Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

Şiir rüyası.

Deep

A Deep Perspective..
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    24 May 2013
  • Mesajlar
    2,712
  • MFC Puanı
    384
tumblr_mro20qkjvc1qk96yxo1_500.jpg


tumblr_mqgf59fyik1qi9pi0o1_500.jpg


tumblr_mph53598TQ1qecojao1_1280.jpg


tumblr_m42ovdQYnx1qh6ri4o1_500.jpg


tumblr_mojr48s6T21rgp5ylo1_500.jpg


tumblr_mhphs2gkYT1rc1avro1_500.jpg


 

Deep

A Deep Perspective..
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    24 May 2013
  • Mesajlar
    2,712
  • MFC Puanı
    384
hand-of-fatima-spain-1964-by-george-krause.jpg




“Ya gelmezse, ya vazgeçmişse… Sırtımdan buz gibi ter boşanıyor… Yok, yok, gelecek! Gelecek! Gelecek ve bu görüşme benim için bir dönüm noktası olacak. Bir yıldız gibi parlayacağım. Herkes bu röportajdan söz edecek. Önümüzdeki yılın gazetecilik ödülünü büyük bir ihtimalle ben alacağım. Belki başka iş teklifinin de önünü açacak bu yazı dizisi. Kara talihimin bir yerde, bir gün, bir vesile ile değişmesi şart. Evime döndüğümde, aynadaki mutsuz ve yorgun yüzüme bakıp, “Yine olmadı, bunu da başaramadın işte, Nevra,” dememeliyim. Başaramamaktan bıkkınım çünkü. Kaybetmekten bıkkınım. Evliliğini elleriyle bozan, kendi hataları yüzünden önce kocasını, sonra gül gibi işini, daha sonra da çocuğunu kaybeden bir budalayım ben. Hiçbir şeyin sonunu getiremeyen bir beceriksizim. Değil bir kocayı, bir sevgiliyi dahi elinde tutmayı beceremeyen kocaman bir aptalım. Bugünü de yüzüme gözüme bulaştırırsam… bin bir takla atılarak, nice ipler çekilerek kotarılmış bu görüşmeden yüzümün akıyla çıkamazsam, TEM otoyolu üzerinde yer alan upuzun binanın yedinci katındaki, kaçak apartmanlara bakan, ‘Türkiye gerçeği’ manzaralı odamdan bilgisayarımı söküp, tek tük kişisel eşyamı toplayıp çıkmak zorunda kalırsam, son bir yıldır beni hayata teyelleyen yegâne ilmeği de çözmüş olmayacak mıyım? Ne kalacak geride bana tutunmam için? Ne?Tanrım yardım et ki, kiminin gözünde terörist, kiminin indinde azize olan bu doğulu kadın, bu köylü kızı, “bu son yılların, durumdan vazife çıkartılarak yaratılan parlak yıldızı, gelsin ve konuşsun benimle. Konuşsun ve kaderimi değiştirsin. Niye gelmiyor? Niye bu kadar gecikti? Her saniye altın, hatta pırlanta değerindeyken beni bekletmeye, değerli zamanımı çalmaya hakkı var mı? Az önce akmadığından şikâyetçi olduğum zaman, benimle alay edermişcesine, koşmaya başlıyor, birdenbire. Şimdi de tüm gücümle zamanı durdurmak istiyorum. Günlerden beri hazırladığım onca soruyu sormaya ve yanıtlarını almaya vaktim yetmezse diye korkuyorum. Varsın yetmesin, ben elimden geleni yapacağım. Zamanımı eğip bükerek uzatacağım, çünkü bir daha buraya girebilme ve bu görüşmeyi tekrarlama olanağım olmadığını biliyorum. Yeter ki gelsin! Gelsin! Ama işte, bir türlü gelmiyor beklediğim kişi! Tanrım, vaz mı geçti acaba? Neden gelmiyor? Endişemi bastırmak için, masanın etrafında hızlı adımlarla dönerek kafamda sorularımı sıralamaya çalışırken, birden bir başka korku esir alıyor beni: Ya o gelir de, ben konuşmayı istediğim gibi yönlendiremezsem! Ya sorularıma yanıt vermezse! Ya terslenirse! Daha da kötüsü, o terslenir, ben de her tepem attığında yaptığım gibi, fişimi çeker içime kapanırsam! Bir an gelir, zorlanmaktan ya da alttan almaktan sıkılır, yüreğim öyle istemese de, canın isterse Zeliha Bora, benden buraya kadar! havalarına girersem… yapmadığım şey değil çünkü, bu konuda sabıkalarım var. Hem de kaç tane… Kafam kızmaya görsün, ağzımdan çıkanı kulağım duymayabiliyor. “Ayyy!” Kapının açılmasıyla boş bulunup zıplıyorum. Kapının önünde, kulak hizasında kesilmiş kızıla çalan koyu kahve saçları, kapkara gözleriyle, yorgun ama vakur bir eda ile duruyor Zeliha Bora. Arkasında Dilaver Bey var. Önce istenç dışı bir hamle yapıyorum mahkûma sarılmak istermiş gibi, ama hemen tutuyorum kendimi.
“Korkuttuk sizi” diyor Dilaver Bey.
“Hoşgeldiniz” diyorum elimi uzatırken, ev sahibiymişim gibi. Aptal ben!
“Asıl siz hoşgeldiniz.”
Zeliha Bora’nın sesi, sanki nezleli gibi hafif kısık. Oysa ben çok daha tiz bir ses bekliyordum. Eli elimde şimdi. O da aynı benim yaptığım gibi sıkıca kavrıyor elimi. Bu iyi. Hiç sevmem parmak uçlarıyla, gevşek gevşek el sıkanları. Karşılıklı durmuş birbirimizi süzüyoruz. O benden çok daha sakin görünüyor. Topuklu ayakkabı giymediğim halde, ben ondan bir baş daha uzunum. Hayret!
“Benimle görüşmeyi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim.”
“Biriyle görüşmemin zamanı gelmişti.”
Bana oturmamı işaret ediyor, kendi sandalyesine yerleşirken. Karşısına oturuyorum.
Dilaver Bey, “Bir şey isteyecek olursanız, buralardayım,” diyor, çıkmadan önce.
“Sağolun.”
Adam çıkıyor. Hemen hemen aynı yaşlarda iki kadın, Zeliha Bora ve Nevra Tuna, bir masada karşılıklı oturmuş, birbirimize bakıyoruz..
“Yazılarınızı beğenerek okuyorum” diyor gülümseyerek.”
Teşekkür ederim.
“Zeliha Bora’nın dilinde hafif doğu aksanı, dudaklarının kenarında karşısındakini küçümseyen belli belirsiz bir kıvrılma var. Her ikimiz de ne diyeceğimizi bilemeden susuyoruz bir süre.
“İçerdeki şartlardan şikâyetiniz yok, değil mi?” diye soruyorum bir şey söylemiş olmak için. Söyler söylemez de pişman oluyorum. Ne kadar aptalca bir soru sordum ben, şikâyetim var, dese ne gelecek elimden acaba!
“Yok.”
“Dün akşama kadar, bu görüşmeyi gerçekleştirebileceğimiz kesinleşmemişti. Gece geç vakit aradı Hasan Bey, yoksa elim boş gelmezdim size… neye ihtiyacınız varsa getirmeye çalışırdım.”
“Sağolun. Hiçbir ihtiyacım yok. Tek arzum, bir an önce özgürlüğüme kavuşmak.”
“O da olacak. Yakında… çok yakında.”
“İnşallah…”
“Yoğun bir çaba var, biliyorsunuz. İmzalar toplanıyor, mektuplar yazılıyor.”
“Öyleymiş.”
“Bir sonuç mutlaka alınacaktır.”
“İnşallah.”
“Zeliha Hanım… vaktimiz kısıtlı olduğu için… biliyorsunuz bu görüşmeyi çok hatırlı biri ayarladı bizim için… bir daha görüşemeyebiliriz…”
“Biliyorum.”
“Hemen anlatmaya başlamak ister misiniz? Çocukluğunuzdan, köyünüzden, aşiretinizden başlayarak…”
“O kadar geriden başlarsak, neden burada olduğuma sıra gelmeyebilir.”
“Bu yazıda sizin hayat hikâyeniz de yer almalı… sırf siyasi mesajlar içeren bir yazı olmamalı.”
“Beni ben yapan siyasi yönümdür ama.”
“Bu siyasi kimliğe ulaşmanızda elbette yaşam öykünüzün de bir rolü oldu.”
“Zamanımız kısıtlı olduğu için, bence çocukluğumu anlatmak zaman kaybı olur. Siz o bilgileri kolayca başkalarından da öğrenebilirsiniz.”
“Sizin ağzınızdan duymak isterdim. Mesela üç anneli bir çocuk olarak büyümek nasıl bir duyguydu? Aşiret törelerinin üzerinizde ne gibi etkileri oldu? Bunu bana başka biri nakledemez ki.”
“Ev ödevinizi iyi yapmışsınız. Bu bilgilere ulaştığınıza göre, çocukluğumu biliyorsunuz zaten.”
“Evet! Çok çocuklu büyük bir ailede, üç anneli ve yetim bir aşiret kızı olarak büyüdüğünüzü biliyorum.”
“Eh, bildiğinize göre… çocukluk faslını geçebiliriz.”
İnadını yenemeyeceğimi hissediyorum. En çok duymak istediğim, çocukluğuna dair anıları oysa. Israrcı olmazsam, belki konuşmanın bir başka yerinde ağzından alabilirim duymak istediklerimi.
“Peki, çocukluğunuzu geçelim. Gelelim gençliğinize. Çok genç evlenmişsiniz. Sanırım ailenin tasvip etmediği biriyle. Sonra, ilk eşinizden ayrılıp sizden yaşça epey büyük olan ikinci eşinizle evlenmişsiniz. Neden ayrıldınız ilk eşinizden? Aileniz mi istedi ayrılmanızı.”
“Hayır. Hatamı anladım. Evime döndüm.”
“Aşiret mi zorladı, yoksa?”
“Söyledim ya, kimse zorlamadı. Kendi arzumla döndüm. Anlaşamadım.”
“Şimdiki eşinizi kim seçti?”
“Aile uygun gördü.”
“Sizi cezalandırmak için mi? Yani… ilk evliliğiniz yüzünden.”
“Bu eşime ağır bir hakaret olur! Onun karısı olmaktan her zaman gurur duydum.”
“Aranızda çok yaş farkı var ama.”
“Olsun. Beni hoş tuttu, mutlu etti.”
“Ama bu bir aşk evliliği değildi…”
“Aşk evliliğinde aradığımı bulamamıştım. Görücü usulü evliliklerde, sevgi zaman içinde gelişiyor ve çok daha iyi oluyor.”
“Zeliha Hanım, buraya sizi her yönünüzle yazabilmek için geldim. Hem de bir çok tehlikeyi göze alarak…” Yüzündeki ifadeyi görünce, lafimı bitirmeden susuyorum. Yıllardır hapishanede yatmakta olan bir kadına, birkaç saatlik bir görüşme için tehlikeyi göze aldım demek, söylenecek şey mi! Boğazımı temizliyorum, “İstiyorum ki hiçbir art niyet taşımadan içtenlikle konuşalım…bizleri karşı karşıya getiren nedenleri irdeleyelim, halledilemeyenleri iki kadın biz önce aramızda halledelim. Çözümü, yazımıza yansıtalım…”
“Dünyayı biz kurtaralım, öyle mi?”
“Dünyayı değil ama, belki kendi… memleke… insanlarımızı.”
“Ne kadar iyi niyetlisiniz.”
“Ben konuşarak ve anlaşarak her sorunun çözüleceğine inanıyorum.”
“Keşke her şey sadece bizim anlaşmamızla düzelebileydi.”
“Ben sıradan bir gazeteciyim, ama benim gibi düşünen milyonlarca insan var bu ülkede. Savaşmak, dalaşmak istemeyen, öldürmekten, sindirmekten hoşlanmayan, dileyenin ana dilini özgürce konuşmasından, radyosunu dinlemesinden, televizyonunu seyretmesinden yana olanlar var. Ben bir yerde, onlara tercüman oluyorum.”
“O milyonlarca insan seçim zamanları nereye gidiyorlar da, biz hep çözümsüzlükten yana olanları buluyoruz başımızda? Bu millet neden hep savaştan, dalaştan yana olanları hükümet yapıyor?”
“Zeliha Hanım, size savaşmadan, dalaşmadan sorunlarınızı parlamentoda çözebilmeniz için büyük bir fırsat verildiydi. O firsatı kullanmamak da sizlerin hatasıydı… yani demek istiyorum ki yanlış yapanlar her iki tarafta da var.”
“İki taraf olduğumuzu peşinen kabulleniyorsunuz, yani?”
“Ben tek bir ülkeye inanıyorum. Bu tek ülkenin insanlarının dilleri ve dinleri değişik olabilir, mesela Amerika’da olduğu gibi… ama, bu ülkenin insanlarının birbirine düşmanca davranmasını hazmedemiyorum. Hele savaşmalarını, asla.”
“Ama hem düşmanca davranışlar sürüyor, hem de savaş var, öyle değil mi? Evler basılıyor, köyler boşaltılıyor, insanlar aşağılanıyor, işkence görüyor ve öldürülüyor. Kimileri de otel odalarında kebap ediliyor. Hepsinin belgeleri var.”
“Evet Zeliha Hanım, aynen öyle. Ben kendi hesabıma bu saydıklarınız adına utanç duyuyor, vicdan azabı çekiyorum. Ama, sizin gibi ben de, köyler basılıyor, erkekler duvar dibine sıralanıp kurşuna diziliyor; evler, içindeki yaşlılarla, bebelerle ateşe veriliyor, yollara mayınlar döşeniyor, askerlik görevini yapmaya giden masum gençler taranıyor, bölgeye yol ve inşaat yapmaya giden iş makineleri bombalanıyor, öğretmenler öldürülüyor ve bu korkunç eylemlere katılmayanlara kendi taraftarlarınca işkence yapılıyor, diyebiliyorum, değil mi? Bu söylediklerimi, belgelerle, fotoğraflarla ben de kanıtlayabiliyorum. Kısacası kimse sütten çıkmış ak kaşık değil! Bu nedenle isterseniz bu suçlamalara hiç girmeyelim. İleriye bakalım, ne dersiniz?”
“Bağımsızlıkları elde etme eylemlerinde, karşılıklı çatışma, şiddet ve ölüm olağandır.”
“Bir devletin bu eylemlere karşı kendini savunmasında çatışma, şiddet ve ölüm olağan değil midir?”
“Öyledir. Ama insanlara pislik yedirmek… karşınızdaki en azılı düşmanınız dahi olsa, bu kabul edilebilecek bir şey değil. Bunu kabullenebilen bir toplumda ne vicdan ne de namus kalmıştır.”
“Birkaç sapığın kişisel uygulamasını topluma mal etmeyin Zeliha Hanım. Bu söylediğinize aklı başında olan her insan ve her kurum şiddetle tepki verdi. Toplumsal ahlaktan söz ederken de çifte standart olmaz. Çocuğunun gözleri önünde vurulan polis memuru için, cinayet çarşının orta yerinde işlendiği halde, onca esnafın arasından tek bir görgü şahidi çıkaramayan toplumda vicdan kalmış mıdır, sizce? Bilmem hatırlar mısınız, Cudi Dağı’nın eteklerinde öldürülen çocuklar vardı. Bu çocukların cesetlerinin resim altlarını yazmak bana düşmüştü gazetede. Kaç yaşındaydılar biliyor musunuz? Kızların biri sekiz, diğeri dokuz, oğlancıkda üç yaşındaydı. B. Köyü baskınında mesela, erkekleri cami duvarına yanyana dizip, çocuklarının, kanlarının ve analarının gözü önünde taradılar. Bu eylemlere mi bağımsızlık savaşı diyordunuz, demin?”
Yüzünde düşmanca bir ifade beliriyor Zeliha Bora’nın, kara gözleri çakmak çakmak oluveriyor.
“Bir şey sorabilir miyim?”
“Buyrun.”
“Siz kimin adına buradasınız?”
“Pardon?”
“Kimin adına geldiniz, benimle görüşmeye? Köşenizde kimin adına havlayacaksınız?”
Korktuğum başıma geliyor. Kanımın tepeme sıçradığını, kulaklarımın yanmaya, sağ gözümün seğirmeye başlamasından anlıyorum. Biliyorum ki, şu andan itibaren, ağzımdan çıkacaklardan sorumlu değilim. İçime giren şeytan, sürüyle laf edecek ve ben kendimi az sonra, koridorda dış kapıya doğru hızlı adımlarla yürürken bulacağım… röportajı gerçekleştirememiş olarak!
“Şunu iyi bilin ki, kimsenin adına gelmedim. Hiç kimsenin sözcüsü de değilim, köpeği de. Ben bir yazarım ve hayatınızı kaleme almak istiyorum. Bu işi yaparkende, iki kadın, duyarlılıklarımızın ışığında, baş başa vererek, aramızdaki sorunlara çözüm arayabilirdik diye düşündüm. Ben burada tek başımayım. Arkamda gazetemin dahi olduğunu söyleyemem. Bu röportajı gerçekleştirebilirsem ve basacak olurlarsa, elime geçecek olan tek şey, yazımın karşılığında bir miktar paradır. Ben sizin gibi bir dava insanı değilim. Sadece bir gazeteciyim, araştırmacıyım. Madem siz, siz-biz ayrımı yapmakta ısrarlısınız, kişisel nedenlerle ‘sizlere’ derin bir sevgi, davanıza da saygı duyuyorum üstelik. Benim sizden farkım, bağımsız olmam. Bu yüzden olaylara tarafsız bakabiliyorum.
“İçimdeki ses, ‘alttan al Nevra, bir çuval inciri berbat etme,’ diyor, ama herzaman olduğu gibi, mantığım çeneme söz geçiremiyor. Hiç uslanmayacak mıyım ben, ders almayacak mıyım?”
Davamıza saygı, bizlere de sevgi duyduğunuz için mi böyle sinirleniyorsunuz ve suçluyorsunuz bizleri?
“Benim gibi onun da giderek asabileştiğini, dilindeki doğu şivesinin baskınlaşmasından anlıyorum. Dilindeki bu şive onu tedirgin ederken, beni aksine rahatlatıyor, sakinleştiriyor.
“İyi niyetime inanmıyorsunuz. Yazık! Kimler dolduruşa getirdi sizleri, kimlere kandınız da anlaşabilmek mümkünken, iş buralara kadar geldi? Ah bir görebilseniz, bizlerin bizden başka dostumuz yoktur. Anlaşma sağlayamazsak, hepimiz sadece kaybederiz.”
“Kendimizi kandırmayalım, gazeteci hanım. Bizler diye bir şey yok. Her ikimiz de ne olduğumuzu biliyoruz. Ne istediğimizi biliyoruz. Misyonlarımızı biliyoruz…”
“Söyledim ya, benim sizin gibi misyonum yok,” diye sözünü kesiyorum,
“Siz sırtınızdaki küfeyi kolayca indiremezsiniz. Benim gibi özgür olamazsınız. Gönlünüzde yatanları söyleyemezsiniz. Birilerine ağzınızdan çıkan her sözün hesabını vermek zorunda kalacağınızı unuttum. Özür dilerim, sizi zorlamamalıyım, ne de olsa bir misyonunuz var. “
“Elbette var.”
“Bu misyonu anlatın bana o halde.”
“Halkımın özgürleşmesi…”
“Halkı sizin ve bizim diye ayırmak doğru mu, sizce? Özgürlüğü ülke sınırlarının içinde yaşayan herkes için istemiyor muyuz, biz kafası çalışan insanlar?”
“Beni önce kendi halkım ilgilendiriyor.”
“O halk benim de halkım değil mi? Aynı topraklarda yaşamıyor muyuz?”
“Güldürmeyin beni!”
“Anadillerimiz değişik olabilir, ama aynı topraklarda iç içe asırlarca yaşabildikse Zelha… şey… Zeliha… size Zeliha diyebilir miyim?”
“Diyebilirsiniz Nevra’nım… madem ‘bizi’ bu kadar çok seviyorsunuz. “Benimle alay ettiğini anlamamazlığa geliyorum.” Siz de bana adımı hanımsız söyleyin, olur mu?” Yanıt gelmeyince, devam ediyorum sözlerime. “Birbirimizle evlenebildikse, komşu olabildikse, çok yakın dost olabildikse…”
“Öyle mi olduk?” Sesi alaylı. “Olmadık mı?”
“Olmadık.”
“Doğru değil. Biz birlikte, omuz omuza Kurtuluş Savaşı verdik.”
“Bunu kabul ediyorsunuz, öyle mi?”
“Elbette. İyi niyetle her şeyi zaman içinde teker teker halledebiliriz. Ediyoruz da zaten.”
“Yok canım?”
“Evet.”
“Neyi hallettik mesela?”
“Dil sorununu çözülmek üzere.”
“Bunca yıl anadilimizi konuştuğumuz için tartaklandıktan sonra.”
“Ben daha geçen hafta doğudaydım. Türkçe konuşamayan kadınlarla, çocuklarla doluydu köyler. Bazı köylerde Türkçe bilen tek bir kişi yoktu. Nece konuşuyorlardı dersiniz?”
“Nevra Hanım, benimle dalga mı geçiyorsunuz? Ne demek istediğimi, kültürel haklarımızdan söz ettiğimi elbette biliyorsunuz. Ama sizler hep böylesiniz. Zeytinyağı gibi üste çıkmaya alışmışsınız.”
“Kusurluyduk, tamam. Ama hatalarımızı düzeltmeye çalışıyoruz şimdi.”
“Adlarımıza dahi rahat vermediniz. Yıllarca istediğimiz ismi veremedik çocuklarımıza. Benim adım mesela, nüfus kağıdımda, ailemin bana koyduğu isim değil, kayıt memurunun uygun bulduğudur. “İncecik bir sızı dalıyor yüreğimi, kısa süren bir baş dönmesi geçirir gibi, çocukluğuma doğru bir gidip bir geliyorum çabucak. “Çok saçma bir uygulamaydı. Ama geride kaldı bunlar.”
“Avrupa’nın bastırmasıyla. Şu Avrupa Birliği’ne girme hayaliniz olmasaydı, sorunların hiçbiri çözüme ulaşmamış olacaktı.”
“Siz sonuca bakın. Bu memlekette demokrasi adına, yapılanlara karşı çıkan insanlar, gruplar, örgütler ve partiler var. Onlara rağmen, bugün şu sözünü ettiğimiz şeyler artık serbest. Bu hiçbir şey ifade etmiyor mu?”
“Elbette ediyor ama, bunca tahribattan sonra…”
“Bu tahribatta sizlerin hiç mi payı yok?”
“Yine mi başa döndük?” Sesi kızgın. “Niyetim münakaşa etmek değil ama, olaya tek taraflı bakmak çözüm getirmez ki. İnsan, içinde yaşadığı, bir parçası olduğu vatanda durmadan isyan mı çıkartır? Elin gâvuruna uyup, sürekli ihanet içinde olursa birileri, devlet de kendini korumak için tedbirler almak zorunda kalmaz mı? Haksız mıyım?”
“Elin gâvuru diyorsunuz ama, bizi kollayanlar, özgürlüğümüz için mücadele verenler hep onlar, ne yazık ki.” “Haklısınız… da… size bir şeyi hatırlatmak isterim… ama önce ‘gâvur’ sözü için özür dilemeliyim, ağız alışkanlığı ile söylenmiş bir kelime, öyle dini takıntılarım filan hiç yoktur. Gâvur yerine, ‘Batı devletleri’ diyelim, bu devletler, hiç kimseye kara gözü, kara kaşı için iyilik yapmazlar. Şimdi sizi kolluyor ve koruyorlarsa, mutlaka bir çıkarları vardır. Bugün kaşıkla verdiklerini, yarına sapıyla çıkarmaya çalışırlar. Onlara çok güvenmeyin Zeli-ha Hanım.”
“Kimlere güveneyim o halde?”
“Demokrasiyi yerleştirmeye çalışan yurttaşlarınıza güvenin.”
“Beni buraya yurttaşlarım tıktı.”
“Yanlış kararlar her ülkede alınabiliyor. Yeter ki yanlışlardan dönülebilsin.”
“Burada oturup sizlerin keyfini beklemeliyim, öyle mi?”
“Kimsenin keyfini değil ama yargı sürecini beklemenizde fayda var.”
“Siz buraya benimle kavga etmeye ya da beni tehdit etmeye gelmemiştiniz hani!”
“Ben sizi tehdit etmedim.”
“Ettiniz.”
“Etmedim.”
“Bana gözdağı vermek istiyor gibi bir haliniz var. Dilinizin altında yatan şu: İstediklerimizi yapmaz da bize kafa tutarsanız, yine yasaklar getiririz.”
“Ben kim oluyorum da böyle bir tehditte bulunayım? Bu kanıya nasıl vardınız sorabilir miyim?” Bu toprakların insanı, hangi ırktan olursa olsun, paranoyadan nasibini bolca almış, diye düşünüyorum. “Kimin adına konuştuğunuzu bilsem, söylerdim.”
“Hepiniz böyle kuşkucu musunuz?”
“Evet, çünkü biz çok çektik.”
“Bu memlekette herkes çok çekti ve çekiyor. Benim tek yapmak istediğim, aramızdaki düşmanlığı değil, dostluğu pekiştirmek.”
“Bir dostluğumuz mu vardı sizinle?
“Gülümsemekle yetiniyorum.”
Gülün bakalım. Gülmek, elbette bana değil size düşer. Ben mağdur ve mahpusum. Siz ise haksız, güçlü ve özgürsünüz.
“Gülümsememi yanlış anlamasına kırılıyorum. Kızıyorum hatta.” Mağdur olmanız yüzde yüz haklı olduğunuzu kanıtlamaz Zeliha Bora!
“İkimizin de sesleri yükselmiş, ayakta, masanın üzerinde birbirimize doğru yaklaşmış, iki horoz gibi kabarmış, kavgaya hazır duruyoruz. Gözlerimizden ateş fışkırıyor. Her ikimiz de aynı anda bağrıştığımız için, pek de anlayamıyoruz dediklerimizi. “Çıkın gidin buradan, kimseye verecek hesabım yok.”
“Ben hesap sormaya değil, röportaj yapmaya geldim.”
“Bu röportajı yapmayacağım! Gidin!”
“Beni kovuyorsunuz! Oysa, biz sizi hiç kovmadık. Birlikte yan yana, omuz omuza hatta iç içe yaşamak istedik. Aranızdan milletvekillerimiz, bakanlarımız, başbakanlarımız çıktı. Ordu komutanlarımız çıktı. Profesörler, şarkıcılar, türkücüler, yazarlar, düşünürler, onca yokluğa, yoksulluğa rağmen, nice zenginler, hatta mafya babaları da çıktı içinizden. Bizim için değişik bir halk bile değildiniz. Siz ‘biz’diniz. Siz böylesine her şeye sahip olabilecekken, neden bölünmeye çalıştınız, Zeliha?”
“Önce şunu kafanıza sokun, bu topraklar sadece sizin değil, bizim de. Bu yüzden sizi kovmadık, demeyin bana. Kendi toprağımızdan kovulacak değildik herhalde, bu biir. İkincisi, biz, ‘siz’ olmak istemedik hiç. Biz, ‘biz’olmak istedik.”
“Sizinle bizim ne farkımız vardı ki? Değdi mi onca genç insanın hayatına? Yakılan boşaltılan köylere, sönen ocaklara değdi mi?”
“Dilimi konuşma ve yazma hakkımı kazandımsa, değdi!”
“Teröre başvurmadan da kazanabilirdiniz bu hakkı. Girdiğiniz gün istismarettiğiniz mecliste kazanabilirdiniz.”
“Nevra Hanım… biz anlaşamayız. Bu görüşmeyi burada bitirelim.”
“Biz anlaşabiliriz. Biz anlaşmaya mecburuz. Hele siz ve ben, birbirini seven iki kişi, iki dost anlaşmaya mecburuz.”
“Dost olduğumuz, birbirimizi sevdiğimiz de nereden çıktı, şimdi?”
İskemlesini iterek ayağa kalkıyor Zeliha Bora. Ben de yerimden firlıyorum ve ondan önce varıyorum kapının önüne, çıkmasını önlemek için. Sırtımı kapıya verip kollarımı iki yana açıyorum. “Çekilir misiniz önümden? Bu görüşmeyi bitirmiş bulunuyorum Nevra Hanım.”
“Zelha…”
Eli kapının tokmağında, öylece donup kalıyor bir an,
“Gitme Zelo, lütfen gitme!”
Hayalet görmüş gibi, bembeyaz oluyor yüzü. Düşmemek için duvara yaslanıyor. “Adım hiçbir şey hatırlatmıyor mu sana? Biz dosttuk, arkadaştık. “Çabuk toparlanıyor ve yine çok kızgın bakıyor yüzüme. ” Asla değildik. Ve hiç olmayacağız. Çekilin de çıkayım. Bağırtmayın beni “Kollarımı iki yana açmış, hâlâ yol vermiyorum ona. “Zelha, yüzüme dikkatli bak. Gözlerime bak. Çocukken saçlarım bu renk değildi. Kumraldı. İki uzun örgüm vardı. Annem kırmızı benekli kurdeleler takardı uçlarına. Onları sana bırakmıştım Sancadam’dan ayrılırken. “Yüzündeki kızgın ifade şaşkınlığa dönüşüyor. Gözlerimin içine bir süre dikkatle bakıyor. “Tavşanımı da bırakmıştım sana, beni unutmayasın diye.” “Nevoü!”
“Nevo, yaa! Nevra Leventoğlu… kaymakamın kızı. “Bir anda kollarındayız birbirimizin. Birbirimize sımsıkı sarılmış, tek vücut olmuş sallanıp duruyoruz kapının önünde. Benim gözümden akan yaşlar onun omuzuna damlıyor. Yüzünü göremiyorum, ama ince bedeninin sarsılmasından seziyorum onunda ağladığını. Ellerim saçlarını okşuyor… ağlaşıyoruz kucak kucağa, az uzaklaştırıyor beni, yüzüme bakıyor yaşlı gözleriyle, gülmeye başlıyoruz bu kez. Yanaklarımıza yaşlar dökülürken kâh ağlıyoruz, kâh gülüyoruz, öyle sarmaş dolaş, ayakta.”
…
Ayşe Kulin
Hand of Fatima. Spain, 1964 By George Krause
 

Deep

A Deep Perspective..
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    24 May 2013
  • Mesajlar
    2,712
  • MFC Puanı
    384
Orada beni bekle! O yankılı vadide
Mutlaka buluşacağım seninle.
(Chichester Piskoposu Henry King‘in karısının ölümü üstüne yazdığı ağıt.)




Sen benim için her şeydin, aşkım,
Ruhum yanardı özleminle-Sen
denizde yeşil bir adaydın, aşkım,
Bir mabet ve bir çeşme,
Peri meyveleri ve çiçeklerle bezeli;
Ve tüm çiçekler benimdi.
Ah, uzun sürmeyecek kadar güzel rüya;
Ah, yıldızlı Umut
Kararmak için doğmuşsa!
Gelecekten bir ses haykırsa da
“İleri!” diye – geçmişin (o loş, derin kanyonun!) üstünde
Ruhum tereddütle uzanıyor,
Dilsiz, hareketsiz, donakalmış halde!
Çünkü heyhat! Heyhat! tükendi.
Benim için yaşamın ışığı.
“Bitti – bitti – bitti,” (Böyle
diyor yaslı denizin sesi
Kıyıdaki kumlara,)
Yıldırımı yiyen ağaç gonca vermez bir daha,
Vurulan kartal süzülmez gökyüzünde asla!
Şimdi bütün saatlerim translarla geçiyor;
Bütün gece düşlerimde Kara
gözlerin bakıyor, Ve adımların
parlıyor,
Semavi danslarla,
İtalyan deresinin yanında.
Yazıklar olsun! O lanetli zamana
Seni büyük dalganın üstüne koydukları,
Aşktan çekip aldıkları ünvanlı yaşa ve suça,
Ve uğursuz bir yastığa-
Benden aldılar seni, benden ve sisli diyarımızdan,
Gümüşi söğüt ağlıyor orada!
 

Deep

A Deep Perspective..
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    24 May 2013
  • Mesajlar
    2,712
  • MFC Puanı
    384
bütün zamanlar diz çöktü önümde
bakışından kaçacak bir köşe bulamadım
banyo lavabosunun önüne çömelip
beni yok eden şeyi hatırlamaya çalıştım
saatlerdir açık suya bakıyorum
saatlerdir ona bakıp
sol bacağıma vurup kaçan ağrıyı sayıyorum, kalbimin yeniden çalışması için sayı hatası
ve imla hatası yapmamam gerekiyor
şeker kokuyor nefesim.

suda boğulmuş bir kız çocuğunun cesedi gibiyim
bakıyorum bakıyorum
bakıyorsun bakıyorum
alnıma bir yılan balığı salıyorsun
bütün terlemelerde tanrının adı geçiyor
 
Üst Alt