Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Filozoflar

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Henri Bergson
Paris’te 1859’da doğdu. Musevî bir ailenin çocuğu olan Bergson, son çağın en önemli filozoflarındandır. Condorcet Lisesinde güçlü bir klasik eğitimden sonra 1877’de açılan bir genel retorik müsabakasında onur mükafatını kazandı. Daha o zamanlarda bile geniş bir hayal gücüne, orjinal şahsî düşüncelere sahip bulunuyordu. Aynı zamanda matematik mükâfatını da kazanmıştı. Hocası, öğündüğü öğrencisinin Pascal’la boy ölçüşecek bir matematikçi olacağını düşünüyordu. Fakat Bergson, matematik bilimlerini “çok yorucu” buldu ve hayatını felsefe ile geçirmeye karar verdi.

Bergson’un tahsil hayatı bir tekamüldü. Lisan yeteneği kuvvetliydi. Canlı ifadelere bayılırdı. İki özelliği göze çarpıyordu: Sert bir titizliği ve geniş bir hayâl gücü. İlim adamı kafasında şair ruhu taşıyordu.

Bergson zamanında geçerli görüş ve moda eğilimler hep maddeci idi. Tamamen materyalist bakış açısı revaçtaydı. Önceleri Bergson bu akımlara kapıldı ve tanrı-tanımaz olarak tanındı.

Mezun olduktan sonra Auvergne vilayetinde bir kasabaya öğretmenliğe tayin edildi. Buraya geldiğinde şüpheciydi, fakat burada şüpheciliği yok oldu. Kırda yürüyüşler yapıyordu. İçindeki şair ve isyan ruhu nihayet kendini gösterdi. Laboratuar denemeleri, fizik formülleri, ateist aydınların gösterişli cümleleri onun tanrı anlayışında önemli dönüm noktalarını oluşturdu.

Yaradılışın sonsuz sadeliğini karışık formüllerle ve zahiri teorilerle izaha çalışan bilim, Bergson tarafından eleştirilmeye başlandı.

Ona göre bilime “sığınmak”* (19. yüzyıl pozitivizmi böyleydi) “Ümit ve cesaretini kaybeden yorgun kafaların” işiydi.

AKIL YERİNE SEZGİ

Bergson, akıl yerine sezgiyi ön plâna çıkardı. Dikkatleri ruhçuluğa çekerek metafiziği güçlendirmeye çalıştı ve materyalizme karşı çıktı. Bergson’un sezgiciliği zekâdan ve akıldan ayrı bir bilme gücü olarak sezgi ile doğrudan doğruya ve bütün halinde eşyayı ve özünü bilebileceğimizi ileri sürdü. “Zekâ eşyayı bölerek ve ayırarak inceleyip kavrayabildiği halde sezgi doğrudan şuurdan çıkarak ilahi sevke benzer bir ilham gibi eşyanın mahiyetini bilirdi. Bu bilgi, hadiseler ve ruh üzerinde yabancı bir bakış gibi kalmayıp, insanın en derin tarafını değiştirirdi. Bu sanatkârane malûmat sayesinde insan eşyaya, maddeye, hayata hulûl eder, içine girerdi. Böylece tecrübe üstü hakikati bilmenin, metafiziğin ve mutlakın bilgisinin mümkün ve meşrû olduğunu ileri sürdü. Halbuki zekânın bilgisi tecrübeye, akıl yürütmeye ve analize dayanırdı.” Bergson, din adamının, ahlâkçının, sanatkârın ruhî gerçeğe nüfüz eden bilimdışı bir gücünden, sezgiden bahsetti. Âlem sonsuz, insan zihni sınırlıydı.

“Hakikat akılla değil, sezgi ve insiyakla kavranabilirdi.” Akıl fenomenlerle, yani gerçeğin dış görünüşleriyle uğraşabilir; o görüntülerin gerisindeki realite, ancak sezgi ile kavranabilirdi. İlim ve metafizikte büyük icadların çoğunun sezgiden doğ(ar)duğunu ileri sürdü.


Bergson’a göre bilim ancak dinamik bir tecrübe olan hareketi sembolleştirebilir, izah edemez. Basitleştirmek için biz kara tahtadan tebeşir ile iki noktayı birleştiririz ve bunu mekândaki noktaları izah için yaparız. “Fakat mekânda nokta diye birşey yoktur.” Çünkü muayyen sonlu bir şeydir. Mekân ise sonsuza kadar bölünebilir.



Bergson soruyordu: “Hiç kimse bir fikrin azametini ölçemez. Bir heyecan hararetin kalori miktarından mı oluşmuştur? Hürriyet uğrunda hayatlarını veren insanların kahramanlığı, cesaret hislerinin uyarılması gibi telâkki edilebilir mi?”


Avrupa’da insanlığın hissiyat ve imanının kurtarıcısı olarak ortaya çıkan ünlü filozof, “Ahlâk ve Dinin İki Kaynağı” adlı eserinde şöyle diyordu: “Kapalı bir cemiyet, zekânın bozucu aksiyonuna karşı ancak bir din sayesinde mukavemet edebilir ve yaşayabilir.” O’nun delili, iç tecrübe delilidir. Yani hissiyatla, sezgiyle, mistik yolla Allah’a ulaşma kanaati taşır.


Aynı eserinden bir başka bölüm: “Bir şeyin varolabileceğini tasavvur etmekle, onun varolduğundan emin olmak arasında fark vardır. Birinciyi elde etmekten öteye gidemeyen aklın, Allah’a iman karşısındaki başarısızlığı ortadadır.Allah’ın varlığı ve mahiyeti ile ilgili problemi, konuyu tecrübî açıdan yaklaşan mistik yol çözebilir.”


Bergson eserleriyle eski ve yeni dünyanın ufuklarında fırtınalar oluşturdu.


Bergson, ömrünü materyalizm, pozitivizm ve komünizmle mücadeleye ayırdı. Akılcılara, herşeyi aklın hükmü altında görenlere, rasyonalistlere cevap verdi. Ona itiraz şuydu: “Sen hiç şüphesiz aklı yıktın, fakat yine akılla bunu yaptın! metodun aklîdir, yine aklın rehberliğini gösterir.”


Yani aklın yıkılışındaki payı yine akla isnad edilerek akıl yine tahtına oturtulmak istendi. O zaman Bergson, onlara şu tarihî cevabı verdi:


“Eğer ben aklı akılla yıktımsa, demek ki aklın son durağı, nihaî gayesi intihar ve âczini itiraf etmekmiş.”


Henry Bergson’un sükunet arayışı içinde geçen hayatı 1941 yılında son buldu.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Prof. Dr. Bedia Akarsu
İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde yaptığı dil, kültür ve ahlâk felsefesi çalışmalarıyla tanınan felsefecimiz Bedia Akarsu, 27 Ocak 1921'de İstanbul’da dünyaya geldi. Çapa İlkokulu ve Çapa Ortaokulu'ndan sonra İstiklâl Lisesi'ni bitirdi. Yükseköğrenimini 1943 yılında mezun olduğu İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde yaptı. Aynı bölümde Ernst von Aster'in yönetiminde başladığı doktora çalışmalarını Joachim Ritter'in yanında “Wilhelm von Humboldt’da Dil-Kültür Bağlantısı” konulu tezle tamamladı (1954). Arnold Gehlen ve Hans Freyer'in İstanbul Üniversitesi'nde verdiği bir dizi konferansı ve Ritter'in derslerini Türkçe'ye çevirdi.

1956-1958 yıllarında Almanya'ya giderek Heidelberg Üniversitesi'nde Gadamer'in fenomenoloji seminerlerine katıldı ve Scheler üzerine araştırmalar yaptı. 1960 yılında "Max Scheler'de Kişilik Problemi" adlı çalışmasıyla doçent oldu. 1968'de Felsefe Tarihi!Kürsüsü'nde profesörlüğe yükseltildi. Bölümde Ahlâk Felsefesi, Çağdaş Felsefe Akımları, Felsefe Tarihi Semineri gibi dersler verdi. Felsefe Bölümü başkanlığı yaptı. 1963-1983 yıllarında Türk Dil Kurumu yönetim kurulu üyeliğinde bulundu ve felsefe terimlerinin Türkçeleştirilmesi çalışmalarında Macit Gökberk'le birlikte etkin rol aldı. Ardından 1984 yılında emekliye ayrıldı.

1988-1989'da Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde Felsefe Grubu Öğretmenliği Bölümü'nün kurucusu olarak görev aldı. 1990-1996 yılları arasında ise İstanbul Üniversitesi Atatürk Enstitüsü'nde doktora dersleri verdi.

İstanbul Üniversitesi'nde Takiyettin Mengüşoğlu'nun başlattığı fenomenoloji ve felsefi antropoloji geleneği Nermi Uygur'la gelişirken, Bedia Akarsu Ernst von Aster'in de etkisiyle daha çok dil, kültür ve ahlâk felsefelerine eğildi. Doktora çalışmasında gerek yöntem gerekse yaklaşım açısından hocası Alman felsefe tarihçisi Ritter'in oldukça etkisinde kaldı. Öğrenciliği sırasında izlediği Mengüşoğlu'nun felsefi antropoloji seminerleri ve daha sonra Heidelberg Üniversitesi'nde katıldığı Gadamer'in fenomenoloji seminerleri ise onun Scheler üzerine çalışmasını olumlu yönde etkilemiştir.

Bedia Akarsu'nun Kant ahlâkına yönelmesiyle, 1933 Üniversite Reformu'ndan sonra Türkiye'de egemen konuma gelen Alman felsefe eğiliminin temelinde yer alan Kant, Mengüşoğlu'ndan sonra bir kez daha öne çıkmıştır. Akarsu, “Çağdaş Felsefe Akımları” adlı eserinde de daha çok Alman felsefe akımlarını ve filozoflarını tanıtır.

Eserleri: Wilhelm von Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı (1955), Max Scheler'de Kişilik Problemi (1962), Modern Toplumda Kadın (1963), Ahlâk Öğretileri I: Mutluluk Ahlâkı (1963), Ahlâk Öğretileri II: Immanuel Kant'ın Ahlâk Felsefesi (1968), Çağdaş Felsefe Akımları (1979), Atatürk Devrimi ve Yorumları (1969), Felsefe Terimleri Sözlüğü (1979), Çağdaş Felsefe: Kant’tan Günümüze Felsefe Akımları (1987), Atatürk Devrimi ve Temelleri (1995), Max Scheler Felsefesi'nde Kip Kavramı ve İnsan-Olma Sorunu (1998), Metafizik ve Din Üzerine Görüşmeler (Malebranche'tan çeviri, 1946). Ayrıca makaleleri Felsefe Arşivi, Felsefe Tercümeleri Dergisi, Türk Dili, Arayış, Gösteri, Çağdaş Eleştiri ve Cogito gibi dergilerde yayımlanan Akarsu'nun Cumhuriyet gazetesinde de yazıları çıkmıştır.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Farabi
Felsefenin Müslümanlar arasında tanınmasında ve benimsenmesinde büyük görevler yapmış olan Türk filozoflarının ve siyasetbilimcilerinden Fârâbî'nin, fizik konusunda dikkatleri çeken en önemli çalışması, Boşluk Üzerine adını verdiği makalesidir. Fârâbî'nin bu yapıtı incelendiğinde, diğer Aristotelesçiler gibi, boşluğu kabul etmediği anlaşılmaktadır.

Fârâbî'ye göre, eğer bir tas, içi su dolu olan bir kaba, ağzı aşağıya gelecek biçimde batırılacak olursa, tasın içine hiç su girmediği görülür; çünkü hava bir cisimdir ve kabın tamamını doldurduğundan suyun içeri girmesini engellemektedir. Buna karşılık eğer, bir şişe ağzından bir miktar hava emildikten sonra suya batırılacak olursa, suyun şişenin içinde yükseldiği görülür. Öyleyse doğada boşluk yoktur.

Ancak, Fârâbî'ye göre ikinci deneyde, suyun şişe içerisinde yukarıya doğru yükselmesini Aristoteles fiziği ile açıklamak olanaklı değildir. Çünkü Aristoteles suyun hareketinin doğal yerine doğru, yani aşağıya doğru olması gerektiğini söylemiştir. Boşluk da olanaksız olduğuna göre, bu olgu nasıl açıklanacaktır? Bu durumda Aristoteles fiziğinin yetersizliğine dikkat çeken Fârâbî, hem boşluğun varlığını kabul etmeyen ve hem de bu olguyu açıklayabilen yeni bir varsayım oluşturmaya çalışmıştır. Bunun için iki ilke kabul eder:

1. Hava esnektir ve bulunduğu mekanın tamamını doldurur; yani bir kapta bulunan havanın yarısını tahliye edersek, geriye kalan hava yine kabın her tarafını dolduracaktır. Bunun için kapta hiç bir zaman boşluk oluşmaz.

2. Hava ve su arasında bir komşuluk ilişkisi vardır ve nerede hava biterse orada su başlar.

Fârâbî, işte bu iki ilkenin ışığı altında, suyun şişenin içinde yükselmesinin, boşluğu doldurmak istemesi nedeniyle değil, kap içindeki havanın doğal hacmine dönmesi sırasında, hava ile su arasındaki komşuluk ilişkisi yüzünden, suyu da beraberinde götürmesi nedeniyle oluştuğunu bildirmektedir.

Yapmış olduğu bu açıklama ile Fârâbî, Aristoteles fiziğini eleştirerek düzeltmeye çalışmıştır. Ancak açıklama yetersizdir; çünkü havanın neden doğal hacmine döndüğü konusunda suskun kalmıştır. Bununla birlikte, Fârâbî'nin bu açıklaması, sonradan Batı'da Roger Bacon tarafından doğadaki bütün nesneler birbirinin devamıdır ve doğa boşluktan sakınır biçimine dönüştürülerek genelleştirilecektir.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Agrippa
Milattan Sonra yaklaşık I. yüzyılın sonu ile II. yüzyılın başında dünyaya gelen Agrippa, İlkçağ Yunan felsefesindeki kuşkucu geleneğin, özellikle de Pyrrhoncu Kuşkuculuk'un sürdürücüsü olan Romalı kuşkucu filozoftur. Akademia Kuşkuculuğu öğretisiyle yollarını ayırıp kuşkuculuğun "gerçek evi" olarak gördüğü Pyrrhon'un öğretisine yönelen Aenesidemos'un ardılı olan Agrippa, kuşkuculuğu temellendirmek için Aenesidemos'un ortaya koyduğu on tropos’u (diyalektik uslamlama) beşe indirerek kendi öğretisini kurmuştur.Kuşkuculuğu savunmak, yargıda bulunmaktan kaçınmayı (*epokhe) ve bilginin olanaksız olduğu düşüncesini temellendirmek için Agrippa'nın türettiği beş tropos kısaca şöyledir:

1- Aynı konu üzerinde öne sürülen görüşler başka başka olup birbirleriyle çatışır.

2- Akıl yürütme ya da öncüllere dayalı kanıtlama özü gereği bir çıkmazla karşı karşıyadır: her kanıtlama ayrıca kanıtlanması gereken öncüllere dayandığından ve bu sonsuza dek böyle sürüp gittiğinden hiçbir akıl yürütme kendi kendini kanıtlama ya da açıklama gücüne sahip değildir.

3- Akıl yürütme sürecindeki bu sonsuz geriye gidişin önünü alabilmek için kanıtlanmamış öncülleri ileri sürmek zorunludur: dogmacı filozoflar önermeler dizisinde sonsuza dek geriye gitmekten kaçındıkları için hiçbir zaman kanıtlayamayacakları varsayımlar öne sürerler.

4- Hem algılar hem de bunlara dayanan yargılar görelidir. Gerek algılar gerekse bunların doğurduğu yargılar özneye ve öznenin içinde bulunduğu koşullara göre değişir.

5- Kanıtlanacak şeyi kanıtın dayanağı yapmaktan doğan bir döngüsellik söz konusudur: herhangi bir ilkeyi tanıtlamaya kalkıştığımızda kendimizi bir kısır döngünün içinde buluruz; başka bir deyişle sonucu kanıtladığı düşünülen öncül ya da öncüller doğruluklarını yine sonuçtan aldıklarında, bu öncüllerin sonucu kanıtladığı ya da sağlama aldığı düşüncesi havada kalır.

Agrippa ayrıca, filozofların bir yandan akılla ilgili olanı duyularla, bir yandan da duyularla ilgili olanı akılla tanıtlamaya giriştiklerinden ötürü hep ikili bir kısırdöngüye düştüklerini de vurgular.

Agrippa, öne sürdüğü tüm bu gerekçe ve kanıtlara dayanarak, ne duyuların tanıklığına ne de insanın anlama yetisine güvenilebileceğini, bu nedenle de hiçbir konuda kesin hükme varılmaması gerektiğini savunur. Tıpkı Aenesidemos gibi o da dogmacılığın bu aşılamaz güçlüklerden dolayı tökezlemeye mahkum olduğunu düşünür ve ister bilginin olanaklılığı ister varlık ya da gerçeklik üzerine olsun her türden yargının askıya alınmasını (epokhe) salık verir.

Buna karşılık, Aenesidemos'un daha çok duyu algılarımızın yol açtığı güçlüklere yoğunlaşan tropos’larıyla karşılaştırıldığında Agrippa'nın tropos'ları, herhangi bir metafizik sorununu çözmenin olanaksızlığını gösteren kanıtları da içerdiğinden, çok daha derin bir kuşkuculuk barındırır. Bu yüzden kimi felsefe tarihçileri, kuşkuculuğu Akademia'nın uzlaşmacılığından kurtarıp eski ihtişamlı günlerine -katı Pyrrhoncu kuşkuculuğa- döndürmesinden ötürü, "yeni kuşkuculuk"un kurucusu olarak Aenesidemos'u değil de onu anarlar.

Son çözümlemede, Agrippa, insan bilgisinin, "bilgi" denilen şeyin birtakım varsayımlar ile ön kabullere dayandığını ve "yetkin" bilgiye ulaşmanın olanaksızlığını vurgulamasıyla birçok modern ve çağdaş düşünürü öncelemiştir.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Petrus Abelardus
Pek çok felsefe tarihçisinin gözünde skolastik felsefenin doruğunu temsil eden; kimilerince XII. yüzyıl Rönesansı’nın “diyalektik şövalyesi”, kimilerince de ortaçağ felsefesinin tek değme “dil filozofu” ilan edilen Fransız mantıkçı, ahlâk filozofu ve tanrıbilimci Abelardus, 1079’da Fransa'da dünyaya geldi. Ortaçağ felsefesinin en önemli tartışmalarından biri olan “tümeller” tartışmasını da başlatan Petrus Abelardus, oradan oraya, okuldan okula dolaşarak verdiği diyalektik ve tanrıbilim dersleriyle (nitekim Abelardus’un diğer bir adı da Palatinumlu Gezimci anlamına gelen Peripateticus Palatinus’tur) girdiği tartışmaların yanı sıra zeki, bilge ve bir o kadar da güzel Heloissa ile yaşadığı acı aşk serüveniyle de felsefe tarihinin en gözde filozoflarından biri olmuştur.

Zengin bir ailenin büyük oğlu olmasının getirdiği ayrıcalıklar ile yükümlülükleri elinin tersiyle bir kenara iterek kendisini felsefe, tanrıbilim ve mantık öğrenmeye adayan Petrus Abelardus, bu vazgeçişini özyaşamöyküsü “Historia Calamitatum”da (Felaketler Tarihi/Bir Mutsuzluk Öyküsü) şöyle betimler: “...Minerva’nın bağrına sığınmak için Mars’ın savaş alanını terkettim. Diyalektiği ve onun savunma biçimini felsefenin tüm öğretilerine yeğ tutarak, savaş ordularını mantığın ordularıyla değiştirdim; savaş ganimetlerini de tartışma saldırılarına kurban ettim” (Bir Mutsuzluk Öyküsü, çev. Betül Çotuksöken, s.16)

İlkçağ felsefesine ilişkin bilgisi oldukça sınırlı olan ve bu bilgisi daha çok Augustinus gibi ilk Hristiyan düşünürlerin yorumlarına dayanan Abelardus’un mantık alanında elinde en azından Aristotales’in “Kategoriler”i, “Yorum Üzerine”si, Boethius’un bu yapıtlar üzerine yorumları ile Porphyrius’un “Isagoge”si gibi temel kaynaklar bulunduğu bilinmektedir. Abelardus’un bu kaynaklardaki kimi yanlışlıkları ve atlamaları fark edip bunlar üzerine yoğunlaşması, her ne kadar kendisini geleneksel Aristotalesçi çerçevenin bir uzantısı ya da uyarlaması olarak sunsa da, mantık konusundaki temel çalışması “Logica Ingredientibus” (Yeni Başlayanlar İçin Mantık/Porphyrios Üzerine Yorumlar) aracılığıyla özgün bir “dil felsefesi” ve “mantık kuramı” geliştirmesini sağlamıştır. Abelardus adı geçen özgün kaynakları gelişkin ve kapsamlı bir “sözcüklerin ve tümcelerin anlamlandırılması kuramı”nı üretmek üzere kullanan ilk felsefecidir. Abelardus’un mantık kuramının Aristotales’inkinden ayrıldığı temel nokta, önermelere (tümcelere) ve önermelerin ne söylediklerine, terimlerden (sözcüklerden) ya da terimlerin anlamlarından daha çok ağırlık tanımasıdır.

Abelardus’un ahlâk felsefesi ile tanrıbilimi, mantık felsefesinde tümeller konusunda ulaştığı sonuca dayanır. Başka bir deyişle Abelardus’a göre tanrıbilimin dogmaları ve ahlâk felsefesinin kavramları birer tümeldir ve dilde bağlamlarına göre yer alırlar. Hem Stoacı etikten hem de Hristiyanlığın “cezalandırma ve ödüllendirme” öğretisinden etkilenen Abelardus, etik konusundaki düşüncelerini ortaya koyduğu “Ethica” (Etik) diye de bilinen “Scito te ipsum” (Kendini Tanı/Bil) ve “Dialogus inter philosophum, iudaeum et christianum” (Filozof, Yahudi ve Hristiyan Arasında Diyalog) adlı yapıtlarında insan ilişkilerindeki öznel öğeyi kurgular ve “yönelim”in ya da “niyet”in bir eylemin ahlâki niteliğindeki önemi üzerinde durur.

Eylemi kökeni bakımından ele alan ve kötülüğün eylemin kendisinde değil eylemin kökenindeki yönelimde (niyette) yattığını savunan Abelardus, kötülük ile günahı birbirinden ayırıp kötülüğün bir günah değil, günah işlemeye bir yönelim olduğunu öne sürer. Abelardus’un görüşünde “günah”, kişinin yapılmaması gerektiğini bildiği halde o şeyi yapması ya da o şeyin yapılmasına rıza göstermesi veya yapması gerektiğini bildiği halde o şeyi yapmayı atlaması ya da unutmasıdır.

Yalnızca bu eylemler, bu atlayıp unutmalar kişiyi Tanrı’nın gözünde suçlu kılar ve Tanrı’nın cezasını hak ettirir. Yapılmaması gereken birşeyi yapmaya rıza gösterme ya da eğilim duyma nesnel olarak kötü olsa da rıza gösteren kişi bilgisiz ya da cahil ise cezalandırılmaz. Rıza gösterme ya da eyleme olur verme yalnızca Abelardus’un Tanrı’nın küçümsenmesi ve aşağılanmasıyla bir gördüğü doğrunun ve iyinin hor görülüp aşağılanmasına neden olduğunda günahtır. Buna karşı benzer bir akıl yürütmeyle rıza iyiye, başka bir deyişle Tanrı’ya saygı ve sevgi gösterdiğinde ise erdemlidir.

Abelardus tanrıbilime ilişkin düşüncelerini ise tanrıbilimin temel kavramlarından biri olan “Theologia Summi Boni” (En Yüce İyinin Tanrıbilim), “Introductio ad Theologiam” (Tanrıbilime Giriş) ve “Theologia Christina” (Hristiyan Tanrıbilimi) adlı yapıtlarında sunmuştur. Bu yapıtlarında Tanrı’nın üçlüğüne, birliğine ya da tekliğine ilişkin çeşitli görüşleri diyalektik yöntem aracılığıyla ele alıp çeşitli uslamlamalar ileri süren Abelardus’un Tanrı’nın varlığını tanıtlayan uslamlamasına göre, akıllı varlıklar olarak akıllı olmayan şeyler dünyasına kesinlikle üstün olsak da bizlerin kendimiz tarafından oluşturulmadığımızı kabul etmemiz gerekir. Eğer dünya kendi kendisinin nedeni olsaydı-varoluşu için kendisinden başka bir şeye dayanmayan, varoluşu için kendisinden başka bir şeye dayanan şeye üstün olacağından-böyle olamazdı. Dolayısıyla dünya başka bir şey; bizim “Tanrı” diye adlandırdığımız bir yapıcı ya da yönetici tarafından varoluşa getirilir.

Abelardus’un bu uslamlama temelinde ulaştığı sonuç, varolan ya da meydana gelen herşeyin varolmak ya da meydana gelmek için bir nedenin olduğudur. Başka türlü olasaydı, Tanrı’nın meydana gelmeleri için hiçbir neden bulunmaksızın meydana gelmesini olanaklı kıldığı ya da varolmasına izin verdiği bir takım şeylerin bulunduğunun savlanmasına yol verilmiş olunurdu. Nitekim Abelardus bu savın düşünülmesinin bile “kutsal iyiliğin” değerine gölge düşürdüğünü düşünür. Abelardus bu görüş uyarınca Tanrı’nın yaptıklarının dışında yapmayı unuttuğu savlanan başka şeyleri ne yapabileceği ne de unutabileceği sonucunu çıkarır.

1142 yılında ölen Abelardus’un diğer önemli yapıtları arasında tanrıbilim alanında “aynı” konu üzerine öne sürülen “karşıt” görüşler ile bunların tutarsızlıklarını serimlediği bir alıntılar derlemesi olan “Sic et Non” (Evet ve Hayır/Hem Öyle Hem Öyle Değil) ile salt felsefe yazılarının en önemlilerini içeren “Dialectica” (Diyalektik) daha bir öne çıkmaktadır. Abelardus’un dil bilgisi üzerine yazdığı kitabı “Grammatica” ise günümüze ulaşmamıştır.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
İbn Haldun
14. yüzyılın büyük Arap tarihçisi İbn Haldun Doğu'da ve Batı'da ilk tarih filozofu, hatta bazen sosyolojinin habercisi olarak tanınmıştır. Arapça'dan Latince'ye eserlerin çevrilmesi hareketi zayıfladığı için ibn Haldun'un düşünceleri Avrupa'ya oldukça geç, 19. yüzyıl ortasında girdi. Fırtınalı hayatını Umumi tarihine ek olarak yazdığı kısımdan öğreniyoruz. Tunus'ta 1332'de (H. 732) doğan İbn Haldun Hadramut'tan İspanya'ya göçmüş çok eski bir aileden geliyordu. 12. yüzyılda İspanya'nın Üçüncü Ferdinand tarafından zaptından sonra İbn Haldun'un ailesi Tunus'a sığındı ve filozof Kuzey Afrika'nın bu en önemli şehrinde doğdu.

İbn Haldun Ebu' Abdullah M. al-Ansari'den ders aldı. Erkenden bilginlerin meclisine girdi. Bir seyahatte Fas Emiri Ebu İnan'ın veziri oldu. Kendisini kıskanan memurların iftiraları yüzünden hapsedildi. Bu emirin ölümünden sonra yerine geçen, onu serbest bıraktı ve ona umumi katipliğini verdi. Fakat bu da uzun sürmedi ve kabilelerin isyanı üzerine emir, iktidarı kaybetti. Memleketin siyasal hayatından rahatsız olan İbn Haldun Endülüs'e gitmek için izin aldı. O zaman onu Gırnata emiri Abdullah b. Ahmer'in sarayında görüyoruz (1364). Gırnata, İspanya'da İslam devletinin son sığınağıydı. Tarihçi İbn al-Hatib orada vezirdi. İbn Haldun, orada tarihi çalışmaları için en elverişli ortamı buldu. Abdulah onu Kastil kralına elçi olarak gönderdi. İbn Haldun ile İbn Hatib arasında içten rekabet birinciyi Gırnata'dan ayrılmaya ve Becaye emiri Abu Abdullah'ın devletini kabule mecbur etti. Bu memlekette vezir oldu. Becaye ile Constantin arasındaki gerginliklerin halli ile uğraştı ve siyasi hayatın devamlı huzursuzluğu onu yeniden memleketi bırakmaya ve Telemsan'da bilimsel çalışmaları için yerleşmeye zorladı. Fakat siyasal hırsı ve yönetme yeteneğinden faydalanmak için çağıranların çokluğu onu tekrar faal hayata soktu. Telemsan sultanı Ebu Hamu onu sınırlarını koruyan kabilelerin başkanı tayin etti. O sırda İbn Haldun'un askerlik görevinde görüyoruz: Bu ona sahra halkını tanıma ve göçebeler hakkında derin tetkikler yapma imkanını verdi. Tarih felsefesinin önemli bir kısmını bu tecrübelerden çıkaracaktır.

Tunus'ta Beni Hafs, Cezayir'de Beni Abd-el-Vaad, Fas'ta Beni Merini hanedanları vardı. Fakat gerçekte her şehirde ayrı bir hükümet olup sahra da hiçbir güce bağlı değildi. Hanedanlar arasında savaş, şehirlerin güvensizliği, kervanlar ve köylerin kabileler tarafından yağma edilmesi onları istikrarlı bir hayatta bırakmıyordu. İbn Haldun Kuzey Afrika'dan yeise düştü ve Endülüs'e dönmek istedi. Fakat Gırnata emirinin iyi karşılamasına rağmen onun hakkında Ebu Hamu'nun casusudur şeklinde yapılan dedikodular onu yeniden Ebu Hamu'yu aramaya mecbur etti. 47 yaşındaydı. Devamlı okumaları ve siyasi tecrübeleri ile büyük bir bilgi biriktirmişti. Bundan sonra siyasi hayatı bırakmaya ve kendi deyimiyle "yeni bir bilim"i yazmaya karar verdi. Bu suretle Umumi Tarihi'nin başı olan Mukaddime'yi (Prolegomenes) yazdı ve onu kütüphanesinde tamamlamak için Tunus'a yerleşti. Tunus sultanı bu önemli eseri yazılmasıyla çok ilgilendi. Eserini sultana ithaf etti ve yazma nüshayı kütüphaneye verdi. Ve İbn Haldun hacca gitti. Dönüşünde hayranlıkla karşılandığı Mısır'a yerleşti. El-Ezher'de ders verdi ve Kadi-ül-Kudat (kadıların kadısı) tayin edildi. Bazı hoşnutsuzluklara rağmen hukuki reformlar yaptı ve küçük bir aralıktan sonra yeniden aynı işe tayin edilerek ölümüne kadar kaldı. Timurlenk Bayezit'i yendikten sonra Mısır'ı zapta kalkmıştı. Melik Nasır tehlikeyi atlatmak için İbn Haldun'u Şam'a elçi olarak gönderdi. Gerçekten bu görev Mısır'ı istiladan kurtardı.

İbn Haldun büyük Arap tarihçilerinden. En önemli eseri de Mukaddime'dir. Orada onu modern tarih filozoflarına ve sosyologlara yaklaştıran bir tarih kuramı yaptı. Mukaddime önce Paris'te Quatremere tarafından, Kahire'de (Bulak) Mustafa Fethi tarafından bastırıldı. İlk çeviriler, Türkiye'de Pirizade, Cevdet Paşa tarafından yapıldı. 18. yüzyıla kadar Batı, bu filozofu tanımıyordu. 19. yüzyıl başında Sylvestre de Sacy onun önemini gördü. Garcin de Tassy İbn Haldun'un eserinden birkaç bölümü çevirdi. Quatremere eseri Prolegomenes adıyla yayınlamıştı. Özet halinde Fransızca'ya çevirdi. Fakat bitiremedi. İlk defa tam çevirisini Baron de Slane yaptı (1862-1886). O zamandan beri batı memleketlerinde İbn Haldun'dan çok bahsedilmektedir.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Konfüçyüs
Büyük Çin bilgesi, filozof, siyasal yönetici ve Çin tarihinde resmi din olarak kabul edilen öğretilerin kuramcısı Konfüçyüs, M.Ö 551 yılında, Lu kentinde -şimdiki Shantung eyaletinde- doğdu. Chou hanedanlığı döneminde (M.Ö. 1027-256), Hristiyanlığın doğuşundan yaklaşık beş yüz yıl önce yaşadı. Küçük yaşlardayken babası ölünce, annesi tarafından mütevazı koşullarda büyütüldü.


Ambar bekçiliği ve kamu arazisi yöneticiliği yaptı ama asıl isteği, Chou hanedanlığının ilk zamanlarına özgü ahlak değerlerini yaymak, bu hanedanlığın kuruluş döneminde hüküm süren iki kralın, Wen ile Wu'nun ülkülerini yeniden canlandırmaktı. Ama onun dönemi zorlu bir dönemdi. Chou hanedanlığının ilk yıllarının ayırıcı özelliği olan siyasal birlik, siyasal güç, hanedanlığı oluşturan kent devletleri arasındaki çatışmalarla, hanedanlıktan olmayan devletlerin yayılmacı saldırılarıyla, dağlarla vahşi bölgelerden gelen göçebe toplulukların akınlarıyla büyük ölçüde örselenmişti.


Konfüçyüs'ün kenti Lu işgalcilerin denetimi altına girmişti. Konfüçyüs, öğretisine yetke, nüfuz sağlayacak bir kamu görevine atanmayı başaramamıştı. Bundan ötürü, benzer beklentiler taşıyıp benzer güçlüklerle karşılaşan diğerleri gibi Konfüçyüs de, küçük bir öğrenci, izleyici topluluğunun eşliğinde gittiği saraylara, yöneticilere hizmet sunarak gezginci öğreticilik yapmaya başladı.

Konfüçyüs'ün yaşam öyküsüyle kişiliğinin de ona atfedilen öğretilerin ayrıntılarının da doğruluğundan emin olmak olanaklı değil. Kaynaklarda, onun ölümünden sonra geliştirilmiş, kuşkusuz pek çok yönüyle izleyicileri tarafından elden geçirilmiş, zenginleştirilmiş, yeniden düzenlenmiş karma açıklamalar vardır. Mevcut bilgilerdeki kimi iç tutarsızlığa, kimi vurgu farklılığına karşın, bilgi ile ahlaksal erdem arayışına tutkuyla inanan, tüm yaşamı boyunca dürüstlüğünü koruyan, kendini sadece öğretmeye adayan bir adama ait bütünlüklü çizgileri seçmek olanaklı. Benzer şekilde, Konfüçyüs'e atfedilen yazılı özdeyişlerin ona ait olup olmadığını saptamak da olanaklı değil. Konfüçyüs'e atfedilen deyişlerle düşüncelerin çoğu ”Konuşmalar” diye bilinen bir seçkide toplanmıştır.


Konfüçyüs düşüncesi, 1583'te Pekin'e yerleşen Cizvit misyonerleri, Çin bilgisi ile kültürünü özümseyip bu yeni bilgilerini Avrupa'ya aktarancıya kadar Batı dünyasında bilinmiyordu. K'ung Fu-tzu adını Latinceleştiren de bu Cizvitler olmuştu ve böylece bu büyük bilge, dünyanın pek çok yerinde Konfüçyüs adıyla tanındı.


GİRİŞ

Konfüçyüs'ün felsefesi, ahlak ile siyaset felsefesinin ağırlıkta olduğu bir felsefeydi. Bu felsefe, hep devinimli olmalarına karşın gök ile yerin birbirini dengeleyen güçler olduğu, ortak varoluşlarının uyumlu olduğu inanışına dayanıyordu. Konfüçyüs'e göre insan bu koşullara tabidir, evreni örnek alıp ona benzemeye çalışması gerekir. Orta Öğretisi'nde şunlar söylenir: "Bu denge, dünyadaki tüm insan edimlerinin çıktığı eşsiz köktür; bu uyum tüm edimlerin izlemesi gereken evrensel yoldur."


DENGE FELSEFESİ VE CHOU HANEDANLIĞI

Konfüçyüs'ün uyumlu yaşam öğüdü, hoş, sessiz sakin akıp giden bir yaşam sürmek adına tutkularla duygulan tümüyle bastırmak gerektiği anlamına gelmiyordu. Konfüçyüs denge ile uyum arasında önemli bir fark görür. Dengenin, "zevk kızgınlık, keder neşe, coşup taşma duygularına" kapılmamak olduğunu, uyumunsa "bu duyguların hep tam zamanında ortaya çıkması" olduğunu söyler. Konfüçyüs'ün dönemindeki çok eski bir inanışa göre, yeryüzündeki yönetici, tanrı vekilidir; eğer barışı, uyumu sürdürmeyi hedeflemezse bu vekalet elinden alınır. Konfüçyüs, hayranlık duyduğu Chou hanedanlığının, İlahi onayı almış, dolayısıyla selefi zorba Shang hanedanlığının yerini almaya hak kazanmış bir kişi tarafından kurulduğuna inanır.


Konfüçyüs, Chou hanedanlığının ilk yıllarını -beş yüzyıl önceyi- bir altın çağ olarak adlandırır. O dönemin ülkülerini canlandırmanın, bu çatışma, hizipleşme çağında Çin'in birliğini yeniden sağlamanın yolu olduğunu; kendisinin de o eski değerlerin aktarıcısı olduğunu, ortaya yeni değerler koymadığını düşünüyordu.

Uyum, bütünlük, denge, Çin düşüncesinin içgüdüsel kabulleri olagelmiştir hep. Bu olgu,


Konfüçyüsçülük kadar Taoculuk ile Budacılığın da Çin kültürünün bir parçası olmasına karşın, bu üç güçlü akım arasında rekabetin pek az olmasını açıklar. Bu üçünün karşılıklı ilişkileri, bir Çin özdeyişiyle "üç din tek dindir" sözüyle apaçık betimlenmiştir. Her biri diğer ikisinin tamamlayıcısı gibidir; her biri, mevcut duruma en uygunları olduğu düşünüldüğünde kullanılır. Taoculuk ile Budacılık Konfüçyüsçülüğün büyük ölçüde göz ardı ettiği gizemcilik, tinsellik boyutlarını sağlamıştı. Konfüçyüsçülük de kamu yaşamı ile devlet yönetiminde esin kaynağı olmuştur.


AHLÂK VE JEN

Konfüçyüs'e göre tüm toplumsal, siyasal erdemler, temelde, genişletilmiş kişi erdemleriydi. Eğitim ahlak bilgisi edinmekti. Ama bu bilgi, belirli eylemlerle tutumların iyi olduğunu söyleyen bir bilgi olmakla kalmazdı; aynı zamanda uygulamada, deneyim aracılığıyla -iyi olmakla, iyiyi yapmakla- edinilen bir bilgiydi. Kişi hocasını örnek alarak öğrenir; başkalarına da, onlara örnek olarak öğretir. Konfüçyüs, böylesi bir eğitimin erken yaşlarda başlayıp, yaşam boyu sürmesi gerektiğini savunurdu.


Ahlaksal iyilik kavramının merkezinde “jen”, yani iyilikseverlik ya da insan sevgisi düşüncesi vardır. Çince’deki bu sözcüğün tam karşılığını bulmak güçtür. İnsanlar arasında kurulması gereken en iyi ilişki biçimini karşılamak üzere, kimi zaman 'iyilikseverlik' kimi zaman da 'insancıllık' diye yorumlanır. Doğuştan gelme bir yeteneğin alıştırmalarla güçlendirilmesiyle değil, kişinin kendini eğitme çabasıyla geliştirilen özel bir yetidir “jen”. Konfüçyüs, Konuşmalar'da “jen” ya da iyilikseverlik hakkında şöyle der: "Eğer gerçekten dilersek olur." Konfüçyüs'e göre “jen”, 'efendi' ya da 'üst insan' dediği kimsenin en önemli, biricik sıfatıdır. Bu kişi öğrenmeye öylesine düşkündür ki, içtenlikli öğrenme uğraşı ona "yemek yemeyi unutturur", "yaşlandığının farkına varmaz."


İyilikseverlik, kişinin kendisine dönük ilgisinin, kendinden hoşnutluğunun üstesinden gelmesini gerektirir; iyilikseverliğin yolu; her yönüyle insan davranışlarını düzenleyen, örnek eylemlere ulaşmasında kişiye kılavuzluk etmek üzere tasarlanmış olan bir kurallar ya da ilkeler bütününe uymaktır. Bunların ayrıntıları hep aynıdır. Bunlar, işlem, eylem ve tüm törenlerin yanı sıra, jestlere, tavırlara, giysilere, devinimlere, yüz ifadelerine ilişkindir.

Konfüçyüs, gerçek iyilikseverlik ya da gerçek insancıllığın, gönül ile zihnin dışsal davranışlarla tutarlık gösterdiği bir kişi bütünlüğünü gerektirdiğini savunurdu.


Konfüçyüs, öngörülen ahlaksal bütünlüğün sonucu olan eylemi, yani hep yararın, öğretmenin amaçlandığı bir kişi ahlakını geliştirmekle oluşan bütünlüklü iyilikseverliğe ahlak bakımından uygunluk diye tanımlardı. Öğrenme sevdası, burada gereken kavrayış biçiminin edinilmesindeki temel öğedir. Konfüçyüs'e göre, "öğrenme sevdası olmaksızın iyilikseverlik sevdasına düşmek insanı aptal eder"; iyi niyetli olmak yetmez. Örneğin, cömert olduğunu göstermek için, varlığını ayırım yapmaksızın başkalarına dağıtmak yetmez.


Bilgi ile öğrenme, ahlaksal kavrayışı geliştirmeye yardımcı olur; kişi, böylece, cömertliğini nasıl gerçek bir iyiye göre yönlendireceğini görebilir. Bilgi, öğrenme, deneyim, kişinin yaşamda nelerin değiştirilemez olduğunu görmesine, bunları çabayla değiştirilebilir olanlardan ayırmasına yardım eder. Konuşmaların sonunda şunlar söylenir: Konfüçyüs dedi ki 'Yazgı anlaşılmadıkça iyiliksever olmak da olanaklı değildir' Konfüçyüsçü öğretide yazgı değişmezleri yönetir, yani yaşam süresi, ölümlülük gibi şeylere ilişkindir. Değişmez zorunluluklar hakkında düşünmek, kişinin bunları değiştirmeye çalışmanın boşuna olduğunu kabul etmesini, çabayı geliştirilebilir olanla, yani ahlak yetileriyle, ahlak anlayışıyla uğraşmaya yöneltmenin daha iyi olacağının ayrımına varmasını sağlar.


BİLGİ VE İNSAN

Konfüçyüs, en iyi insanın bilge insan olduğu kanısındadır, ama kendisini bir bilge olarak görmez; pek az insanın bilge olmayı başardığını düşünür. Seçmeler'de "bir bilgeye rast gelmekten umudu kestiği"ni söyler. Efendi kusursuzlukta bilgeden sonra gelir, günlük yaşamda etkisi en çok duyulan da efendidir. Konuşmalar'da örnek olma özelliği ayrıntılarıyla anlatılan efendi, "dünya işlerinde... ahlaksal olanın tarafını" tutandır. Efendi, başkalarının mutluluğu için gösterdiği içten ilgide açığa çıkan ahlaksal yetkinliğinden ötürü, buyruk verebilir, itaat görebilir.


Konfüçyüs, yöneticilere "eğer siz iyiyi isterseniz, insanlar da iyi olur" der. Ayrıca, insanın insan olarak kalacağını, "efendinin doğasının yel, sıradan insanın doğasının da ot gibi olduğunu; yel estiğinde otların hep eğildiğini"; bundan ötürü de yönetimin, daima, her üyesinin açıkça belirlenmiş bir role sahip olduğu bir toplumda yetkesini iyilikseverlikle kullanan bir yönetici topluluğunun elinde olduğunu savunurdu.


Konfüçyüs insanların doğuştan eşit olduğuna inanırdı; eğitime ilişkin tüm görüşlerinin altında yatan, sonraki yüzyıllarda Çin'in eğitim siyasetini etkileyen onun bu inancıydı.


ADLARIN DÜZELTİLMESİ

Konuşmalar'da 'adların düzeltilmesi' diye anılan Konfüçyüs öğretisi ilginç felsefi sonuçlara varır. Konfüçyüs, kendi döneminde 'efendi' denilen kimseler eskiden öngörülmüş efendilik betimine göre davranmadığı için kaygılanırdı. "İnsancıllığı terk etmiş efendi, bu adı nasıl taşıyabilir?" diye sorar; yönetmenin doğru davranan kişiler için kolay bir iş olduğunu, böylece "prensin prens, bakanın bakan, babanın baba, oğulun da oğul" olacağını söylerdi.


Geçmişin, ataların yüceltilmesi, töremlere gösterilen büyük ilgi, evlatlık görevi ile baba oğul ilişkisinin öneminin ısrarla vurgulanması, Konfüçyüsçülüğün Batı geleneğine aykırı düşebilecek yönleridir. Gene de, Batı tüm bu yönelimlere -aile bağları ile büyüklere saygıya; adetlere, uylaşımlara, törenlere değer vermeye; ılımlılığın, sakinimin ölçülü bir alçakgönüllülüğün ahlaksal önemine- bir ölçüde aşinadır. Konfüçyüs'ün bakış açısını anlamamak, onun değerleri ile uygulamalarının birçoğunun evrensel olduğunu görmemek olanaksızdır.


KONFÜÇYÜS VE ESKİ YUNAN

Konfüçyüsçü düşünce ile eski Yunan'da, M.Ö. 6.-5. yüzyıllarda ortaya çıkan Sokrates öncesi filozoflarının kimi düşüncesi' arasında büyük benzerlikler vardır. Bu filozoflardan Anaximenes (M.Ö. 585-528) insan ruhu ile doğanın, bir bütün olarak, tek bir ortamı paylaştığını öğretmişti; Pythagoras (M.Ö. 571-496) tinsel saflığı korumak üzere töremleştirilmiş davranış biçimleri geliştirmişti; matematikle kavranan göksel uyum ile insan ruhu arasında bir ahenk olması gerektiğini düşünürdü; Herakleitos ise (M.Ö. doğumu yaklaşık 504-501) Logos düşüncesini, bir tür evrensel adaleti ya da denkliği korumaya yarayan, dengeli geliş gidiş ilkesini atmıştı ortaya.


Konfüçyüs'ün kişiliği, alçakgönüllü bilgeliği, kendini öğretmeye adayışı, Sokrates'in benzer özellikleriyle karşılaştırıla gelmiştir; Sokrates'in altın kuralı, "kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma" diyen kural, ahlakçıların genel geçer kurallarından biridir.


Konfüçyüs metafizik kurgulamalar geliştirmekle uğraşmamıştı; insan bilgisinin doğasına ya da olanağına ilişkin bir kuram da geliştirmemişti. Ama yine de, insan zekasının bilme iddiasında olduğu şeylerin sınırları konusunda duyarlıydı. Dolayısıyla deneysel bilgi sayılacak bilgilere dayanma güvencesine sahip olmayan savları ortaya atmaktan kaçınırdı. Bir keresinde, karşısında düşüncesizce konuşan birine "efendi olanın bilgisiz olduğu konuda hiçbir kanı bildirmemesi beklenir" demişti. Tzu-lu'ya da şunları söyler: "Sana bilmenin ne olduğunu söyleyeyim mi? Bildiğin zaman bildiğini, bilmediğinde de bilmediğini söylemek, işte bilgi budur."


KONFÜÇYÜSÇÜLÜĞÜN TARİHİ SERÜVENİ

Konfüçyüs'ün M.Ö. 479’da Çiyu-fu'da ölümünden sonra öğrencileri onun öğretisini sessiz sedasız sürdürdü. İki önemli izleyicisi Mensiyüs ile Hsun Tzu, Konfüçyüsçü düşünceye kendi fikirlerini, kendi vurgularını da katarak, seçkinlerin eğiticisi oldu. Onların çağı, yöneticilerin saraylarında ahlak ile siyasete ilişkin pek çok düşünsel tartışmanın geliştiği bir dönemdi. Tartışmalar düzenlenir, bilgili kişiler davet edilirdi. Bunlar, siyasal karmaşanın, Çin devletleri arasında süre giden çatışmaların yaşandığı -bundan ötürü de Savaşan Devletler Dönemi diye anılan- bir dönemde olup bitiyordu. Çekişmeler Ch'in hanedanlığının (M.Ö. 221-206) egemenliğiyle son buldu. Hükümdar Çh'in Shih Huang Ti Çin'i birleştirdi. İmparatorluğunu ilan etti ve Çin'i kuzeyden gelen İstilacılara karşı savunmak üzere Çin Seddi'ni yaptırdı. Han hanedanlığı döneminde (M.Ö. 206- MS 9) Konfüçyüsçü düşünce yeniden canlandı. Eski yazılardan parçalar derlenip elden geçirildi ve Hıristiyanlığın ilk yıllarında Budacılığın da Çin'e ulaşmasına karşın, Konfüçyüsçü düşünceler yeniden yaygın kabul gördü.


Bundan böyle Konfüçyüsçülük -daha doğrusu Yeni Konfüçyüsçülüğün çeşitli biçimleri- Çin kültüründeki ana akışın bir parçası olarak varlığını sürdürdü, eğitimin Konfüçyüsçü temel yapıtlara dayanmasından ötürü halka yayıldı. Böylece Konfüçyüsçülük geniş, değişken bir ülkede yaşayan milyonlarca insanı birleştirdi. Hem kişisel hem kamusal ülküler sunduğu, kişi ile kamu arasında net bir halka oluşturduğu için ayakta kaldı.


Konfüçyüs ile izleyicilerine atfedilen özdeyişlerle öğretiler, M.Ö. 6. yüzyıldan 1911'de Ch'ing hanedanlığının kaldırılışına kadar geçen 25 yüzyıl boyunca, Çin'in ahlaksal, toplumsal, siyasal yapısını biçimlendirdi. Çin İmparatorluğu'nun neredeyse tüm kurumları, gelenekleri, amaçları, özlemleri Konfüçyüs'ün erdemli birey, erdemli toplum anlayışına dayanıyordu. 20. yüzyılın ilk yıllarına kadar Çin'de eğitim, hemen hemen tümüyle, Konfüçyüs'ün ilkelerine göre biçimlendirilmişti. 1313'ten 1905'e kadar sürdürülen devlet görevliliği sınavları Konfüçyüs'ün “Dört Kitap” diye bilinen yapıtlarını okumayı gerektiriyordu.


20. yüzyıl ortalarında Çin'de Konfüçyüsçülük neredeyse tümden yadsınmıştır. Çin, Batı dünyası karşısında kendisini değerlendirmeye giriştiğinde, Konfüçyüsçülüğün katılığına, geçmişten devşirme ülkülerine, sıradüzen ile tören saplantısına yönelik eski eleştiriler yeniden gündeme geldi.


1960 Kültür Devrimi*'nin, Halk Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında ortaya çıkan Konfüçyüs karşıtı eleştirileri pekiştirmesine karşın, Konfüçyüsçülüğü ortadan kaldırmayı hedefleyen yenilikler de Konfüçyüsçülük çizgisine, biçemine uydu. Komünizmin, işçi sınıfına yaraşır tutumlara göre kişiliği yeniden biçimlendirmeyi amaçlamasının, Konfüçyüsçü kendini yetiştirme öğüdüne pek benzediği; önder Mao'nun sözlerine gösterilen büyük saygının, eskiden Konfüçyüs'e gösterilen saygıyla türdeş olduğu sık sık dile getirildi.


SEÇMELER

" İyi yaşamayı sonraya bırakan; yolunda ırmağa raslayıpda akıp geçmesini bekleyen adama benzer. Irmak hiç durmadan akıp gidecektir."

"Halkı kanunlarla yönetip cezalarla düzeni sağlarsanız, onlarda cezalardan kaçınacaklardır; ama bu arada ar duyguları da kaybolacaktır. Fakat onları kendi güzel ahlakınızla yönetip düzeni de vazifelere bağlılığınızla sağlarsanız, ar duyguları onları terk etmeyecek ve bu ölçüye göre yaşayacaklardır."

"Onbeş yaşımda zihnimi vicdanıma bağladım. Otuzumda dimdik durdum. Kırkımda şüphelerimden kurtuldum. Elli yaşımda ilahi kanunları anladım. Altmışımda uysal bir kulağım oldu. Şimdi yetmişimde, doğruluğu elden bırakmadan kalbimin tutkularının peşinden gidebilirim."

"Erdemsiz bir insan mahrumiyete fazla tahammül edemez; nasıl ki mutluluk içindeyken bile rahat edemezse. Fakat erdemli insanın barındığı yer yine erdemin içindedir, akıl sahipleri hep bunu arar."

"Doğa eğitimin önüne geçerse, bir dağ adamı yetiştirmiş olursunuz. Eğer eğitim doğanın önüne geçerse, katip yetiştirmiş olursunuz. Doğa ve eğitim doğru oranla harmanlanabilirse ancak o zaman üstün özellikleri olan insanlar yetiştirebilirsiniz."

"Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir."

" Düşünmeden öğrenmek faydasızdır. Öğrenmeden düşünmekse tehlikeli..."

"Karanlığa söveceğine kalk bir mum yak."

"Allah’ım, senden başka hiçbir şeyi olmayan ben senden başka her şeyi olanlara acırım."

"Bildiğini bilenin arkasından gidiniz. Bildiğini bilmeyeni uyandırınız. Bilmediğini bilene öğretiniz. Bilmediğini bilmeyenden kaçınız."

"Kamil insan; kişisel olarak ciddi, büyüklere hizmet ederken saygıyı elden bırakmayan, halka karşı çok nazik olan ve onları yönetirken de adaletli davranan kişidir."

"Erdemli kişi, ne kadar zor olursa olsun, hizmeti öne koyar, ondan ne fayda temin edileceği ise daha sonra düşünülecek bir meseledir."

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Aristoteles
Aristoteles, Ege Denizi'nin kuzeyinde bulunan Stageria'da doğmuştur (M.Ö. 384-322). O dönemde, Stageria'da İyon kültürü egemendir ve Makedonyalıların buraları istila etmeleri bile bu durumu değiştirmemiştir. Bu nedenle Aristoteles'e bir İyonya filozofu denilebilir.

Annesi hakkında adından başka hiçbir şey bilinmemektedir; babası Nicomaihos, hekimdir ve Makedonya Krallarından Amyntus'un (M.Ö.393-370) hekimliğine getirildiğinde, ailesi ile birlikte Stageria'dan Makedonya'nın başkentine taşınmıştır. Aristoteles burada öğrenim görmüş ve savaş yaşamına ilişkin ayrıntılı bilgiler ve deneyimler edinmiştir; bir taraftan İyon ve diğer taraftan Makedonya etkileriyle biçimlenmiş ve gençliğinde, ilgisini daha çok tıp üzerinde yoğunlaştırmıştır. 17 yaşına geldiğinde öğrenimini tamamlaması için Atina'ya gönderilen Aristoteles, hayatının 20 yılını (M.Ö. 367-347) burada geçirmiştir. Atina'ya gelir gelmez, Platon'un öğrencisi olarak Akademi'ye girmiş ve hocasının ölümüne kadar burada kalmıştır. Platon, sürekli olarak çekiştiği bu değerli öğrencisinin zekasına ve enerjisine hayran kalmış ve ona Yunanca'da akıl anlamına gelen Nous adını vermiştir. Atina'da kaldığı süre içerisinde Aristoteles, başka hocaları da izlemiş ve mesela Agora'da politik dersler almıştır.

Bir sarraf olarak iş hayatına atılmış ve daha sonra çok varlıklı olmuş Hermenias, kısa bir süre içinde çok geniş toprakları mülk edinmiş ve Aterneus'un yöneticiliğine gelmişti. Akademi'nin öğrencisi ve hocası Platon'un hayranıydı. Onun devlet yönetimine ilişkin önerilerini çok olumlu karşılıyor ve Platon'un önderliğinde daha iyi bir yönetim oluşturmak istiyordu. Bu amaçla Assos'ta Akademi'nin kolu olan bir okul kurmuştu. Platon'un ölümünden sonra, Aristoteles bu okulda görev aldı ve üç yıl boyunca burada çalıştı. Bir ara Hermenias'ın yeğeni Pythias ile evlendi.

Aristoteles, Assos'ta kaldığı süre içerisinde, zaman zaman dostu Teofrastos'un memleketi olan Mytilen'e gitmiştir. Bu seyahatlar, Aristoteles'in gözlemler yapması ve kendisini yetiştirmesi açısından çok yararlı olmuştur.

Bu sıralarda II. Philip, oğlu İskender için iyi bir öğretmen aramaktaydı ve Assos'taki okulun yöneticisi olan Aristoteles, yavaş yavaş dikkatini çekmeye başlamıştı. Görev, Aristoteles'e önerildi ve o da bu öneriyi seve seve kabul ederek, II. Filip'in oturmakta olduğu Pella'ya gitti. Aristoteles'in öğretmenliği, 343 yılından 340 yılına kadar sürdü. İskender, 336'da babası ölünce, onun yerine geçti ve eski öğretmeni Aristoteles'i danışman olarak atadı. Daha sonra İskender Yunanistan'daki ve Balkanlar'daki ayaklanmaları bastırmak üzere harekete geçince, Aristoteles, onu bırakarak, büyük idealini gerçekleştirmek amacıyla, yani yeni bir okul kurmak amacıyla Atina'ya döndü.

İskender'in M.Ö. 323 yılında ölmesi, Aristoteles'i çok güç bir durumda bırakmıştı; çünkü Lise'nin kurulması sırasında İskender'in yapmış olduğu yardımlar ve Hermenias için yazmış olduğu zafer türküsü, Atina'daki düşmanları tarafından hatırlanmıştı. Aristoteles, dinsizlikle suçlandı ve Atinalıların, Sokrates'i ölüme mahkum etmekle işlemiş oldukları suçu yinelememeleri için Chalcis'e kaçtı ve orada yakalanmış olduğu bir hastalık sonucunda M.Ö. 322 yılında öldü.

Aristoteles'in hiçbir resmi kalmamıştır. Diogenes'e göre, ince bacaklı ve küçük gözlüymüş. Viyana'daki Sanat Tarihi Müzesi'nde sergilenmekte olan mermer başın Aristoteles'e ait olduğu iddia edilmekteyse de, bunu kanıtlayacak herhangi bir ipucu yoktur.

Aristoteles, İskender'i bırakarak Atina'ya döndüğünde, oradaki dostlarıyla buluşmuştu; ama aradan 20 yıl geçmiş olduğu için, artık eski okuluna dönemezdi. Başka bir okul kurmaya karar verdi ve bu maksatla kentin batısında bulunan ve Apollon Lyceios'un (Kurt Tanrı) anısına ayrılmış olan ormanlık alanı seçti. İşte bugün de kullanmakta olduğumuz Lise adı, bu Lyceios'tan gelmektedir.

Lise'de eğitim ve öğretimin nasıl yapıldığına ilişkin kesin bir bilgiye sahip değiliz; ancak bazı kaynakların bildirdiğine göre, sabahları yeni başlayanlara, akşamları ise geniş halk kitlelerine dersler verilmekteymiş.

Akademi ve Lise, aslında felsefe öğretimi veren okullardı. Ancak Akademi, daha çok metafiziğe ve bu arada ahlak ve siyaset gibi konulara yönelmişti. Lise'de ise araştırmalar, Aristoteles'in daha çok mantık ve bilimlerle ilgilenmesi nedeniyle, bu alanlarda yoğunlaşmıştı.

Aristoteles 13 yıl boyunca Lise'nin yöneticiliğini yaptı ve ölümünden sonra yerine arkadaşı Teofrastos geçti. Teofrastos, 37 yıl bu okulun yöneticiliğini üstlendi ve yapmış olduğu yeni düzenlemelerle Lise'yi kurumsallaştırmayı başardı; ancak Lise, Akademi kadar uzun ömürlü olamadı.

Aristoteles'in matematik bilgisi araştırmalarına yeterli olacak düzeydeydi; bilimleri matematik, fizik ve metafizik olarak üç bölüme ayırırken, Platon gibi, matematiğe - yani aritmetik, geometri, astronomi ve müzik bilimlerine - bir öncelik tanımıştı; ancak uygulamalı matematikle ilgilenmiyordu. "Eşit şeylerden eşit şeyler çıkarılırsa, kalanlar eşittir." veya "Bir şey aynı anda hem var hem de yok olamaz (üçüncü durumun olanaksızlığı ilkesi)" gibi aksiyomların bütün bilimler için ortak olduğunu, postülaların ise sadece belirli bir bilimin kuruluşunda görev yaptığını söyleyerek, aksiyom ile postüla arasındaki farklılığa işaret etmişti. Aristoteles'in, süreklilik ve sonsuzluk hakkında yapmış olduğu temkinli tartışmalar, matematik tarihi açısından oldukça önemlidir. Sonsuzluğun gerçek olarak değil, gizil olarak varolduğunu kabul etmiştir. Bu temel sorunlar üzerindeki görüşleri, daha sonra Archimedes ve Apollonios tarafından yeniden işlenip değerlendirilecektir.

Aristoteles, astronomiye ilişkin görüşlerini Fizik ve Metafizik adlı eserlerinde açıklamıştır; bunun nedeni, astronomi ile fiziği birbirinden ayırmanın olanaksız olduğunu düşünmesidir. Aristoteles'e göre, küre en mükemmel biçim olduğu için, evren küreseldir ve bir kürenin merkezi olduğu için evren sonludur. Yer evrenin merkezinde bulunur ve bu yüzden, evrenin merkezi aynı zamanda Yer'in de merkezidir. Bir tek evren vardır ve bu evren her yeri doldurur; bu nedenle evren-ötesi veya evren-dışı yoktur. Ay, Güneş ve gezegenlerin devinimlerini anlamlandırmak için Eudoxos'un ortak merkezli küreler sistemini kabul etmiştir.

Acaba Aristoteles bu kürelerin gerçekten varolduğuna inanıyor muydu? Elimizde buna ilişkin kesin bir kanıt bulunmamakla birlikte, geometrik yaklaşımı mekanik yaklaşıma dönüştürmüş olması, inandığı yönündeki görüşü güçlendirmektedir. De Caelo'da (Gökler Üzerine) yapmış olduğu en son belirlemelere göre, en dışta bulunan Yıldızlar Küresi, yani evreni harekete getiren ilk hareket ettirici, aynı zamanda en yüksek tanrıdır. Metafizik'te ise, Yıldızlar Küresi'nin ötesinde, sevenin sevileni etkilediği gibi gökyüzü hareketlerini etkileyen, hareketsiz bir hareket ettiricinin bulunduğunu söylemiştir. Öyleyse Aristoteles, yalnızca gökcisimlerinin tanrısal bir doğaya sahip olduğuna inanmakla kalmamakta, onların canlı varlıklar olduğunu da kabul etmektedir. Bu evrenbilimsel kuram, Fârâbî ve İbn Sinâ gibi Ortaçağ İslâm Dünyası'nın önde gelen filozofları tarafından da benimsenecek ve Kuran-ı Kerim'de tasvir edilen Tanrı ve Evren anlayışıyla uzlaştırılmaya çalışılacaktır.

Aristoteles'e göre, Evren, Ayüstü ve Ayaltı Evren olmak üzere ikiye ayrılır; Yer'den Ay'a kadar olan kısım, Ayaltı Evren'i, Ay'dan Yıldızlar Küresi'ne kadar olan kısım ise Ayüstü Evren'i oluşturur. Bu iki evren yapı bakımından çok farklıdır. Ayüstü Evren ve burada yer alan gökcisimleri, eterden oluşmuştur; eterin, mükemmel doğası, Ayüstü Evren'e ezelî ve ebedî bir mükemmellik sağlar. Buna karşılık, Ayaltı Evren, her türlü değişimin, oluş ve bozuluşun yer aldığı bir evrendir. Burası, ağılıklarına göre, Yer'in merkezinden yukarıya doğru sıralanan dört temel öğeden, yani toprak, su, hava ve ateşten oluşmuştur; toprak, diğer üç öğeye nispetle daha ağır olduğu için, en altta, ateş ise daha hafif olduğu için, en üstte bulunur. Aristoteles'e göre, bu öğeler, kuru ve yaş ile sıcak ve soğuk gibi birbirlerine karşıt dört niteliğin bireşiminden oluşmuştur.

Varlık biçimlerinin mükemmel olmaları veya olmamaları da Yer'in merkezine olan uzaklıklarına göre değişir. Bir varlık Yer'e ne kadar uzaksa, o kadar mükemmeldir. Bundan ötürü, merkezde bulunan Yer mükemmel olmadığı halde, merkeze en uzakta bulunan Yıldızlar Küresi mükemmeldir. Bu mükemmel küre, aynı zamanda Tanrı, yani ilk hareket ettiricidir.

Aristo'nun bu ve diğer görüşleri orta çağ boyunca bir çok filozozu etkilemiş, ve daha sonraki dönemleri de şekillendirmiştir. belki de felsefenin temel ilkeleri Arsito mantığı üzerine kurgulanmıştır.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Johann Gottlieb Fichte
Ünlü Alman düşünürü 19 Mayıs 1762′de Rammenau’da doğmuş ve 29 Ocak 1814 yılında Berlin’de vefat etmiştir. Felsefedeki en önemli kavrayışı, temel çıkış noktası kendi özgürlük anlayışıdır.

Fichte’ye göre, irade ya da ben kavramları, temel gerçeklik olup, özgürdür ve kendi kendisini belirleyen faaliyetidir. Ben ya da irade edışındaki her şey ölü ve pasif bir varoluşu gösterir. Yalnızca böyle bir faaliyet, kendi kendisini belirleyen tinsel bir faaliyet, gerçektir. İradenin kendisi, yaşam ve akıl, bilgi ve eylem ilkesidir. Her türlü ilerleme ve uygarlığın harekete geçirici gücüdür. Bilginin dayandığı temel, kuramsal düşüncenin birleştirici ilkesidir. Şu halde, felsefede yapılacak ilk iş, böyle bir faaliyetin niteliğine, hem kuramsal ve hem de pratik aklın koşullarına, ilke ve önkabullerine ilişkin olarak ayrıntılı bir açıklama sunmaktadır.

Bir dokumacının oğlu olan Fichte, yeteneği olduğunu farkeden bir zenginin yanında yüksek öğrenimini gerçekleştirebilmiştir. Fichte, Kant’a büyük hayranlık duymuş, onu görmeye gitmiş ve ‘Bütün Tanrısal İlhamların bir Eleştirisi’ adlı eserini sunmuştur.


Fichte’nin felsefe konumu Kant, Friedrich Schelling, Hegel gibi isimlerin yanı sıra Alman felsefesinin temel taşları arasında yer alır. Alman idealizminin hem temellendiricisi hem de temsilcisi konumundadır. Kant sonrası Alman felsefesinin önde gelen isimleri arasındadır.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Johannes Heinrich Abicht
Alman düşünürüdür.

Felsefe sorunlarına eleştirici bir tutumla çözüm bulmaya, ahlak ile doğal hukuku bağdaştırmaya çalışmıştır. Volkstadt'ta doğmuş, Wilna'da ölmüştür.

İlk ve ortaöğrenimim doğduğu yerde, yükseköğrenimini ise Erlangen Üniversitesi'nde bitirmiştir. Önce ilk çağ felsefesiyle ilgilenen Abicht daha sonra Kant ve Reinhold'un görüşlerini benimsemiş ve sonraları onlardan ayrı bir yol tutmuştur. Abicht, 1796 yılında Berlin Bilimler Akademisi'nin açtığı bir yarışmaya, Leibniz-Wolff dönemi metafizik sorunlarıyla ilgili bir çalışma ile katılmış ve ödül kazanmıştır.

Abicht Erlangen Üniversitesi'nde felsefe okutmuştur. Arkadaşı Born ile beraber 1789-1791 yılları arasında Kant'ın felsefesini yayma amacını güden "Neues Philosophisches Magazin zur Erlanterung des Kantischen Systems" adlı bir dergi çıkarmışlardır. Abicht, felsefeye Kant'ın geliştirdiği sorunlar üzerinde çalışmakla, onlara yeni yorumlar aramakla girmiş, sonra bu yorumcu tutumu bırakarak ahlak ve doğal tüze sorunlarını incelemeye yönelmiştir. Ona göre doğal hukuk ile ahlak ilkeleri arasında, köken bakımından bağlantı vardır. Ahlakın değişmeyen, genel geçerlik taşıyan ilkeleri yalnız duyu verilerinden kaynaklanan bir bilginin ürünü değildir. Birtakım deney öncesi düzenleyici ilkeler de vardır. Bir bilgi varlığı olan insan, doğal olarak, özgürdür.

Onun uyması gereken kurallar dışa dayalı düşünce ilkeleridir. Bilginin iki kaynağı vardır: Biri duyularla sağlanan ilk verilerdir. Bu veriler anlayış gücünde işlenir, yeni biçimler kazanarak bilgiye dönüşür. Öteki kaynak ise düşünme yeteneğidir. Bu yetenekte, deney öncesi, birtakım ilkeler vardır.

Deney bilgisi, duyu verilerinin bu ilkelere göre düzenlenip biçimlenmesiyle geçerlik kazanır. Us, tek yol gösterici, denetleyici, düzenleyici yetenektir, yargı gücünün kaynağıdır. Bu nedenle bütün davranışların us ilkelerine uyması gerekir. Ahlaklı olmak us ilkelerine göre davranmaktır. Abicht istenç, doğal hukuk, mantık, ahlak, bilgi, metafizik konularında çalışmıştır. Bütün bu yapıtlarında, eleştirici bir yöntemin uygulandığı görülür.

Onun felsefe alanında başlıca özelliği de sorunların çözümünde eleştiriye ağırlık vermesidir.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Bathlı Adelhard
İngiliz düşünür ve tanrıbilimcidir.

Chartres Okulu'na bağlıdır. Öz-biçim sorununun çözümünde Aristoteles ile Platon'u bağdaştırmaya çalışmıştır. Bath'ta doğmuş, Bristol'da ölmüştür.

İlköğrenimini doğduğu yerde gördükten sonra Fransa'ya gitti, yükseköğrenimi bitirdi. Sonra Laon'da Anselmus'un kurduğu okulda, bir süre öğretmenlik yaptı. İtalya, İspanya, Anadolu ve değişik Arap ülkelerini kapsayan uzun bir geziye çıktı.

Yedi yıl süren bu geziden sonra, Araplardan edindiği bilgileri tanıtmak amacıyla İngiltere'ye döndü. Araplardan öğrendiği "Eukleides'in Stoikheiai" (İlkeler) adlı çalışmasını, Arap bilginlerinin matematik ve gökbilimle ilgili değişik yapıtlarını çevirdi. Bu gezisi süresince edindiği bilgilere, sürdürdüğü çalışmalara dayanan "Quaestiones Naturales" (Doğa Sorunları), "De Eodem et Diverso" (Özdeşlik ve Çeşitlilik Üstüne) adlı yapıtlarını yazdı.

Adelhard, felsefeye Arap düşünürlerinin çalışmalarını incelemekle, görüşlerini öğrenmekle girdi. Aristoteles ve Platon'un o dönemde bilinen yazılarını yorumlayan Arap bilginleri akıl ilkelerine dayanan ve genellikle Aristoteles mantığından kaynaklanan bir yöntemi benimsemişlerdi. Felsefe ve tanrıbilim sorunlarının yorumlanmasında uygulanan bu yöntemi benimseyen Adelhard, gelenekçi İngiliz tanrıbilimciliğine karşı çıktı.

Tanrıbilim sorunlarının akılcı bir yöntemle çözümlenmesi gereğini ileri sürdü. Felsefe ile tanrıbilim sorunlarının belli bir "neden" kavramı üzerinde yoğunlaştığı görüşünü savundu. Ona göre bütün varlık türleri ve bilinen nesnelerin oluşumunda, genel geçerlik taşıyan, belli bir neden vardır. Tanrı'nın yaratıcı gücü de bu "neden"le bağlantılıdır. Tanrısal gücün belli bir "neden" e dayanması bir eksiklik değildir. Varlık kavramı altında toplanan bütün nesneleri yaratan Tanrı, belli bir "neden" e dayanmadan edemez. Tümel kavramlar tanrısal bir anlayış gücünde önceden vardır. Yaratılış eylemi bu kavramlara göredir ve onlardan sonradır.

Bireysel anlayış gücü bu kavramların varlığını, öncelliğini, düşünerek kavrayabilir. Algılama, bu tanrısal kavramların sınırlarını aşamaz. Bilginin kazanılmasında başlıca etken temel ilkeleri kavramaktır. Bu temel ilkelerin kavranması da matematik kurallarına göre davranmakla olabilir. Matematiğin uyguladığı tümdengelim yöntemi maddenin, madde evreninin tanınmasını, bilinmesini sağlar. Bilginin sağlanmasında us ilkelerine dayanan matematik yönteminin uygulanması gereklidir. Tanrı ilk devindirici güçtür. Tanrı istenci dışında bir devinim söz konusu değildir. Devinimden yola çıkarak, ilk devindirici olan tanrısal gücü, yani Tanrı'yı kavrama olanağı vardır. İnsan akıl yürüten bir varlıktır, ölümlüdür; ancak ruh ölümlü değildir.

Ölüm ruhla gövdenin ayrışması, ruhun gövdeden uzaklaşmasıdır, insanda maddeyle ilgisi olmayan özellikler vardır. Hayvanda duyum olmadığı gibi, insan varlığının özünü oluşturan ruh da yoktur. Bu özellik hayvanın, evren bütünü içinde bir "tür" olmasından kaynaklanır. Salt duyularla algılanabilen nesnelerde "tür" ve "çeşit" ayrımı vardır. Sözgelişi hayvan için "tür", insan için "çeşit" ve "birey" söz konusudur. Adelhard, "tür" ve "birey" konusunda Aristoteles'in ve ondan kaynaklanan, Orta Çağ tanrıbilimcilerinin izinden gitmiştir. Evrenin yapısı ve düzeni konusunda da Platon ile Aristoteles'in görüşlerini uzlaştırmaya çalışmış, yeni bir görüş getirmemiştir. Onun düşünce tarihindeki önemi, daha çok, Arap düşünürlerinin yapıtlarına dayanması, onları çevirerek, Avrupa aydınlarına tanıtmasındadır.

Adelhard, Avrupa Orta Çağı'nda, Yunan-Roma ilk Çağı ve özellikle felsefesini tanıma ve İlk Çağ düşünce ürünlerini yazıldıkları diller olan Yunanca ve Latinceden öğrenme çalışmalarına ve böylece yeni bir dönemin başlamasına yol açmıştır. Daha sonraki dönemlerde, Yunan-Latin ilk Çağı'nı, kendi kaynaklarından tanıma amacım güden çalışmalar nedeniyle, bilimsel bakımdan, bir Doğu-Batı yakınlaşması başlamıştır. Bu arada, yine Adelhard'ın çevirileriyle, Arap felsefesi batıda ilgi uyandırmış, yeni bir çalışma alanı açmıştır.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Max Adler
(d. 05.01.1873, Viyana - ö. 28.06.1937, aynı yer)

Avusturyalı düşünür ve siyaset adamıdır.

Avusturya Marksizminin kurucularından ve Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin sol kanat temsilcilerindendir. 15 Ocak 1873'te Viyana'da doğmuştur. 1896'da hukuk öğrenimini bitirmiştir. 1904-1922 arasında Marx-Studien dergisinin editörlüğünü yapmıştır.

Aynı dönemde Der Kampf dergisinde makaleler yazdı. 1907'de Karl Renner ile birlikte "Viyana Sosyoloji Topluluğu"nu kurdu. 1920-1923 arasında Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin milletvekili olarak parlamentoda bulundu. 1934'te Viyana Üniversitesinde sosyoloji dersleri vermeye başladı. 28 Haziran 1937'de Viyana'da öldü.

Adler, "Avusturya Marksizmi" olarak bilinen ve 1904'ten sonra Karl Renner, Rudolf Hilferding ve Otto Bauer tarafından kurulan okulun felsefi kuramcısıdır. Sosyalist düşünce tarihinde, tarihsel maddeciliğin "revizyonu" denemelerinin yoğunlaştığı ve felsefeye yeni bir ilginin doğmaya başladığı bir dönemde Adler, Marksizm'in ekonomik determinizm temeline dayanan yorumlarına karşı çıkmış, tarihsel maddeciliği Yeni-Kantçı felsefeyle bağdaştırmaya çalışmıştır.

Marx'ın öğretisini, yaşadığı dönemin sosyal, ekonomik ve siyasal koşullarına uyarlamak isterken ve Marxizm'in değişmeye açık bir sentez olduğunu ileri sürerken, bireylerin düşünsel etkinliğini ön plana çıkaran görüşlerin savunuculuğunu yapmıştır. Adler, "Kausalitaet und Teleologie im Streite um die Wissenschaft" (Bilim Tartışmasında Nedensellik ve Teleoloji) adlı ilk kitabını 1904'te yayımladı. Kant'ın "sentetik a priori" adını verdiği, insan zihnine ilişkin mutlak sınırları toplumsal düzeyde ele alan Adler, insan zihninin toplumsal koşullar tarafından belirlendiğini ileri sürmüş ve bunun yol açtığı sınırlara "sosyal a priori" adını vermiştir. Adler'e göre, insan zihni toplum tarafından sunulan verileri seçerken özgür olmakla birlikte, çevre ve koşullar insanın bilgi ve eyleme ilişkin tercihlerini sınırlandırmaktadır.

Bu bağlamda, insan zihninin kendi dışındaki "tarafsız" bir veriler bütününü dolaysız bir nesnellik içinde edinmesi mümkün değildir, insan zihni edilgen bir algılayıcı olmakla kalmaz, yöneldiği dışsal gerçeği biçimlendirir de. Bu görüşlerden yola çıkan Adler, Lenin ve Kautsky'nin tarihsel maddecilik anlayışını eleştirmiş, bu yaklaşımın bireyi ekonomik güçlerin basit bir aracı durumuna indirgediğini ileri sürmüştür. Adler'e göre, Marx insan duygu ve düşüncelerini maddenin dolaysız bir yansıması olarak ele almamış, zihnin maddeden görece bağımsız işleyişini de vurgulamıştır. Marx, insanı fiziksel ve fizyolojik süreçler tarafından belirlenen bir makine olarak tanımlayan kaba maddeci yaklaşımlara karşı çıkmış ve sorunu zihin ile madde, birey ile toplum arasındaki diyalektik bir ilişki olarak ele almıştır.

Adler'e göre, toplum, maddi güçlerin bütünlüğü ile düşünsel-ruhsal çabaların birliğinden oluşmaktadır. İnsan pratiği aynı zamanda felsefi ideallerin gerçekleştirilmesine de hizmet etmektedir. Bu bağlamda, bilim ile ahlak, toplumsal yasaların belirleyiciliği ile amaçlanan idealler, tarihsel maddecilik ile felsefe arasında aşılmaz uçurumlar yoktur. Adler, Marx'ın gençlik döneminde yazmış oldu*ğu "Zur Kritik der Hegeyschen Rechtsphilosophie" (Hegerin Hukuk Felsefesinin Eleştirisi) adlı kitabında "Hümanist Marxizm" olarak adlandırılabilecek bir anlayışı doğrulayan kanıtlar olduğunu ileri sürmüştür. Lukacs'ın Marx'ın gençlik dönemindeki yazılarını Hegelci bir yaklaşımla yorumlaması gibi, Adler de Marx'ın bu dönemindeki yazılarını Kantçı bir bakış açısıyla yeniden değerlendirmiştir. Kişiliğin yaratıcı bütünselliğini insanın en yüce amacı olarak nitelendiren Yeni-Kantçı felsefeden yola çıkan Adler, daha zengin bir bireyselliğe ulaşmış sosyalist insanın oluş*turulması gerektiğini savunmuştur. Bir siyaset adamı olarak Adler, 1888'de Victor Adler tarafından kurulan ve içinde farklı siyasal eğilimleri barındıran Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin sol kanadında yer almıştır.

Mücadelesini esas olarak genel oy hakkının elde edilmesi ve parlamenter yoldan iktidara gelinmesi çizgisinde sürdüren Avusturya Sosyal Demokrat Partisi içinde proletarya diktatörlüğünü ve işçi konseylerini savunmuştur. Bununla birlikte, Adler'in Avusturya Sosyal Demokrat Hareketi içindeki düşünsel etkinliği, esas olarak siyasal mücadele düzeyinde değil, felsefi düzeyde olmuştur.

ESERLERİ

- Kausalitaet und Teleologie im Streite um die Wissenschaft, 1904, ("Bilim Tartışmasında Nedensel*lik ve Teleoloji*)

- Marx als Denker, 1908, ("Bir Düşünür Olarak Marx’’)

- Das Soziologische in Kant's Erkenntnis kritiky 1925, ("Kant'ınBilgi Eleştirisinde Sosyolojik Öğeler")

- Das Raetsel der Gesellschafu 1935, (Toplumun Gizemi)



Avusturyalı marksist hukukçu, sosyolog ve sosyalist teorisyen. Viyana Üniversitesi'nde öğretim üyesi. Otto Bauer'le birlikte Avusturya Marksizmi'nin en önemli teorisyenlerinden biri.

Max Adler yeni-kantçılığın etkisi altında Karl Marx'ın düşüncelerini Immanuel Kant'ın felsefesiyle bir araya getirmeye çalıştı. Özellikle Ernst Mach'ın felsefesinden etkilenerek bir sosyalbilimsel kuram olarak Marksizmin epistemolojik temellerini kurmaya çalıştı. "Yeni İnsan" kavramıyla şekillenen bir yaşam ve kültür felsefesi geliştirmeye çalıştı. I. Dünya Savaşı'ndan itibaren Avusturya Sosyaldemokrat Partisi'nin sol kanadında yer alan Adler, işçi konseyleri hareketini desteklemiştir.

1896'da doktorasını vererek avukat olan Adler, 1920'deki doçentlik tezinden sonra Viyana Üniversitesi'nde sosyoloji ve sosyal felsefe kürsüsünde çalışmaya başladı. 1920-1923 yılları arasında sosyal demokrat partiden parlamenter olarak parlamentoda bulundu. Halk eğitimiyle ilgilendi. 1904-1925 yılları arasında Rudolf Hilferding'le birlikte Avusturya Marksizmi'nin teorik yayını Marx-Studien dergisini çıkardı. 1927'den itibaren yayınlanmaya başlayan Almanya Sosyal Demokrat Partisi'nin sol kanat yayın organı Der Klassenkampf dergisine katkıda bulundu.

Bunlar dışında; en önemli çalışmaları; devrim, I. Dünya Savaşı sonrası işçi sınıfı içindeki değişiklikler, aydınlar, hukuk ve devlet (özellikle Kelsen'in "arı hukuk teorisi" eleştirisi) üzerine yaptığı incelemelerdir.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Theodor Wiesengrund Adorno
(1903-1969) Toplumbilim, ruhbilim ve müzik- bilim alanlarında da çalışmış, Frankfurt Okulu'nun "eleştirel kuram"ının felsefi mimarlarından olan Alman düşünür. Sonraları tüm felsefece görüşlerine damgasını vuracak olan Kant'ın Arı Usun Eleştirisi adli kitabını toplum eleştirmeni ve sinema kuramcısı Siegfried Kracauei le birlikte I. Dünya Savaşı'nın bitmesine yakın her cumartesi öğleden sonraları okumaya başladı. Kracauer'in rehberliği Adorno'ya, bu kitabın yalnızca bir bilgi kuramı kitabı olmadığını, aynı zamanda tinin tarihsel konumunun da okunabileceği kodlanmış bir metin olduğunu düşündürttü.

Annesinin ve kız kardeşinin etkileriyle müziğe karşı beslediği ilgiyi beste yapmaya dek vardırır düşünür II. Dünya Savaşı yıllarını ise Cafifornta'da sürgünde geçirdi. Adorno, 1924'rı Joham Wolfgang Goethe Universitesi nde Edmund Husserl üzerine yazdığı tezi tamamlayarak fesefe doktoru derecesini aldı. Bir yıl sonra Alban Berg ile kompozisyon çalışmak ve Arnold Schoenberg etrafında toplanmış müzisyenlere, bestecilere katılmak için Viyana'ya gitti. Viyana gezisinin Adorno üzerindeki etkisi çok kalıcı oldu; "yeni müziğin' hem önde gelen bir savunucusu oldu, hem de felsefece biçemi Schoenberg ile Bergin "atonal" kompozisyon tekniklerinin izlerini hep taşıyacak hale geldi.

Frankfutt'taki çalışmalarına dönen Adorno, Kierkegııard Konstrııktion der Astetichen (Kierkegaard: Estetik Olanın Kuruluşu , I933) adli kitabıyla doçentlik sınavını verdi. Bu güç kitapta üç konu daha bir öne çıkmaktadır: a) Kierkegnard' da, öznellik kavramında olduğu gibi, varoluşsal öğeleri soyut kategorilece dönüştürmek yoluyla varoluşçuluğun somutlaşma arzusunun açığa çıkarılarak eleştirilmesi; b) şeyleşmiş toplumsal dünyanın yani kişilerin üzerinde baskı kuran öznelligin savlarına kayıtsız kalan kurumlar dünyasının bir okuması; c) tanrıbilimsel düşüncelerin tarihsel ve maddi somutlaştırılmasının sağlanması girişimi. Adorno, Hitler Almanyasi’ ndan 1934' te kaçarak Oxford'a Memın College'a geldi. Burada geçirdiği üç buçuk yıl içinde o zamanlar arkadaşı Max Horkheimer’in yönetimindeki Institut für Sozial (Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü) dergisine makaleler yazdı; daha .sonra 1956'da yayımlanacak Husserl üzerine bir kitap hazırladı. II. Dünya Savaşı yıllarını ABD'de geçiren düşünür bu sıralarda Horkheimer ile ortaklaşa Dialektik, derAufklarung (Aydınlanmanın Diyalektiği, 1947) adlı kitabı yazdı. Savaş sona erince Enstitü'yü yeniden kurmak için Frankfurt'a dönen Adorno izleyen yirmi yıl içinde müzik, edebiyat eleştirisı, toplumsal kuram ve felsefe üzerine çığır açıcı pek çok kitap ve makale yazdı. Örneğin, 1957 tarihli "Sociology and Empirical Research" (Toplumbilim ve Deneysel Araştırma) adli makalesi artık, 1960'larda Almanya'yı kasıp kavuran "olguculuk tartışması"nın başlatması sayılmaktadır. Adorno'nun iki önemli felsefe kitabı da bu dönemde yazılmıştır: Negative Diyalektik (Olumsuzlayıcı Diyalektik, 1966 ile Astetiche Theorie (Estetik Kuramı, 1970). Adorno'nun felsefesi, içinde yaşadığı toplumsal dünya anlayışına gösterdiği bir tepki olarak okunabilir. O, ileri Ban toplumlarının Mark’ın çözümlediği kapitalist üretim ilişkileriyle kurulmuş olduğundan asla kuşku duymamış, özellikle de Mark’ın meta fetişizmi ile kullanım değerinin değişim değerince baskı altına alındığı. konusundaki görüşlerine tümüyle kalmıştır. Adorno ayrıca iktisadı biçimlendiren düzeneklerin aynısının sonuçta kültürel etkinlikleri de belirdiği düşüncesini de benimser. Sermayenin, iktisadı ussallaştırmasının doğal sonucu tahakküm ve yoksulluk (kabaca söylenirse "adaletsizlik' olurken, kültürün ussallaştırılmasının sonucu yabancılaşma ve anlamsızlık (kabaca söylenirse "yoksayıcılık' olmaktadır.

Avrupa'da faşizmin yükselmesinin ve işçi hareketlerinin çözülmesinin ardında yatan -ve daha sonraları Yahudi Soykırımı ile doruğuna ulaşan- nedenlere karşılık Adorno, modern dünyanın toplumsal ve iktisadi örgüsüne sinmiş gerçekten kayda değer ilerici eğilimlerin varlığından kuşku duymaya başladı. Hatta modern toplumların ussallaştırılması tasarısının tamamlanmış olmaktan uzak olduğuna ve dolayısıyla içgüdüsel olarak ilerici toplumsal oluşumların gelişmeci kesimleri de içinde olmak üzere Marx'ın tarih kuramının da egemen kapitalist üretimininkine benzer ussallaştırma yapıları talep ettiğine inanmaya başladı.

Adorno'ya göre modernliğin en köklü ikilemlerinin kökeninde usun ve ussallaştırmanın bu yapıları varsa, modernliğin bunalımı temelde "usun bunalımı" demektir. Her şeyden önce gerekli olan da usun eleştirilerek tedavi edilmesidir. Adorno'nun modern usun bunalımının merkezinde yöntemin, çözümlemenin, sınıflandırmanın, evrenselliğin ve mantıksal dizgeliliğin her şeyden önce geldiği modem bilimsel usçuluğun olduğuna inancı tamdır. Adorno nesnelerden kökten bir biçimde bağımsız tanımlanan usun dağıldığını, bozulduğunu ileri sürer. Aydınlanma’nın Diyalektiği ’nde Adorno, ussallığın soykütüğünü çıkarmayı amaçlar.

Aydınlanma, insanın korkularının ve umutlarının bulaştığı doğal dünyaya, söylemlere karşıdır. Usun söylemden üstünlüğü varsayımı, böylelikle, usun insanbiçimci yansımalarından kurtuluşu haline gelir. Us dünyayı öznel izdüşümlerden çok nesnel bir biçimde resmeder. Adorno, bu abartılı us tablosunu hem biçim hem de içerik bakımından çelişkili bulur. Ona göre söylen de us da insanlığın kendisini söylemsel güçlerden kurtarmak gereksinimlerini karşılamak ve tutkularını doyurmak için doğal dünya üzerinde denetim kurma savaşımı sonucu ortaya çıkmıştır.

Demek ki, aydınlanmış usun özerkliği varsayımı için gerekli biçimsel nitelikler, gerçekte insanın doğayla savaşımı içinde insanın soykütüğü üzerinde temellenmektedir. Aydınlanmış us nesnel değildir; doğayı denetim altında tutmak isteyen insanın tutkularının hizmetindedir. böylesi bir us insanın ayakta kalma güdüsünün somutlaşmasıyla, dolayısıyla ancak kendisi bir araç oldukça anlam kazanır. Adorno'nun felsefece duruşu ya da etkinliği, kendisini açıkça sanatsal modernliğin eylemlerine ve yazgısına bağlar; bu nedenle de iç tutarlılığı eksiksizdir.

Adorno felsefenin foyasını ortaya çıkarmak ister; usçuluğu ve anlama yetisini, bunların “özdeşi olmayan ötekisiyle” temellendirmek ister. Adorno’nun diğer önemli yapıtları arasında Arnold Schönberg’in atonal müziğini müzikal modernizmin en üst noktası olarak savunduğu Philosophie der Neuen Musik (Yeni Müziğin Felsefesi -1949); somut bireysel deneyimin modern, burjuva toplumundaki yokoluşuna ilişkin düşüncelerini yansıtan 153 çarpıcı aforizmadan oluşan Minima Moralia (1951); Husserl’e ilişkin, görüngübilimin kaçınılmaz soyutluğu ya da aradığı somutluğu yitirmeye yazgılı oluşu üzerine duran ve yoğun bir okuma sonucu ortaya çıkan Bilgikuramının Özeleştirisi: Husserl İle Görüngübilimsel Çatışkılar Üstüne İncelemeler, (1956); Hegel Üzerine Denemelerden oluşan, Hegel Üstüne Üç Çalışma, 1963 ile Heidegger’in varoluşçuluğunu soyut ve tarih dışı olarak yorumladığı Sahicilik Jargonu sayılabilir.

Felsefesi

Popüler kültürün insanları oyaladığını, işlem dışı bıraktığını ve durumun korunmasını sağladığını savunur. Başkalarının egemenliğindeki insanlar fala, astrolojiye yönelir; çünkü geleceğini bilmez durumdadırlar. Bunun sebebi de insanın kendi hayatının öznesi olmamasıdır.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Anaksagoras (Anaxagoras)
Yunan doğa filozofu. Klazomenai'de doğan Anaksagoras Atina'da bir okul açarak Perikles, Euripides, Arkhealos (bazı yazarlara göre Sokrates), vb. bir çok öğrenci yetiştirmiştir. Bazı parçaları günümüze kadar kalan Tabiat Üzerine adlı bir eser yazdı. Platon'un Phaidion'unda Sokrates onun dersinden söz açar.Ayrıca Anaxagoras bir felsefe kitabı yazmştır aacak M.S 6. yüzyılda Kilikyalı Simplicius'un çalışmalarının korunması sayesinde bu kitabın ilk bölümünün fragmanları hayatta kalabilmiştir.

Felsefesi

Anaxagoras, İyonya'dan Atina'ya araştırma biliminin temel esasını ve felsefesini getirmiştir. Onun gökyüzü izlenimleri ve meteorların düşüşü ona evrensel düzenin yeni teorilerini biçimlendirme imkanını sunmuştur. Peloponnesos'tan daha geniş ve yanıcı bir metal yığını olarak adlandırdığı Güneşin, gökkuşağının, meteorların, güneş tutulmalarının bilimsel açıklamasını yapmaya çalışmıştır.İddia ettiği göksel varlılar tamamen dünya'dan kopuk taş yığınlarıdır ve hızlıca sürtünerek dünyaya doğru alev topu halinde düşerler. Anaksagoras, Empedokles gibi, Parmenides'in Varlık ne varlığa gelir ne de geçip gider, ama değişmezdir kuramını kabul ediyordu. ‘Helenler varlığa gelişi ve geçip gidişi doğru olarak anlamıyorlar, çünkü hiç bir şey varlığa gelmez ya da geçip gitmez, ama olan şeylerin bir karışması ve bir ayrılması vardır.' İki düşünür de, böylece, özdeğin yokedilemezliği konusunda anlaşmaktadırlar, ve ikisi de karışmaları nesneleri oluşturan v ayrılmaları nesnelerin yitişini açıklayan yokedilmez özdeksel parçacıklar konutlayarak bu kuramı açık değişim olgusu ile uzlaştırmaktadırlar. Ama Anaksagoras en son birimlerin toprak, hava, ateş ve su olarak dört öğeye karşılık düşen parçacıklar olduğu konusunda Empedokles ile anlaşmamaktadır. O parçaları niteliksel olarak bütün ile aynı olan her şeyin en son ve türetilmiş olduğunu öğretmektedir.

Başlangıçta, her tür parçacık -Anaksagoras'a göre bölünemez hiç bir parçacık yoktur- biraraya karışmıştı. Tüm şeyler biraradaydılar, hem sayıda hem de küçüklükte sonsuz olarak; çünkü küçük de sonsuzdu, ve tüm şeyler biraradayken, hiç biri küçüklükleri nedeniyle ayırdedilemiyordu. Tüm şeyler bütündedirler. En son parçacıklar ortaya çıkacak olan nesnede belli bir türdeki parçacıkların baskın olacağı bir yolda biraraya getirildikleri zaman görgül nesneler doğmaktadır. Böylece kökensel karışımda altın parçacıkları dağınık olarak ve başka her tür parçacık türüyle karışık olarak bulunmaktadır; ama altın parçacıkları -başka parçacıklarla- sonuçtaki görülür nesnenin baskın olarak altın parçacıklarından oluşacağı bir yolda biraraya getirildikleri zaman, önümüzde görgül dünyanın altını durmaktadır. Niçin başka parçacıklarla diyoruz? Çünkü somut görgül nesnelerde, tüm şeylerin parçacıkları vardır; gene de bunlar öyle bir yolda birleşmişlerdir ki, bir parçacık türü baskındır ve bütün nesne adını bu olgudan almaktadır.

Anaksagoras herşeyde herşeyin bir oranı vardır öğretisini savunuyordu ve bunun görünürdeki nedeni değişim olgusunu başka türlü nasıl açıklayabileceğini anlayamamış olmasıydı. Bu yolda Anaksagoras Parmenides'in varlık üzerine öğretisini korumaya çabalıyordu, ve aynı zamanda değişime karşı realist bir tutumu da benimseyerek onu duyguların bir yanılsaması olarak dışlamıyor ama bir olgu olarak kabul ederek Eleatik varlık kuramı ile uzlaştırmaya çalışıyordu. Bu noktaya dek Anaksagoras'ın felsefesi Empedokles'in Parmenides'i yorumlayış ve uyarlayışının bir türüdür, ve özel olarak dikkate değer hiç bir özgünlük göstermemektedir. Ama şeylerin ilk kütleden oluşmasından sorumlu olan güç yada kuvvet sorusuna geldiğiniz zaman, Anaksagoras'ın felsefeye özgün katkısına da gelmiş oluyoruz. Empedokles evrendeki devimi Sevgi ve Çekişme olarak iki fiziksel kuvvete yüklemişti; ama Anaksagoras bunun yerine Nous yada An ilkesini getirmektedir. ‘ Anaksagonas ile bir ışık, henüz zayıf da olsa, dogmaya başlamaktadır, çünkü ‘'anlak'' şimdi ilke olarak kabul edilmektedir.' ‘ Nousun,' demektedir Anaksagoras, ‘ hem büyük hem de küçük dirimli tüm şeyler üzerine gücü vardır. Ve Nousun bütün döngü üzerinde gücü olduğu içindir ki o başlangıçta dönmeye başlamıştı.... Ve Neus olacak olmuş, olmuş olan, şimdi olan ve olacak olan tüm işleri, ve ayrılmış yıldızların ve güneşin ve ayın ve havanın ve eterin şimdi içinde dönmekte oldukları bu döngüyü düzene koydu. Ve döngünün kendisi ayrılmayı yarattı, ve yoğun seyrekten, sıcak soğuktan , parlak karanlıktan, ve kuru ıslaktan ayrıldı. Bir çok şeyin bir çok oranı vardır. Ama Nous dışında hiç bir şey başka herhangi bir şeyden bütünüyle ayrılmış değildir. Ve hem büyük hem de küçük, tüm Nous benzeridir; oysa başka hiç bir şey başka herhangi bir şey benzemez, ama her bir tekil şey en açık olarak kendi içinde en çoğunu kapsadığı şeylerdir ve şeylerdir Nous sonsuzdur ve kendi yönetmektedir, ve hiç bir şeyle karışmış değil ama yalnız başınadır,kendi kendisindedir.' Öyleyse Anaksogoras Nousu nasıl düşünüyordu? Onun için Nous ‘tüm şeylerin en güzeli ve en arısıdır,ve her şeye ilişkin tüm bilgiyi ve en büyük gücü taşımaktadır ..; Ayrıca Nousun ‘orada başka her şeyin kuşatıcı kütle içinde olduğu yer' olmasından da söz etmektedir. Filozof böylece Noustan yada Andan özdeksel terimlerde ‘tüm şeylerin en incesi' olarak, ve uzayda yer kaplıyor olarak söz etmektedir. Buna dayanarak Burner bildirmektedir ki, Anaksagoras hiç bir zaman cisimsel bir ilke düşüncesinin üzerine yüklemiş değildi. Nousu öteki özdeksel şeylerden daha arı kılmıştır,ama hiç bir zaman özdeksel yada cisimsel olmayan bir şey düşüncesine erişmemiştir. Zeller bunu kabul etmemektedir, ve Stace nasıl ‘tüm felsefenin duygusal - olmayan düşünceyi duygusal düşünceleri bildirme amacıyla evrimlenmiş dilde anlatmak zorunda olmanın güçlüğü altında çabalıyor' olduğu olgusunu belirtmektedir. Böylece Metafizik'te Anaksagoras'ın ‘rasgele konuşan öncülleri arasında ayık bir insan gibi' durduğunu söyleyen Aristoteles yine demektedir ki ‘Anaksagoras Anı evrenin biçimlenişini açıklamak için bir deus ex machina olarak kullanmaktadır; ve ne zaman bir şeyin zorunlu olduğunu açıklamakta güçlükle karşılaşsa, onu ortaya sürmektedir. Ama başka durumlarda Andan başka herhangi bir şey'i neden yapmaktadır. Böylece Anaksagoras'ı bulduğu zaman bütünüyle yeni bir yaklaşımla karşı karşıya kaldığını düşünerek, ‘ilerleyip de Onun Andan hiç bir biçimde yararlanmadığını bulduğum zaman tüm ölçüsüz beklentilerim tuzla buz oldu' diyen Sokrates'in düş kırıklığını kolayca anlayabiliriz. Anaksagoras, astronomiyle de ilgileniyordu. Gökyüzündeki tüm cisimlerin Yer ile aynı maddeden meydana gelmiş olduğunu öne sürüyordu. Bu fikre bir meteoru inceledikten sonra varmışdı. Bu nedenle başka gezegenlerde de hayat olduğu düşünülebilir, diyordu. Öne sürdüğü fikirlerden bir diğeri de Güneş'in bir tanrı olmayıp Peloponnesos Yarımadası'ndan irice, kor halinde bir kütle olduğuydu. Ayrıca Anaksagoras, Ay'ın ışığını güneşten aldığını varsayıp Ay ve Güneş tutulmalarını bununla açıklamıştır. Ayrıca, hayvanların anatomilerini incelemiş ve balıkların solungaçlarıyla nefes aldığını keşfetmişti.

Ek Bilgiler

Anaksagoras, Empedokles gibi, Parmenides'in Varlık ne varlığa gelir ne de geçip gider, ama değişmezdir kuramını kabul ediyordu. ‘Helenler varlığa gelişi ve geçip gidişi doğru olarak anlamıyorlar, çünkü hiç bir şey varlığa gelmez ya da geçip gitmez, ama olan şeylerin bir karışması ve bir ayrılması vardır.' İki düşünür de, böylece, özdeğin yok edilemezliği konusunda anlaşmaktadırlar, ve ikisi de karışmaları nesneleri oluşturan ve ayrılmaları nesnelerin yitişini açıklayan yok edilmez özdeksel parçacıklar konutlayarak bu kuramı açık değişim olgusu ile uzlaştırmaktadırlar.

Ama Anaksagoras en son birimlerin toprak, hava, ateş ve su olarak dört öğeye karşılık düşen parçacıklar olduğu konusunda Empedokles ile anlaşmamaktadır. O parçaları niteliksel olarak bütün ile aynı olan her şeyin en son ve türetilmiş olduğunu öğretmektedir.

Başlangıçta, her tür parçacık -Anaksagoras'a göre bölünemez hiç bir parçacık yoktur- biraraya karışmıştı. Tüm şeyler biraradaydılar, hem sayıda hem de küçüklükte sonsuz olarak; çünkü küçük de sonsuzdu, ve tüm şeyler bir aradayken, hiç biri küçüklükleri nedeniyle ayırt edilemiyordu. Tüm şeyler bütündedirler. En son parçacıklar ortaya çıkacak olan nesnede belli bir türdeki parçacıkların baskın olacağı bir yolda bir araya getirildikleri zaman görgül nesneler doğmaktadır. Böylece kökensel karışımda altın parçacıkları dağınık olarak ve başka her tür parçacık türüyle karışık olarak bulunmaktadır; ama altın parçacıkları -başka parçacıklarla- sonuçtaki görülür nesnenin baskın olarak altın parçacıklarından oluşacağı bir yolda bir araya getirildikleri zaman, önümüzde görgül dünyanın altını durmaktadır.

Niçin başka parçacıklarla diyoruz? Çünkü somut görgül nesnelerde, tüm şeylerin parçacıkları vardır; gene de bunlar öyle bir yolda birleşmişlerdir ki, bir parçacık türü baskındır ve bütün nesne adını bu olgudan almaktadır.

Anaksagoras herşeyde herşeyin bir oranı vardır öğretisini savunuyordu ve bunun görünürdeki nedeni değişim olgusunu başka türlü nasıl açıklayabileceğini anlayamamış olmasıydı. Bu yolda Anaksagoras Parmenides'in varlık üzerine öğretisini korumaya çabalıyordu, ve aynı zamanda değişime karşı realist bir tutumu da benimseyerek onu duyguların bir yanılsaması olarak dışlamıyor ama bir olgu olarak kabul ederek Eleatik varlık kuramı ile uzlaştırmaya çalışıyordu.

Bu noktaya dek Anaksagoras'ın felsefesi Empedokles'in Parmenides'i yorumlayış ve uyarlayışının bir türüdür, ve özel olarak dikkate değer hiç bir özgünlük göstermemektedir. Ama şeylerin ilk kütleden oluşmasından sorumlu olan güç yada kuvvet sorusuna geldiğiniz zaman, Anaksagoras'ın felsefeye özgün katkısına da gelmiş oluyoruz.

Empedokles evrendeki devimi Sevgi ve Çekişme olarak iki fiziksel kuvvete yüklemişti; ama Anaksagoras bunun yerine Nous ya da An ilkesini getirmektedir. Anaksagonas ile bir ışık, henüz zayıf da olsa, dogmaya başlamaktadır, çünkü anlak şimdi ilke olarak kabul edilmektedir. Nousun, demektedir Anaksagoras, hem büyük hem de küçük dirimli tüm şeyler üzerine gücü vardır. Ve Nousun bütün döngü üzerinde gücü olduğu içindir ki o başlangıçta dönmeye başlamıştı....

Ve Neus olacak olmuş, olmuş olan, şimdi olan ve olacak olan tüm işleri, ve ayrılmış yıldızların ve güneşin ve ayın ve havanın ve eterin şimdi içinde dönmekte oldukları bu döngüyü düzene koydu. Ve döngünün kendisi ayrılmayı yarattı, ve yoğun seyrekten, sıcak soğuktan , parlak karanlıktan, ve kuru ıslaktan ayrıldı. Bir çok şeyin bir çok oranı vardır. Ama Nous dışında hiç bir şey başka herhangi bir şeyden bütünüyle ayrılmış değildir. Ve hem büyük hem de küçük, tüm Nous benzeridir; oysa başka hiç bir şey başka herhangi bir şey benzemez, ama her bir tekil şey en açık olarak kendi içinde en çoğunu kapsadığı şeylerdir ve şeylerdir.

Nous sonsuzdur ve kendi yönetmektedir, ve hiç bir şeyle karışmış değil ama yalnız başınadır,kendi kendisindedir.' Öyleyse Anaksogoras Nousu nasıl düşünüyordu? Onun için Nous ‘tüm şeylerin en güzeli ve en arısıdır,ve her şeye ilişkin tüm bilgiyi ve en büyük gücü taşımaktadır ..; Ayrıca Nousun ‘orada başka her şeyin kuşatıcı kütle içinde olduğu yer' olmasından da söz etmektedir.

Filozof böylece Noustan yada Andan özdeksel terimlerde ‘tüm şeylerin en incesi' olarak, ve uzayda yer kaplıyor olarak söz etmektedir. Buna dayanarak Burner bildirmektedir ki, Anaksagoras hiç bir zaman cisimsel bir ilke düşüncesinin üzerine yüklemiş değildi. Nousu öteki özdeksel şeylerden daha arı kılmıştır,ama hiç bir zaman özdeksel yada cisimsel olmayan bir şey düşüncesine erişmemiştir. Zeller bunu kabul etmemektedir, ve Stace nasıl ‘tüm felsefenin duygusal - olmayan düşünceyi duygusal düşünceleri bildirme amacıyla evrimlenmiş dilde anlatmak zorunda olmanın güçlüğü altında çabalıyor' olduğu olgusunu belirtmektedir.

Böylece Metafizik'te Anaksagoras'ın ‘rasgele konuşan öncülleri arasında ayık bir insan gibi' durduğunu söyleyen Aristoteles yine demektedir ki ‘Anaksagoras Anı evrenin biçimlenişini açıklamak için bir deus ex machina olarak kullanmaktadır; ve ne zaman bir şeyin zorunlu olduğunu açıklamakta güçlükle karşılaşsa, onu ortaya sürmektedir. Ama başka durumlarda Andan başka herhangi bir şey'i neden yapmaktadır. Böylece Anaksagoras'ı bulduğu zaman bütünüyle yeni bir yaklaşımla karşı karşıya kaldığını düşünerek, ‘ilerleyip de Onun Andan hiç bir biçimde yararlanmadığını bulduğum zaman tüm ölçüsüz beklentilerim tuzla buz oldu' diyen Sokrates'in düş kırıklığını kolayca anlayabiliriz.

Gene de, ilkeden tam anlamıyla yararlanmayı başaramamış olmasına karşın, Anaksagoras Yunan felsefesine görkemli meyvesini gelecekte verecek olan eşsiz önemdeki bir ilkenin getirilmesiyle onurlandırılmalıdır.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Alfred Adler
(d. 7 Şubat 1870 - ö. 28 Mayıs 1937)

Bireysel psikoloji ekolünün kurucusu, Avusturyalı psikologdur.

Avusturya Penzing'de doğdu ve Viyana'da büyüdü. Viyana Üniversitesi Tıp Okulunda doktorluk eğitimi aldı ve 1895'te mezun oldu. Pratisyen hekim olarak çalıştığı ilk doktorluk yıllarından başlayarak hastayı çevresiyle ilişkileri içerisinde ele almak gerektiğini vurguladı ve bireyle ilgili sorunlara yönelik insancıl, bütünselci ve organik bir yaklaşım geliştirdi. Bedensel düzensizliklerle ilişkili olarak psikoloji ile ilgilenmeye başladı. 1902'de Sigmund Freud ile tanıştı, öğrencisi oldu ve birlikte Adler'in başkanlığında Viyana Psikanaliz Topluluğu'nu kurdular. Bir süre sonra Freud ile fikir ayrılıkları ortaya çıktı. Adler'in Organların Yetersizliği kitabından sonra tamamen uzlaşılmaz bir hale geldi ve 1911'de, Adler, izleyicileriyle beraber Freud'u açıkça eleştirerek bireysel psikolojiyi geliştirmeye başladı.

Hans Vaihinger'in ruhsal inşa fikirlerinden etkilendi ve erkek egemen toplumda doğal bir sonuç olarak "Erkeksi Başkaldırı" ile organik aşağılık ve telafi teorisini geliştirdi. Adler, Freud'un teorileri ile karşı görüşe geldi, fikir ayrılığı 1911'deki Weimar Psikanaliz Kongresi'nde aleni oldu. Adler, Freud'un inandığı seks içgüdüsünün baskınlığı ve ego dürtüsünün libidinal(?) olup olmadığı ile çekişiyordu, Freud'un bilinç altına atma üzerine fikirlerini de eleştirmişti. Adler bilinç altına atma teorisinin, erkeksi başkaldırının aşırı telafisi ve aşağılık hislerinden türetilmiş sinirsel bir durum olan ego -savunma eğilimleri- konsepti ile değiştirilmesi gerektiğine inanıyordu, Oedipal Kompleksleri önemsizdi. Adler Viyana Topluluğundan ayrıldı ve 1912'de Bireysel Psikoloji Topluluğu adını alan, Özgür Analitik Araştırmalar Topluluğu'nu kurdu.

1912'de ana fikirlerini tanımladığı "Über den Nervösen Charakter" kitabını yazdı. Kişinin bilinçsiz öz ereğinin temel amaçlarının baskıladığı ayrı aşamaların aşağılık hislerini üstünlüğe (veya bilakis yeterliliğe) dönüştürdüğü ifade ederek insan kişiliğinin erek bilimsel açıklanabileceğini iddia etti. Adler'e göre öz erek arzularına, toplumsal ve etnik gereksinimler karşı koyar, düzeltici etkenler umursanmaz ve kişi aşırı telafi ederse aşağılık kompleksi oluşabilir, kişi benmerkezci, güç düşkünü ve saldırgan veya daha kötüsü olabilirdi.

I. Dünya Savaşı ile çalışmaları durdu, bu sırada Avusturya Ordusunda doktorluk görevi yaptı. Savaş sonrası 1930'lara olan etkisi adamakıllı arttı, 1921'den itibaren bir takım çocuk rehberliği klinikleri kurdu ve Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde sık sık okutman, 1927'de Kolombiya Üniversitesi'nde misafir profesör oldu. Tedavi edici yöntemlerinde sosyal ilgiyi cesaretlendirip ve ödüllendirip fakat şımartma ve ihmalden kaçınarak sorunları çocukta önceden tutup, yetişkin ruha yoğunlaşmaktan kaçındı. Yetişkinlerde tedavi, suçlama veya üstünlük taslama tutumlarının tedavi edilen kimse tarafından dışarıda bırakılmasına dayanmaktaydı, kişisel davranışın farkına varılmasının artışı ile karşı koymanın azaldığını ve reddetmenin terse döndüğünü ifade etti. Yaygın tedavi araçları mizah kullanımı, tarihi anları ve mantığa aykırı emirleri içermekteydi. Adler'in popüleritesi görece optivizmi ve fikirlerinin Freud ve Jung'unkilerle karşılaştırıldığında anlaşılabilir olması ile ilişkiliydi. Adler sıklıkla, Kişinin davranış şablonu analizi, toplumla ilişkili, işi ilişkili ve cinsiyeti ile ilişkilidir, savını vurgulamıştı.

1934'te Avusturya Hükümeti, Yahudi olduğu için Adler'in kliniklerinin çoğunu kapattı. Adler 1935'te Long Island Tıp Kolej'ine Profesör olarak Avusturya'dan ayrıldı. 1937'de Aberdeen İskoçya'da öldü.

Alfred Adler'den Seçme Sözler

- Bazen insanlar, kendini beğenmişlik ya da kibir sözcüğü yerine kulağa daha hoş gelen hırs sözcüğünü kullanarak kendilerini biraz temize çıkarmaya çalışırlar. (Sf:200, Say yayınları, 2002)

- Hayatta kadınların nasıl ikinci derecede rol oynamakla yükümlü kılındığını gören bir kızın cesaretini yitirip, kendisini bekleyen işlere pek istenildiği gibi el atamayacağı, yaşamın karşısına çıkaracağı ödevlerden korkup soluğu kaçmakta alacağı doğal, bunun da kendisini işe yaramaz bir duruma sokacağı kuşkusuzdur. (Sf:146, Say yayınları, 2002)

- Kadının yetersizliğine ilişkin önyargı ve buna bağlı olarak erkeğin kendini beğenmişliği, her iki cinsiyet arasındaki uyumu sürekli bozarak inanılmayacak bir gerilimin doğmasına yol açar; ilgili gerilim, özellikle sevgi ilişkilerine de nüfuz ederek tüm mutluluk olanaklarını aralıksız tehdit altında tutar, hatta çok kez yok eder. Tüm aşk yaşamımızı zehirleyerek kurutup bir yangın yerine çevirir. (İnsanı Tanıma Sanatı, Sf:159, Say yayınları, 2002)

- Kadınla erkek arasındaki uzlaşma ve dengenin karakteristik özelliği arkadaşlıktır. Kadın ve erkek arasındaki ilişkide karşı tarafı boyunduruk altına almak, tıpkı ulusların yaşamındaki gibi katlanılmaz nitelik taşır. (İnsanı Tanıma Sanatı, Sf:159, Say yayınları, 2002)

- Kadınların erkeklerden daha az yetenekli olduğu savı bir masaldan, gerçekmiş izlenimi veren bir uydurmacadan başka nitelik taşımaz. (İnsanı Tanıma Sanatı, Sf:145, Say yayınları, 2002)

- Ruhsal ilişkiler örgüsünden koparılıp alınmış bir tek ruhsal olaya dayanılarak insanı tanımak gibi bir işe kalkışılamaz. (İnsanı Tanıma Sanatı, Sf:197, Say yayınları, 2002)

- Tırnak kemirme ve burun karıştırma gibi dikkat çeken kötü alışkanlıklara sahip insanlar, ilgili davranışlarıyla inatçı kimseler olduklarını ele verdiklerini bilmezler. (İnsanı Tanıma Sanatı, Sf:115, Say yayınları, 2002)

- Toplumdan uzak kalmak isteyen biri için, örneğin hep kirli bir yaka ya da pejmurde bir ceketle toplum içinde görünmekten daha uygun ve daha etkili bir çare yoktur. Kendisini başkalarının dikkati, eleştirisi ve rekabetiyle yüz yüze getirecek bir işin başına geçmekten yakayı sıyırmada ya da sevgi ve evlilikten kaçma işinde, başkalarının karşısına bu şekilde çıkmaktan daha iyi ve mükemmel ne yardım edebilir kendisine? (İnsanı Tanıma Sanatı, Sf:256, Say yayınları, 2002)

- Unutkan insanlar öyle kişilerdir ki, açıkça başkaldırmaya pek yanaşmaz, ama unutkan davranışlarıyla ödevlerine karşı yeteri kadar ilgi duymadıklarını ele verirler. (İnsanı Tanıma Sanatı, Sf:113, Say yayınları, 2002)

- Uygarlığımızda bir kızın özgüvenini ve cesaretini yitirmemesi kolay değildir. (İnsanı Tanıma Sanatı, Sf:146, Say yayınları, 2002)

- Yıkayıp temizleme hastalığı'na kadınlarda alabildiğine sık rastlanır. Böyle davrananların tümü de kadınlık rolünü üstlenmeye karşı koyanlardır; ilgili davranışlarıyla kendilerini bir tür mükemmelliğe kavuşmuş görür, her gün kendileri gibi sık sık temizliğe başvurmayan kadınlara tepeden bakarlar. (İnsanı Tanıma Sanatı, Sf:157, Say yayınları, 2002)

- Eğer bir insan bir başkasına gerçekten ilgi ve yakınlık duyuyorsa, o ilginin gerektirdiği bütün özelliklere sahip olmalıdır: Dürüst olmalı, iyi bir arkadaş olmalı, sorumluluk duygusu taşımalı, sadık ve güvenilir olmalıdır. (Sf:147, Payel yayınları, 1999)

- Eğer erkek şefkat arıyorsa, kendisini çımartacak, pohpohlayacak kızlar arayacaktır. Eğer ilişkiyi ikili bir yarış gibi görüyor ve bu yarışta üstün gelmeyi istiyorsa, güçlü görünen kızları arayacak, veya yapıları, toplumsal konumları ve güçleri açısından kolayca yönlendirilip güdülebilen kızları yeğleyecektir. Doğal olarak böyle bir seçim pek çok yanlışa yol açacaktır; çünkü hiçbir kız sürekli boyun eğmeye razı olmaz. (Sf:104, Payel yayınları, 1999)

- Farklı cinslerden iki eşit insanın görevi olarak tanımladığımız aşk, iki bireyin bedensel ve düşünsel yönlerden birbirlerini çekmesini, başkalarını dışlamasını ve birbirlerine karşı mutlak bir teslimiyetle yaklaşmalarını gerektirir. (Sf:89, Payel yayınları, 1999)

- Gizliden gizliye üstün olma isteği besleyen kızlar, genellikle güçsüz, sakat ya da kendi toplumsal konumlarının altındaki erkeklere yönelirler. Aynı şekilde, hemen el altındaki birinin veya bir akrabanın seçilmesi de, kendinden çok genç veya çok yaşlı bir erkeğin seçilmesi de güçsüzlük duygusunun belirtisidir. (Sf:94, Payel yayınları, 1999)

- Kadının çocukluğundan başlayarak kendisine zorlanan role başkaldırısı ne denli güçlü olursa, ya da aynı şekilde erkek kendisine biçilen ayrıcalıklı rolü tüm saçmalığına karşın oynamamakta ne denli ısrarlıysa, cinsler arasındaki çatışma da o denli şiddetli olur. (Sf:29, Payel yayınları, 1999)

ESERLERİ

- Organların Yetersizliği Üzerine İnceleme - 1911

- Nevrotik Yapı Üzerine - 1912

- Tedavi ve Eğitim - 1914

- Bireysel Psikolojinin Uygulanması ve Kuramı - 1917

- İnsanı Tanımak - 1927

- Bireysel Psikoloji Tekniği - 1928'de birinci bölüm, 1930'de ikinci bölüm

- Yaşamı Tanımak - 1929

- Okulda Bireysel Psikoloji - 1929

- Yaşamı Tanımak - 1930

- Psikoterapi ve Eğitim - 1919-1929

- Nevrozlar - 1929

- Eşcinsellik Sorunu - 1930

- Çocuk Eğitimi - 1930

- Yaşamı Biçimlendirme - 1930

- Psikoterapi ve Eğitim II - 1929 - 1932

- Yaşamın Anlamı - 1933

- Psikoterapi ve Eğitim III - 1933-1937



 
Üst Alt