Osmanlı tahtına 1512 yılında babasına karşı düzenlediği bir darbe sonucu oturan I. Selim, 1520 yılına kadar tahtta kalmış ve 49 yaşında vefat etmiştir. Osmanlı Devletinin bu dönemi şarka yapılan seferler ile anılmış ve devletin, daha çok Müslüman milletlerin liderliğini ele geçirdiği bir evre olarak görülmüştür. Kaldı ki, Venedikli bir konsolosun Tanrı bizi korumazsa, sonunda bütün Müslümanların hükümdarı olacak[1] diye I. Selim hakkındaki endişelerini dile getirmesi, bunun açık bir kanıtıdır.
Osmanlı-Memlûk İlişkileri
Memlûklar ile Osmanlıların ilk münâsebetleri I. Murat Döneminde, dostâne bir çerçevede başlamıştır. Fakat Osmanlının batı yönüne doğru elde ettiği parlak zaferler, doğudaki Memlûkların endişe duymasına sebep olmuştur. II. Mehmet zamanında ilişkilerin en parlak dönemine ulaştığı bir gerçek iken, aynı zamanda bu dönem ciddi sorunların da bir başlangıç noktası olmuştur.
Fatih Sultan Mehmetin cihanşümul hâkimiyet anlayışı, Memlûk Sultanı el-Melik el-Eşref Seyfeddin Aynalı giderek tedirgin etmiş ve Memlûk Sultanı, Fatihe yazdığı mektuplarda ona karşı küçük düşürücü ifadeler kullanmıştır. İstanbulu fethederek yeni bir çağ başlatan ve aynı zamanda Hıristiyanlar üzerinde giderek artan tahakkümünün kendisine verdiği özgüven ile Fatih, kendisine Kayser-i Rum unvanını vermiş ve kendini Romanın mirasçısı saymıştır. Mısırın da Romanın bir toprak parçası olduğu gerçeği, Fatihin cihanşümul anlayışı ile perçinlenerek sultanın kendine olan özgüvenini artırmıştır. Ve artık Memlûk sultanına Sultan-ı Harameyn Babam hitabının yerine Hadim-i Harameyn Karındaşım Mısır Sultanı ifadesini kullanmaya başlamıştır.[2]
Yine Fatih zamanında ortaya çıkan Hicaz Su Yolları Meselesi, iki devlet arasında gerginliğe neden olmuştur. Fakat aslında bu sorun, Osmanlı Devletinin Memlûklara karşı güttüğü hâkimiyet politikasının sadece görünen, diplomatik bir göstergesiydi. Âşık Paşazâde ve Hoca Sadeddin dışında ilk dönem kroniklerinde Hicaz Su Yolları ile başlayan Mısır meselesi genel olarak yer almamıştır. İki kronikte de, her yıl kutsal topraklara, hacca giden hacıların bu dinî görevlerini kolaylıkla ifa edebilmeleri için hac yolu üzerinde bulunan su kuyularının tamir edilmesinin gerekliliğinden bahsedilir. Hoca Sadeddin, Fatihin bu tamirat için kendi hazinesinden ya da vakıflar aracılığıyla fon ayrılması için bizzat Memlûk sultanına mektup yazdığını belirtir. Fakat Memlûk sultanı bu isteği, kendisine hakaret olarak değerlendirir ve Osmanlı sultanının, kendi iç işlerine karıştığını düşünerek bunu reddeder.[3] İki kronikte de Hicaz Su Yolları Meselesi anlatıldıktan hemen sonra iki devletin Dulkadiroğulları üzerindeki mücadelesinden bahsedilmesi, Osmanlı-Memlûk arasındaki esas sorunu göstermesi açısından önemlidir. Çünkü Dulkadiroğulları coğrafyası, Memlûklar ve Osmanlı arasında bir tampon bölge oluşturmaktadır. Bu bölge kimin tahakkümü altında olursa, bu coğrafya o devlet için o kadar güvenli olur demektir. Fatih Sultan Mehmetin, kayınpederi olan Dulkadiroğulları hükümdarını ve kayınlarını himâye etmesi, bu beyliğin Osmanlı için gerekliliğini göstermektedir. Memlûklar ise, Mısır ve Suriye coğrafyalarının güvenliği için bu beyliğin önemini bilmekteydi ve bunun sonucunda Dulkadiroğulları Beyliğinin iç işlerine müdahale etmişlerdir. Böylece Osmanlı-Memlûk ilişkilerinin temel gerginlik meselesi Dulkadiroğulları olmuştur.[4]
Hicaz Su Yolları Meselesi, Osmanlı Devletinin diplomatik bir manevrasından ötürü gelmekteydi. Hedeflenen asıl amaç, Mısırın fethedilmesi ve dolayısıyla İslâm dünyasında artık etkisi kalmamış olan Abbasi Halifesinin yerine Osmanlının liderliğini getirmekti. Çünkü, bir zamanlar putperest Moğolları durduran, Abbasi Halifesini himâye eden, kutsal beldelerin bekçiliğini yapan Memlûklara karşı, çok daha parlak zaferler elde eden Osmanlılar alternatif olmaya başlamıştı.[5] Fatih Sultan Mehmet bunun bilincinde olarak Dulkadiroğulları Beyliğini hâkimiyeti altına almayı düşünmüş ve belki de vefat ettiği zaman henüz başlamış olduğu seferinin hedefi Mısırdı [6]
II. Bayezid Döneminde ise ilişkiler gittikçe gerginleşmeye başlamıştır. Cem Sultanı barındıran Memlûk Sultanı, artık Osmanlı Devletinin ezelî düşmanı hâline gelmiştir. II. Bayezidin hükümdarlığı Torosun ötesinde fazla itibar görmüyordu. Çünkü Anadolunun artık bu bölgesinde, Suriye ve Mısır hükümdarı olan Memlûk Sultanı daha itibarlıydı ve arkasına dinin kendisine sağladığı yüksek siyasî konumunu almıştı. Ayrıca bu dönemde Osmanlıya boyun eğmekten vazgeçen Dulkadiroğulları Beyi ve Memlûklar ile birçok çatışmaya girilmiş ve Osmanlı kuvvetleri genel olarak yenilgiye uğratılmıştı.[7]
Nihayetinde tahta çıkan I. Selim, Yeniçerilerden aldığı biat üzerine devletin o anki en büyük sorunlarından biri olan Şah İsmail sorununu çözmeye eğildi. Bu sorun kısmen çözülünce, Memlûkların ortadan kaldırılma gereği zaruret hâline gelmişti. 1515 baharında, artık devlet için ciddi bir tehlike olan Dulkadiroğulları Beyi Alaüddevleyi ortadan kaldırmayı amaçlayan Yavuz Sultan Selim amacına ulaşmış ve beyliği resmen hâkimiyeti altına almıştır. Böylece iki devlet arasındaki tampon bölge ortadan kalkmış ve bir savaş kaçınılmaz olmuştur.
Seferin Nedenleri
Şüphesiz ki her olay ve olgunun en az bir sebebi vardır. Devletlerin gerçekleştirmiş oldukları savaş ve seferlerde ise bu sebepler çok yönlü olmakla beraber, neredeyse hiçbiri birden ortaya çıkmamışlardır. Osmanlı Devletinin, I. Selimin döneminde Mısır üzerine yaptığı sefer de şüphesiz önceden planlanmış ve faydacı bir yaklaşımla bu savaşa karar verilmiştir. Mısır Seferinin temel olarak birkaç sebebi vardır. Osmanlının cihanşümul hâkimiyet anlayışı Memlûk ülkesinin fethedilmesini gerektirmekteydi. Ayrıca bu devletin, kutsal toprakların koruyucusu olması da dinî liderliğin bir nişanesidir. Osmanlı Devleti, bu nişaneye kendisi sahip olmak istemiş ve İslâm Dünyasının tartışmasız lideri olmayı dilemiştir. Memlûkların, kaçan Osmanlı şehzadelerine kucak açmaları da görülebilir bir sebepti. Memlûkların, Şah İsmail ile nihayet birlik olması da bir sebep olarak gösterilebilir. Akdeniz ticaretinin önemli duraklarından olan Mısırın ekonomik değeri de yadsınamaz bir gerekçeydi.
Osmanlı-Memlûk İlişkileri
Memlûklar ile Osmanlıların ilk münâsebetleri I. Murat Döneminde, dostâne bir çerçevede başlamıştır. Fakat Osmanlının batı yönüne doğru elde ettiği parlak zaferler, doğudaki Memlûkların endişe duymasına sebep olmuştur. II. Mehmet zamanında ilişkilerin en parlak dönemine ulaştığı bir gerçek iken, aynı zamanda bu dönem ciddi sorunların da bir başlangıç noktası olmuştur.
Fatih Sultan Mehmetin cihanşümul hâkimiyet anlayışı, Memlûk Sultanı el-Melik el-Eşref Seyfeddin Aynalı giderek tedirgin etmiş ve Memlûk Sultanı, Fatihe yazdığı mektuplarda ona karşı küçük düşürücü ifadeler kullanmıştır. İstanbulu fethederek yeni bir çağ başlatan ve aynı zamanda Hıristiyanlar üzerinde giderek artan tahakkümünün kendisine verdiği özgüven ile Fatih, kendisine Kayser-i Rum unvanını vermiş ve kendini Romanın mirasçısı saymıştır. Mısırın da Romanın bir toprak parçası olduğu gerçeği, Fatihin cihanşümul anlayışı ile perçinlenerek sultanın kendine olan özgüvenini artırmıştır. Ve artık Memlûk sultanına Sultan-ı Harameyn Babam hitabının yerine Hadim-i Harameyn Karındaşım Mısır Sultanı ifadesini kullanmaya başlamıştır.[2]
Yine Fatih zamanında ortaya çıkan Hicaz Su Yolları Meselesi, iki devlet arasında gerginliğe neden olmuştur. Fakat aslında bu sorun, Osmanlı Devletinin Memlûklara karşı güttüğü hâkimiyet politikasının sadece görünen, diplomatik bir göstergesiydi. Âşık Paşazâde ve Hoca Sadeddin dışında ilk dönem kroniklerinde Hicaz Su Yolları ile başlayan Mısır meselesi genel olarak yer almamıştır. İki kronikte de, her yıl kutsal topraklara, hacca giden hacıların bu dinî görevlerini kolaylıkla ifa edebilmeleri için hac yolu üzerinde bulunan su kuyularının tamir edilmesinin gerekliliğinden bahsedilir. Hoca Sadeddin, Fatihin bu tamirat için kendi hazinesinden ya da vakıflar aracılığıyla fon ayrılması için bizzat Memlûk sultanına mektup yazdığını belirtir. Fakat Memlûk sultanı bu isteği, kendisine hakaret olarak değerlendirir ve Osmanlı sultanının, kendi iç işlerine karıştığını düşünerek bunu reddeder.[3] İki kronikte de Hicaz Su Yolları Meselesi anlatıldıktan hemen sonra iki devletin Dulkadiroğulları üzerindeki mücadelesinden bahsedilmesi, Osmanlı-Memlûk arasındaki esas sorunu göstermesi açısından önemlidir. Çünkü Dulkadiroğulları coğrafyası, Memlûklar ve Osmanlı arasında bir tampon bölge oluşturmaktadır. Bu bölge kimin tahakkümü altında olursa, bu coğrafya o devlet için o kadar güvenli olur demektir. Fatih Sultan Mehmetin, kayınpederi olan Dulkadiroğulları hükümdarını ve kayınlarını himâye etmesi, bu beyliğin Osmanlı için gerekliliğini göstermektedir. Memlûklar ise, Mısır ve Suriye coğrafyalarının güvenliği için bu beyliğin önemini bilmekteydi ve bunun sonucunda Dulkadiroğulları Beyliğinin iç işlerine müdahale etmişlerdir. Böylece Osmanlı-Memlûk ilişkilerinin temel gerginlik meselesi Dulkadiroğulları olmuştur.[4]
Hicaz Su Yolları Meselesi, Osmanlı Devletinin diplomatik bir manevrasından ötürü gelmekteydi. Hedeflenen asıl amaç, Mısırın fethedilmesi ve dolayısıyla İslâm dünyasında artık etkisi kalmamış olan Abbasi Halifesinin yerine Osmanlının liderliğini getirmekti. Çünkü, bir zamanlar putperest Moğolları durduran, Abbasi Halifesini himâye eden, kutsal beldelerin bekçiliğini yapan Memlûklara karşı, çok daha parlak zaferler elde eden Osmanlılar alternatif olmaya başlamıştı.[5] Fatih Sultan Mehmet bunun bilincinde olarak Dulkadiroğulları Beyliğini hâkimiyeti altına almayı düşünmüş ve belki de vefat ettiği zaman henüz başlamış olduğu seferinin hedefi Mısırdı [6]
II. Bayezid Döneminde ise ilişkiler gittikçe gerginleşmeye başlamıştır. Cem Sultanı barındıran Memlûk Sultanı, artık Osmanlı Devletinin ezelî düşmanı hâline gelmiştir. II. Bayezidin hükümdarlığı Torosun ötesinde fazla itibar görmüyordu. Çünkü Anadolunun artık bu bölgesinde, Suriye ve Mısır hükümdarı olan Memlûk Sultanı daha itibarlıydı ve arkasına dinin kendisine sağladığı yüksek siyasî konumunu almıştı. Ayrıca bu dönemde Osmanlıya boyun eğmekten vazgeçen Dulkadiroğulları Beyi ve Memlûklar ile birçok çatışmaya girilmiş ve Osmanlı kuvvetleri genel olarak yenilgiye uğratılmıştı.[7]
Nihayetinde tahta çıkan I. Selim, Yeniçerilerden aldığı biat üzerine devletin o anki en büyük sorunlarından biri olan Şah İsmail sorununu çözmeye eğildi. Bu sorun kısmen çözülünce, Memlûkların ortadan kaldırılma gereği zaruret hâline gelmişti. 1515 baharında, artık devlet için ciddi bir tehlike olan Dulkadiroğulları Beyi Alaüddevleyi ortadan kaldırmayı amaçlayan Yavuz Sultan Selim amacına ulaşmış ve beyliği resmen hâkimiyeti altına almıştır. Böylece iki devlet arasındaki tampon bölge ortadan kalkmış ve bir savaş kaçınılmaz olmuştur.
Seferin Nedenleri
Şüphesiz ki her olay ve olgunun en az bir sebebi vardır. Devletlerin gerçekleştirmiş oldukları savaş ve seferlerde ise bu sebepler çok yönlü olmakla beraber, neredeyse hiçbiri birden ortaya çıkmamışlardır. Osmanlı Devletinin, I. Selimin döneminde Mısır üzerine yaptığı sefer de şüphesiz önceden planlanmış ve faydacı bir yaklaşımla bu savaşa karar verilmiştir. Mısır Seferinin temel olarak birkaç sebebi vardır. Osmanlının cihanşümul hâkimiyet anlayışı Memlûk ülkesinin fethedilmesini gerektirmekteydi. Ayrıca bu devletin, kutsal toprakların koruyucusu olması da dinî liderliğin bir nişanesidir. Osmanlı Devleti, bu nişaneye kendisi sahip olmak istemiş ve İslâm Dünyasının tartışmasız lideri olmayı dilemiştir. Memlûkların, kaçan Osmanlı şehzadelerine kucak açmaları da görülebilir bir sebepti. Memlûkların, Şah İsmail ile nihayet birlik olması da bir sebep olarak gösterilebilir. Akdeniz ticaretinin önemli duraklarından olan Mısırın ekonomik değeri de yadsınamaz bir gerekçeydi.