebiyatçılarından birçoğu gibi o da savaş bakanlığına bağlı propaganda bürosunda çalıştırıldı. Bu esnada birçok propaganda eserine imzasını attı. Bunların arasında o zamanlar İngiliz imparatorluğu ile harp halinde bulunan Türkiye’yi ilgilendiren kitaplar da bulunmaktaydı.

Daha sonraları, Londra Üniversitesindeki Bizans ve Modern Yunan Dili, Edebiyatı ve Tarihi üzerine Koraís kürsüsünün kurucu profesörü olarak göreve başladı. 1921 yılında, mevcut görevinden izin alarak "Manchester Guardian" adına Anadolu'daki Türk-Yunan savaşını yerinde izledi ve Yunan birliklerinin giriştiği vahşet hareketlerini bu gazetenin okurlarına aktardı. Dönüşünde, Türkiye’de ve Yunanistan’da Batı Meselesi adlı eserini kaleme aldı. Bu kitap Mustafa Kemal önderliğindeki Milli Türk Ordusunun Yunan kuvvetlerini bozguna uğratmalarının hemen öncesinde, 1922 yılının yazında yayınlandı. Toynbee’nin bu yazıları ve Türklerin davasına karşı giderek artan sempatisi Koraís kürsüsünün finansmanına katkıda bulunan Yunan hükümetinin ve destekçilerinin tepkisini çekti. baskı ve suçlamalardan bunalan Toynbee 1924 yılında kürsüden ayrıldı. Daha sonra, Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsünde 1955 yılında emekli oluncaya dek çalışacak ve önemli eserlerini bu kurumda kaleme aldı.

22 Ekim 1975'te hayatını kaybetti.

Eserlerinin Özellikleri

Toynbee, tarihçinin insan türünün birtakım temel bölümlerinin yaşamlarını ele aldığı, toplum denen söz konusu varlıkları seçip incelediğini dile getiren Toynbee, tarih araştırmacısının toplumlar arasındaki ilişkileri yalnızca belli kavram ve kategoriler altında incelediğini savunur.

Kendisi bilhassa Yunan ve Doğu Medeniyetleri üzerine önde gelen tarihçilerden biri olup eserlerinde ehliyetli bir bilim adamı tarafından yapılan yüksek kaliteli yorumların ağırlığı hissedilir. Ufkunun genişliği ve anlatım gücü, dünya tarihini 26 medeniyete bölerek, yükseliş ve çöküşlerini "tehlikelerle yüz yüze gelme ve bunlara cevap verme" dönemlerine göre analiz ettiği, en önemli eseri olan, on iki ciltlik A Study of History - Tarih bilinci isimli eserinde de görülmektedir.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Georg Lukacs
Georg Lukács, 13 Nisan 1885'te Budapeşte'de doğdu; 4 Haziran 1971'de aynı yerde öldü. Lukacs, Batı Marksizminin ünlü isimlerinden Macar Marksist filozof ve edebiyat bilimcisidir. Marksizmi Hegelci anlamda yeniden değerlendirmiş ve geliştirmiştir. Ernst Bloch, Antonio Gramsci, Karl Korsch ile birlikte Lukacs, 20.yüzyılın ilk yarısında, Marksist felsefe ve Marksist teorinin yeniden oluşturulmasında en önemli isimlerden biri olmuştur.

Lukacs belirgin bir şekilde Ortodoks Marksizm savunusu yapar, ancak metinleri bu anlamdaki Marksizm anlayışının her zaman sınırlarını aşmıştır. Özellikle Marksist sınıf kuramını ve bu kuramın bilinç ile ilgili yönünü geliştirmiş, sınıf bilinci teorisi ile her zaman konuşulan bir isim olmuştur. Bu konu İdeoloji teorisi bağlamında her zaman önemli bir alan olmuştur. Yabancılaşma ve meta fetişizmi konuları da Lukacs'ın özellikle belirli bir dönem esas konuları durumundadır. Öte yandan Lukacs bir edebiyat bilimcisi ve eleştirmenidir. Bu noktada etkili olacak ölçütler ve kavramlar geliştirmiştir.

Eserleri

- Tarih ve Sınıf Bilinci, Belge yayınları, çeviren: Yılmaz Öner

- Marksist İmgelem, Yeni Hayat Kütüphanesi, çeviren: Veysel Atayman

- Lenin'in Düşüncesi/Devrimin Güncelliği, Belge yayınları, çeviren: Ragıp Zarakolu

- Roman Kuramı, Metis yayınları, çeviren: Cem Soydemir

- Estetik I, Payel yayınları, çeviren: Ahmet Cemal

- Estetik II, Payel yayınları, çeviren: Ahmet Cemal

- Estetik III, Payel yayınları, çeviren: Ahmet Cemal.

- Avrupa Gerçekciliği, Payel yayınları, çeviren: Mehmet H.Doğan

- Aklın Yıkımı (1. Kitap), Payel yayınları, çeviren: Ayşe Tekşen Kapkın

- Aklın Yıkımı (2. Kitap), Payel yayınları, çeviren: Ayşe Tekşen Kapkın



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Ludwig von Mises
(d.29 Eylül 1881 - ö.10 Ekim 1973)

Demiryolu mühendisi bir babanın oğlu olarak 29 Eylül 1881'de Lemberg, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda (şimdi Ukrayna sınırları içindedir) doğmuştur.

19 yaşında Viyana Üniversitesinde hukuk ve idari bilimler eğitimine başlayan Mises, Carl Grünberg ile idari bilimler tarihi üzerine çalışırken 1903'de Carl Menger'in Ekonominin Prensipleri kitabını okumasıyla tarihçi bakış açısından kurtularak ekonomi üzerine odaklanmaya başlamıştır. 1906'da doktorasını alarak finansal yönetici olarak kamuda çalışmaya başlamış, sonrasındaysa bürokrasinin işleyişinden rahatsızlık duyarak bir hukuk firmasında stajyer olarak 2 yıl çalışmıştır. Bu sırada Avusturya İktisat Okulu'nda ekonomi dersleri vermeye başlamış, böylelikle Carl Menger'in temelini attığı Avusturya Okulu'nun Eugen von Böhm-Bawerk geleneğinden ikinci kuşağını Hans Mayer ve Joseph Schumpeter ile birlikte oluşturmuştur. Daha sonra 25 yıl çalışacağı Viyana Ticaret Odası'nda işe başlamış, 1934-1940 döneminde Nazilerden kaçmak için Viyana'dan ayrılarak Cenova Üniversitesi'nde ders vermeye başlamış ancak baskıların artmasıyla 1940'da A.B.D.'ye göç etmiştir. 1945'te New York Üniversitesi'nde konuk öğretim görevlisi olmuş ve 1969'a kadar burada çalışmalarına devam etmiştir. Bu dönemde verdiği seminerlerle Murray Rothbard, Hans Sennholz, George Reisman, Ralph Raico, Leonard Liggio ve Israel Kirzner gibi liberteryen aydınların yetişmesine katkıda bulunmuştur.

1973'te 92 yaşında New York'ta St. Vincent Hastanesi'nde hayata veda etmiştir.

Mises'ten Seçme Sözler

- Evrende aklımızın kavrayamayacağı ve duygularımızla sezemeyebileceğimiz şeyler vardır.

- Devlet harcamaları ilave istihdam yaratmaz. Eğer devlet, halktan borçlanarak ve vergi alarak harcama yaparsa, bir tarafta yaratacağı istihdamdan daha fazlasını yok eder.

Eseleri

- The Theory of Money and Credit Para ve Kredi Teorisi (1912)

Bu kitabında Mises, İngiliz klasik ekonomisinde David Ricardo ile başlamış olan mikro-makro çatallaşmasını kapatmış, ekonominin bireysel insan davranışıyla adım adım analizine dayanan bir bilim olduğunu vurgulamıştır. Para bireysel davranışın ve piyasa ekonomisinin analiziyle bütünleştirilmiştir. Ayrıca mevcut bankacılık uygulamaları analizini dönüştürmüş, Ricardocu Para Okulu geleneğine dönerek, enflasyonist kısmi rezerv kredi sisteminin ilga edilmesinin doğru olduğunu göstermiştir.

- Socialism: An Economic and Sociological Analysis Sosyalizm; Ekonomik ve Sosyolojik Bir Analiz (1922)

Bu Kitap, Sosyalizm ve türevlerinin derinlemesine analizi ve oluşan manzaranın çarpıcı bir kritiğidir. Mises bu eseriyle neden tamamen sosyalist kontrolün olduğu bir toplumda ekonomik hesaplamanın mümkün olmayacağını ve bunun sosyalistler tarafından bile kabul görmüş bir problem olduğuna işaret etmektedir. * Bu kitap Liberte Yayınları tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir.

- Liberalism or The Free and Prosperous Commonwealth Liberalizm veya Özgür ve Müreffeh Ulus (1927)

Bu kitap, klasik liberalizmde devletin görevinin etkili bir şekilde yapılmış ifadesidir. Mises; bu kitapla devletin görevini tarif etmiş ve nelerin barışı, özgürlüğü ve refahı teşvik edip etmeyeceğini açıklamıştır.

- A Critique of Interventionism Müdahaleciliğin Eleştirisi (1929)

Bu eser, 1920'ler Avrupa'sında yaşanmış olan ekonomik tartışmalar üzerine yazılmış olan makalelerin bir derlemesidir. Bu derlemede Mises; o günün Avrupa'sında fiyat kontrollerini ve bankaların kamulaştırılmasını içeren programları ve Marksizm'i ısrarla eleştirmiştir.

- Bureaucracy Bürokrasi (1944)

Bu çalışma, bürokratik idare ile kar ve zarar üzerine kurulu yönetim arasındaki farkların yalın bir dille ifade edildiği tarafsız bir çalışmadır. Bürokrasi devlet yönetiminde makul seviyede etkin olabilir ancak kar-zarar üzerine kurulu idareyle önemli ayrımları bulunmaktadır. Bürokrasi devlet içindir, iş dünyasında ise kar-zarar üzerine kurulu yönetim geçerli olmak zorundadır. Birçok yazar büyük şirketleri devlet şeklinde bürokratik bir yapı olarak görmüştür ancak bu köklü bir yanılgıdır. İş dünyası büyüklük ile değil kar ve zarar ile ilgilenmektedir. Bir şirket her birinin kendi bilânçosunu tuttuğu çok sayıda kısımlara bölünebilir. Bazen bu bölünmüş kısımlarda kayıtların çift girişle tutulması zaruridir. Diğer yandan, devlet, iş dünyasındaki gibi müşterilerine karşı sorumlu değildir, ancak toplum baskısı vasıtasıyla yönlendirilebilir, demokrasi gibi. Demokrasi; çoğunluğun kontrolü olmasına rağmen yine de en cazip yönetim şeklidir. * Bu kitap Liberte Yayınları tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir.

- Human Action: A Treatise on Economics İnsan Faaliyetleri: Ekonomi Üzerine Bir Bilimsel İnceleme (1949)

Bu eser, ekonomi ve sosyal bilimler üzerine kapsamlı akademik bir çalışmadır. Mises'in; bireyin tercihlerinin neden-sonuç ilişkisi içerisinde amaçlı olduğunu ortaya koyduğu ve metodolojik çalışma esaslarını belirttiği temel kitabıdır.

- The Anti-Capitalistic Mentality Anti-Kapitalist Zihniyet (1956)

Kitap, Mises'in kapitalizmin neden yanlış anlaşıldığını ve korkularak reddedildiğini ortaya koyduğu teorisini içerir. Amaçlarına ulaşamamış kıskanç girişimcilerin başarısızlıklarını kapitalizme yüklediklerini ileri sürdü. Ekonomik teori, Mises'in muhakeme ve değerler yargısı üzerine kurularak ifade edilmiştir.

* Bu kitap Liberte Yayınları tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir.

- The Historical Setting of the Austrian School of Economics Avusturya İktisat Okulunun Tarihsel Süreci (1962)

Bu eser, Mises'in Avusturya ekonomi teorisinin gelişimini gözden geçirdiği eseridir. Kitap, Avusturya İktisat Okulunun öncülerinin özellikle Menger ve Böhm-Bawerk'in kısa biyografilerini içerir. Mises; sübjektif ekonominin tümdengelimcilikle nasıl yükselişe geçtiğini ve Avusturya İktisat Okulu'nun önemini anlatmıştır.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
George Berkeley
İngiliz felsefecisi (Kilkrin, 1687— Oxford, 1753).

Anglikan inancına bağlı varlıklı bir ailenin çocuğu olan George Berkeley. Dublin’de öğrenim gördüğü sırada, felsefenin ve bilimin yanlışlarından arındırılmaları ve kusursuzlaştırılmalarıyla, Hıristiyanlığa tıpa tıp uyan bir bilgeliğe ulaşılacağım düşündü ve ömrünü bu amacın gerçekleştirilmesine adadı. Önemli felsefe yazılarını yayımladıktan sonra, ABD'ye giderek, geziler yaptı. 1731’de yurduna döndü. 1734’te, İrlanda’nın güneyindeki Cioyne kentinin piskoposluğu Katoliklere anlayışla davrandı.

İDEALİST KURAM

Varlığın maddesel olmadığım ileri süren öğretinin kurucusu olan Berkeley, genç yaşta yazdığı The Theory of Vision (Görüm Kuramı, 1709) adlı kitabında uzam kavramının oluşumunu açıklamaya çalıştı. Ertesi yıl, Treotise Concerning the Principles of Human Knowledge (İnsan Bilgisinin İlkeleri Üstüne İnceleme) adlı yapıtında. felsefesinin özünü geliştirdi. Eski soyutlama kuramlarına aşırı güvendiğini düşündüğü Locke’un deneyciliğini eleştirdi. Özellikle, kendi başına var olan ve algılarımızın gerçeğini temellendiren madde kavramını çürütmeye çalıştı. Berkeley’in, açık seçik ve sağlam biçimde ortaya koyduğu idealist kuram, şu ilkeye dayanır: “Nesnelerin özü, algılanmış olmalarından başka şey değildir”. Berkeley’e göre nesneleri düşünceler olarak tanırız. Nesneler düşünceden başka şey olamazlar, çünkü duyumlar, katışıksız düşüncelerdir. Nesneler kendilerini yaratan Tanrı’da bile, birer düşüncedirler. Kendisiyle ilgili edindiğimiz düşünceler dışında, madde diye bir şey yoktur. Genel bir düşünce elde etmek için, özel düşünceleri birbiriyle karşılaştırırız: Soyutlama. Yanlış soyutlamalardan arındırılmış bilimin bütün değeri, duyumsal kesinliğe dayanır. Duyumsal kesinliğe dayanarak Tanrı’nın varlığına ilişkin özgün bir kanıt ileri süren Berkeley, bu konuda şunları yazmıştır:“Bence, duyumsal şeylerin, bir anlayışgücünden başka bir yerde var olamayacakları apaçıktır. Buradan, onların gerçek bir varlıkları olmadığı sonucuna değil, benim düşünceme bağlı değillerse ve benim tarafımdan algılanmış olmak nitelliğinden apayrı bir varlıkları varsa, onların, içinde var olmaları gereken bir manevi varlık bulunması gerektiği sonucuna varıyorum. Demek ki, duyumsal dünyanın var olduğu ne ölçüde kesinse. onları kapsayan ve destekleyen sonsuz ve her yerde bulunan bir manevi varlığın var olduğu da o ölçüde kesindir”. Dolayısıyla Berkeley’e göre dünya, Tanrı’nın. insanlarda uyandırdığı düşüncelerin tümünden başka şey değildir. Ama Tanrı, insanlara. kendi düşüncesini ya da düşüncesinden herhangi bir şeyi böylece iletiyorsa, bunun amacı, insanların gönlünü kendine çekmektir. Öyleyse, dünya aslında Tanrı’nın insanlara yönelik dilidir. Tanrı tarafından düşünülmüş sözdür.

BAŞLICA YAPITLARI

The Theory of Vision (Görüm Kuramı.1709); Treatise Concerning the Principles of Human Knowled ge (İnsan Bilgisinin İlkeleri Üstüne İnceleme, 1710); Three Dialogues Between Hylas and Philonoüs (Hylas’ la Philonoüs Arasında ÜçKonuşma, 1713); Alciphron (1732); Siris (1744); vb.


Ek Bilgiler

George Berkeley (1685 - 1753), dünyada yalnızca ruhların ve bu ruhların idelerinin varolduğunu, buna karşılık maddenin varolmadığını öne süren İngiliz düşünür.

Dublin’deki Trinity College’de eğitim görmüş İrlandalı bir Protestandı. Bugün yakından bilinen bütün felsefi çalışmalarını (1709’da Yeni Bir Görme Kuramı Yönünde Deneme, 1710’da Beşeri Bilginin Prensipleri Hakkında Bir Eser ve 1713’te Hylas ile Philonous Arasında Üç Konuşma) henüz yirmili yaşlardayken yayımladı.

Yeni Dünya’da yüksek eğitimi geliştirmek için çok uğraştı; bu amaçla üç yılını Amerikan kolonilerinde geçirdi. Rhode Island’daki çiftliğini ve kütüphanesini, 1701’de kurulan Yale Üniversitesi’ne bıraktı. Yale’in fakültelerinden birine onun adı verildi. California’daki Berkeley kenti de onun adını taşımaktadır. Berkeley 67 yaşında Oxford’da öldü.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Desiderius Erasmus
Desiderius Desiderius Erasmus, 1469-1536 yılları arasında yaşamış olan, Kuzey Avrupa Rönesans'ının önemli ustası ve klasik edebiyat araştırmacısı, hümanist bilgin ve ilahiyatçı.

Günümüzde, Rönesans’la birlikte ortaya çıkan hümanizm akımının yaratıcılarından ve en büyük temsilcilerinden biri olarak bilinen Rotterdamlı Desiderius Erasmus, 1465 yılında Hollanda'nın Rotterdam kentinde doğdu. Bugünkü ortaöğrenimi karşılayan bir öğrenim döneminin ardından Augustin tarikatına girerek rahip oldu. Ancak hiçbir zaman geleneksel anlamda bir rahip olarak etkinlik gösteremedi; kendini daha çok bilime adamak istediği gerekçesiyle, dini makamlardan "cüppe giymeme" iznini aldı. Paris Üniversitesi'ne devam etti. 1499'da İngiltere'ye gittiğinde, john Colet, Thomas More (Morus) gibi aydınlarla tanıştı ve bu dostluklarla ufku daha da genişledi.

Papalığın düşünceler üzerinde kurduğu hegemonyaya karşı çıkarak, gerçek Hıristiyanlık ruhunu antik çağın yalınlığında aradı. Güzel sanatların ve bilimlerin yayılmasını, Avrupa'nın ortak bir sanat ve bilim anlayışının çatısı altında birleşmesini, hümanizmin birinci koşulu saydı. Özgün yapıtlarıyla ve çevirileriyle antik çağ düşüncesinin Avrupa'da yayılmasına çok büyük katkılarda bulundu. Martin Luther'in reformları başladığında, kilisenin yenilenmesi görüşüne katılmakla birlikte, Hıristiyan dünyasının kargaşaya, parçalanmaya sürüklenmesine şiddetle karşı çıktı.

1536'da Basel'de öldüğünde Avrupa'nın düşünce yaşamında papaların bile ziyaretine geldikleri bir kişi olacak kadar saygın bir yer edinmişti.

Bütün yaşamı boyunca Latince konuşup yazan Desiderius Erasmus ölmeden önceki son sözlerini ana dilinde söylemişti: "lieve God"

Deliliğe Övgü (özgün adıyla: Morias enkomion seu laus stultitiae),Desiderius Erasmus'un canlılığını, geçerliliğini ve çekiciliğini günümüze değin değişmeden koruyabilmiş tek yapıtıdır. Bu küçük kitabın taslağını 1509 yazında, İtalya'dan İngiltere'ye yaptığı yolculuk sırasında çıkaran Desiderius Erasmus, yazma işini İngiltere'de, dostu Thomas More'nin evine vardıktan kısa süre sonra gerçekleştirdi; kitabı da Thomas More'a adadı. Yapıtını birkaç gün gibi kısacık bir sürede tamamlayan Desiderius Erasmus, bu arada hiçbir kitaptan yararlanmadı.

Felsefesi ve Eserleri

Gülmece türündeki yapıta egemen olan iki temel görüş vardır. Bunlardan birine göre gerçek bilgelik, deliliktir. Öteki görüşe göre ise kendini bilge sanmak, gerçek deliliktir. İnsana yeryüzünde yaşama gücü kazandıran şey, gerçek bilge olma niteliğiyle doğrudan doğruya deliliğin kendisidir. Kitapta delilik (stultitia) , kendi kendisine övgüler düzer; bu arada çocuklukta ve yaşlılıkta, aşkta, evlilikte ve dostlukta, politikada ve savaşta, yazında ve bilimde deliliğin nasıl her zaman egemen olduğu gösterilir.

Tüm uğraş alanları, bu arada özellikle din kurumu ve din adamları bu panorama çerçevesinde sergilenir. Deliliği konuşturma kisvesi altında Desiderius Erasmus, çağının kilisesine ve o kilisenin mensuplarına en acımasız eleştirileri yöneltir. Bu niteliğiyle “Deliliğe Övgü” çağlar boyunca bağnazlığa karşı kaleme alınmış en yetkin düzeydeki başyapıtlardan biri olmuştur. Yapıtın yazılışını izleyen sonraki yüzyıllarda -haklı olarak- düşünce düzeyindeki bağnazlığın her türlüsüne yönelen bir eleştiri diye yorumlanması, belki de bugüne değin koruduğu kalıcılığın baş nedenidir.

Yazınsal açıdan Deliliğe Övgü, Latin ozanı Horatius'un "hakikati gülerek söylemek" ilkesinin belki de en yetkin örneğidir. Biçim açısından Desiderius Erasmus, yapıtını kaleme alırken daha önce yapıtlarını çevirdiği Lukianos ve Libanios'tan da esinlenmiştir.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Hermann Ebbinghaus
Ebbinghaus, 1850'de Almanya'nın Barmen kentinde doğdu. 17 yaşında felsefeye ilgisini geliştireceği Bonn üniversitesine girdi. 1870'te eğitimine istemeyerek ara verdi. Fransa-Prusya savaşında Prusya ordusuna kaydedilmişti. Bir yıl sonra eğitimine devam etti ve 1873'de diplomasını aldı.

Ebbinghaus, eğitimi sırasında bilinçdışı üstüne bir tez hazırladı. Gustav Fachner'in, deneysel yöntemi duyumlar ve algılarla ilgili çalışmalara uyarladığı öncü yapıtlarından etkilenip, aynı yöntemi bellek araştırmalarına uygulayarak, yüksek zihinsel süreçlerin deneysel çalışmalara konu olabileceğini gösteren ilk bilim adamı oldu.

Anlamın bellek üstündeki etkisinin önemsizliğini göstermek için telaffuz edebilen, ama gerçek bir sözcük olmayan ünsüz-ünlü-ünsüz üçlüsünden oluşan anlamsız heceler (zat, wob, fij) buldu. Kendisini denek olarak kullandığı dikkatli ve eksiksiz deneylerinin sonuçlarını Über das Gedachtnis (Bellek Üstüne 1885) adlı kitabında açıkladı.

"Unutma Eğrisi"ni bulup, öğrenilenlerin toplamının, öğrenme zamanıyla doğru orantılı olduğunu gösterdi. 1897'de ışığın ve renklerin algılanışıyla ilgili kuramını açıkladı ve zekâ ölçümüyle ilgili yeni bir yöntem tanıttı.

Hermann Ebbinghaus, 1909'da Halle şehrinde hayata gözlerini yumdu.

Hermann Ebbinghaus ve Psikoloji

Ebbinghaus, kendi başına çalışan ve pek tanınmayan bir psikolog olarak zihinsel süreçler üzerinde önemli çalışmalar yapmıştır. Ebbinghaus ayrıca öğrenme ve hafıza konularını deneysel olarak inceleyen ilk psikolog olmuştur.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Paul Gerhard Natorp
Paul Natorp, 1854-1924 yılları arasında yaşamış olan ünlü bir Alman filozofudur.

Çalışmaları Üzerine

Natorp, 1885'Ten itibaren Marburg'da profesör olarak çalışmış ve Yeni Kantçı felsefe ekolünün önemli savunucularından olan Magburg Okulu'nun en önemli isimlerinden birisi olmuştur. "Die Philosophie, ihr Problem und ihre Probleme, (1911)" (Felsefe, Problemi ve Problemleri) adlı yapıtı, Kant'a, Yeni Kantçılığa ve hocası Cohen'in öğretisine iyi bir giriş kitabı sayılmaktadır.

En ünlü yapıtı "Platos Ideenlehre, (1903)" (Platon'un İdealar Öğretisi) isimli kitabıdır. Paul Natorp bu kitabında Kant'ın kategoriler öğretisini Platon'un idealar öğretisiyle karşılaştırmış ve hatta Kant'ı Platoncu açıdan yorumlamaya çalışmıştır.

Felsefe tarihi alanındaki çalışmaları, açık bir dille kaleme alınmış olmaları nedeniyle akademik çevre dışında da etkili olmuştur. Pedagog olarak Pestalozzi üstüne çalışmaları da vardır.

Sosyolojik Düşüncesi

Natorp, "Birey olarak insan"ın karşısına "sosyal insan"ı koymuştur. Ona göre insanlık durumu içinde somut olan birey değil, topluluk ve toplumdur. Gerçi birey tamamen toplumun ve topluluğun belirlenimi altında değildir; bununla birlikte, bireyin topluluk ve toplumdan bağımsız bir var oluşu ve tanımı da yoktur. Bu yüzden her türlü bireyci öğreti, eksik bir öğretidir.

Metodu ve Bilim Görüşü

Natorp'a göre yaşamaya bilimsel yolla nüfuz edilemez. Yaşamanın bütünlüğüne ve anlamına yine ancak yaşamanın içinden varılabilir. Dolayısıyla bir genel mantık doğa bilimlerinin mantığı değil, kapsayıcı bir felsefi sistematik olmalıdır. Natorp bu görüşlerini "Philosophische Systematik, 1958" (Felsefi Sistematik) adlı yapıtında geliştirir.

O da hocası Cohen gibi Almanlık ile Yahudilik arasında bir bağ kurar ve sonradan "sosyal idealizm" ve "idealist sosyalizm" olarak adlandırılan yeni bir sosyalizm görüşü geliştirir. Natorp, Yeni Kantçı okullar içinde kendisinden sonra gelen sosyalist eğilimli filozofları etkilemiştir. Ayrıca öğrencisi Martin Heidegger ve teolog Friedrich Gogarten de onun görüşlerinden etkilenmişlerdir.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Walter Benjamin
Walter Bendix Schönflies Benjamin (15 Temmuz 1892, Berlin - 26 Eylül 1940, Portbou), Alman edebiyat eleştirmeni, düşünür, kültür tarihçisi ve estetik kuramcısı.

Yahudi bir aileden gelen Benjamin, Berlin, Freiburg (Breisgau), Münih ve Bern’de felsefe öğrenimi gördü. 1920’de Berlin’e yerleşerek edebiyat eleştirmenliği ve çevirmenlik yapmaya başladı. 1928’de sunduğu Ursprung des Deutschen Trauerspiels (Alman Tragedyasının Kökeni) adlı doktora tezi Frankfurt Üniversitesi’nde geri çevrilince, zaten pek sıcak bakmadığı akademik kariyerden bütünüyle vazgeçti.

Ernst Bloch, Theodor Adorno ve Bertolt Brecht’in etkisiyle 1930’larda giderek Marksizm’e yakınlaşan Benjamin, 1933’te Almanya’yı terk ederek Paris’e yerleşti. Burada edebiyat dergilerine ve New York’ta Adorno ile Horkheimer tarafından yayımlanan Zeitschrift für Sozialforschung’a ([[Sosyal Araştırmalar Dergisi]]) eleştiri ve denemeler yazdı. 1939 yılında, Alman mülteciler tarafından yayımlanan bir dergide çıkan yazısı nedeniyle Alman vatandaşlığından çıkarıldı. Almanların Fransa’yı işgal etmesi ve Paris’teki evini Gestapo’nun basması üzerine 1940’ta Fransa’nın güneyindeki Portbou kentine kaçtı; burada polis tarafından Gestapo’ya teslim edileceğini öğrenince intihar etti.

Son dönemin yaşamış en büyük Marksist ideologlarından bir tanesidir. Her ne kadar Karl Marx'ı kendi okuma listesinin son sırasına bıraksa da, getirmiş olduğu eleştiriler Marksist kuram açısından çok önemlidir.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
James Beattie
İskoçyalı filozof, şair ve eleştiricisidir.

1735'te Kincardine kontluğundaki Lawrencekirk'te doğdu, 18 ağustos 1803'te Aberdeen'de öldü. İlköğretim önemimde gösterdiği başarılar dolayısıyla Aberdeen Üniversitesi'nin açtığı parasız öğretim müsabakasını kazanmış ve dört yıl Mreschall Kolejinde okumuştur. Sonra da öğretim mesleğine girmiştir.

Aberdeen'de Latin grameri profesörü olmuş, bir taraftan da şiirler yazmıştır. Virgile'in Eglogues'unu çevirmiştir. Ahenk, zarafet ve duyarlılıkla süslü olan bu gençlik yazılarından utanmış ve bu eserlerin anısını unutturmak için çok çalışmıştır.

Mevki ve servetini korumak için arkadaşları ona, kendinden fazla ilgi gösterdiler ve 1760'ta Mareschall Koleji'nde mantık ve ahlak profesörlüğüne tayin ettirdiler. Hocalığının ilk dönemlerinde pek de başarı gösteremedi.

1766'da evlendi. İki oğlundan biri 1789'da diğeri de 1796'da ölünce Beattie teselli edilemez bir melankoliye düştü ve hayatının son yıllarını yalnızlık ve inziva içinde geçirdi.

Beattie'nin İskoçya felsefesinde kendisini onurlu bir yer sağlayan düşünceleri şunlardır;

1. Kamul duyunun verdiği gerçeklerle aklın gerçekleri arasındaki derin farkı göstermiştir. Bu farklardan birincileri apaçıktırlar, ispata gerek duymazlar. İkincileri ise, ancak alıl yürütmeyle bu nitelikleri kazanabilirler.

İskoçya felsefe sisteminde büyük bir rol oynayan bu farkı derinden göstermek isteyen Beattie, kamul duyuyu şöyle tanımlar: "Eğitim ve alışkanlıktan doğmayan fakat doğadan meydana gelip birdenbire içgüdüyle ve direnilemez bir içtepi ile gerçeği algılayan veya inanca kumanda eden bir ruh fakültesidir."

Aklı da şöyle tanımlar: "Bize bildiğimiz düşünce veya oranları arama yeteneğini veren fakülte. Onsuz, ilk ilkelerin ve sezgisel aksiyomların ötesinde, gerçeği keşfetmek için bir adım bile atamayacağımız fakülte.

2. Berkeley'in tinselci şüpheciliğiyle Hume'un evrensel şüpheciliğine ve her şeyi ispata çalışmak suretiyle çağdaş şüpheciliği yaratmış olan Descartes'a karşı giriştiği tartışmalardır. Bu son filozof hakkındaki düşüncelerinde Reid gibi hareket eder. Şüphecilikle savaşı amansızdır.

Beattie, şüpheciliğin daha çok yeni zamanda bulunduğunu, bu sistemin Descartes'ten başlayarak Hume'de en yüksek gelişmesine ulaştığını, aynı zamanda matematikçilerle fizikçilerin araştırmalarını yöneten ilkelere büsbütün zıt ilkeler kabul ettiğini, kamul duyunun apaçıklığı yerine akıl yürütmenin apaçıklığını koyduğunu ve nihayet şüpheciliğin beşeri inançların en meşru ve evrensel ilkeleriyle çelişik olan sonuçlara ulaştığını iddia eder.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Jeremy Bentham
Yararcılık öğretisi ve "en çok sayıda insana en yüksek düzeyde mutluluk" ilkesiyle tanınan İngiliz hukuk, ahlâk, siyaset ve toplum felsefecisidir. Daha dört yaşındayken Latince öğrenen Bentham on iki yaşındayken hukuk öğrenimini için babası tarafından Oxford'a gönderilmiştir. Gelgelelim Bentham, özellikle döneminin önde gelen otoritelerinden gelenekçi William Blackstone'un tutucu derslerinden sonra, çok geçmeden bir hukuk uygulayıcısı olmak yerine hukukun ne olduğu üzerine yazmaya karar vermiş ve yaşamını var olan hukuk ile toplum dizgelerini eleştirip düzeltmeye adamıştır.

Bentham daima yararcılık öğretisi ve "en çok sayıda insana en yüksek düzeyde mutluluk" ilkesiyle birlikte anılsa da öğreti ve ilke onun var olan kurumların, pratiklerin ve inançların yararlılığının nesnel bir değerlendirme ölçütü ile sınanmasını amaçlayan toplum eleştirisinin yalnızca başlangıç noktasını oluşturur. Bentham açık sözlü bir hukuk reformcusu, doğal hukuk, doğal haklar ve sözleşmecilik gibi yerleşik siyasal öğretilerin acımasız bir eleştiricisidir. 1820'lerden itibaren yapıtlarıyla saygı uyandırmaya başlayan Bentham'ın düşünceleri 19. yüzyıl boyunca yapılan kamu yönetimi reformlarını da derinden etkilemiştir.

Beccaria, Helvetius, Diderot, d'Alembert ve Voltaire gibi aydınlanma dönemi filozoflarının yanı sıra Locke ve Hume'dan da etkilenen Bentham, yapıtlarında deneyci yaklaşımı kavramsal açıklığa ve tümdengelimli uslamlamaya dayalı bir usçuluk anlayışıyla birleştirmiştir. Bu bağlamda Bentham, usun gelenek karşısındaki önemi üzerinde duran ve terimlerin kullanımında kesinliği savunan Locke'u kendisine örnek almıştır. Nitekim Bentham'ın tüm felsefe tasarımı aslında bir açıklama tasarımıdır. Bentham neleri amaçlamamız gerektiğini göstermek için değerleri, insanların gerçekte neleri amaçladığını göstermek içinse ruhbilimi açıklamaya girişmiş; bunlara uygun yönetim, hukuk ve ceza dizgeleri tasarlamak için de hem bir bütün olarak hem de temel terimleriyle gerçek "hukuk" düşüncesini açıklığa kavuşturmak istemiştir.

Hukuku anlamak, haklar ve ödevler gibi şeyleri anlamayı da içerir. "Anlama"nın "algılama"yla sağlandığı deneyci gelenekte, "altın dağ" gibi doğrudan algılanamayan karmaşık şeyler deneyleyebildiğimiz basit bileşenlerine ayrılarak (altın ve dağ) çözümlenebildiklerinden dolayı anlaşılabilir hale gelirler. Buna karşın deneycilerin çözümleme yöntemi Bentham'ın çözümlemeyi düşündüğü hak ya da ödev gibi terimlerin çözümlenmesinde işe yaramamaktadır. Sonuç olarak bir şeyin bir parçasına ya da bir boyutunu ondan soyutlayarak ele almanın karışıklığa yol açması büyük bir olasılıktır. Bu durum Bentham'ı "yeniden anlatım" (paraphrasis) diye adlandırdığı bütünüyle yeni ve özgün bir yönteme yönelmiştir.

Bentham'ın "anlam"ın temel biriminin sözcük değil tümce olduğunu savunan yeniden anlatım yöntemi, 20. yüzyılda Russell, Carnap, Quine gibi düşünürlerin geliştirdiği mantıksal çözümleme yöntemlerinin öncüsüdür. Bentham'ın bu yöntemle amaçladığı tümcedeki sorunlu sözcüğü başka sözcüklere çevirmek değil, sözcüğün bir parçasını oluşturduğu tümceyi başka bir tümceye çevirmektir. Yeniden anlatım yöntemi Bentham'ın "kurgusal kendilikler" diye adlandırdığı hak, ödev, yükümlülük, ayrıcalık gibi terimleri, içinde yer aldıkları tümceleri içinde yer almadıkları tümcelere çevirerek açık tular. Kurgusal kendilikler başlarda kullanışlı gözükse de zaman içinde bunların gönderme yaptıkları şeyler bütünüyle unutulduğundan ya da gündem dışı kaldığından bu terimler birer önyargı olarak kalmaktadır. Bu yüzden hukuku bu tür kurgusal kendiliklerden olabildiğince uzak tutmaya çalışan Bentham, en azından bu tüt terimlerin kullanımından uzak duran açıklamalar ve temellendirmeler verilebileceğini düşünmektedir. Sözgelimi haklara ilişkin tümceler Bentham tarafından ödevlere ilişkin tümceler aracılığıyla açıklanır. Bentham'a göre belirli bir hak başkalarına ödevler yüklenerek birine sağlanan yatardır. Kuşkusuz ödevler de kurgusal kendiliklerdir ama bunlar da cezalandırma tehdidine ilişkin tümcelerle açıklanabilirler. Cezalandırma ise Bentham'a göre acı verme tehdididir. Böylelikle Bentham'ın "gerçek kendilikler" dediği şeye; yani algıyla doğrudan anlayabileceğimiz açık ve yalın düşüncelere ulaşmış oluruz. Bentham, acı ve hazzın anlamını öğrenmek için bir hukukçuya gitmemizi gerektirmeyen sözcükler olduğunu söyler. Hatta ona göre hukuk acı ve haz kavramları aracılığıyla hem hukukçulara hem de başkalarına açıklanabilir.

Bentham'a göre ahlâk ve hukuk bilimsel olarak tanımlanabilirse de böyle bir tanımlamanın insan doğasına ilişkin bir açıklamaya gereksinimi vardır. Ona göre doğanın fizik yasaları aracılığıyla açıklanması gibi insan doğası da iki temel itki, "haz" ve "acı" aracılığıyla açıklanabilir. Bu görüş Bentham'ın "ruhbilimsel hazalık" kuramının temelini oluşturmaktadır. İnsan doğasına ilişkin böyle bir çözümlemenin doğrudan kanıtlanmasının söz konusu olmadığını bilse de Bentham "doğanın insanı iki egemen efendinin, haz ve acının yönetimi alcına yerleştirdiğini" savunur. Ona göre bir yandan doğrunun ve yanlışın ölçütü, öte yandan nedenler ve sonuçlar zinciri acı ve hazzın krallığına tabidir. Acı ve haz bütün yaptıklarımızda, bütün söylediklerinizde ve bütün düşündüklerimizde bizi yönetmektedir; tabiliğinizden kurtuluşa yönündeki bütün çabalarımız da bu krallığın iyice açığa çıkıp onaylanmasına hizmet etmektedir. Sadece ne yapmamız gerektiğini göstermekle kalmayıp ne yapacağımızı da doğrudan belirleyen haz ve acı eyleme ilişkin açıklamaların yanı sıra kişi için "iyi'nin tanımlanmasında da temel oluşturmaktadır. Buna dayanarak Bentham, her bireyde var olan acı ve haz temelinde bir değer hesabı oluşturabileceğimizi öne sürer. "Haz hesabı" ya da "mutluluk hesabı" (felicif calculus) olarak bilinen bu görüşe göre haz ve acı nesnel duyumlar olup yoğunlukları, süreleri, verimlilikleri (gelecekteki daha başka haz olasılıkları açısından), saflıkları ve büyüklükleri aracılığıyla ölçülebilirler. Bu bir eylemin ya da durumun hem nesnel olarak belirlenmesine hem de başka eylem ya da durumlarla karşılaştırılmasına olanak tanımaktadır.

Bentham'ın bu köktenci hazcılığına, insanın doğal olarak çıkarlarını kollayacağı yollu ruhbilimsel benciliği eşlik etmektedir. Bentham kişinin çıkarlarının toplumsal çıkar ya da diğer bütün insanların çıkarları karşısında baskın olduğunu belirtsek, insanların eylemlerinin amacının kendi mutlulukları olduğunu ve insanın doğal bir yetisi olan usun bu amacın uşağı olarak düşünülmesi gerektiğini savunur. Bentham'ın insan tekini değerlerin kaynağı olarak alan insan doğasına ilişkin bu açıklamasıyla ahlâki bir bireycilik de ortaya koyduğu söylenebilir.

Nitekim Bentham'ın ahlak felsefesi de onun "yararlılık ilkesi" ya da "en büyük mutluluk ilkesi" diye adlandırdığı "en çok sayıda insana en yüksek düzeyde mutluluk" ilkesinin bir yansımasıdır. Bentham yararlılık ilkesini bir eylemi ya da durumu genel mutluluğu araması ya da azaltmasına göre onaylayan ya da onaylamayan ilke olarak tamınlar ve en çok sayıda kişi için en büyük mutluluğu üretmeyen her türlü eylemin ahlâken yanlış olduğunu söyler. Mutluluk ise hazzın çokluğuna ve acının yokluğuna bağlı olarak hesaplanabilirdir. Bu bağlamda Bentham'ın ahlâk felsefesi insanın temel güdüleyicileri haz ve acıdır yollu ruhbilimsel hazcılık görüşünü de yansıtmaktadır. Burada altı çizilmesi gereken önemli bir nokta da mutluluk hesabı yapılırken her bir bireyin bir diğerine eşit olarak alınmasıdır.

Sonuç olarak Bentham için ruhbilimsel hazcılık ve bencilik ile yararlılık ilkesi arasında hiçbir uyumsuzluk süz konusu değildir. Öte yandan Bentham'ın mutluluğu artırma amacı pratik bir amaçtır ve onun bu yönde bezelyelerin dondurularak kullanılması gibi birçok farklı önerisi de olmuştur. Bentham'ın bu pratik amaçlı önerilerinden en önemlisi ise "panoptikon" diye adlandırdığı hapishanedir. Bentham'ın dönemin hapishanelerinde yaşanan karmaşayı sona erdirmek için tasarladığı bu hapishane modeli, merkezdeki gardiyanların onlara gözükmeden tutukluları göz altında tuttuğu daire biçiminde bir yapıdır. Bentham özel olarak işletilmesi gerektiğini düşündüğü ve sözleşme olarak kendisinin yönetmeyi planladığı bu hapishane ile yalnızca tutukluları güvenilir birer insan haline getirmeyi değil zaman içerisinde para da kazanmayı tasarlamıştır. Ama bu tasarısı hapishanenin kurulacağı yerin çevresindeki arsa sahipleri tarafından engellenince işin sonunda hem zaman hem de para kaybetmiştir. Panoptikon tasarımına kadar önerilerin ve anlaşmaların hayata geçirilmesi için aydın yönetimlere başvurmanın yeterli olacağına inanan Bentham, bunun yeterli olmadığını fark ettiğinde demokrasiyi desteklemeye başlamıştır. Locke da dahil olmak üzere kendinden önce sayısız filozofun siyaset felsefesinin temelini oluşturan doğal hak, doğal hukuk ve toplum sözleşmesi gibi kavramları benimsememiş olan Bentham, daha önce de belirttiğimiz gibi, bu kavramları kurgusal kendilikler olarak adlandırıp bunların bir gerçekliğinin bulunmadığını savunuyordu. Bu tür kavramlar o dönemde devlete itaatin kaynağı ve meşru devrimin koşullan nedir sorularına yanıt olarak sunulmaktaydı. Bentham itaati anlaşmaya dayandıran bu tür düşünceleri eleştirerek yönetime itaatin temellendirilmesinin yarara, yani itaatin olası zararının direnişin olası zararından daha az olup olmayacağının hesaplanmasına dayandığını savunmuştur. Bentham'ın bu karşı çıkışı yalnızca terim düzeyinde kalmamış hukuk dizgesinin ve yönetim dizgesinin değişmesi gerektiğini bir insan-bir oy ve gizli oy verme hakkı gibi önerilerle açıkça dile getirmiştir.

Bentham'ın bu demokratik önerileri ahlâk felsefesinin "en çok sayıda insana en yüksek düzeyde mutluluk" ilkesi ve ruhbilimsel bencilik görüşleriyle de uyumludur. Ruhbilimsel benciliğe göre herkes kendi çıkarlarının peşinde koşmaktaysa, bu demektir ki yönetimler ve yöneticiler de kendi çıkarlarının peşinde koşabilirler. Dolayısıyla diktatörlere, krallara ve oligarşilere güvenilmemelidir. yönetimlerin gerçek amacı olan "en çok sayıda insana en yüksek düzeyde mutluluk" ilkesi ancak yönetim en çok sayıda insanın elinde olduğunda güvende olabilir. Eğer halkın tamamı siyasal güçle donatılırsa, hepsi yalnızca kendi çıkarlarını izleyerek bu amaca hizmet etmiş olacaklardır.

Bentham'ın demokrasi ve yararcılık anlayışına bağlı olarak geliştirdiği özgürlük anlayışı günümüzde "olumsuz özgürlük" diye adlandırılan özgürlüğe karşılık gelmektedir. Özgürlüğü "engellemenin olmaması" olarak tanımlayan Bentham, bireyin engellenmediği oranda özgür olduğunu söyler. Özgürlüğün doğal olduğunu ya da bireyin egemen olduğu a priori bir özgürlük alanının bulunduğunu yadsır. Bu özgürlük açıklamasıyla bağlantılı olarak Bentham hukuku da olumsuz olarak tanımlar. Değer ölçütünü haz ve acının sağladığı göz önüne alınırsa Bentham için özgürlük haz verdiği için iyiyken, sınırlandırılması acı verdiğinden kötüdür. Devletin denetimi ne denli sınırlıysa birey o denli özgürdür. Öte yandan Bentham iyi yönetimin temelini oluşturan toplumsal düzen için hukukun zorunlu olduğunu kabul eder. Toplumun ilerlemesinde hukukun oynayabileceği olumlu rolü kabul eden Bentham, hukukun kişilerin ekonomik ve kişisel gereksinimlerini karşıladığı ve koruduğu ölçüde bireyin çıkarını yansıtacağını savunmuştur. Bentham, kendinden önceki birçok düşünürden haklı olarak hukukun doğal hukuktan doğmadığını, onun yalnızca egemenin istencinin bir buyruğu ya da dışavurumu olduğunu savunmuştur. Nitekim bir yasa ahlâk ba6ımından sorgulanabilir olsa da ahlâken kötü eylemler buyursa da, rızaya dayanmasa da yine de bit "yasâ'dır. Öte yandan, daha önce de belirtildiği gibi, yasa koyucunun yasa dizgesini yalnızca kendi çıkarını gözeten insanları genel çıkara yönlendirilecek biçimde düzenlemesi gerekir.

Bir filozoftan çok bir hukuk ve siyaset eleştirisi olarak görülmesi gereken Bentham'ın çok sayıdaki yapıtları arasında Blackstone'un reform karşıtı gelenekçi görüşlerin eleştirdiği yayımlanmış ilk yapıtı "A Fragment on Goverment" (Yönetim Üzerine, 1776); hukuksal, ahlâki ve toplumsal reformlara temel oluşturabilecek ussal ilkeler oluşturmaya çalıştığı başyapıtı sayılabilecek "An Introduction to the Prenciples of Morals and Legislation" (Ahlâkın ve Yasamanın İlkelerine Giriş, 1789), parlamento reformuna ilişkin demokratik önerilerini içeren "A Catechism of Parliamentary Reform" (Parlamento Reformu İçin Bir Kılavuz, 1817) ve ancak ilk cildini yayımlayabildiği "Constitutional Code" (Anayasa Hukuku, 1830) başta gelir.


Jeremy Bentham (15 Şubat, 1748 – 6 Haziran, 1832) İngiliz filozof, hukukçu ve toplum reformcusu. Faydacılığın kurucusu olarak da biliniyor. Hayvan haklarının ilk savunucularındandır ve liberalizmin gelişiminde büyük katkıda bulunmuştur.

Panopticon Tasarımı

1791'de az sayıda gardiyanın çok sayıda mahpusu gözetlemesini sağlamak üzere “denetim evi” anlamında panopticon adını verdiği daire planlı bir yapı tasarladı. Bu tasarım birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu. Her hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve halkanın dış cephesindeki duvarda birer pencere vardı. Halkanın ortasında mahpuslardan tamamen saklanmış konumdaki gözlemcilerin kaldığı bir nöbet kulesi yer almaktaydı. Panopticon'un temelinde yatan ilke, tek odalı hücrenin içindeki sakine saklanacak hiçbir yer bırakmaması, buna karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahpusun her hareketinin iyi aydınlatılmış bir siluetini izleme olanağını sağlamasıydı. Bentham'ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpusun aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka seçeneği yoktu. Böylece mahpus bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Moritz Schlick
Viyana Çevresi'nin kurucularından ve zamanının önde gelen mantıkçı pozitivistlerinden biri olarak Schlick, hem Yeni-Kantçı eğilimleri ve hem de Husserl'in felsefesini reddetmiş, felsefede analitik ve mantıksal yöntemlerin önemini vurgulayarak, algıyı eleştirel bir tarzda analiz etme çabası vermiştir. Bilgi konusunda, Kant'a ve Kantçılığa karşı çıkarak, empirist bir bakış açısı benimseyen, matematiğin ve mantığın önermelerinin, sentetik a priori önermeler olmayıp, tanım gereği doğru olan, analitik, yani içerik yönünden boş olan önermeler olduğunu öne süren Moritz Schlick, Poincare'de söz konusu olan uzlaşımcılığa da şiddetle karşı çıkıp, bilimsel kuramların, doğrulukları tekabüliyete bağlı olan kavramlardan meydana gelen a posteriori bir sistem olduğunu iddia etmiştir.

Şu halde, önermeleri mantıksal bakımdan zorunlu olan analitik önermeler ve gerçek bir içeriği olan empirik ya da sentetik a posteriori önermeler olarak ikiye ayıran Schlick, mutlak kesin bilgiye ulaşmanın olanaksız olduğunu öne sürmüş; yapılabilecek en iyi şeyin, bilimin gerçekliği betimlerken oluşturduğu önerme sistemlerine yönelmek olduğunu belirtmiştir.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Emile Durkheim
(15 Nisan 1858 - 15 Kasım 1917)

Yahudi kökenli Fransız sosyologdur. Modern sosyolojinin kurucularından birisi olarak sayılmaktadır.

Hayatı ve Felsefesi

15 Nisan 1858 tarihinde Epinal-Loren'de dünyaya geldi. Felsefe öğretmenliği yaptı. 1885 de Almanya'da bulundu Fransa'ya dönüşte yayımladığı makaleler ilgi topladı. 1887 Bordeaux Üniversitesi'nde ders vermeye başladı. 1902 de Sorbonne Edebiyat Fakültesi'nde çalışmalarını sürdürdü. 1906 da Buisson'un ölümü üzerine Sorbonne Eğitimbilim Profesörlüğüne getirildi.

Durkheim toplumbilimi kendi olgularını kendi ön dayanaklarıyla işleyen bir bilim durumuna getirdi. Auguste Comte'un fiziği, Herbert Spencer'in biyolojiyi örnek alıp inceledikleri toplumsal olaylar ona göre yalnız kendi türünden olaylarla açıklanabilir, "toplumsal olay" bireye bağlı ve bireyle başlayıp biten bir süreç değildir. Toplumsal olay bireyi aşkındır, birey ona katılır. Her birey için toplumsal olaya katılmak kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü toplumsal olaylar; genel zorunlu bireyi ve bireyler arası ilişkileri belirleyen din, ekonomi, hukuk, ahlâk, siyaset, bilim ve sanat türünden olaylardır. Durkheim bireyi bireyselliği toplum içinde tümüyle eritmez. İnsanın kendine özgü bireyliğini ve topluma özgü toplumsallığını saptar. İnsan genel doğruları hazırca, tartışıp araştırmadan toplumdan alır. Bu doğrular: bireyin, kendisi, başkaları, insanlar arası ilişkiler, doğa, evren olguları üzerine yargılarına temel dayanak olur. Toplum bir başka yanıyla da insana ilişkin her kurumun temeli olup doğal bir bileşimdir. Kurumlar örneğin din ve Tanrı anlayışı da topluma bağlıdır ve onunla birlikte gelişip evrimleşir.

Durkheim bilgi anlayışında toplumun görüşünü örnek alır. Bilgide en genel kavramlar tek tek şeylerin tümünden bağımsız olmayıp tersine onlara uygulanabilen, topluma ilişkin kavramlar olduklarından en geçerli kavramlardır. Bunların mutlak, öncesiz sonrasızca doğru ve kesin kavramlar oldukları da söylenemez. Bilginin temel taşları olan genel kavramlar toplumla birlikte zaman ve uzam bağlamında değişip gelişen kavramlardır.

Din sosyolojisi ile ciddi olarak ilgilenen Durkheim'in eserlerinin bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Comte'un takipçisidir. Toplumu, Tanrı yerine koymuştur. Burada kasıt inançlı bir kimse davranışlarda bulunurken Tanrı'sını nasıl gözetirse 'birey'inde davranışlarda bulunurken toplumu aynı şekilde gözettiğidir.

15 Kasım 1917'de Paris'te ölmüştür.

Başlıca Eserleri

- De La Division Du Travail Social; 1893 (İçtimaî Taksim-i Amal°; 1923)(Toplumsal İş Bölümü;2006)

- Règles De La Méthode Sociologique; 1895 (Sosyolojik Yöntemin Kuralları; 1985)

- Le Suicide; 1897 (İntihar; 1987)

- Les Formes Êlémentaires De La Vie Religieuse; 1915 (Din Hayatının İlkel Biçimleri; 2005)



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Bernhard Bolzano
Bernhard Bolzano, 5 Ekim 1781'de Prag'da doğdu, 18 Aralık 1848 Prag'da öldü. İtalya asıllı bir Çek filozof ve matematikçiydi.

Babası bir İtalyan göçmeni ve küçük bir esnaftı. Annesi de, Prag'da madeni eşya ile ilgilenen bir ailenin kızıydı. Bolzano, Prag Üniversitesi'nde, felsefe, fizik, matematik ve ilahiyat çalıştı. 1807 yılında Prag'da aynı üniversiteye din ve felsefe profesörü olarak atandı. 1816 yılına kadar bu üniversitede başarılı dersler verdi. 1816 yılında, Hıristiyan kilisesince benimsenen inanç, duygu ve düşünceye ters düştüğü için, bu inançlarından dolayı suçlandı. 1820 yılında Avusturya hükümeti Bolzano'nun bu yıkıcı ve kendileri için kırıcı olan konuşmalarından dolayı onu ülkeden uzaklaştırdı.

Bolzano, İtalya asıllı bir Çek filozofuydu. Aynı zamanda iyi bir mantıkçı ve çok iyi de bir matematikçiydi. Bolzano, 1820 yılında daha çok akılcılıkla suçlandı. Onun matematiğe dayalı bir felsefesi ve düşüncesi vardı. Bu nedenle Kant'ın idealizmine karşı çıktı. Kendisi aslında bir Katolik papazıydı. 1805 yılından sonra Prag Üniversitesi'nde din felsefesi okuttu. Matematikte, sonsuzluk ve sonsuz küçükler hesabı üzerinde çalıştı. "Sonsuzluk Üzerine Paradokslar" adlı kitabı 1851 yılında yayınlandı. Noktasal kümeler üzerine de çalışmaları olmuştur.

Bolzano'nun en acıklı yılları, 1819 ile 1825 yılları arasına rastlar. Prag Üniversitesi'nce, tam 7 yıl ders vermeme ve yayın yapmamak üzere cezalandırılır. Bu üniversitece profesörlüğü de elinden alınır. Tüm bu baskılara karşı onun yüksek kafası hiç durmadan çalışmıştır. Analizde, geometride, mantıkta, felsefede ve din üzerinde çok sayıda yayınını gerçekleştirmiştir. Bugün, analizde bildiğimiz ünlü Bolzano-Weierstrass teoremi'ni ilk kez "Fonksiyonlar" adlı kitabında o kullandı. Fakat, teoremin ispatını daha önceki çalışmalarında yaptığını ve kaynak olarak da bu çalışmasını verir. Fakat, sözü edilen bu çalışma ve kaynak bugüne kadar bulunamamıştır. Çok kullanılan ve kendisinin de çok kullandığı bir teoremin ispatının Bolzano tarafından verilmiş olması olasılığı çok fazladır. Zaten bu teoremin ispatı verilmeseydi, Bolzano tarafından bu kadar çok kullanılmazdı. Sonraki yıllarda bu teoremin ispatı tam olarak Weierstrass tarafından verilmiştir. Bu nedenle, bu teorem analizde Bolzano-Weierstrass teoremi olarak bilinir.

Bolzano'nun temel çalışmaları, sonsuzlar paradoksu üzerinedir. Bolzano'ya yayın yapma yasağı konduğu için, yaşamı sürecinde bu eserlerini ne yazık ki yayınlayamamıştır. "Sonsuzlar Paradoksları" adlı çalışması ancak onun ölümünden iki yıl sonra 1850 yılında basılmıştır. Bu çalışması, sonsuz terimli serilerin birçok özelliğini içerir. Diğer birçok matematikçide olduğu gibi yaşam sürecinde çok hırpalanan, şanssızlıklarla ve baskılarla horlanan Bolzano, 18 Aralık 1848 günü Prag'da öldü.



 
Üst Alt