Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

A'dan-Z ye Dini Hikayeler

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkumları serbest bırakmıştı Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:

- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz

Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:

Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş

Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:

- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş

Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler


Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:

Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;

- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın Al şu altınlarını, der

Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir O da şöyle söyler:


- Kardeşim yanlış düşünüyorsun Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur Bu altınlar senindir dilediğini yap, der Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar

Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir

Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:

- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler
 

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
Adalet ve TevazuEmevi halifelerinin büyüğü Ömer b Abdülaziz Hazretleri, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal adalet hususunda çok titiz davranırdı Gece çalışmalarında ayrı işlere tahsis ettiği iki kandili vardı Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle ilgili yazışmalarda kullanırdı Halife, birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi
Yakınlarından birisi Ömer b Abdülaziz'e bir elma hediye göndermişti O da elmayı biraz kokladıktan sonra sahibine geri gönderdi Elmayı geri götüren görevliye şöyle dedi:
- Ona de ki, elma yerini bulmuştur
Fakat görevli itiraz edecek oldu:
- Ey müminlerin başkanı! Rasulullah Aleyhisselâm hediye kabul ederdi Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır
Halife cevap verdi:
- Evet ama, Rasulullah sav'e verilen hediye idi Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur
Valilerin maaşlarını çok bol verirdi Sebebini şöyle açıklardı:
- Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa, kendilerini halkın işlerine vakfederler
Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı Kandilin yakıtı tükenmişti Misafir dedi ki:
- Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin
- Hayır, bırak onu uyusun Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem
- Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım
- Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz
Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi:
- Ben kalkıp iş yaparken de Ömer'dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer'im
İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde adaleti hakim kılmıştı Büyük dedesi Hz Ömer ra gibi adalet ve basiret sahibiydi Henüz kırk yaşlarında iken onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para karşılığında hizmetçisi eliyle zehirlenmişti Hizmetçisi suçunu itiraf ettiğinde, Ömer b Abdülaziz, paraları adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini serbest bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de kaçmasını söylemişti
 

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
Ağızdaki Taşın Hikmeti
Birgün Hazret-i Ebû Bekr (ra), hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin (sav) huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken; Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir

Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 'sav' buyurdu ki:

- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın O melek gidip, yerine iblîs geldi İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk (ra) ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi


Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
 

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
Ahsen-ül Kasas
Başlıkta okuduğumuz terkip, 'Kıssaların en güzeli' demektir Bu tâbir, Kur'ân-ı Kerim'de, Hz Yûsuf aleyhisselâmın kıssası için kullanılmıştır Bu kıssayı, ya bir tefsirden, veya onunla alâkalı bir kitaptan okumanızı tavsiye ederiz
Bildiğimiz sebeplerle Kenan diyarından Mısır'a getirilen Hz Yûsuf, Yâkup aleyhisselâmın oğludur Dedesi Hz İshak, büyük dedesi de Hz İbrâhim'dir Hepsi de şirke karşı tevhîdi, küfre karşı îmânı tebliğ etmiş, Allâh'ın nûrunu kalplere nakşetmek için mücâdele etmişlerdir
Böylesine muazzez, mukaddes ve müberrâ bir nesilden gelen Hz Yûsuf, aristokrat bir hayat içinde yüzen Mısır saraylarında; hayâ, edep ve terbiye âbidesi olarak insanlara örnek olmuş, aslâ gayr-i meşrû tekliflere iltifat etmemişti Hatta ahlâksızca yapılan îmâ ve baskılara karşı Cenâb-ı Hakka, bunlardan kurtarması için yalvarıp, 'Zindan, bunların beni dâvet ettiği şeyden iyidir Rabbim, dedi' (S Yûsuf, 33)
Sonra, Aziz ve arkadaşları, Hz Yûsuf (as)'un mâsûmiyetini isbat eden bütün o kat'î delilleri görmelerine rağmen, halkın dedi-kodusunu kesmek için onu zindana attılar Hatta onunla beraber, biri hükümdârın sâkîsi, diğeri de ekmekçisi olmak üzere iki delikanlı daha hapse atıldı Onlar, hükümdarı zehirlemeye teşebbüs etmek suçuyla itham olunuyorlardı
Bunlardan biri,

- Ben rüyamda kendimi şarap için üzüm sıkıyor gördüm, dedi
Öbürü ise;
- Ben de rüyamda kendimi başımda ekmek götürüyor, kuşlar da gagalayıp yiyor gördüm, dedi Bize bunların tâbirini haber ver; çünkü biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz, dediler
Dahhak rahımehullah hazretlerine;
- Yûsuf aleyhisselâmın iyiliği ne idi? diye sorulduğunda, şöyle cevap verdi:
- O, dâima iyiliği tercih eder, bütün hâl ve hareketlerinde güzel ahlâkını gösterirdi: Zindandaki hastaları ziyaret eder, mahzunlara dost ve arkadaş olup onları tesellî eder, yeri dar olanlara genişlik sağlar, muhtaç olanlara yardım toplayıp verirdi
Yûsuf aleyhisselâm delikanlılara dedi ki:
- Size rüyanızda rızık olarak yiyecek bir şey gelecek oldu mu, ben muhakkak onun ne olduğunu, daha size gelmezden evvel rüyanızı tâbir eder, haber veririm
Dikkat edilirse, Yûsuf aleyhisselâm onları, kendisine sorulanlara cevap vermezden evvel, tevhîde dâvet ve doğru yola irşad etmek istiyor Bu dâvet ve tâbirinde doğruluğuna delâlet etmek üzere de, gaybden haber verme mûcizesini anlatıyor Zira bütün peygamberlerin, peygamber olduklarını isbat için mûcize göstermeleri gerekir
Yûsuf aleyhisselâm konuşmasına devam ederek şöyle diyor:
- Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir Çünkü ben, Allâh'a inanmayan, âhireti de inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim Atalarım İbrâhim, İshak ve Yâkub'un dînine uydum Allâh'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bizim için doğru olmaz Bu tevhid, bize ve bütün insanlara Allâh'ın bir lûtfudur; fakat, insanların çoğu buna mukabil şükretmezler
Ey Benim zindan arkadaşlarım, düşünün bir kere; darma dağınık birçok rabler mi iyi, yoksa her şeyi hükmü altında tutan ve kahredici olan bir tek Allah mı?
Sizin onu bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru, mânâsız ve boş isimlerden başkası değildir Allah, onların gerçekliği hakkında hiçbir delil indirmemiş, onlara hiçbir güç vermemiştir Hüküm, yalnız Allâh'ındır O, yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir İşte dosdoğru din budur Fakat insanların çoğu bilmezler
Ey zindan arkadaşlarım, rüyalarınıza gelince; biriniz efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılıp tepesinden kuşlar yiyecektir İşte hakkında fetvâ istemekte olduğunuz mes'ele, böylece olup bitmiştir
Bundan sonra Yûsuf aleyhisselâm, bu iki delikanlıdan, kurtulacağını bildiği kimseye yani sâkîye dedi ki:
- Beni efendinin yanında an, benden bahset
Fakat şeytan, efendisine onu anlatmayı unutturdu Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm, daha nice yıllar zindanda kaldı (S Yûsuf, 35-42)
Yani Hz Yûsuf, Allah'tan başkasından yardım istediği için, beş yıllık mahpusluktan sonra, yedi yıl daha hapiste kaldı Zira böyle bir istek ümmetten herhangi bir fert için gayet normal olmakla birlikte, bir peygamber için münasip değildi
Onun zindanda kaldığı 12 sene âyet-i kerimedeki 'üzkürnî ınde rabbik' kavl-i keriminin harflerinin miktarına müsâvidir Bu 12 adedinde daha başka acâib sırlar da vardır:
Burçlar, aylar on ikidir 'Lâ ilâhe illallah' ve 'Muhammedün Resûlüllah'ın asılları da on ikişer harftir
Kezâ Yâkup aleyhisselâmın oğulları da 12 idi (Rûhu'l-Beyan)
Yûsuf aleyhisselâm, Mısır'ın iktisadî bakımdan en kritik bir devresinde yani yedi sene süren kıtlık yıllarında hazînenin başına geçmiş ve önceden aldığı tedbirlerle ülkeyi bir bâdireden kurtarmıştır
Hz Yûsuf, bu güzel hizmeti yapmayı, bizzat kendisi tercih etmiştir İlk bakışta, peygamberlik makamında bulunan bir zâtın Mısır Hükümdârı'nın emrinde (bugünkü tâbirle) Mâliye Bakanlığı yapması garip karşılanabilir; fakat, insanlığa iktisadî yönden bir hizmet verirken, kazandığı sevgi-saygı ve hüsn-i zanla en müessir bir şekilde İslâm'ı tebliğ, telkin ve tâlim etmesi, kısacası o milleti maddî-mânevî tehlikelerden beraberce kurtarması, ibret ve ders alınacak bir husustur
Onun içindir ki, Kur'ân-ı Hakîm'de Yûsuf aleyhisselâmın kıssasına, kıssaların en güzeli mânâsında, 'Ahsenü'l-Kasas' tâbir edilmiştir
 

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
Alabilirsen al Hacı Bayram-ı Velî'nin doğduğu Zülfadl (Sol-Fasol) köyünden bir genç askere çağrılmıştı Yetim olan bu temiz genç, babasından kalma birkaç altınını, annesinden kalan hâtıra bilezik ve küpleri emânet edecek bir kimse bulamadı Hepsini küçük bir çekmeceye koyup, Hacı Bayram-ı Velî'nin türbesine getirdi Türbeyi ziyâret edip; "Yâ hazret-i Hacı Bayram-ı Velî! Beni vatanî vazifemi yapmak için çağırdılar Annemden ve babamdan kalma şu hâtıraları emânet edecek bir kimse bulamadım Bu küçük çekmeceyi zâtı âlinize emânet bırakıyorum Eğer askerden dönersem, gelir alırım Şâyet dönemezsem, istediğiniz bir kimseye verebilirsiniz!" diye münâcaat etti Sonra çekmeceyi sandukanın kenarına koyarak ayrıldıAradan yıllar geçti Gencin askerliği bitti ve emânetini almak üzere Hacı Bayram-ı Velî'ye geldi Ziyâretini yapıktan sonra, çekmeceyi koyduğu yerde buldu Hiç dokunulmamıştı Orada türbeyi bekleyen türbedâra; "Bu çekmece benimdir Askere gitmeden önce emânet bırakmıştım Şimdi alıyorum" dedi Türbedâr; "Tabi, alabilirsen al Çünkü ben, bir defâsında bu çekmecenin yerini değiştirmek istedim Fakat bütün uğraşmalarıma rağmen yerinden bile oynatamadım Bunda bir hikmet olduğunu düşünerek, bir daha elimi bile sürmedim" Genç, çekmecenin yanına gelip, Hacı Bayram-ı Velî'ye teşekkür etti ve emânetini alarak köyüne döndü
 

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
Alay etmenin cezası


Gavs-ül-Memdûh hazretleri, bir gün dergâhın önünde otururken Abdürrahîm Efendiyi huzûr-ı şerîflerine çağırdı Şam'a gidip gitmediğini sordu

O da;
"Gitmedim efendim" deyince;

"Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?" buyurdu

İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil bahçeleriyle, Şam'ın karşısında durduğunu hayretle gördü Şam'ı merakla seyrettiğini gören Gavs-ül-Memdûh;

"Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?" buyurunca, rüyâdan uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve hocasına;

"O köy buraya uzaktır, görünmez efendim" diye cevap verdi

Bunun üzerine;

"Doğu tarafına bak!" buyurdu

O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne geldi O anda köyün bir kenarında, Gavs-ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor, talebelerle alay ediyordu
Gavs-ül-Memdûh;

"Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?" diye sordu

O da;

"Görüyorum efendim Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim" diye sordu

Hocasının hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye doğru salladı Allahü teâlânın izniyle, ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı Bir daha vuracaktı, fakat Gavs-ül-Memdûh;

"Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca, durdu

Boşi köyü de gözünden kayboldu Hocasının bu kerâmetlerine hayran kalmıştı

Aradan on gün geçmişti Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde Gavs-ül-Memdûh'un huzûruna çıkarıldı Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti Eğilen taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu Zor konuşabilen bekçi;

"Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı Ağzım da bu hâle geldi Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ ediniz" diyerek ağladı

Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok üzüldü Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü O anda bekçinin ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi
 

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
Allah Mazlumları Zorbalardan Korur

İbrahim Aleyhisselam'ın bir kıssası vardı Bir zaman İbrahim Aleyhisselam, eşi Sare validemizle birlikte Mısır'a gider O devirde Mısır'da Firavunlar hüküm sürmektedir Firavun zulümde en zirveye çıkmıştır Şehrin giriş ve çıkışları kontrol altındadır Gelen gidenlerin haberleri anında Firavuna bildirilmektedir Özellikle kadınlara karşı zaafı olan Firavun, gözüne kestirdiği kadını yanında alıkoyuyordu

Görevliler Sare validemizi alıp, Firavun'a götürmek isterler İbrahim Aleyhisselam'a sorarlar:

- Bu kadın senin neyindir?

İbrahim Aleyhisselam:

-Benim kardeşimdir, der

Sonra da Sare validemizin yanına gidince ona bir açıklama getirir:

-Bugün bana senden sordular, ben de seni kardeşim olarak tanıttım Sana da sorarlarsa beni yalancı çıkartma Bu memlekette Allah'a inanan ikimizden başka kimse yok Seninle eş olmanın yanında aynı zamanda iki din kardeşiyiz Benim onlara kardeşimdir demem, din kardeşliği açısındadır

Bekledikleri an geldi, Firavun Sare validemizi istedi Görevli adamların eşliğinde Sare validemiz zorla Firavunun huzuruna çıkarıldı

Anlama ve idrak kapasitesi zayıf ya da fitne çıkarmaya niyetli bir takım insanlar bu hadiseyi değişik yerlere çekmektedirler Bir peygamber hanımını yabancı bir insana nasıl gönderirmiş? Hadiseyi baştan sonra akıl gözü ile takip edenler, bu olayda en küçük bir olumsuzluğun olmadığını görecekler Hatta günümüze birçok dersler de çıkarmak mümkündür Bu olay hadisi şeriflerde şöyle haber verilmektedir Sare, Firavunun karşısına çıkar

Hadisi Şerifte Firavun zorba olarak anlatılmaktadır Zorba Sare'ye yaklaşmak için oturduğu yerden ayağa kalktı Sare o sırada zorbadan izin istedi, abdest alıp iki rekât namaz kıldı ve şu niyazda bulundu:



"Ya Rabbim!Sana ve gönderdiklerine iman etmişim Bu ana kadar kocamdan başkasına karşı ırzımı, namusumu korumuş isem, şu kâfiri üzerime saldırtma, beni ondan koru!"

Firavun da Sare'yı bekliyordu Namazını kılıp duasını eden Sare validemiz, Firavunun yanına döndü Firavun kaldığı yerden tekrar yaklaşmaya başladı Tam o esnada Firavunun ayakları kendini tutmaz oldu, olduğu yere yıkılıp kaldı Aciz duruma düşen kuş gibi çırpınmaya başladı Bu durumu gören Sare validemiz endişeye kapıldı, Firavun bu halde ölecek olsa, sorumlu onu tutacaklardı Sare validemiz yine Rabbine yöneldi:

"Ya Rabbim!
Bu ölürse, benim üzerime atarlar, onu eski haline getir"

Zorba eski durumuna geldi Ancak Sare'den de vazgeçmemişti Tekrar Sare validemizin üzerine yürüdü Sare validemiz bu sefer de izin istedi Namazını kıldı, duasını yaptı ve aynı hadise cereyan etti Bu olay üç defa tekrarlandı

Firavun yaşadıkları karşısında dehşete düştü Adamlarına emirler verdi:

-Bu kadını aldığınız yere götürün Bana kadın diye getirdiğiniz şeytanın ta kendisidir Benden uzak olsun, yanına cariyelerimden birini de verin

Böylece Sare validemiz, Firavunun zulmünden, tecavüzünden korundu Bir de yardıma mahzar oldu Sare eşinin yanına gelince:

-Ey İbrahim! Rabbim beni zorbanın şerrinden korudu, bir de şu cariyeyi bize ihsan eyledi, dedi

Bunlar Mevla'mızın ayetlerindendir, her bir ayette insana bir mesaj va
 

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
Allah Nasıl Misafir Edilir?
Musa Aleyhisselâmın ümmeti:

- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz Buyursun bir gün misafirimiz olsun Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:

- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»

Musa Aleyhisselâm:


«Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi

Allah (cc):


«Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu

Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip:


«Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi


Hz Musa:


- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım Senin de bir katkın bulunsun Biraz sonra Allah (cc) gelecek, dedi

Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu Neyse ümidi kestiler Hz Musa taaccüp içinde idi

İkinci gün Hz Musa Tur'a gidip:

- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:

- Geldim ya Musa, geldim Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin Beni ne sen, ne kavmin ağırladı» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:

- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:

- «İşte ben o kulum ile beraberdim Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım Ben o kulumla beraber gelmiştim Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu

Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır
 

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
Allah rızası
Cüneyd-i Bağdadi, birisi ona gelir sorar:


-İhlâsı kimden öğrendiniz?

-Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti Saçım sakalım çok uzamıştı Bir berbere girdim


- Peşin peşin söyliyeyim param yok, dedim,

- Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?


Berber o anda mevki sahibi birini traş etmekteydi Onu bırakıp bana başladı Adam itiraz etti


Berber:


- Kusura bakmayınız efendim Sizi ücreti mukabilinde traş ediyorum Ama bu genç Allah rızası için istedi, dedi


Berber dahasını da yaptı, bana harçlık verdi Aradan birkaç gün geçti, beklediğim para geldi Ona bir kese altın götürdüm


- Asla alamam İnan Allah'ın rızası daha değerli, dedi
 

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
Balina Ziyafeti

Ashab-ı Kiram'dan Cabir ra Hazretleri anlatıyor:

Rasulullah sav bizi bir müfreze (askeri birlik) ile göndermişti Başımıza da Ebu Ubeyde'yi komutan tayin etmişti Kureyş'e ait bir kervanı ele geçirmekle vazifeliydik Azık olarak da bize bir dağarcıkta hurma verilmişti Başka azığımız yoktu Ebu Ubeyde, bize birer tane hurma veriyordu

- O bir hurmayı ne yapıyordunuz? diye sorulunca dedi ki:

- Çocuğun emmesi gibi o hurmayı ağzımızda tutup emiyorduk Sonra da üstüne su içiyorduk Bu bize bir gün bir gece yetiyordu Değneğimizle ağaç yapraklarını çırparak, düşen yaprakları su ile ıslatıp yiyorduk

Böylece yolumuza devam ettik Deniz kıyısına vardık Deniz kıyısında büyük bir kum tepesi gibi bir şeyin yükseldiğini gördük Yanına vardığımızda kıyıdaki şeyin anberbalığı (balina) denen hayvan olduğunu gördük Ebu Ubeyde önce:

- Bu leştir, dedi Sonra da şunu söyledi:

- Hayır Biz Rasulullah sav'in elçileriyiz ve Allah yolundayız Zaruret haline düştük Bundan yiyiniz

Biz yaklaşık bir ay boyunca o hayvanın etiyle geçindik Üçyüz kişiydik ve şişmanlamıştık Hayvanın göz çukurundan testilerle yağ alıyorduk, öküz büyüklüğünde et parçaları koparıyorduk Ebu Ubeyde bizden onüç kişiyi alıp hayvanın göz çukuruna oturtmuştu Kaburga kemiklerinden birini alıp yere dikti; sonra en yüksek deveyi binicisiyle onun altından geçirdi Bu hayvanını etinden pastırma yapıp azık ettik

Medine'ye geldiğimiz zaman Rasulullah sav'in yanına vardık Bu durumu kendisine anlattığımızda dedi ki:

- O, Allah'ın size çıkarıverdiği bir rızıktır Yanınızda onun etinden bize yedireceğiniz bir şey var mı?

Biz de getirdiğimiz etlerden bir miktarını Rasulullah sav'e gönderdik, O da etten yedi

T
 

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
Başka dua bilmez misin
Bir şahıs, Harem-i Şerîfin kapısında, Ey doğrulara yardım eden, haramlardan kaçınanları koruyan Allâhım! diyerek hep aynı duâyı okuyordu Ona, Sen başka duâ bilmez misin? dediler O şöyle açıkladı, bu duâyı tekrar etme sebebini:

Ben Beyt-i Şerîfi tavâf ederken ayağıma takılan bir şeyi eğilip aldım Bir de baktım ki, içinde bin altın bulunan bir kese Şeytanımla îmânım mücâdeleye tutuştular Bin altın çok para, senin bütün ihtiyaçlarını karşılar dedi şeytanım Îmânım ise, Bu haramdır, boşuna saklama; sahibini bul, teslim et! dedi Ben böyle mücâdele içinde iken, birinin sesi duyuldu:

Burada, içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur Kim buldu ise getirsin, ona otuz altın müjde vereyim!

Bin haramdan otuz helâl hayırlıdır, diyerek keseyi sahibine teslim ettim O da bana otuz altın verdi Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken, bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce, hemen satın aldım Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladılar Köleden ne konuştuklarını sordum Saklamayıp aynen anlattı:

Ben Mağrip sultânının oğluyum Babam, Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti Beni de esir alıp buralarda sattılar Babam bunları göndermiş, elli bin altın da vermiş ki, beni satın alıp götürsünler Sen bana çok iyilik ettin, kendi evlâdın gibi baktın Bundan dolayı memnun kaldım Bunlar beni satın alacaklar; sakın az altına râzı olma, elli bin altına sat beni

Dediği gibi oldu Elli bin altına sattım köleyi Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdata gittim Orada açtığım dükkânda mallarımı satıyordum Bir tanıdığım gelip, Meşhur bir tüccar dostum vefât etti, ay gibi güzel kızcağızı yalnız kaldı Gel bunu sana alalım dedi Ben de kabul ettim Kızın, çehiz olarak getirdiği birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken, birinde dokuz yüz yetmiş altın yazılı idi Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dediki:

Babam bu keseyi Harem-i Şerifte kaybetmiş Bulan bir helâlzâde keseyi iâde edince, otuz altını ona müjde olarak vermiş, ondan geriye kalanlardır bu kesedeki altınlar

Bunun üzerine ben Allâha hamd ve şükürlerde bulundum; bunlar hep doğruluğun, iyiliğin bereketi, diyerek hâdiseyi kızcağıza anlattım Sürur ve saâdetimiz daha da perçinlenmiş oldu!


(Nevâdir-i Süheylî, Sayfa: 280-81)

Evet, enteresan bir hâdise Doğruluk ve dürüstlüğün neticesini göstermesi bakımından verdiği mesaj oldukça mühim Kaldı ki bu, sadece dünyadaki semeresi Âhiretteki karşılığı ise, ebedî bir saâdet Rabbimiz cümlemizi, îmânımızın sesine kulak vererek sadâkat ve istikametten ayırmasın Âmîn
 

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
Baykuşlar ve Nuşirevan


Adaletiyle meşhur İran hükümdarlarından Nuşirevan tahta geçtiği ilk yıllarda, halka karşı o kadar zalim ve gaddarca davranmış, o kadar zevk-ü sefasına düşkünmüş ki, millet artık canından bıkar hale gelmiş, en ufak ses çıkaran olsa kellesi gidermiş İşte bu zalim hükümdar Nuşirevan, bir gün maiyetiyle beraber ava çıkmıştı Yanında gayet zeki bir de veziri vardı Avlanırken bir ara diğerlerinden ayrılan hükümdar, yanında veziri olduğu halde bir suyun başına varıp atından indi ve bir müddet istirahata çekildi Yeşillikler üzerinde otururlarken, iki baykuş gelip yakınlarına kondu ve ötmeye başladılar

Baykuşların o nağmeleri Nuşirevan'ın hoşuna gitmiş olacak ki, vezirine:


-İnsan şu kuşların dilinden anlasa da ne dediklerini bilse Kimbilir bu kuşlar şimdi neler söylüyorlardır? dedi

Vezirin, derdini anlatması için büyük fırsat doğmuştu:

-Sultanım ben bu kuşların ne dediklerini biliyorum Eğer müsaade eder ve beni bağışlarsanız, bu kuşların ne söylediklerini size bildireyim, dedi

Nuşirevan, hayretle:


-Gazabımdan emin olabilirsin, anlat, dedi

Vezir:


-Sultanım affınıza sığınarak arzediyorum Bu kuşların birisi, diğerinin kızını oğluna istiyor Öbürü de; tabiiyeti icabı kızımı sana veririm, yalnız başlık parası olarak bir harabe isterim, diyor Oğlanın babası ise bu halinden memnun vaziyette; deliye bak, Nuşirevan hükümdar olduğu müddetçe, ben sana bir değil on harabe veririm Yeter ki sen kızı oğluma ver diyor İşte padişahım kuşların konuştukları bundan ibarettir, dedi

Nuşirevan vezirinden memnun olmuştu, ne demek istediğini anladı ve doğruca avdan sarayına dönerek, o andan itibaren hal ve vaziyetini tamamen değiştirdi Öyle adil, öyle halkını gözetir oldu ki öleceği zaman Nuşirevan'ın memleketinde bir tane harabe kalmamış, her yer mâmur ve müreffeh olmuştu Nerede o şuurlu idareciler, nerede o hükümdarlar?
 

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
Beddua Yerine Dua



Ma'rûf-ı Kerhi Hazretleri bir gün talebelerini toplar Dicle kenarındaki hurmalıklara çekilir sohbet ederler Bu esnada nehirden bir kayık geçer İçinde birkaç bıçkın genç Hem içki içerler, hem şarkı söylerler Bir ara hepten şirazeden çıkar, naralar atarlar Talebeler bu edepsizliğe çok bozulur Hatta içlerinden bazıları:


-Ah şu kayık bir devrilse de günlerini görseler, derler

Ardarda patlayan kahkahalardan ders yapılamaz olunca mübarek o yana döner Ellerini açar ve;

- Ya Rabbi, Sen bu kullarını dünyada neşelendirdiğin gibi ahirette de neşelendir Onlara hidayet ve istikamet nasip eyle, der

İşte tam o sıra gençlerden biri sahildeki sohbetin farkına varır, arkadaşlarını uyarır Mübareği görünce derlenir toparlanırlar Hatta sazlarını kırar, destileri suya atarlar Mahçup mahçup gelir, Şeyh Mar'uf'un ellerine kapanırlar O günden sonra sohbetin müdavimlerinden olurlar
 

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
Bedeli Çanakkale de Altın olarak Ödenecektir


Üç aylık bir tâlimden sonra Mehmed Muzaffer, 'zâbit namzeti' olarak Çanakkale'de idi (Mart 1916) Müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale'de uğradıkları mağlûbiyetlerden ve verdikleri yüzelli bin zâyiattan sonra Boğaz'ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1915'in son haftasıyla 1916'nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip, çıkıp gitmişlerdi

Muzaffer, Çanakkale'ye vardığında harp durmuştu Zaman zaman, İmroz-Bozcaada'da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da, 1915 Nisan'ından Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı bağuşmalara kıyasla bu bombardımanlar 'hiç' mesâbesindeydi Çanakkale'deki birliklerin büyük bir kısmı, Kafkas, Irak ve Filistin cephelerine sevkedileceklerdi Hazırlanma ve noksanları ikmâl emri aldılar

Muzaffer, birliğinin alay karargâhında vazifeliydi Alayın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı Bunlarsa ancak İstanbul'dan sağlanabilirdi O devirlerde bu gibi basit mübâyaalar için açık artırma yapmak, ilanlarda bulunmak, ne âdetti, ne de bunlarla kaybedilecek vakit vardı Herşey itimatla yürütülürdü Muzaffer, açıkgöz ve becerikli bir İstanbul çocuğu olduğundan, karagâh, gerekli malzemenin temin ve mübâyaasına onu memur etti İcab eden paranın kendisine i'tâsı için de Erkân-ı Harbiye Riyâseti'ne hitâben yazılı bir tezkereyi eline verdiler

O yıllar İstanbul'da otomobil ve kamyon, nâdir rastlanan vâsıtalardı Bunlaların lastikleriyse yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı


Muzaffer aradı, uğraştı, nihayet Karaköy'de bir Yahûdi'de istediklerini buldu Fiyatlar pek fâhişti ama, yapacak başka birşey yoktu anlaşmaya vardı Lâzım gelen parayı almak üzere Erkân-ı Harbiye'ye gitti Elindeki tezkereyi tediye merciiine havâle ettiler Muzaffer az sonra yaşlı bir kaymakam (yarbay)'ın huzurundaydı Kaymakam, uzatılan kezkereyi okudu Karşısında hazırolda duran ihtiyat zâbit namzetine baktı İsteyeceği paranın miktarını sormadan

'Ne alınacak?' dedi


'Oto ve kamyon lastiği' cevabı verilince bir an durdu Sonra Muzaffer'e dik dik baktı:


'Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun! Haydi yürü git, insanı günaha sokma Para mara yok!' dedi

Muzaffer selâmı çaktı, dışarı çıktı Harbiye Nezâreti'nin (bugünkü hukuk fakültesi binâsının) bahçesinden dış kapıya ağır ağır yürürken, ne yapacağını düşünüyordu Malzemelere alayın ihtiyacı vardı Eldeki (Almanlar'ın verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi Diğer malzemeler de mutlaka lâzımdı Kendisi, bulur alır diye vazifelendirilmişti

Malzemeyi bulmuştu, fakat para yoktu Eli boş dönemezdi, bir çaresini bulmak lâzımdı

Muzaffer bunları düşüne düşüne Bâyezid Meydanı'na vardı Birden durdu, kendi kendine güldü Aradığı çareyi bulmuştu! Doğru tüccar Yahûdi'ye gitti:


'Paranın tediye muâmelesi akşamüstü bitecek Ezandan sonra gelip malları alamam gece kaldıracak yerim yok Yarın öğleden evvel vapurum Çanakkale'ye kalkıyor, yetişmem lâzım Onun için, sabah ezanında geleceğim Malları mutlaka hazır edin'


Tüccar:

'Peki' dedi


Muzaffer tam ayrılırken ilâve etti:


'Altın para vermiyorlar, kâğıt para verecekler'


Yahûdi yine:

'Peki' dedi


Ertesi sabah Muzaffer, Merkez Komutanlığı'ndan araba ve neferle ezan vakti Yahûdi'nin kapısındaydı Ortalık henüz ışıyordu Taccar, malları hazırlatmıştı Havagazı fenerinin yarım yamalak aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi Muzaffer, bir yüzlük kâime (yüz liralık kâğıt para) verdi araba dörtnal Sirkeci'ye yollandı Malzeme şat'a, oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu

Üç gün sonra Yahûdi, elindeki yüzlük kâimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası'na gitti Bozmadılar Zira elindeki para sahte idi

Muzaffer evrâk-ı nakdiyenin basımında kullanılan kâğıdın aynısını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş, bütün gece oturmuş, çini mürekkebi ve boya ile, gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemiyecek nefâsette taklit para yapmıştı Tüccara verdiği para buydu O devrin hakiki paralarının üzerinde yazılar arasında bir de şöyle ibâre bulunurdu:

'Bedeli Dersaâdette altın olarak tesviye olunacaktır' Muzaffer yaptığı taklit parada bu ibâreyi şöyle yazmıştır


'Bedeli Çanakkale'de altın olarak tesviye olunacaktır'

Onun burada altın dediği, Çanakkale'de Mehmetçiğin akıttığı, altından da kıymetli kanı idi

Yâhudi tüccar bunu mesele yapmadı Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi, bilinmez Ancak hâdise bütün İstanbul'a yayıldı Dünyada emsâli olmayan ve olmayacak olan bu hâdise Şehzâde Abdülhalim Efendi'nin kulağına kadar gitti Şehzade hemen lalasını göndererek Yâhudi tüccarı buldurdu

Yüzlük taklid evrâk-ı nakdiyeyi, bedelini altın olarak ödeyip aldı Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul Polis Okulu'ndakiEmniyet Müzesi'ne hediye etti

Şehid Mehmet Muzaffer'in taklidini yaptığı paranın asıl 50 liralık kâğıt paradır Bu kâğıt paralar, üzerlerinde de yazılı olduğu gibi, Rûmi 6 Ağustos 1332 (M1881916) tarihli kanunla tedâvüle çıkarılmıştır Bu tertip kâğıt paraların en büyük kıymeti 50 liralıklardır Yüz lira olarak bu tipte hiçbir kupür basılmamıştır Her halde Şehid Muzaffer'in alacağı malzemenin bedeli elli liranın çok üstünde olmalıdır ki, iki tane ellilik imal edecek olsa anlaşılabileceğini düşünüp tek bir yüzlük yapmıştır Bu kâğıt paralar yeni tedâvüle çıktığından, getirip veren de subay ve askerleri olduğundan, tüccar, bu çeşit yüzlük kâime mevcut olup olmadığını araştırmak lüzûmunu görmemiş olmalıdır Esasen Muzaffer'in 'sabah ezanı vakti' üzerinde durması da, hem o devrin ölü ışıkları altında paranın iyice incelenmesine imkân bırakmamak, hem de sabahın o saatinde her taraf kapalı olduğundan, sağa sola sormak ihtimâlini de ortadan kaldırmak için olmalıdır

Çeşitli imkânlara sahip teksir ve totokopi makinelenin henüz îcad edilmediği yıllarda, bugün son sistem âletlerle çalışan kalpazanlara taş çıkartacak şekilde elle bu derece başarlı bir taklidi yapabilmek, üstelik de bunu bir tek gecenin sınırlı saatleri için sığdırmak, fevkalâde büyük bir sahtekârlık başarısı değil, bir san'at şaheseri olarak değerlendirilmelidir

Hz Allah, bütün şehidlerimizden de, vatan için her şeyi göze alabilen bu san'atkârın, bu mübârek şehidin rûhundan da, o ganî rahmetini eksik etmesin (Âmin)
 

ekecikli24

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    20 Ağu 2011
  • Mesajlar
    100
  • MFC Puanı
    0
Beni Kendinle Meşgul Eyle
Hazret-i Râbia, çok oruç tutardı Bir defâsında bir hafta hiç yiyecek bulamadı Sekizinci gece açlığı iyice şiddetlendi Nefsine eziyet ettiğini düşünürken birisi kapıyı çaldı Bir tabak yemek getirdi, o da yemeği alıp, yere koydu Mum getirmeğe gitti, gelince bir kedinin yemeğini dökmüş olduğunu gördü Su bardağını almaya gitti Mum söndü Su içmek isterken bardak düşüp kırıldı

O da;

"Yâ Rabbî! Bu zavallı kulunu imtihan ediyorsun, fakat âcizliğimden sabredemiyorum" diyerek bir âh çekti Bu âhtan neredeyse ev yanacaktı

Bir ses duyuldu:

"Ey Râbia, istersen dünyâ nîmetlerini üstüne saçayım İstersen, üzerindeki dert ve belâları kaldırayım Fakat bu dertler, belâlar ile dünyâ bir arada bulunmaz"

Bu sözü işitince;

"Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle ve senden alıkoyacak işlere bulaştırma" diye duâ etti

Bundan sonra dünyâ zevklerinden öyle kesildi ki; kıldığı namazı;

"Bu benim son namazımdır" diye huşû ile kılar, hep Allahü teâlâ ile meşgûl olurdu Hattâ birisi gelip kendisini Allahü teâlâ ile meşgûliyetten alıkoyar korkusuyla;


"Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle de, kimse senden alıkoymasın" diye duâ ederdi
 
Üst Alt