Bir yolculuğun hikayesi
YOKTUN
Yüz sene, bin sene, yüz bin sene, milyon sene önce yoktun. Yok
olduğunu da bilmiyordun. Çünkü sen yoktun. Hiçbir insan da senin
"yok" olduğunu bilemezdi. Hatta senin yokluğun o zamanlar söz
konusu bile olamazdı. Sen yoktun ki yokluğun veya varlığın söz
konusu olsun.
DOĞDUN
Daha doğrusu belli bir zamanda ve belli bir mekânda doğan bir çocuk
"sen" oldun. Sen kimdin? Sen seni daha bilmiyordun. Bazen bir
cıyaklıyor, arada bir uyukluyordun. Erkek mi kız mı olacağını
sen belirlememiştin. Doğduğun tarih ve yer sana sorulmamıştı.
Kaç yüz bin sene önce Habeşistan'da bir mağarada doğabilir
miydin? Babil'in asma bahçelerini sulayan bir bekçinin oğlu yahut
Fenikeli bir çömlek tüccarının torunu olabilir miydin?
İki bin bilmem kaç yılının kıyamete yakın aylarında
Karadeniz'in ortasında on beş milyonluk bir deniz kentinde
mütevazı bir gökdelenin seksen yedinci katında dünyaya merhaba
diyebilir miydin? Babanı ve anneni sen seçmemiştin. Onlar da seni
seçmemişti. Doğduğunda görüp tanıdılar seni. Sen de seneler
sonra tanıdın onları. Zengin çocuğu mu, yahut fakir çocuğu mu
olacağın belki önemliydi ama bu da senin elinde değildi.
DOĞDUN
Üstelik bir insan olarak doğdun. Hani bir tarla faresi olarak da
varlık âlemine doğabilirdin. Yahut kapkara bir hamam böceği yahut
da sevimli bir kertenkele. Belki de bir evde beslenen minnoş kedi.
Bunlardan hiçbiri olarak doğmadığın kesin. Neden doğdun, nereden
gelip nereye gidiyorsun, hayat neden var, niçin insan oldun? Niçin
şu zamanda bu mekânda filancanın çocuğu, falancanın kardeşi
oldun? Neden kertenkele oldun veya olmadın? Tüm bu soruları sorsan
da sormasan da seninle beraber doğmuş oluyor. Soruları
düşünmemek, çözmemek sorunları ortadan kaldırmaz. Şöyle veya
böyle niçin doğduğunu merak etmeden yaşadın, yaşadın...
BÜYÜDÜN
Okudun veya okumadın. Köylü veya şehirli oldun. Belki pazarda hamal
belki ilçede kaymakam oldun. Belki belediyede memur belki başbakan
oldun. Belki hırsız belki gardiyan oldun. Belki öğreten belki
öğrenen oldun. Evlendin veya evlenmedin. Belki korkak belki cesur
oldun. Belki zeki belki kalın kafalı oldun.
Büyüdün ve mutlaka bir şeyler oldun. Belki çoluk çocukla
oyalandın. Belki sokak sokak aval aval dolaştın. Belki her gün
milyonlarca lira kazandın. Belki üç beş kuruş için çırpınıp
paralandın. Belki kitapların arasında geceledin. Belki içki
masasında sabahladın. Belki kuş gibi süzüldün. Belki yılan gibi
süründün. Oyalandın yahut dolandın. Kazandın yahut paralandın.
Geceledin yahut sabahladın. Süzüldün yahut süründün. Ama herkes
gibi dünya ile birlikte güneşin etrafında bedavadan birkaç tur
attın. Belki yirmi, belki otuz tur. Belki altmış belki yetmiş tur.
Ve sen iyi bilirsin ki bu turları sonsuza dek sürdürecek yoktur.
Son istasyona yaklaştın.
İnişe geçtiğinin farkındasın. Turların sayısına paralel olarak
ortaya çıkan incecik fenerler sana son istasyonu hatırlatır, beyaz
beyaz!..
İlk bakışta görmezlikten gelirsin bu uğursuz trafik işaretlerini.
Hatta dayanamayıp sökersin yerinden birkaç tanesini. Ancak gün
gelir sökmekle baş edemezsin. Siyaha ya da kumrala boyamaya
çalışırsın. Beyaz beyaz alevlenen sadece saçların değildir.
Tüm vücudun için için yanmaktadır. Vücudunda baş gösteren
rahatsızlıklar gün gelir tamir edilemez olur. Tamirciler sana sahte
umutlar verirler. Kesip biçer, söküp takıştırırlar. Nihayet
beklemediğin gün gelir.
Hâlbuki hayatın boyunca hep beklemiştin. Büyümeyi, okul bitirmeyi,
başarılı olmayı, iş güç sahibi olmayı, evlenmeyi, çoluk çocuk
sahibi olmayı, çocuklarının büyümesini, okul bitirmesini,
başarılı olmalarını... Hep bekledin. Önce kendin için. Sonra
çocukların için. Eğer daha uzun yaşasaydın bu sefer aynı
şeyleri torunların için bekleyecektin. Bir beklediğin
gerçekleşince başka şeyleri bekledin. Beklemekle geçti hayatın.
Çok gariptir ki yüzde yüz karşılaşacağını bildiğin şeyi hiç
beklemedin. Düşünmek bile istemedin. Son istasyona yaklaştığını
hissettikçe hayata daha da bağlandın. Kiradaki evlerine ve
dükkânlarına zam üstüne zam yaptın. Bankadaki paralarının daha
da çoğalmasının hırsıyla geceleri uykunu kaçırdın. Varisi
olduğun kişilerin bir an önce miraslarına konmak için onların
ölmesini bile istedin. Daha da rahat yaşayabilmek, eğlenebilmek,
yemek ve içmek için insanları kandırdın. Yoksullara yardımı
düşünmedin. Bazen üç beş kuruşu yahut eskimiş bir elbiseyi
verdinse de başa kaktın. Yoksulu küçük gördün, kendini
yücelttin.
Son istasyona varan arkadaşlarının ve akrabalarının gidişini
hüzünle seyrettin. Arada bir bu ayrılışlar da olmasa son istasyonu
aklına hiç getirmeyecektin. Onları hatırlayıp dünyada her birinin
mevkiini, zenginliğini, işlerini, sıkıntılarını, neşelerini,
dünyada neye kavuştuklarını, ölümü nasıl unuttuklarını ve
beklemedikleri bir zamanda, ahiret için ellerinde hiçbir azık yok
iken, ölümün gelip onları götürdüğünü gördün. Şimdi
mezardaki hallerinin nasıl olduğunu, azalarının birbirinden nasıl
ayrıldığını, etlerini derilerini, gözlerini ve dillerini,
böceklerin, kurtların nasıl yediğini, onlar bu halde iken
varislerinin mallarını taksim edip, rahat rahat yediğini göz
önüne getirdin. Bu ayrılışlardan sonra biraz kendini toparlamak
istedin ama kısa zamanda son istasyonu tekrar unuttun. Hiç
ölmeyecekmiş gibi hayata tekrar sarıldın. Fakat her nefes alıp
verişinin seni son istasyona yaklaştırdığını düşünmedin ve
sonunda herkes gibi öldün.
Kimler geldi neler neler istediler,
Hepsi de bu dünyayı bırakıp gittiler.
Sen hiç ölmeyecek gibisin değil mi,
İşte o gidenler de senin gibiydiler.
ÖLDÜN
Şimdi hiç bilmediğin bir âlemdesin. Acaba benim hâlim ne olacak
diye beklemedesin. O âlemde seni karşılamaya geliyorlar. Bu
dünyadaki amellerine göre karşılayacaklarını bildiğinden, her ne
kadar bu dünyada bilmezlikten gelsen de, eyvahlar çekiyorsun.
"O gün yüzleri ateş içinde çevrilirken: Ah keşke Allah'a
itaat etseydik, Peygambere itaat etseydik! derler." (Ahzab 66)
Ama o gün sözler fayda vermeyecek. Eyvah deme zamanı dünyadadır.
Ben bu hatayı niye yaptım, Rabbime karşı, peygamberime karşı,
vefalı olmam gerekenlere karşı bu vefasızlığı nasıl yaptım,
verdiğim sözlere niye uymuyorum, verdiğim sözleri niye hayatımda
tatbik etmiyorum? Diye düşünüp kendine gelme yeri dünyadır.
Eyvahlar diyorsun o ateşin azabını, hararetini hissettiğinde,
kemiklerin erirken, etlerin lime lime yanıp dökülürken, yeniden
vücut bulup yeniden yanarken... Ama o zaman eyvahlar fayda vermeyecek.
Ve sonra peşine düştüğün zalimlerden, kâfirlerden,
münafıklardan, peşine düştüğün dünyacılardan şikâyet
edeceksin.
Ey insan, öyleyse aklını başına al! Kimin peşinden gittiğine
dikkat et! Cehenneme mi götürüyor arkasından gittiklerin, yoksa
cennete mi kılavuzluyor? Hayattayken, elin tutarken, ayağın
yürürken, zihnin çalışırken, iş yapma gücün varken, tevbe
etmek; peşinden gittiklerin nereye gidiyor diye fark edip bunlar beni
nereye sürüklüyor, nereye götürüyor, diye sormak "Beni haktan,
hak yoldan sapıtıyorlar" diyerek dönmek gerekir. Ama bunları hiç
düşünmedin. Uyaranları ise irticacı olarak gördün.
Niçin doğduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, hayatın gerçek
anlamını, ölümün anlamını ve ölümden sonrasını merak etmeden
dünyaya gelip gittin. Hamam böceği, kertenkele ve evinde beslediğin
minnoş kedi de yaşamları boyunca bunları merak etmediler. Senin
onlara onların da sana hayli benzediğinizi söylesem. Bunun sebebini
de merak etmezsin sanırım!
alıntı