- Konum
- Cennet Şelaleleri. ♡
-
- Üyelik Tarihi
- 20 Ara 2012
-
- Mesajlar
- 4,143
-
- MFC Puanı
- 312
TAKDİM
KURAN-I KERİM VE MEÂL
A. Kuran-ı Kerim
Kuran-ı Kerim, Allahın kelamıdır. İnsanlığı dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırmak için son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)e Arapça olarak Cebrail aracılığıyla vahyedilmiştir. Hz. Peygamberden itibaren nesilden nesile tevatür yoluyla nakledilegelmiştir. Okunmasıyla da ibadet edilen bu ilahi kelam eşsizdir. Onun bir benzeri ortaya konulamamıştır, konulamaz.
Kuran-ı Kerim evrenseldir. İlahi kitapların sonuncusudur. Kıyamete kadar insanlığa yol gösterecek yegâne ilahi kitaptır. Allah, Kuran-ı Kerimi bizzat kendi korumasına almıştır. Onunla, daha önce indirdiği ilahi kitapların geçerliliğine son vermiştir. Zaten Kurandan önce indirilen ilahi kitaplar insanlar tarafından tahrif edilmiş bulunuyordu. Nitekim, önceki ilahi kitapların tahrif edildiği bizzat Kuran tarafından ifade edilmektedir. (Nisâ sûresi, âyet, 46; Mâide sûresi, âyet,13,14; Bakara sûresi, âyet, 85)
Kuran-ı Kerim, kendinden önceki diğer ilahi kitaplarda da yer alan, Allaha, peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, ahiret gününe, her şeyin Allahın takdir ve yaratmasıyla olduğuna iman; canın, malın, neslin, aklın ve dinin korunması gibi, dinin temel esaslarını yeniden ortaya koymuş, onlardaki gerçekleri tasdik etmiş, tahrif edilen hususları da düzeltmiştir.
Esas itibariyle, peygamberler tarafından insanlara tebliğ edilmiş olan dinin temel prensiplerinde değişiklik yoktur. Fakat zaman ve mekanın, sosyal şartların değişmesine paralel olarak ibadet şekillerinde ve bazı hükümlerde birtakım değişiklikler olmuştur. Allah, bir peygamberin getirdiği dinde olmayan bazı hükümleri, daha sonraki bir peygamberin dininde ortaya koymuştur. Önceki peygamberlerin getirdiği bazı hükümleri sonradan gönderdiği peygamberlerle ortadan kaldırmıştır.
Kuran-ı Kerimin içerdiği temel hüküm ve prensipler kıyamete kadar geçerlidir. Bunlar, zaman, mekan ve diğer şartlara bağlı olmaksızın süreklilik arz ederler. Her çağ ve toplumdaki müslümanlar için yönlendirici ve bağlayıcı niteliktedirler.
1.Kuran-ı Kerimin Nüzülü, Yazılışı, Ezberlenişi ve Mushaf Haline Getirilişi
Kuran-ı Kerim, vahiy yoluyla son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)e yaklaşık 23 sene zarfında nazil olmuştur. Hiçbir semavî kitaba nasib olmayan muazzam bir itina ve koruma ile tesbit edilmiştir. Bunun için Hz. Peygamber, birçok vahiy katibi edinmiş, âyetler nazil oldukça, vahiy katiplerine; hangi âyet, Kuran-ı Kerimin içinde hangi sûrenin neresine yerleştirilecekse, o şekilde talimat vererek yazdırmıştır.
Her âyet nazil oldukça vahiy katipleri onu bizzat Hz. Peygamberden alarak yazmışlar, sahabilerden birçoğu da inen âyetleri hemen ezberlemişlerdir.
Daha sonra gelen her nesilde binlerce müslüman Kuranı ezberlemeyi gelenek haline getirmişler ve bunu titizlikle sürdüregelmişlerdir.
Nazil olan âyetler, o günün yazı malzemeleriyle yazılıyor ve bunlar özenle muhafaza ediliyordu.
Hz. Peygamberin sağlığında bu şekilde tespit edilen Kuran-ı Kerim, Hz. Ebu Bekir zamanında, vahiy katiplerinden ve en iyi hafızlardan oluşturulan bir kurul tarafından hem hafızalardan hem de yazılı metinlerden kontrol edilerek titiz bir şekilde iki kapak arasına alınmak suretiyle mushaf haline getirilmiştir.
Hz. Osman döneminde ise, Hz. Ebubekir zamanında iki kapak arasına alınan mushaf çoğaltılarak o dönemin büyük İslam merkezlerine gönderilmiş, bir tanesi de Halifenin nezdinde kalmıştır.
2.Sûreler ve Âyetler
Kuran-ı Kerim, 114 sûreden oluşmaktadır. Bunların ilki Fâtiha, sonuncusu Nâs sûreleridir.
Sûre, kelime anlamı itibariyle yüksek makam, mevki, şan, şeref, alamet, bir şeyi diğerinden ayıran engel gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak ise sûre, Kuranın, en az üç âyet içeren ve özel bir adı bulunan, kısımlarından yani âyet gruplarından her biridir.
Âyet kelimesi sözlükte alamet, nişan, ibret, mucize, açık delil gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise, sûrelerin içinde yer alan, baş tarafı ve son tarafı belirlenmiş harf, kelime, cümle veya cümleler grubuna denir. Âyetlerin çoğu bir veya birkaç cümleden oluşurlar. Ancak kendi başına bir cümle oluşturmayan âyetler de vardır.
3.Kuran-ı Kerimin Mûcizeliği
Kuran-ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)in en büyük mucizesidir. O şiir olmadığı gibi nesir de değildir. Kendine özgü üslûbu olan ilahi bir nazımdır. İlk hitap ettiği toplumun dilini, herkesin bildiği anladığı kelimelerle öylesine güzel ve tatlı bir şekilde kullanmıştır ki, İslamın en azılı düşmanları bile onu dinlemekten kendilerini alamamışlardır.
Kuran-ı Kerim, nazil olurken Arap edebiyatı zirve dönemini yaşıyordu. Kuran-ı Kerim, o günün şairlerine ve ediplerine çağrıda bulunarak şöyle meydan okudu:
Eğer kulumuza (Muhammede) indirdiğimiz (Kuran) hakkında bir şüphe içindeyseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz; Allahtan başka şahitlerinizi de çağırın (ve bunu ispat edin) (Bakara sûresi, âyet, 23)
Kuran-ı Kerimin bu meydan okuyuşu karşısında en büyük Arap şairleri ve edipleri aciz kalmışlardır. Çünkü o Allah kelamıdır, eşsizdir. Onun icazına ve belagatına insan gücünün yetişmesi mümkün değildir. Kuranın bu meydan okuyuşu, kıyamete kadar sürecektir.
Kuran-ı Kerimin eşsizliğini ortaya koyan bildiğimiz, bilmediğimiz pek çok özelliği bulunmaktadır. Nazil olurken, gelecekte vuku bulacağını açıkladığı bazı olayların, haber verdiği şekilde gerçekleşmesinin tarihen sabit olması; insanlığın, hakkında hiç bilgi sahibi olmadığı bazı hususlarda bilgiler vermesi; insanın yaratılışı ve birtakım kainat olaylarının meydana gelişi gibi bazı ilmi gerçeklere ilişkin işaret ve ifadelerinin ilmen doğrulanması, onun Allahın sözü olduğunu ve eşsizliğini ortaya koymaktadır.
B.Tercüme ve Meâl
Kuran-ı Kerimin çağrısı tüm insanlara yöneliktir. İnsana, maddi, manevi, bireysel ve toplumsal her alanda rehberlik eder. Getirdiği birey ve toplum modelinin gerçekleşmesi için prensiplerinin hayata geçirilmesini, bunun için de okunup anlaşılmasını ısrarla ister. Kuranı okumaya teşvikin temel amacı, insanların, ilahi kelam ile ilişkisini sürekli ve bilinçli hale getirmektir. Namazda Kurandan belli miktarı okumanın farz olması da bu amaca yöneliktir.
Kuranın doğru yola iletme hedefinin gerçekleşmesi için onun, dili Arapça olmayan toplumlarca da anlaşılmasını sağlamak gerekmektedir. Bunun en pratik yolu da, ya Kuranın içeriğini belli konu başlıkları altında anlatan sistematik kitaplar yazmak, ya da Kuranı öteki dillere tercüme ve tefsir etmektir. Öteden beri ağırlıklı olarak başvurulan yol, birinci yol, yani kitap hazırlama yöntemi olmuştur. Zira bu yol, Kuranın getirdiği nizam hakkında pratik bir yoldur ve her düzeyden insanın gerekli bilgilere kolayca ulaşmasını sağlayacak niteliktedir. Bununla birlikte okuyucunun Kuranın içeriği ile birebir buluşması açısından tercüme çok önemlidir. Nitekim ilki, hicrî IV. asırda Farsçaya olmak üzere, Kuranın çeşitli dillere yapılmış birçok tercümesi bulunmaktadır.
1-Tercüme
Tercüme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmektir. Oysa bir dilden bir başka dile çeviri yapılırken ifade ve metinlerin manalarını ve inceliklerini tam olarak aktarmak mümkün olmamaktadır. Çünkü gerek dillerin kapasite, yapı ve edebi sanatlar yönünden birbirine denk olmayışı, gerek mütercimin kapasitesinin yetersizliği, tam bir tercümenin ortaya konmasını son derece zorlaştırmaktadır. Bu zorluk, çevrilecek metnin niteliği ve edebi üslubunun üstünlüğü oranında daha da büyür. Bu sebeple, tercüme edilen metnin lafızlarından veya manalarından ya da her ikisinden bazı fedakarlıklarda bulunmak kaçınılmaz olur. Zira mütercim ile tercüme dilinin eksikliğinden kaynaklanan engellerin bulunmayacağı durumlar olsa bile, dillerin ve dilleri konuşan kimselerin kendilerine has anlatım ve üslupları, duygu ve heyecanları vardır ki bunların başka dillerde kelime ve ifadelerle anlatılması mümkün değildir.
Bu açıdan bakınca Kuran-ı Kerim gibi mucize bir kelamın bir başka dile eşdeğer bir ifadeyle çevirilmesi imkansızdır. Dolayısıyla bir Kuran-ı Kerim tercümesi, ne kadar mükemmel olursa olsun, yine de yetersiz kalır.
2-Meâl
Meâl, bir şeyin özü, hulâsası, varacağı sonuç demektir. Kuran-ı Kerimin hiçbir dile tam bir çevirisi yapılamayacağı için, onun çevirilerine meâl denmektedir. Yani meâl, Kuran nazmının eksiksiz bir aktarılışı değil, sonuç itibariyle mütercimin, Kuran nazmından anladığı şeydir. Dolayısıyla hiçbir meâl ne kadar mükemmel olursa olsun, Kuran hükmünde değildir. Bunun içindir ki meâller, Kuranın insanlar üzerinde bıraktığı inanılmaz etkiyi hiçbir zaman gösterememektedirler.
İlk hitap ettiği toplumun konuştuğu dilin kelimelerinden seçilerek hiçbir beşerin güç yetiremeyeceği bir ahenkle dizilip en güzel nağmelerle dokunan Kuran nazmının, o insanlara hitab ederken kurduğu zihinsel ve duygusal iletişimi, meâller asla kuramamaktadır. Böyle bir iletişimin kurulması şöyle dursun, meâllerle normalde âyetlerin metin olarak muhtevasını düzgün bir şekilde aktarmak bile mümkün değildir. Çünkü bazen bir âyete, hepsi de doğru olmak üzere birçok meâl verilebilmektedir. Aynı şekilde Kuran nazmında çeşitli manalara gelebilen ortak anlamlı pek çok kelime vardır.
Bu anlamların hepsi meâle alındığı takdirde meâl, tefsire dönüşmektedir. Alınmadığında ise meâl, âyetlerin ve âyetlerde geçen bazı kelime ve kavramların anlamlarını daraltmış olmaktadır. Bunun yanında meâllerde Kuran-ı Kerimin mucizeliği, edebi güzelliği, ses ve üslûp özellikleri ve belagatı yansıtılamamaktadır. Bu yüzden ruhları coşturan, aklı ve düşünceyi fetheden, kalpleri tesiri altına alan Kuranın etkileyici ve canlı üslubu, meâllerde yerini kuru bir metne bırakmaktadır.
İşte bu sebeple, Kuranın mesajının insanların zihinlerine ve kalplerine etkili bir şekilde ulaştırılabilmesi ancak sağlam ve güvenilir tefsirlerle mümkün olabilir. Çünkü âyetlerin içerdiği bütün anlamlar meâllere sığmaz. Bu yüzden Kuranı doğru ve daha iyi bir şekilde anlamak isteyenlerin, ya bizzat kendilerinin Arapçayı iyi bilip tefsir metedolojisine vakıf olmaları, ya da güvenilir tefsirlerden yararlanmaları gerekir.
Kuran-ı Kerim, şüphesiz apaçık ve anlaşılır bir kitaptır. Onun âyetlerinden pınardan suyun fışkırdığı gibi birçok manalar fışkırır. Mütercim ondan bir mana anlar ve onu aktarır; fakat onun anladığı manadan başka manalar da âyetlerde kendini göstermeye devam eder. Demek ki meâller Kuran âyetlerinden bir veya iki mana aktarsa da, âyetlerden anlaşılabilecek daha pek çok manalar kalabilmektedir. Bu yüzden okuyucu, Kuranı meâllerle ölçmeye kalkmamalıdır. Kuran bu meâllerden ibaret değildir. Meâller itinalı ve doğru yapılabildiği takdirde yalnızca Kurandan anlaşılan manalardan birer demettir. Âyetlerin içerdiği itikâdî, ilmî, hukûkî, sosyal, ahlakî, tarihî ve benzeri daha nice hikmet dolu hükümlerin doğru bir şekilde anlaşılabilmesi ise, mutlaka güvenilir tefsirlere ihtiyaç hissettirmektedir.
Bir meâl ne kadar mükemmel olursa olsun Kuran değildir. İşte bu sebeple tefsirlere müfessirlerin yorumlarının karıştığı, bundan dolayı tefsirleri bir kenara bırakarak Kuran-ı Kerimi doğrudan meâllerinden anlamak gerektiği yolundaki iddialar gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü meâller Kurandan mütercimin anlayabildiği kadar bazı şeyleri aktarabilirse de Kuranın mesajını hakkıyla ortaya koyamaz.
Bu söylediklerimizden, Kuranın meâlinin yapılmaması gerektiği sonucuna varılmamalıdır. Bütün bunlar, meâllerin Kuran-ı Kerimin yerine konamayacağını anlatmak içindir. Yoksa Kuran-ı Kerimden yararlanmak noktasında elbette meâllere ihtiyaç vardır.
Allah tarafından son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)e, ilk hitap ettiği toplumun dili Arapça ile nazil olan Kuran-ı Kerimin mesajını öğrenmek, her müslümanın hakkı ve vazifesidir. Arapça bilmeyenler için Kuranı Kerim eskiden beri birçok dile tercüme edilegelmiştir.
Türkler de müslüman oldukları dönemden itibaren Kuranı anlamak için tercümeler yapmışlardır. İlk tercümeler kelime kelime (satır arası) yapılan tercümelerdir. İlk Türkçe tercüme de Uygur Türkçesiyledir. Meâl ve tefsir çalışmaları Cumhuriyet döneminde hız kazanmıştır.
Yüce Rabbimizin bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kuran-ı Kerim, sadece Araplar ve Arapçayı bilenler için değil, bütün insanları dalâletten korumak, onlara hakkı ve hakikatı öğretmek, hidayet ve gerçek seadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kuran-ı Kerimin bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalblere yerleşmesi gerekir.
C.Kuran Okumak
Müslümanlar baştan beri Kuran-ı Kerimi gereği gibi okumak, anlamak ve hayata geçirmek için büyük çaba göstermişlerdir. Bu çabaların sonucunda, Kuranı okumaya yönelik olarak kıraat ilimleri, anlamaya yönelik olarak da tefsir ve tefsire ilişkin ilimler ortaya çıkmış ve gelişmiştir.
Bu verimli çalışmalar, asırlar boyu süregelen Kuran ilimlerine ve tefsire ilişkin daha sonraki çalışmalara ışık tutmuş ve temel teşkil etmiştir. Bundan sonra da aynı fonksiyonu sürdürecektir. Bu temele dayalı olarak gün geçtikçe Kuran-ı Kerim yeni yeni işaretler ve mesajlar vermeye ve daha nice hakikatleri yansıtmaya devam edecektir.
Kuranı okurken şu hususlara özellikle dikkat edilmelidir:
Kuran-ı Kerimde tek başına anlaşılabilecek pek çok âyet bulunmakla birlikte bazı âyetlerin, mutlaka Kuranın bütünlüğü içinde ele alınması zorunludur. Birbirini açıklar mahiyetteki âyetler, birlikte göz önüne alınmadığı takdirde, yanlış ve eksik anlamalar söz konusu olabilir. Bu yüzden birbiriyle bağlantılı âyetler, mutlaka birlikte değerlendirilmelidir.
İkinci olarak, Hz.Peygamberin Kuranı anlayış ve hayata geçirişine bakmak gerekir. Herhangi bir âyet hakkında ondan sahih bir açıklama gelmişse; âyet-i kerime, öncelikle bu doğrultuda anlaşılmalıdır. Âyetler, Resûlüllahın anlayış ve açıklamalarına aykırı düşecek bir şekilde yorumlanamaz. Kuran-Sünnet bütünlüğü açısından bu, son derece önemlidir. Zaten bazı âyetlerin doğru anlaşılabilmesi, ancak Hz.Peygamberin tefsir ve uygulamasıyla mümkün olabilmektedir.
Kuran-ı Kerimi doğru ve güzel bir şekilde anlayıp yorumlayabilmek için, İslamın ilk üç kuşağının anlayış ve açıklamalarını da dikkate almak gerekir. Çünkü ilk kuşak (Sahabe), Kuranın nazil oluşuna ve Hz.Peygamberin onu anlayış ve hayata geçirişine tanık olan nesildir. İkinci kuşak (Tabiin) ise, bu ilk kuşakla iç içe yaşayan ve Resûlüllahın Kuranı nasıl anlayıp tefsir ettiğini ve nasıl hayata geçirdiğini onlardan aktaran nesildir. Üçüncü kuşak olan Tebeüt-Tabiin ise ikinci kuşağın öğrencileridir.
Bu üç kuşak, âyetlerin nüzul sebeplerini bildiklerinden, âyetlerin öncelikli bağlamlarını da çok iyi tanımaktadırlar. Âyetlerin doğru anlaşılmasında indiriliş sebeplerinin göz önünde bulundurulması ise, son derece önemlidir.
Bunlara ilaveten, Arapçayı çok iyi bilen, güvenilir dil bilginlerinin açıklamalarına bakılır. Kuran-ı Kerimin anlaşılmasında izlenen ve bütün ilim adamlarınca kabul edilen temel yöntem, budur. Kuranın doğru ve güzel bir şekilde anlaşılabilmesi için bu usulün izlenmesi gerekir. Yoksa birtakım yanlış ve eksik anlamalardan kurtulmak mümkün olmaz. İşte bunun için meâllerin yanında güvenilir tefsirlere ihtiyaç vardır.
Bilindiği gibi İslamın ana kaynağı Kurandır. Bu ana kaynak, Hz.Peygamberin Sünnetinin de dinin kaynağı olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak burada önemli olan, Sünnetin bize sahih olarak ulaşmış olmasıdır. Bu itibarla Hz.Peygamberin Sünneti, Kurandan sonra İslam dininin ikinci kaynağıdır. Bundan sonra ümmetin icmaı ve ilim adamlarının ictihatları gelir. Dolayısıyla herhangi bir konuda İslamda şu şöyledir diye hüküm verebilmek için belli düzeyde bir ilmi birikime sahip olmak ve dini hükümler konusunda izlenen usulü bilmek gerekir. Bu sebeple böyle bir ilmi birikime sahip olmayanlar, yalnızca Kuran-ı Kerim meâllerine bakarak dini hükümler çıkarmaya kalkmamalıdırlar.
Kuran-ı Kerim okumak, Kuran tilaveti olarak da ifade edilir. Kuran tilavetinin kendine has usul ve adabı vardır. Kuran-ı Kerim, huşû içinde tane tane, kelimelerin ve harflerin hakkını vererek; düşünüp mesajını kavramaya çalışarak ve tecvid kurallarına uygun olarak okunur. Kuran-ı Kerimin bu şekilde okunması bizzat Kuran-ı Kerimin talimatıdır. Bu prensip çerçevesinde müslümanlar Kuran-ı Kerimin kıraatini Hz. Peygamberden nasıl işittilerse öylece okuyagelmişler ve bu okuyuş tarzını bir emanet olarak kuşaktan kuşağa titizlikle nakletmişlerdir.
Kuran-ı Kerim okurken son derece ihlâslı olmalı, onun Allah kelamı olduğunun bilinci içinde bulunarak bütün varlığıyla ona yoğunlaşıp zihnini başka düşüncelerden arındırmalıdır. Kuranın doğrudan kendine hitap ettiğini düşünerek okuduğu âyetlerden etkilenmelidir.
Namazda Kuranın orijinal nazmının dışında tercümesi veya meâli okunmaz. Zira yukarıda da belirtildiği gibi Kuranın hiçbir meâli Kuran değildir. Çünkü indirildiği lafızların dışında, Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana, Allahın kelamı değil, mütercimin ondan anladığıdır. Oysa Kuranın mucizeliği yalnızca anlamda değildir. Bu özellik, Kuranın lafızlarında da vardır. Bu sebeple Kuran-ı Kerim namazda ancak aslî şekliyle ve orijinal lafızlarıyla okunur. Değişik diller konuşan bütün müslümanların günlük ibadetleri olan namazda ortak bir özellik olarak Kuranı orijinal şekliyle okumaları, evrensel bir din olan İslam dininin müminler arasında vücuda getirdiği ibadet birliğinin bir tezahürü olarak kendini gösterir.
Bununla beraber bir müslümanın en azından namazda okuduğu âyet ve sûrelerin anlamlarını öğrenmeye ve bunları anlayarak ve duyarak okumaya çalışması bizzat Kuranın istediği bir husustur.
Kuran meâlleri doğrudan doğruya Kuran olmamakla beraber, Kurandan yansımalar niteliğinde olduklarından, onları insan sözü olan diğer metinlerle bir görmemek gerekir. Bu sebeple, Kuranın çeviri ve meâllerine de gerekli saygı gösterilmelidir. Çünkü Kuranın aslını okumak nasıl bir ibadet ve taat ise meâlini okumak da sevap kazandırıcı bir iştir.
Elinizdeki Meâl
Elinizdeki Meâl Kuran-ı Kerimi okumak, anlamaya çalışmak ve onun ışığından yararlanmak, samimi her Müslümanın en büyük arzusudur. Ayrıca, Kuranın davet ve mesajının, tüm insanlığa doğru bir şekilde ulaştırılması, bu işe ehil olan müslümanların görevidir.
Diğer taraftan, Kuran-ı Kerimin, hiç olmazsa belli bir seviyede anlaşılabilmesi için, ülkemizde, özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren meâllere karşı ilgi ve talep yoğunlaşmıştır. Bu ilgi ve talep, piyasaya bir çok meâlin çıkmasına sebep olmuştur. Bunların içinde, gerekli özen gösterilerek hazırlananların oranının düşük olduğunu söylemek yanlış olmaz. Belki de bu sebepten, haklı olarak halkımız, yukarıda sözünü ettiğimiz talebi, Diyanet İşleri Başkanlığının karşılamasını arzu etmektedir.
1930lu yıllarda Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIRın Hak Dini Kuran Dili adlı değerli eserini neşrederek çok önemli bir hizmeti yerine getirmiş olan Diyanet İşleri Başkanlığı, daha sonra ilk baskısı 1961 yılında yapılan Kuran-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meâl) adlı Kuran meâlini neşretmiştir. Bir çok baskısı yapılan bu meâl, 1990lara kadar Başkanlığın meâli olarak hizmet görmüştür. Başkanlıkça bu meâlin basımını sürdürme imkanı kalmayınca; Diyanet İşleri Başkanlığı, halktan gelen yoğun talebi de göz önüne alarak, yeni bir meâl hazırlamaya karar vermiştir. İşte, Din İşleri Yüksek Kurulunca hazırlanan elinizdeki meâl, Başkanlığın yerine getirmesi gereken bu önemli görevi ifa etmek ve halkın bu konudaki yoğun talebine cevap verebilmek ümidi ve düşüncesiyle meydana getirilmiştir. Şunu özellikle belirtmek gerekir ki, Başkanlık, bu görevi yerine getirmeye çalışırken, daha önce defalarca belirtildiği üzere, Kuran-ı Kerimin hiçbir dile hakkıyla çevirisinin mümkün olmayacağının bilincindedir.
Elinizdeki meâlde mümkün mertebe sade bir dil kullanılmaya çalışılmıştır. Bazı âyetlerin meâlleri verilirken, âyetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, dipnotlarda, ilgili başka âyetlere atıflar yapılmıştır.
Kuranda birden fazla yerde geçen belli fiil, terim ve isimlerin meâllerinde birliği sağlayabilmek için, zaruret olmadıkça, aynı karşılıkların kullanılmasına özen gösterilmiştir.
Bazı âyetlere dipnotlarda kısa açıklamalar getirilmiştir.Bilindiği gibi pek çok yerde Kuran-ı Kerimin kısa ve özlü bir anlatım tarzı vardır. Bu anlatım tarzında, sözün uzamaması için, bazı hususlar, söylenmeden geçilir. Arapçaya vakıf olanlar, sözün akışından, söylenmeyenleri de kavramakta güçlük çekmezler. Âyetlerin meâli verilirken, bu hususlar, ihtiyaca göre parantez içi açıklamalarla verilmeye çalışılmış, ancak parantezlerin, cümlelerin akıcılığını engellemeyecek şekilde olmasına gayret gösterilmiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığının, İslam dininin birinci kaynağı Kuran-ı Kerimin doğru anlaşılabilmesi ve anlatılabilmesi yolundaki çabaları sürmektedir ve sürecektir. Meâl konusundaki çalışmaları da elinizdeki bu meâlle noktalanmış değildir. Bu meâlin daha iyi hale gelebilmesi için çalışmalar sürdürülürken, ehliyetli ilim adamlarının eleştiri ve tavsiyelerinin hiç şüphesiz çok büyük katkıları olacaktır.
Meâli hazırlayan Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerimize, redakte eden ve yayına hazırlanmasında emeği geçen tüm personelimize teşekkür eder, meâlin Kuran-ı Kerimin doğru anlaşılmasında katkı sağlamasını dilerim. Bizi Sırat-ı Müstakimden ayırmamasını ve bizleri iyi işler yapmaya muvaffak kılmasını, eksikliklerimizi bağışlamasını Cenab-ı Haktan niyaz ederim.
Mehmet Nuri YILMAZ
Diyanet İşleri Başkanı
KURAN-I KERİM VE MEÂL
A. Kuran-ı Kerim
Kuran-ı Kerim, Allahın kelamıdır. İnsanlığı dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırmak için son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)e Arapça olarak Cebrail aracılığıyla vahyedilmiştir. Hz. Peygamberden itibaren nesilden nesile tevatür yoluyla nakledilegelmiştir. Okunmasıyla da ibadet edilen bu ilahi kelam eşsizdir. Onun bir benzeri ortaya konulamamıştır, konulamaz.
Kuran-ı Kerim evrenseldir. İlahi kitapların sonuncusudur. Kıyamete kadar insanlığa yol gösterecek yegâne ilahi kitaptır. Allah, Kuran-ı Kerimi bizzat kendi korumasına almıştır. Onunla, daha önce indirdiği ilahi kitapların geçerliliğine son vermiştir. Zaten Kurandan önce indirilen ilahi kitaplar insanlar tarafından tahrif edilmiş bulunuyordu. Nitekim, önceki ilahi kitapların tahrif edildiği bizzat Kuran tarafından ifade edilmektedir. (Nisâ sûresi, âyet, 46; Mâide sûresi, âyet,13,14; Bakara sûresi, âyet, 85)
Kuran-ı Kerim, kendinden önceki diğer ilahi kitaplarda da yer alan, Allaha, peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, ahiret gününe, her şeyin Allahın takdir ve yaratmasıyla olduğuna iman; canın, malın, neslin, aklın ve dinin korunması gibi, dinin temel esaslarını yeniden ortaya koymuş, onlardaki gerçekleri tasdik etmiş, tahrif edilen hususları da düzeltmiştir.
Esas itibariyle, peygamberler tarafından insanlara tebliğ edilmiş olan dinin temel prensiplerinde değişiklik yoktur. Fakat zaman ve mekanın, sosyal şartların değişmesine paralel olarak ibadet şekillerinde ve bazı hükümlerde birtakım değişiklikler olmuştur. Allah, bir peygamberin getirdiği dinde olmayan bazı hükümleri, daha sonraki bir peygamberin dininde ortaya koymuştur. Önceki peygamberlerin getirdiği bazı hükümleri sonradan gönderdiği peygamberlerle ortadan kaldırmıştır.
Kuran-ı Kerimin içerdiği temel hüküm ve prensipler kıyamete kadar geçerlidir. Bunlar, zaman, mekan ve diğer şartlara bağlı olmaksızın süreklilik arz ederler. Her çağ ve toplumdaki müslümanlar için yönlendirici ve bağlayıcı niteliktedirler.
1.Kuran-ı Kerimin Nüzülü, Yazılışı, Ezberlenişi ve Mushaf Haline Getirilişi
Kuran-ı Kerim, vahiy yoluyla son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)e yaklaşık 23 sene zarfında nazil olmuştur. Hiçbir semavî kitaba nasib olmayan muazzam bir itina ve koruma ile tesbit edilmiştir. Bunun için Hz. Peygamber, birçok vahiy katibi edinmiş, âyetler nazil oldukça, vahiy katiplerine; hangi âyet, Kuran-ı Kerimin içinde hangi sûrenin neresine yerleştirilecekse, o şekilde talimat vererek yazdırmıştır.
Her âyet nazil oldukça vahiy katipleri onu bizzat Hz. Peygamberden alarak yazmışlar, sahabilerden birçoğu da inen âyetleri hemen ezberlemişlerdir.
Daha sonra gelen her nesilde binlerce müslüman Kuranı ezberlemeyi gelenek haline getirmişler ve bunu titizlikle sürdüregelmişlerdir.
Nazil olan âyetler, o günün yazı malzemeleriyle yazılıyor ve bunlar özenle muhafaza ediliyordu.
Hz. Peygamberin sağlığında bu şekilde tespit edilen Kuran-ı Kerim, Hz. Ebu Bekir zamanında, vahiy katiplerinden ve en iyi hafızlardan oluşturulan bir kurul tarafından hem hafızalardan hem de yazılı metinlerden kontrol edilerek titiz bir şekilde iki kapak arasına alınmak suretiyle mushaf haline getirilmiştir.
Hz. Osman döneminde ise, Hz. Ebubekir zamanında iki kapak arasına alınan mushaf çoğaltılarak o dönemin büyük İslam merkezlerine gönderilmiş, bir tanesi de Halifenin nezdinde kalmıştır.
2.Sûreler ve Âyetler
Kuran-ı Kerim, 114 sûreden oluşmaktadır. Bunların ilki Fâtiha, sonuncusu Nâs sûreleridir.
Sûre, kelime anlamı itibariyle yüksek makam, mevki, şan, şeref, alamet, bir şeyi diğerinden ayıran engel gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak ise sûre, Kuranın, en az üç âyet içeren ve özel bir adı bulunan, kısımlarından yani âyet gruplarından her biridir.
Âyet kelimesi sözlükte alamet, nişan, ibret, mucize, açık delil gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise, sûrelerin içinde yer alan, baş tarafı ve son tarafı belirlenmiş harf, kelime, cümle veya cümleler grubuna denir. Âyetlerin çoğu bir veya birkaç cümleden oluşurlar. Ancak kendi başına bir cümle oluşturmayan âyetler de vardır.
3.Kuran-ı Kerimin Mûcizeliği
Kuran-ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)in en büyük mucizesidir. O şiir olmadığı gibi nesir de değildir. Kendine özgü üslûbu olan ilahi bir nazımdır. İlk hitap ettiği toplumun dilini, herkesin bildiği anladığı kelimelerle öylesine güzel ve tatlı bir şekilde kullanmıştır ki, İslamın en azılı düşmanları bile onu dinlemekten kendilerini alamamışlardır.
Kuran-ı Kerim, nazil olurken Arap edebiyatı zirve dönemini yaşıyordu. Kuran-ı Kerim, o günün şairlerine ve ediplerine çağrıda bulunarak şöyle meydan okudu:
Eğer kulumuza (Muhammede) indirdiğimiz (Kuran) hakkında bir şüphe içindeyseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz; Allahtan başka şahitlerinizi de çağırın (ve bunu ispat edin) (Bakara sûresi, âyet, 23)
Kuran-ı Kerimin bu meydan okuyuşu karşısında en büyük Arap şairleri ve edipleri aciz kalmışlardır. Çünkü o Allah kelamıdır, eşsizdir. Onun icazına ve belagatına insan gücünün yetişmesi mümkün değildir. Kuranın bu meydan okuyuşu, kıyamete kadar sürecektir.
Kuran-ı Kerimin eşsizliğini ortaya koyan bildiğimiz, bilmediğimiz pek çok özelliği bulunmaktadır. Nazil olurken, gelecekte vuku bulacağını açıkladığı bazı olayların, haber verdiği şekilde gerçekleşmesinin tarihen sabit olması; insanlığın, hakkında hiç bilgi sahibi olmadığı bazı hususlarda bilgiler vermesi; insanın yaratılışı ve birtakım kainat olaylarının meydana gelişi gibi bazı ilmi gerçeklere ilişkin işaret ve ifadelerinin ilmen doğrulanması, onun Allahın sözü olduğunu ve eşsizliğini ortaya koymaktadır.
B.Tercüme ve Meâl
Kuran-ı Kerimin çağrısı tüm insanlara yöneliktir. İnsana, maddi, manevi, bireysel ve toplumsal her alanda rehberlik eder. Getirdiği birey ve toplum modelinin gerçekleşmesi için prensiplerinin hayata geçirilmesini, bunun için de okunup anlaşılmasını ısrarla ister. Kuranı okumaya teşvikin temel amacı, insanların, ilahi kelam ile ilişkisini sürekli ve bilinçli hale getirmektir. Namazda Kurandan belli miktarı okumanın farz olması da bu amaca yöneliktir.
Kuranın doğru yola iletme hedefinin gerçekleşmesi için onun, dili Arapça olmayan toplumlarca da anlaşılmasını sağlamak gerekmektedir. Bunun en pratik yolu da, ya Kuranın içeriğini belli konu başlıkları altında anlatan sistematik kitaplar yazmak, ya da Kuranı öteki dillere tercüme ve tefsir etmektir. Öteden beri ağırlıklı olarak başvurulan yol, birinci yol, yani kitap hazırlama yöntemi olmuştur. Zira bu yol, Kuranın getirdiği nizam hakkında pratik bir yoldur ve her düzeyden insanın gerekli bilgilere kolayca ulaşmasını sağlayacak niteliktedir. Bununla birlikte okuyucunun Kuranın içeriği ile birebir buluşması açısından tercüme çok önemlidir. Nitekim ilki, hicrî IV. asırda Farsçaya olmak üzere, Kuranın çeşitli dillere yapılmış birçok tercümesi bulunmaktadır.
1-Tercüme
Tercüme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmektir. Oysa bir dilden bir başka dile çeviri yapılırken ifade ve metinlerin manalarını ve inceliklerini tam olarak aktarmak mümkün olmamaktadır. Çünkü gerek dillerin kapasite, yapı ve edebi sanatlar yönünden birbirine denk olmayışı, gerek mütercimin kapasitesinin yetersizliği, tam bir tercümenin ortaya konmasını son derece zorlaştırmaktadır. Bu zorluk, çevrilecek metnin niteliği ve edebi üslubunun üstünlüğü oranında daha da büyür. Bu sebeple, tercüme edilen metnin lafızlarından veya manalarından ya da her ikisinden bazı fedakarlıklarda bulunmak kaçınılmaz olur. Zira mütercim ile tercüme dilinin eksikliğinden kaynaklanan engellerin bulunmayacağı durumlar olsa bile, dillerin ve dilleri konuşan kimselerin kendilerine has anlatım ve üslupları, duygu ve heyecanları vardır ki bunların başka dillerde kelime ve ifadelerle anlatılması mümkün değildir.
Bu açıdan bakınca Kuran-ı Kerim gibi mucize bir kelamın bir başka dile eşdeğer bir ifadeyle çevirilmesi imkansızdır. Dolayısıyla bir Kuran-ı Kerim tercümesi, ne kadar mükemmel olursa olsun, yine de yetersiz kalır.
2-Meâl
Meâl, bir şeyin özü, hulâsası, varacağı sonuç demektir. Kuran-ı Kerimin hiçbir dile tam bir çevirisi yapılamayacağı için, onun çevirilerine meâl denmektedir. Yani meâl, Kuran nazmının eksiksiz bir aktarılışı değil, sonuç itibariyle mütercimin, Kuran nazmından anladığı şeydir. Dolayısıyla hiçbir meâl ne kadar mükemmel olursa olsun, Kuran hükmünde değildir. Bunun içindir ki meâller, Kuranın insanlar üzerinde bıraktığı inanılmaz etkiyi hiçbir zaman gösterememektedirler.
İlk hitap ettiği toplumun konuştuğu dilin kelimelerinden seçilerek hiçbir beşerin güç yetiremeyeceği bir ahenkle dizilip en güzel nağmelerle dokunan Kuran nazmının, o insanlara hitab ederken kurduğu zihinsel ve duygusal iletişimi, meâller asla kuramamaktadır. Böyle bir iletişimin kurulması şöyle dursun, meâllerle normalde âyetlerin metin olarak muhtevasını düzgün bir şekilde aktarmak bile mümkün değildir. Çünkü bazen bir âyete, hepsi de doğru olmak üzere birçok meâl verilebilmektedir. Aynı şekilde Kuran nazmında çeşitli manalara gelebilen ortak anlamlı pek çok kelime vardır.
Bu anlamların hepsi meâle alındığı takdirde meâl, tefsire dönüşmektedir. Alınmadığında ise meâl, âyetlerin ve âyetlerde geçen bazı kelime ve kavramların anlamlarını daraltmış olmaktadır. Bunun yanında meâllerde Kuran-ı Kerimin mucizeliği, edebi güzelliği, ses ve üslûp özellikleri ve belagatı yansıtılamamaktadır. Bu yüzden ruhları coşturan, aklı ve düşünceyi fetheden, kalpleri tesiri altına alan Kuranın etkileyici ve canlı üslubu, meâllerde yerini kuru bir metne bırakmaktadır.
İşte bu sebeple, Kuranın mesajının insanların zihinlerine ve kalplerine etkili bir şekilde ulaştırılabilmesi ancak sağlam ve güvenilir tefsirlerle mümkün olabilir. Çünkü âyetlerin içerdiği bütün anlamlar meâllere sığmaz. Bu yüzden Kuranı doğru ve daha iyi bir şekilde anlamak isteyenlerin, ya bizzat kendilerinin Arapçayı iyi bilip tefsir metedolojisine vakıf olmaları, ya da güvenilir tefsirlerden yararlanmaları gerekir.
Kuran-ı Kerim, şüphesiz apaçık ve anlaşılır bir kitaptır. Onun âyetlerinden pınardan suyun fışkırdığı gibi birçok manalar fışkırır. Mütercim ondan bir mana anlar ve onu aktarır; fakat onun anladığı manadan başka manalar da âyetlerde kendini göstermeye devam eder. Demek ki meâller Kuran âyetlerinden bir veya iki mana aktarsa da, âyetlerden anlaşılabilecek daha pek çok manalar kalabilmektedir. Bu yüzden okuyucu, Kuranı meâllerle ölçmeye kalkmamalıdır. Kuran bu meâllerden ibaret değildir. Meâller itinalı ve doğru yapılabildiği takdirde yalnızca Kurandan anlaşılan manalardan birer demettir. Âyetlerin içerdiği itikâdî, ilmî, hukûkî, sosyal, ahlakî, tarihî ve benzeri daha nice hikmet dolu hükümlerin doğru bir şekilde anlaşılabilmesi ise, mutlaka güvenilir tefsirlere ihtiyaç hissettirmektedir.
Bir meâl ne kadar mükemmel olursa olsun Kuran değildir. İşte bu sebeple tefsirlere müfessirlerin yorumlarının karıştığı, bundan dolayı tefsirleri bir kenara bırakarak Kuran-ı Kerimi doğrudan meâllerinden anlamak gerektiği yolundaki iddialar gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü meâller Kurandan mütercimin anlayabildiği kadar bazı şeyleri aktarabilirse de Kuranın mesajını hakkıyla ortaya koyamaz.
Bu söylediklerimizden, Kuranın meâlinin yapılmaması gerektiği sonucuna varılmamalıdır. Bütün bunlar, meâllerin Kuran-ı Kerimin yerine konamayacağını anlatmak içindir. Yoksa Kuran-ı Kerimden yararlanmak noktasında elbette meâllere ihtiyaç vardır.
Allah tarafından son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)e, ilk hitap ettiği toplumun dili Arapça ile nazil olan Kuran-ı Kerimin mesajını öğrenmek, her müslümanın hakkı ve vazifesidir. Arapça bilmeyenler için Kuranı Kerim eskiden beri birçok dile tercüme edilegelmiştir.
Türkler de müslüman oldukları dönemden itibaren Kuranı anlamak için tercümeler yapmışlardır. İlk tercümeler kelime kelime (satır arası) yapılan tercümelerdir. İlk Türkçe tercüme de Uygur Türkçesiyledir. Meâl ve tefsir çalışmaları Cumhuriyet döneminde hız kazanmıştır.
Yüce Rabbimizin bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kuran-ı Kerim, sadece Araplar ve Arapçayı bilenler için değil, bütün insanları dalâletten korumak, onlara hakkı ve hakikatı öğretmek, hidayet ve gerçek seadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kuran-ı Kerimin bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalblere yerleşmesi gerekir.
C.Kuran Okumak
Müslümanlar baştan beri Kuran-ı Kerimi gereği gibi okumak, anlamak ve hayata geçirmek için büyük çaba göstermişlerdir. Bu çabaların sonucunda, Kuranı okumaya yönelik olarak kıraat ilimleri, anlamaya yönelik olarak da tefsir ve tefsire ilişkin ilimler ortaya çıkmış ve gelişmiştir.
Bu verimli çalışmalar, asırlar boyu süregelen Kuran ilimlerine ve tefsire ilişkin daha sonraki çalışmalara ışık tutmuş ve temel teşkil etmiştir. Bundan sonra da aynı fonksiyonu sürdürecektir. Bu temele dayalı olarak gün geçtikçe Kuran-ı Kerim yeni yeni işaretler ve mesajlar vermeye ve daha nice hakikatleri yansıtmaya devam edecektir.
Kuranı okurken şu hususlara özellikle dikkat edilmelidir:
Kuran-ı Kerimde tek başına anlaşılabilecek pek çok âyet bulunmakla birlikte bazı âyetlerin, mutlaka Kuranın bütünlüğü içinde ele alınması zorunludur. Birbirini açıklar mahiyetteki âyetler, birlikte göz önüne alınmadığı takdirde, yanlış ve eksik anlamalar söz konusu olabilir. Bu yüzden birbiriyle bağlantılı âyetler, mutlaka birlikte değerlendirilmelidir.
İkinci olarak, Hz.Peygamberin Kuranı anlayış ve hayata geçirişine bakmak gerekir. Herhangi bir âyet hakkında ondan sahih bir açıklama gelmişse; âyet-i kerime, öncelikle bu doğrultuda anlaşılmalıdır. Âyetler, Resûlüllahın anlayış ve açıklamalarına aykırı düşecek bir şekilde yorumlanamaz. Kuran-Sünnet bütünlüğü açısından bu, son derece önemlidir. Zaten bazı âyetlerin doğru anlaşılabilmesi, ancak Hz.Peygamberin tefsir ve uygulamasıyla mümkün olabilmektedir.
Kuran-ı Kerimi doğru ve güzel bir şekilde anlayıp yorumlayabilmek için, İslamın ilk üç kuşağının anlayış ve açıklamalarını da dikkate almak gerekir. Çünkü ilk kuşak (Sahabe), Kuranın nazil oluşuna ve Hz.Peygamberin onu anlayış ve hayata geçirişine tanık olan nesildir. İkinci kuşak (Tabiin) ise, bu ilk kuşakla iç içe yaşayan ve Resûlüllahın Kuranı nasıl anlayıp tefsir ettiğini ve nasıl hayata geçirdiğini onlardan aktaran nesildir. Üçüncü kuşak olan Tebeüt-Tabiin ise ikinci kuşağın öğrencileridir.
Bu üç kuşak, âyetlerin nüzul sebeplerini bildiklerinden, âyetlerin öncelikli bağlamlarını da çok iyi tanımaktadırlar. Âyetlerin doğru anlaşılmasında indiriliş sebeplerinin göz önünde bulundurulması ise, son derece önemlidir.
Bunlara ilaveten, Arapçayı çok iyi bilen, güvenilir dil bilginlerinin açıklamalarına bakılır. Kuran-ı Kerimin anlaşılmasında izlenen ve bütün ilim adamlarınca kabul edilen temel yöntem, budur. Kuranın doğru ve güzel bir şekilde anlaşılabilmesi için bu usulün izlenmesi gerekir. Yoksa birtakım yanlış ve eksik anlamalardan kurtulmak mümkün olmaz. İşte bunun için meâllerin yanında güvenilir tefsirlere ihtiyaç vardır.
Bilindiği gibi İslamın ana kaynağı Kurandır. Bu ana kaynak, Hz.Peygamberin Sünnetinin de dinin kaynağı olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak burada önemli olan, Sünnetin bize sahih olarak ulaşmış olmasıdır. Bu itibarla Hz.Peygamberin Sünneti, Kurandan sonra İslam dininin ikinci kaynağıdır. Bundan sonra ümmetin icmaı ve ilim adamlarının ictihatları gelir. Dolayısıyla herhangi bir konuda İslamda şu şöyledir diye hüküm verebilmek için belli düzeyde bir ilmi birikime sahip olmak ve dini hükümler konusunda izlenen usulü bilmek gerekir. Bu sebeple böyle bir ilmi birikime sahip olmayanlar, yalnızca Kuran-ı Kerim meâllerine bakarak dini hükümler çıkarmaya kalkmamalıdırlar.
Kuran-ı Kerim okumak, Kuran tilaveti olarak da ifade edilir. Kuran tilavetinin kendine has usul ve adabı vardır. Kuran-ı Kerim, huşû içinde tane tane, kelimelerin ve harflerin hakkını vererek; düşünüp mesajını kavramaya çalışarak ve tecvid kurallarına uygun olarak okunur. Kuran-ı Kerimin bu şekilde okunması bizzat Kuran-ı Kerimin talimatıdır. Bu prensip çerçevesinde müslümanlar Kuran-ı Kerimin kıraatini Hz. Peygamberden nasıl işittilerse öylece okuyagelmişler ve bu okuyuş tarzını bir emanet olarak kuşaktan kuşağa titizlikle nakletmişlerdir.
Kuran-ı Kerim okurken son derece ihlâslı olmalı, onun Allah kelamı olduğunun bilinci içinde bulunarak bütün varlığıyla ona yoğunlaşıp zihnini başka düşüncelerden arındırmalıdır. Kuranın doğrudan kendine hitap ettiğini düşünerek okuduğu âyetlerden etkilenmelidir.
Namazda Kuranın orijinal nazmının dışında tercümesi veya meâli okunmaz. Zira yukarıda da belirtildiği gibi Kuranın hiçbir meâli Kuran değildir. Çünkü indirildiği lafızların dışında, Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana, Allahın kelamı değil, mütercimin ondan anladığıdır. Oysa Kuranın mucizeliği yalnızca anlamda değildir. Bu özellik, Kuranın lafızlarında da vardır. Bu sebeple Kuran-ı Kerim namazda ancak aslî şekliyle ve orijinal lafızlarıyla okunur. Değişik diller konuşan bütün müslümanların günlük ibadetleri olan namazda ortak bir özellik olarak Kuranı orijinal şekliyle okumaları, evrensel bir din olan İslam dininin müminler arasında vücuda getirdiği ibadet birliğinin bir tezahürü olarak kendini gösterir.
Bununla beraber bir müslümanın en azından namazda okuduğu âyet ve sûrelerin anlamlarını öğrenmeye ve bunları anlayarak ve duyarak okumaya çalışması bizzat Kuranın istediği bir husustur.
Kuran meâlleri doğrudan doğruya Kuran olmamakla beraber, Kurandan yansımalar niteliğinde olduklarından, onları insan sözü olan diğer metinlerle bir görmemek gerekir. Bu sebeple, Kuranın çeviri ve meâllerine de gerekli saygı gösterilmelidir. Çünkü Kuranın aslını okumak nasıl bir ibadet ve taat ise meâlini okumak da sevap kazandırıcı bir iştir.
Elinizdeki Meâl
Elinizdeki Meâl Kuran-ı Kerimi okumak, anlamaya çalışmak ve onun ışığından yararlanmak, samimi her Müslümanın en büyük arzusudur. Ayrıca, Kuranın davet ve mesajının, tüm insanlığa doğru bir şekilde ulaştırılması, bu işe ehil olan müslümanların görevidir.
Diğer taraftan, Kuran-ı Kerimin, hiç olmazsa belli bir seviyede anlaşılabilmesi için, ülkemizde, özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren meâllere karşı ilgi ve talep yoğunlaşmıştır. Bu ilgi ve talep, piyasaya bir çok meâlin çıkmasına sebep olmuştur. Bunların içinde, gerekli özen gösterilerek hazırlananların oranının düşük olduğunu söylemek yanlış olmaz. Belki de bu sebepten, haklı olarak halkımız, yukarıda sözünü ettiğimiz talebi, Diyanet İşleri Başkanlığının karşılamasını arzu etmektedir.
1930lu yıllarda Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIRın Hak Dini Kuran Dili adlı değerli eserini neşrederek çok önemli bir hizmeti yerine getirmiş olan Diyanet İşleri Başkanlığı, daha sonra ilk baskısı 1961 yılında yapılan Kuran-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meâl) adlı Kuran meâlini neşretmiştir. Bir çok baskısı yapılan bu meâl, 1990lara kadar Başkanlığın meâli olarak hizmet görmüştür. Başkanlıkça bu meâlin basımını sürdürme imkanı kalmayınca; Diyanet İşleri Başkanlığı, halktan gelen yoğun talebi de göz önüne alarak, yeni bir meâl hazırlamaya karar vermiştir. İşte, Din İşleri Yüksek Kurulunca hazırlanan elinizdeki meâl, Başkanlığın yerine getirmesi gereken bu önemli görevi ifa etmek ve halkın bu konudaki yoğun talebine cevap verebilmek ümidi ve düşüncesiyle meydana getirilmiştir. Şunu özellikle belirtmek gerekir ki, Başkanlık, bu görevi yerine getirmeye çalışırken, daha önce defalarca belirtildiği üzere, Kuran-ı Kerimin hiçbir dile hakkıyla çevirisinin mümkün olmayacağının bilincindedir.
Elinizdeki meâlde mümkün mertebe sade bir dil kullanılmaya çalışılmıştır. Bazı âyetlerin meâlleri verilirken, âyetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, dipnotlarda, ilgili başka âyetlere atıflar yapılmıştır.
Kuranda birden fazla yerde geçen belli fiil, terim ve isimlerin meâllerinde birliği sağlayabilmek için, zaruret olmadıkça, aynı karşılıkların kullanılmasına özen gösterilmiştir.
Bazı âyetlere dipnotlarda kısa açıklamalar getirilmiştir.Bilindiği gibi pek çok yerde Kuran-ı Kerimin kısa ve özlü bir anlatım tarzı vardır. Bu anlatım tarzında, sözün uzamaması için, bazı hususlar, söylenmeden geçilir. Arapçaya vakıf olanlar, sözün akışından, söylenmeyenleri de kavramakta güçlük çekmezler. Âyetlerin meâli verilirken, bu hususlar, ihtiyaca göre parantez içi açıklamalarla verilmeye çalışılmış, ancak parantezlerin, cümlelerin akıcılığını engellemeyecek şekilde olmasına gayret gösterilmiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığının, İslam dininin birinci kaynağı Kuran-ı Kerimin doğru anlaşılabilmesi ve anlatılabilmesi yolundaki çabaları sürmektedir ve sürecektir. Meâl konusundaki çalışmaları da elinizdeki bu meâlle noktalanmış değildir. Bu meâlin daha iyi hale gelebilmesi için çalışmalar sürdürülürken, ehliyetli ilim adamlarının eleştiri ve tavsiyelerinin hiç şüphesiz çok büyük katkıları olacaktır.
Meâli hazırlayan Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerimize, redakte eden ve yayına hazırlanmasında emeği geçen tüm personelimize teşekkür eder, meâlin Kuran-ı Kerimin doğru anlaşılmasında katkı sağlamasını dilerim. Bizi Sırat-ı Müstakimden ayırmamasını ve bizleri iyi işler yapmaya muvaffak kılmasını, eksikliklerimizi bağışlamasını Cenab-ı Haktan niyaz ederim.
Mehmet Nuri YILMAZ
Diyanet İşleri Başkanı