Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Asrevya | Tuba Özdemir

Asrevya

Özgürlük=Öze B/akış
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    14 Ocak 2014
  • Mesajlar
    1,409
  • MFC Puanı
    354


14



Yollarda buluyorum adımı. Boğazımda düğümlenmiyor artık sözcüklerim. Korkmuyorum da üstelik yazmaktan, yaşamaktan, ağlamaktan…

Asrevya!

Önadına masal bezenmiş bir cinneti yazarken satırlarıma, kaç söz iyi gelebilirdi ki sen diye büyüyen yaralarıma? Gerçeklerle büyüyen dünyama bir yalan düştüğünde yırtıp atılmalı mıydı? Söylenmesi gereken tüm sözcüklere rağmen “gitmek” denilen yolun içine girip, ağzımdan düşmesi gereken tüm sözler yutulmalı mıydı?

Adıma biçilmiş bir sessizlikti varlığım. Kendi yangınlarım önemli değil ben avuç içlerimdeki külleri sana bulaştırdım. Seni yazmanın bedeli bu kadar ağır olmamalıydı Asrevya. Bir masal ömrümden çalmamalıydı bu kadar. Şimdi kime ve neden yazdığımı çok iyi bilen bir kalem olsa da başucumda, anılar kadar gerçek değil sözler. Söylenmiş sözler kadar yalan değil anılar. Kaybettiklerimden elde edilmiş bir bulunmuşluk kadar sahteydi hafızamda inzivaya çekilmiş yüzler. Şehrin dar sokaklarının lambalarını süsleyen fesleğenler yoktu hayalimde. Biz değişiyorduk her vakit. Hayallerimiz hayallerimizden uzaklaşıyordu. İçimdeki ben benden…

Derin çizgili hüzünlerle şekillenmişti yüzüm. Bileklerimde saklıydı son sözüm. İşte bir yalanı da sen savurmuştun gökyüzüne, gerçeklerimi ayakuçlarında ezercesine. Yalınayak bir duruştum uzun yolun kıyısında. Gitmek dendi ilkin kulağıma. Sonra kalmak, sonra gitmek ve sonra yine kalmak... Devam eden bu seslere kulaklarımı kapatmak istedim. Beceremedim. tek kelime;düştümkalsaydın, kalırdımhançerleri saplayıp ayaklarımakalsaydıngitmeye yüz tutan hiçbir fiile uyanmazdımson / baharlarımda…

Takvimlerden ömrüm düşerken bir bir inadına, yüzüme tokat gibi yapışıyor gerçeğin. Yâdına sen düşmüş her düş ölüdür, bilesin. Sayfaları kayıp katliamlardan bir ölüm seçerken satırlarıma, en güzel sonu sen yazdın masalıma. Sen kadar olamazdım susuşumda. Sen gibi susarak anlatamazdım tüm dilleri, içinde yürüyemeyeceğim düşleri…

Her defasında kesinlen ellerime inat yeniden yazıyorum. Ellerimde soğuk.. Ellerimde kar – kış… Yarınlarımın elini yüzünü yıkamış aşk. Oysa sonu bilinir masallara önsöz düşmüştüm sevdayı. Sonumu “hoşça kal”sız uğurladı. Gecelere düşürürken sesimi, kalın ünlü bir harf oluyor darağacım. Yastığıma bulaşan yaşlar ağır geliyor sabahlarıma.

Yağmurlarda ıslanırken onca kelimem, gözlerime sakladığım bir adın mahkûmiyetini çekiyorum hâlâ ben. Yaralandığım tüm cümlelerin failiydin sen. En çok sessizliğine kırılmıştım belki. İstedim ki sesin bölsün sessizliğimi. Sorduğum soruların cevabı yok dilinde. Birikmiş tüm yazılara bir kibrit kadar uzağım. Tezadına düştüm. Hiçbir yol sana gelmez artık. Ve hiçbir düş unutturamaz seni. Her şeye rağmen bitti diyemem masalına.

Seni yazmak yaşamak değil midir?
Peki ya ölmek nedir Asrevya?


İçine soramadığın hangi sorunun cevabına ekledin adımı? Sen bende hiç ölmezken yoksa ben sende hiç yaşamadım mı?Ardıma düşemeyen her nokta boğazıma vuruyor düğümünü. Bazen ölmek gibi kalıyorsun nefeslerimin ucunda. Bazen soluk bir tebessüm oluyorsun yanağımda. Gözlerimde harabe bir kent… Yokuşlardan inip çıkarken masallardan düşmüş bir yürek… Her satırın sonunda kâbusa dönen sevmek…

Lâmelif kuyruğuna asılan zamanlarda, hiçbir acının saç tellerinden uzanmıyorum yarınlara. Adımda yaşamış bir düş, düşünde ölmüş bir ben… Sorularına bir cevap feda edebildim mi bilmem; ama sorularıma hiçbir ses feda etmedin sen…

Asrevya!..

Masallarla büyüyen çocukluğumun göz kapaklarında asılı kaldı adın. Sen bir yüz yarasıydın geçmişimde oluşan, izleri yarınlara taşınacak olan. Yüzümde aşikârsın. Şehrin karanlığını bıçak gibi bölen ışıklarda kabuk bağlıyor yaralarım. Sen, bir çizik daha atıp gidiyorsun ben düşerken. Bir yara, bir merhem, bir iplik, bir iğne, bir sökük…


Neydi tanımına yeten? Kaç kez saklanabilirdin hatıralarımda? Ben gözümü yumdum yoksa gittin mi Asrevya?…yan yollara düşerken adımda sürünen sevda masallarırenkli kağıtlar kadar parlak duruşum seni aldatmamalışimdi tüm açık sözlülüğünle savurabilirsin laflarınıben, üstüme çektim sevdamı sana mı vurdu hasret kokan cümlelerimin kör karanlığıben çekiliyorum, aydınlığa boğabilirsin dünyanı… Sessizliğin ardından çığlık gibi gelişim hep bir “öteki” olarak konumlandırdı beni ömrüne.

Öyle bir masal seçmiştim ki kendime bütün haklarım en başından feshedilmişti. Kendime koşturmalarımda karşıma çıkan koca ‘hiç’lerle baş etmiştim. Düşmelerimin arkasına saklanmış yara bereleri sildim. İsminin ardına yığıldı ünlemler. Gizledim…

Uykularımda varlığına eş düşen kâbuslar sordu yazgımı. Yollarımın biletini kesti kaldırımlar. Gidemezdim…

Ki bilmediğim; gitmek neydi Asrevya?

İyiler ve kötülerle oluşan masallarda gitmek hangi safın eylemiydi? Kaç kez denenebilirdi? Peki ya kalmak kimdendi? Ömründen aldıklarım varsa geri veriyorum; ama bilmiyorum ne olacak ömrümden aldıkların?Eskimiş ayak izlerimle saklı mektuplardan mazimi arıyorum. Uzun yollarımın asfalt ziftleri yerleşiyor tırnaklarıma. Gezilmiş; fakat gelinememiş bir geçmişten yadigâr kalıyorlar bana. Karıştırılmış defterlerden eskimeyen sorular düşüyor dilime.

Hangi gerçeğe inat bu masal Asrevya?
Şehrin caddelerinde, kayıplığımın etiketi oluyor varlığın. Artık boğazıma astığım yarım yüz bir obje duruşun. Ellerimden dökülen silgisiz bir resim…

Demir parmaklıkların hükümranlığında birkaç satırdan oluşan cümleyiz. Âharlanmamış kâğıtların bir köşesine karalanır harflerimiz. Sonra;Geceye şehir düşerDüşe kâbus…

An gelir, yazanı belli olmayan mektuplardan dökülür hayat.An gelir, şehrin yağmurları büyük definlerin yüzünü yıkar hayatın ertesi. Güzel sözlere uykusunu satacak çocuklar bekler kundaklarda ve bir bomba çınlatır vahşetin kulağını. Alnımızdaki savaşa rağmen bayraklaştıramayız barışın adını. Her bir köşeye dağıtamayız zeytin dallarını. Güvercinlerin kanatları kırıldı. Bunca kan revan varken yüreklerimizde, barış diye dillenemeyiz kendi türkümüzde. Son bir defa dur diyemeyiz gidenlere.Ve nihayet gece…


Karanlığımda kayboluyor tüm ışıklar. Bir yudum aydınlık kalıyor bana. Sen, yolunu bulmaya çalışıyorsun eskimiş ayak izlerinde. Düşüyorsun… Sonra aydınlığımdan medet umuyorsun. Ki bilmiyorsun, benim aydınlığım önümü bile görmeye yetmedi Asrevya. Kandırmayalım kendimizi ve kanmayalım mutlu sonlu masallara… İçimde saklıdır koca bir sen…
Neydi ki ses duymak, yüz görmek?Yaşadığını bile bilmek yeterliyken…ArtıkÖlümü aşka emanet edilmiş biriyim ben…

Asrevya!..

Yazarak yaşattığım bir kahramanı susarak öldürdün sen…



 

Asrevya

Özgürlük=Öze B/akış
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    14 Ocak 2014
  • Mesajlar
    1,409
  • MFC Puanı
    354



15



Aklımın son ziyanlarındayım. Sen kadar yalan bir masala inandım…



Dişlerimin arasına sızan bir gerçek, gölge oluyor can kuşuma. Yıllanmış kafeslerdeki yorulmuşluğuma yanıyor. Gitmek için beni bekliyor kendince. Yandığım ateşler sönmez. Var git yoluna!



Kaç gün birikir bu boşluğa? Ki ellerim soğuk, üşüdüm.

Yüzümdeki aynaları kırdım.

Gözlerimde görünmez ömrüme sıkışmış olanlar.



Soğuktu… Üşüdüm.

Şehirden bir fırtına giydim ruhuma. Ona-buna çattım ilkin. Elinden tutarken tüm yaşamaların öyle uzak, öyle soğuktu yüzüm. Kırdıkça kırılganlaşmıştım. Üstüme basa basa geçerken günler yazdım ilkbaharın ardında. Hemen sonbaharlaşabilecek bir kuvvette. Sonbahar olmak direnmeyi gerektirir. Bilinir, sararmış bir yaprağın ömrü gücü kadardır. Bir gün mutlaka dalından kopup gitmeyi göze alacaktır. Ve bir yaz eteklerinde hep sonbaharı taşır.



Masal diye araladığım dünyanın kapısında kâbuslar ağırlıyor ruhumu. Oysa korkağım. Karanlığa tutunamam geceleri. “Geçti” sözcüğü avutmaz beni. Yollardayım. Kaybolmayı deniyorum ayaküstü. Hep aynı yolda kaybolmayı denemek bir tevafuk mu yoksa yalan bir kayboluşa gitmenin en kestirme yolu mu?



Penceremden deniz görünmüyor. O çok sevdiğim sahil kasabası çok uzağımda. Oturup günlerce yazdığım, sessizliğe başımı dayadığım, ıhlamur ağacı altında kahvemi yudumladığım, telvesine kendi acımdan da kattığım, bırakıp geldiğimi zannettiğim, bıraktığım; ama gelemediğim yorgun kasaba… Gece, dalgalarını vururdu kulaklarıma. Göz kapaklarım yorgun düşüp kapanmasa gün hiç bitmeyecekti orada. Büyük şehrin ruhuma kattığı alışkanlıkların hesabını soracaktım ona; neden sessizdi, neden kanatmıyordu da yara sarıyordu her defasında?



İnsan var olan sızılarından kurtulabilmek için mi dönerdi geçmişe? Geçmişte bitmiş hesapların az can yakıcılığından mı medet umardı? Birileri için geçmiş sayılan bu yer daha önce geçmemişti ömrümden. Geleceğimden geçmesi muhtemeldi, geçmişle baş başa kalmasaydım belki. Anadolu’dan öğrendiğim gerçekler vardı. Biz gidenleri toprağa uğurlardık. Denizin elleri kerpeten olmazdı cesetlere. Çöl çatlaklarımızın kıyısından akan çay, intihara meyledenlerin ilk durağı olsa da yaşamak ağır basardı son adımda. Limanlarda bekleyemedik hiç. Hiçbir gemi beklediğimizi getirmezdi. Çünkü denizin suyu sızmadı şehrimize. Çok yakınca günün gerçekleri, terk edilen geçmişe döndük çoğu kez. Üstünden zaman geçmiş acılarımızda devâ bulduk. Sağ kalanları bazen trenle bazen otobüsle başka şehirlere gönderirdik. Sonra kendimiz de gittik. Kuraklıktan yeni hayatlar

devşiremeyince ve kaybedince kalmayı gerektiren sebepleri, göç ettik. Tuttuk İstanbul’un elinden. ‘Düşürme e mi?’ diye de tembihledik. Kan kustuk kızılcık şerbeti içtik dedik. Büyük şehirde yaşamaya yenilmedik. Kendi masallarımıza yenildik. Parmaklarımızın altında can bulanlardan başka en fazla ne yakmıştı canımızı? Ölümler mi? Zaten her bir ölüm yazılan olmamış mıydı?



Yıl 1987/ sonbahar, gitti.

Yıl 1988 / sonbahar, gitti.

Yıl 2004 / ilkbahar, gitti.



Hiçbir ölüm son değildi. Yaşadıkça kabaracaktı bu liste. Dilimde bir cümle ayrılacaktı onlara; “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” [1]



Ölümlerin götürdüğünden arta kalanlara ben diyebiliyordum. Dururken kırık camların yamacında yabancı bir yüzdü hayal-meyal gördüğüm. Oysa aynalardaki yüzümü ‘ben’ diye biliyordum.



Yorgunum…

Kalemi bırakmalı…

Uyuyorum…



…//



Ertesi gün…



Yaz kendini iyice hissettiriyor şehrime. Gittiğinden beri tüm seherler ayrılığı vuruyorsa beynimde ve ayak izlerinse düşüncemde dolaşan, düşmüşsem karanlığa o halde hangi mısradan tutunup yaşamalı şimdi?



Asrevya!..

Bu bir masal mı mektup mu bilmediğim… Masalsa –ki hep masal diye dillenecek- uyunması için yazılmayacak, mektupsa asla adresine yollanmayacak… Yazdıklarımda sen de bulunmayacak. Gitgide kaybolacaksın. Zaman bize bu sonu oynayacak. Belki de en doğrusu bu olacak.



Anlaşılmadım. Sonu gelmeyen üç noktalı cümlelere sığınmak mıydı suçum? Suçum, sana yazmak mıydı? “Asrevya kim”ler “neden Asrevya”lar uzadıkça, anlatmam beklendikçe payıma hiç mi anlaşılmayı beklemek düşmezdi? Gör ki nasıl yanlıştık Asrevya. Bu oyunda yanmıştık. Kaybeden çekip gitmeliydi. Söyle hangimiz gideriz şimdi. İlk önce sen mi yoksa ben mi?



Buralar uslandırmaz ruhumu. Gitmeli…



Giderken yanıma aldığım birkaç cümle, birkaç gözyaşı, bir de hoşça kal… Uzun yolculukları sevmem gidip gelmeler için. Beynimden vapurlar kalkar o yaradan bu yaraya. “Orda bir köy var (mı) uzakta (?)” gidilmeyen, özlenilen…



Dönüp baktığında aynalara yüzünü görebilir misin Asrevya? Her defasında daha bir derine gömerken neye ve neden yazdığımı, anlamlandırabilir misin kendi içinde varlığını?



Yağmur bardağından boşalıyor pencereme. Doğru, gitmeliydi; kalmamalıydı daha fazla. Yazık! Yanlış cümlelerde var olduk. Büyük ağaçların gölgesinde küçük kaldık büyümelere. Geçmişime döndüm yine. Dedim ki içimden; sen neredeydin, ben kimdim “anne”? Belki dedi ki içinden; git ve gelme!

Bir adım daha atsam yakar mıydı yani bizi bu cehennem?

Döndüm “anne”

Şimdi

Git ve gelme!



Yaşadıkça ve yara aldıkça her savaştan “öldürmeyen acı güçlendirir” diyen teselli sözcüğü hangi zamanda üflenmişti kulağıma? Kervanlar geçerken ıssız çöllerimizden, katledilmemek için susabilir miydik Asrevya?



Dizleri kanamalı geçmişim vardı. Yalan sözlerle uslanmaz çocukluğum… Elma ağaçlarına çıkıp düşmekle geçerken hayat, yürüyüşlerimde eksik bir adımdım. Yanıldım. Sokaklarda kaybolurken önümden dönen gölgeyi sen sandım. Öldüğünü unuttum, yaşadığına inandım. Sesin çıkmadı, yüzün görülmedi. Her defasında “ben öldüm” çığlıkları atıyordu yokluğun. Ruhuna sûreler dokuyup kenara çekilemedim Asrevya. Gittiğinle kalamadım… Bir nefes daha… Hadi sabır, bir nefes daha diyip itelerken ömrümü yazıp yırttığım satırlarda kaldım. Belki bir nebze yardıma muhtaçtım. Yeniden diyebilmem için yenilenmem gerekti. İçimde birikmiş tüm kalemler yenikti. Bu sessizlikte kimden cevap beklenirdi? Söylesene aşk denilen ülkede yıkılan kalelerin hesabı kime sorulurdu Asrevya?



Elleri kınalı kundaklarım vardı. Yarınları büyütmek için sakladığım, gözlerimin siyahîliğinden ölüm nârâları atılırken dört bir yana; tavan aralığında saklandığım…



Bazen ölmek vardı meydanlarda,

Bazen üç başlı ejder gibi yaşamak inadına…

Nice senelere yürürken susmayan kalemimle iyi ki doğmuş muydum Asrevya?

Dilinden dökülen son yalandım,

Doğrulanamadım.

Ben sende yanlışları denedim, doğrulara yenildim.



Eski odamın camı incir ağacına bakardı. Çocukluğumda kurduğum hayalleri dallarına takardım hep. Büyüdükçe değişmişti birçok şey. Değişmesini beklemediğimiz her şey… Kışın karlarda kapanan sokaklarımız yoktu. Yağmuru karşılayınca şehir, çamura boyanmıyordu eteklerimiz. Eski masallarımız da yer bulmuyordu kulaklarımızda. Keloğlan, pamuk prenses mışıl mışıl uyuyordu kitaplarında. Yeni masallarımızın yüzü mutluluğa çıkmıyordu. “-dı” ve “-mış” lı geçmiş zamanlarda kalmıyorduk. Şart oluyorduk, şimdiki zamana yelteniyorduk, “-yor” da duruyorduk. Yoruluyorduk.



Sen kimdin Asrevya?

Kim olmaya gelmiştin de geri dönememiştin?

Ölmeyi mi tercih ettin

Yoksa

Saklanmayı mı seçtin?

Öyleyse

Yanlış nakaratlarda kara libaslar arama kendine

Saklanmak için kaybolmayı göze almalı bir kere



Hadi susma Asrevya

Hadi sen de söyle

Yazık ömrümüze!..





Zaman geçiyor. Yalın ayak çocuk bir “son” dileniyor düşüme. Kendine baktığında beni görebilseydin kırık kalemler oturmayacaktı öyküme. Apar topar gitmeyecekti birkaç kelime.

Kendime baktığımda seni görmemek için kör olmalıydım o halde. Gözlerim bağlanmalıydı üst üste derilerle. O zaman dilim söyleyecekti ya. O sussa içim buradasın diyecekti.



Sana kal demem Asrevya

Git demeyeceğim gibi…

Uykusuzluğumun baş yayına mimlenmiş satırlar değiyor gözlerime;



Verilmiş sözlerden inciler dizerken bileklerime

İnandığım tüm sözcükleri

Unutulmuş cümlelerin içine sığdırdı “her kimse”



…//



Şimdi ise

Sularımda yağmalanırken ateş

Devrik bir cümle oluyorum

Yalan-yanlış sevdiğim tüm masallara…



Ve sen Asrevya!

Ağır aksak masallarda kalır varlığın.

Arama! Yazıldığın halini aslında bulamazsın. Düşerken dilden dile bilinmeyen akrostiş bir isimle hüzün diye dillendin ellerimde. Anlatacaklarım çok, yeni mevsimler eşliğinde. İlkbaharda kurulurken tüm köprüler sonbaharı beklemeden yıktık hep. Kendi boşluklarımızı başka yüzlerde doldurmaya çalıştık kimi zaman. Küçük suretlere devleşen insanlar gördük. Gör ki ne çok yürüdük… ‘Git-gel ve dibe vur!’ olsa da hepsinin son sözü…



Beyaz oldum sonra siyah sonra pembe. Bir fırça vurulsaydı yüzüme ölüp devleşecektim kendi öykümde.



Bir misafir kadar kaldım kalemimde. Yazıp gittim, söyleyip sustum… Büyük harflerin ardında kaldım, ne görüldüm ne anlaşıldım. Vakit çok ilerledi. Şimdi üçüncü tekil şahıs olarak soluklanabilmeliyim bir yerlerde…



Artık yazmam mı dersin Asrevya

İyi düşün, yanılma…





Tuba ÖZDEMİR






[1] Bakara Sûresi / 156



‘/ Bir son değildir; ama yazılıp birikmiş bir masalın farklı zaman aralıklarıyla paylaşılması adına ‘bir son’ olması temennimdir.

 
Üst Alt