- Konum
- Cennet Şelaleleri. ♡
-
- Üyelik Tarihi
- 20 Ara 2012
-
- Mesajlar
- 4,143
-
- MFC Puanı
- 312
Ulus devlet yaratma ideali temelinde kaleme alınan ve hemen hepsi olağanüstü/olağandışı şartlarda oluşturulmuş bugüne kadarki anayasalarda geçen vatandaşlık tanımına ilişkin tartışmalar yeni ve sivil bir anayasa oluşturulması sürecinde gündeme oturdu.
Son birkaç yılda, Türklük", Türk Milleti, Türkiyelilik, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı, Anadoluluk gibi kavramlar vatandaşlık tanımı oluşturulması noktasında birbirinin alternatifi olacak şekilde düşünülmeye başlandı. 1921 ve 1924 anayasasının 88. maddesinde ve sonrasında küçük farklarla hemen hemen aynı şekilde 1961 anayasasının 54. ve 1982 anayasasının 66. maddesinde yer alan tanım, resmi ideolojinin tek tip insan yetiştirme amacına anayasal dayanak sağlanması için yapılmıştır. Fakat bugüne kadar Türkten kastedilenin ne olduğunun kesin olmaması nedeniyle bu durum çelişkili bir boyut kazanmıştır.
Türklüğün üst kimlik mi olduğu yoksa aynı zamanda bir etnik grubu tanımlamak için de mi kullanıldığı konusunda kesin bir yargı söz konusu değildir. Bir tanım Türklüğü Türkçe konuşan halkların genel adı olarak ele alırken burada bir çeşit üst kimlikten söz ediliyor. Fakat etnik kimliğini Türk olarak kabul edenler de mevcut. Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan ve kendi etnik kimliği Türkten başka olan ve bu kimliğin gerektirdiği sosyal görevleri devletle olan hukukundan ve bağından daha fazla önemseyen, sahiplenen unsurlar, gruplar da bulunuyor. Kürtlerin, Çerkeslerin, Lazların ve diğer grupların şayet Türklük üst kimlikse kendilerini hem Kürt, Çerkes ya da Laz hem de aynı zamanda Türk olarak kabul etmeleri gerekir.
Anadoluda yaşayan gayrimüslim unsurların, onların da bazılarının statüsü Lozanda belirlenmişken Müslümanların topyekün tek bir grupmuş gibi ele alınması devletin bu politikasına bir anlamda uluslar arası bir güvence ve onay getirmiştir. Büyük bir imparatorluğun mirascısı olarak Türkiye Cumhuriyeti çok farklı etnik yapıların bir arada bulunduğu bir devlet olmanın icaplarını yerine getirememiş ve Osmanlıdaki Osmanlılık üst kimliğinin yerine dayatmacı bir Türklük kimliğini koymaya çalışmıştır. Bu doğal olarak asimilasyon ve dışlamayı da beraberinde getirmiştir. Bunun iki somut tezahürü; birincisi Rumlara karşı gelişen 6-7 Eylül olayları ve ikincisi Kürt sorunudur.
Hemen hepsi Kemalist devrimi korumak ya da devam ettirmek iddiasındaki askeri müdahalelerden birisi olan 28 Şubat sürecinin beklenenin tam tersi yönde bir etki yaratması sonucu ülkede çok hızlı bir gelişme ortaya koyan muhafazakar kesimin siyasi temsilcileri seçimler yoluyla iktidara gelmiş ve ilk iş olarak devletin hemen bütün kurumlarında önemli noktalarda yer tutmuş bulunan ve kendini devletin sahibi sanan resmi ideolojinin müritlerini bu kadrolardan tasviye yoluna gitmiştir. Devletin kurumlarında meydana gelen bu değişim sonuç olarak devletin halka bakışının değişmesini de beraberinde getirmiş, köhne ve çağın gerisinde kalan uygulamalar yerlerini yenilerine bırakmaya başlamıştır. On yıl öncesinde teklif ve hatta tahmin bile edilemezken gelinen noktada anayasanın değiştirilemez maddelerindeki hususların dahi tartışmaya açılıyor olması bu değişimin göstergesidir.
İktidar partisinin bu süreçte Kürt halkının desteğini sağlamak, ayrıca uzun vadede işlerini kolaylaştırmak için taleplerini dikkate alarak geliştirdiği proje kapsamında söylemlerinde vatandaşlık adı altında dayatılan ve Kürtleri tahrik ve rencide eden Türklük tanımlamasının yerine Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulunun vaktiyle önerdiği aslında çok da sağlam bir arkaplanı olmayan Türkiyelilik" ifadesini kullanmasıyla olay farklı bir boyut kazandı. Çalışmaların referanduma götürülen anayasa değişiklik paketinde yer alması beklenirken yine gerekli mutakabatın sağlanamaması ve iktidarın bir istismar kaynağını daha kaybetmek istememesi nedenleriyle bu husus bugün ve daha uzun süre üzerinde konuşulmak vasfını sürdürmeye devam edecek gibi görünüyor.
İmparatorlukların zayıfladığı ve yavaş yavaş sahneden çekildiği dünyada ulusalcılık toplumların kendi kurumlarını ve işleyişlerini düzenlemek ve buna göre belli sınırlar çizmek ihtiyaçlarına karşılık olarak gelişmiştir. Ulus devlet projeleri birbiri ardına uygulamaya konulurken Türkiye bu değişimi Cumhuriyet ile birlikte yaşamıştır. Ulus devletin olmazsa olmazı ulusal kimlik belirleme gerekliliği esasen o dönem için zaruri iken sınırların kalktığı, üretim araçlarının ve güç kaynaklarının değiştiği, yönetim sistemlerinin evrildiği, iletişimin hızlandığı, ihtiyaçların çeşitlendiği ve farklılaştığı bugünün dünyasında ulusal değil fakat evrensel değerleri temele alan tanımlamalar getirmek kaçınılmaz hale gelmiştir.
Farklılıkların tehdit olarak algılandığı dönemler geride kalmıştır. Bir toplumda verimlilik için her yurttaşın kendisini başkasının kalıbına girmeden sadece ve sadece kendi gibi davranarak özgürce ifade edebildiği bir ortamın yaratılması gerekir. Örneğin bir insan meramını en iyi anadilinde anlatır. Hem bir insanı devletin imkanlarını kullanarak bile olsa değiştirmeye, ona olduğundan farklı bir kimlik ve karakter kazandırmaya çalışmak da oldukça maliyetli bir iştir. Oysa herkesi olduğu gibi kabul edip, insanların taleplerini ve doğal şartları dikkate alarak kanun ve kurumlar ona göre düzenlenirse hem işler kolaylaşır hem de toplumsal reaksiyon olumlu yönde gelişir.
Kürt siyasetinin haklı talepleri ne yazık ki şiddet, terör, ölüm ve kanla gölgelendi. Bugün onyıllar önce bir grup sosyalist ve Kürt aydını tarafından kullanılan söylemlerin haklılığı hemen herkes tarafından kabul görür hale geldi. Fakat bu söylemler şimdi başkalarının siyasi malzemesi durumundalar. Bir anlamda sömürülmekteler. MHP ve ona yakın olanlar hariç bütün etkin siyasi aktörler az çok o çizgiye temas etmiş fakat haklılıklarından emin oldukları halde alışkanlıklar ve korkular nedeniyle o noktada sağlam bir duruş sergileyememişlerdir.
Türkiyede kendisini Türkten başka isimlerle tanımlayan ciddi bir kitle söz konusuyken bugün gelinen noktada Türk tanımlamasının çok yetersiz olduğu ve hatta dayatma olarak algılanması hasebiyle onur kırıcı, rencide edici bir işlevinin olduğu da söylenebilir. Türkten başka Türkiyelilik gibi bir tabir ise çok iğreti durmaktadır. Türkiyeliliğin herhangi bir karşılığı bulunmamaktadır. Kimliğin tanımını sadece coğrafyayı referans alarak yapmak ise bir anlamda tarihi, kültürel geçmişi ve birikimi inkar etmek anlamına gelmektedir.
Sözü geçen 66. maddenin tamamen kaldırılması bile çok büyük bir eksiklik yaratmayacaktır. Çünkü esasen devlet vatandaşını, vatandaş da devleti kurumlar ve kanunların fonksiyonları üzerinden tanımlamaktadır. Türklük, Türkiyelilik ve saire gibi kapsamı ve referansı dar isimlendirmeler yapmak yerine işleve dikkat çekerek en kapsamlı şekilde bütün tanımların üstünde Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı ifadesini kullanmak tartışmaları bitirecek olmasının yanı sıra en doğru olanıdır. Bu ifade anayasada yer almasa bile geçerli olacaktır. Zaten çoğunluk lafzıyla olmasa da manasıyla bu hususu bu ifadede geçtiği şekilde algılamaktadır.
Son birkaç yılda, Türklük", Türk Milleti, Türkiyelilik, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı, Anadoluluk gibi kavramlar vatandaşlık tanımı oluşturulması noktasında birbirinin alternatifi olacak şekilde düşünülmeye başlandı. 1921 ve 1924 anayasasının 88. maddesinde ve sonrasında küçük farklarla hemen hemen aynı şekilde 1961 anayasasının 54. ve 1982 anayasasının 66. maddesinde yer alan tanım, resmi ideolojinin tek tip insan yetiştirme amacına anayasal dayanak sağlanması için yapılmıştır. Fakat bugüne kadar Türkten kastedilenin ne olduğunun kesin olmaması nedeniyle bu durum çelişkili bir boyut kazanmıştır.
Türklüğün üst kimlik mi olduğu yoksa aynı zamanda bir etnik grubu tanımlamak için de mi kullanıldığı konusunda kesin bir yargı söz konusu değildir. Bir tanım Türklüğü Türkçe konuşan halkların genel adı olarak ele alırken burada bir çeşit üst kimlikten söz ediliyor. Fakat etnik kimliğini Türk olarak kabul edenler de mevcut. Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan ve kendi etnik kimliği Türkten başka olan ve bu kimliğin gerektirdiği sosyal görevleri devletle olan hukukundan ve bağından daha fazla önemseyen, sahiplenen unsurlar, gruplar da bulunuyor. Kürtlerin, Çerkeslerin, Lazların ve diğer grupların şayet Türklük üst kimlikse kendilerini hem Kürt, Çerkes ya da Laz hem de aynı zamanda Türk olarak kabul etmeleri gerekir.
Anadoluda yaşayan gayrimüslim unsurların, onların da bazılarının statüsü Lozanda belirlenmişken Müslümanların topyekün tek bir grupmuş gibi ele alınması devletin bu politikasına bir anlamda uluslar arası bir güvence ve onay getirmiştir. Büyük bir imparatorluğun mirascısı olarak Türkiye Cumhuriyeti çok farklı etnik yapıların bir arada bulunduğu bir devlet olmanın icaplarını yerine getirememiş ve Osmanlıdaki Osmanlılık üst kimliğinin yerine dayatmacı bir Türklük kimliğini koymaya çalışmıştır. Bu doğal olarak asimilasyon ve dışlamayı da beraberinde getirmiştir. Bunun iki somut tezahürü; birincisi Rumlara karşı gelişen 6-7 Eylül olayları ve ikincisi Kürt sorunudur.
Hemen hepsi Kemalist devrimi korumak ya da devam ettirmek iddiasındaki askeri müdahalelerden birisi olan 28 Şubat sürecinin beklenenin tam tersi yönde bir etki yaratması sonucu ülkede çok hızlı bir gelişme ortaya koyan muhafazakar kesimin siyasi temsilcileri seçimler yoluyla iktidara gelmiş ve ilk iş olarak devletin hemen bütün kurumlarında önemli noktalarda yer tutmuş bulunan ve kendini devletin sahibi sanan resmi ideolojinin müritlerini bu kadrolardan tasviye yoluna gitmiştir. Devletin kurumlarında meydana gelen bu değişim sonuç olarak devletin halka bakışının değişmesini de beraberinde getirmiş, köhne ve çağın gerisinde kalan uygulamalar yerlerini yenilerine bırakmaya başlamıştır. On yıl öncesinde teklif ve hatta tahmin bile edilemezken gelinen noktada anayasanın değiştirilemez maddelerindeki hususların dahi tartışmaya açılıyor olması bu değişimin göstergesidir.
İktidar partisinin bu süreçte Kürt halkının desteğini sağlamak, ayrıca uzun vadede işlerini kolaylaştırmak için taleplerini dikkate alarak geliştirdiği proje kapsamında söylemlerinde vatandaşlık adı altında dayatılan ve Kürtleri tahrik ve rencide eden Türklük tanımlamasının yerine Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulunun vaktiyle önerdiği aslında çok da sağlam bir arkaplanı olmayan Türkiyelilik" ifadesini kullanmasıyla olay farklı bir boyut kazandı. Çalışmaların referanduma götürülen anayasa değişiklik paketinde yer alması beklenirken yine gerekli mutakabatın sağlanamaması ve iktidarın bir istismar kaynağını daha kaybetmek istememesi nedenleriyle bu husus bugün ve daha uzun süre üzerinde konuşulmak vasfını sürdürmeye devam edecek gibi görünüyor.
İmparatorlukların zayıfladığı ve yavaş yavaş sahneden çekildiği dünyada ulusalcılık toplumların kendi kurumlarını ve işleyişlerini düzenlemek ve buna göre belli sınırlar çizmek ihtiyaçlarına karşılık olarak gelişmiştir. Ulus devlet projeleri birbiri ardına uygulamaya konulurken Türkiye bu değişimi Cumhuriyet ile birlikte yaşamıştır. Ulus devletin olmazsa olmazı ulusal kimlik belirleme gerekliliği esasen o dönem için zaruri iken sınırların kalktığı, üretim araçlarının ve güç kaynaklarının değiştiği, yönetim sistemlerinin evrildiği, iletişimin hızlandığı, ihtiyaçların çeşitlendiği ve farklılaştığı bugünün dünyasında ulusal değil fakat evrensel değerleri temele alan tanımlamalar getirmek kaçınılmaz hale gelmiştir.
Farklılıkların tehdit olarak algılandığı dönemler geride kalmıştır. Bir toplumda verimlilik için her yurttaşın kendisini başkasının kalıbına girmeden sadece ve sadece kendi gibi davranarak özgürce ifade edebildiği bir ortamın yaratılması gerekir. Örneğin bir insan meramını en iyi anadilinde anlatır. Hem bir insanı devletin imkanlarını kullanarak bile olsa değiştirmeye, ona olduğundan farklı bir kimlik ve karakter kazandırmaya çalışmak da oldukça maliyetli bir iştir. Oysa herkesi olduğu gibi kabul edip, insanların taleplerini ve doğal şartları dikkate alarak kanun ve kurumlar ona göre düzenlenirse hem işler kolaylaşır hem de toplumsal reaksiyon olumlu yönde gelişir.
Kürt siyasetinin haklı talepleri ne yazık ki şiddet, terör, ölüm ve kanla gölgelendi. Bugün onyıllar önce bir grup sosyalist ve Kürt aydını tarafından kullanılan söylemlerin haklılığı hemen herkes tarafından kabul görür hale geldi. Fakat bu söylemler şimdi başkalarının siyasi malzemesi durumundalar. Bir anlamda sömürülmekteler. MHP ve ona yakın olanlar hariç bütün etkin siyasi aktörler az çok o çizgiye temas etmiş fakat haklılıklarından emin oldukları halde alışkanlıklar ve korkular nedeniyle o noktada sağlam bir duruş sergileyememişlerdir.
Türkiyede kendisini Türkten başka isimlerle tanımlayan ciddi bir kitle söz konusuyken bugün gelinen noktada Türk tanımlamasının çok yetersiz olduğu ve hatta dayatma olarak algılanması hasebiyle onur kırıcı, rencide edici bir işlevinin olduğu da söylenebilir. Türkten başka Türkiyelilik gibi bir tabir ise çok iğreti durmaktadır. Türkiyeliliğin herhangi bir karşılığı bulunmamaktadır. Kimliğin tanımını sadece coğrafyayı referans alarak yapmak ise bir anlamda tarihi, kültürel geçmişi ve birikimi inkar etmek anlamına gelmektedir.
Sözü geçen 66. maddenin tamamen kaldırılması bile çok büyük bir eksiklik yaratmayacaktır. Çünkü esasen devlet vatandaşını, vatandaş da devleti kurumlar ve kanunların fonksiyonları üzerinden tanımlamaktadır. Türklük, Türkiyelilik ve saire gibi kapsamı ve referansı dar isimlendirmeler yapmak yerine işleve dikkat çekerek en kapsamlı şekilde bütün tanımların üstünde Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı ifadesini kullanmak tartışmaları bitirecek olmasının yanı sıra en doğru olanıdır. Bu ifade anayasada yer almasa bile geçerli olacaktır. Zaten çoğunluk lafzıyla olmasa da manasıyla bu hususu bu ifadede geçtiği şekilde algılamaktadır.