-
- Üyelik Tarihi
- 12 Kas 2020
-
- Mesajlar
- 2,474
-
- MFC Puanı
- 29,290
Weimar Cumhuriyeti , Almanya'da, Philipp Scheidemann'ın 9 Kasım 1918 tarihinde cumhuriyetin kurulduğunu ilan etmesi ile başlayıp 30 Ocak 1933 tarihinde Adolf Hitler'in şansölye olmasına kadar süregelmiş döneme verilen isimdir. “Weimar Cumhuriyeti” adı tarih yazımı için kullanılan bir terimdir. Bu adın kaynağı, I. Dünya Savaşı'ndan yenilgiyle çıkılması sonucu lağvedilen Alman monarşisi yerine millî meclisin yeni anayasayı oluşturmak için 1919 yılında toplandığı Weimar kentidir. Parlamenter demokrasiye dayanan bir rejimin kurulmuş olduğu bu dönemde “Deutsches Reich” yani Alman İmparatorluğu adı muhafaza edildi. Almanya'da liberal demokrasi yerleştirmek için yapılan bu ilk girişim, yoğun sivil anlaşmazlıkların ve ekonomik sorunların olduğu bir döneme rast geldi.
Kasım 1918’de monarşinin yıkılması ve Ocak 1919’daki anayasa yapıcı Alman Ulusal Meclisi seçimleri sonucunda İmparatorluk’tan Weimar Cumhuriyeti’ne geçişte sağlanan devamlılık gerçekten de dikkate değerdi. Hatta belirli bir ölçüde monarşi kurumu, değişik bir biçimde sürüyordu: Halk tarafından seçilen İmparatorluk Başkanı makamı öylesine kuvvetli yetkilerle donatılmıştı ki, daha o zamanlar bir “imparator yedeğinden” ya da bir “yedek imparatordan” söz ediliyordu. İmparatorluktan ahlaki olarak da bir kopma olmadı. Savaş suçu sorusuyla ilgili olarak ciddi bir hesaplaşma gerçekleşmedi, halbuki (veya çünkü) Alman kayıtları açık bir dille konuşuyorlardı: İmparatorluk yönetimi, 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Avusturya-Macaristan veliahtı Franz Ferdinand'ın öldürülmesinden sonra uluslararası krizi bilinçli olarak tırmandırmıştı ve böylece I. Dünya Savaşı’nın çıkmasında baş sorumluluğu taşıyordu. Yapılmayan savaş suçu tartışmasının devamında Almanya’nın savaşta suçsuz olduğu miti doğdu. Bu mit, hançerleme miti ile birlikte (buna göre, anavatandaki hainlik Almanya’nın yenilgisine neden olmuştu) ilk Alman demokrasisinin yasallığının alaşağı edilmesinde katkı sağladı. Almanya’nın 28 Haziran 1919’da imzalamak zorunda bırakıldığı Versay Barış Antlaşması neredeyse bütün Almanlar tarafından büyük haksızlık olarak algılandı. Bunun nedenleri, Alman İmparatorluğu ve müttefiklerinin savaş suçlusu oldukları gerekçesiyle dayatılan, özellikle yeni kurulan Polonya yararına olan toprak kaybında; tazminat şeklindeki maddi yüklerde; sömürgelerin kaybında ve getirilen askeri sınırlamalarda yatmaktadır. Avusturya’nın Almanya ile birleşmesinin yasaklanması da haksızlık olarak görülen maddeler arasındaydı. Habsburg Monarşisi'nin yıkılmasıyla büyük Almanya çözümünün gerçekleştirilmesi için ana engel kalktıktan sonra, Viyana ve Berlin devrim hükûmetleri her iki Almanca konuşan cumhuriyetin derhal birleştirilmesine karar vermişlerdi. Bu talebin popülerliğinden her iki taraf da emindi. Versay ve Saint Germain Antlaşmaları’ndaki birleşme yasağı büyük Almanya düşüncesinin tekrar kuvvetlenmesine engel olamadı. Bu düşünce, eski imparatorluk fikrinin bir rönesansı ile birleşti: Almanya tam da askeri olarak yenilmiş ve yenilginin sonuçları altında acı çekmekte olduğundan, geçmişin olduğundan güzel bir şekilde yansıtılmasına inanmaya müsaitti. Ortaçağ’ın Kutsal Roma İmparatorluğu bir ulusal devlet değil, evrensel iddiası olan uluslar üstü bir oluşumdu. 1918’den sonra bu mirasa öncelikle, siyasi sağdaki güçler göndermede bulunuyorlardı. Almanya için yeni bir ileti belirlemişlerdi: Almanya, Avrupa’da düzenleyici güç olarak Batı demokrasilerine ve Doğu Bolşevikliğine karşı öne çıkmalıdır. Parlamenter demokrasi olarak Weimar demokrasisi yalnızca 11 yıl yaşayabildi. 1930 Mart sonunda sosyal demokrat Hermann Müller başkanlığındaki son çoğunluk hükûmeti, işsizlik sigortasının iyileştirilmesiyle ilgili bir tartışmadan ötürü dağıldı. Şimdiye kadarki büyük koalisyonun yerine Katolik Merkez siyasetçisi Heinrich Brüning başkanlığında, 1930 yazından beri İmparatorluk Başkanı, Mareşal Paul von Hindenburg’un olağanüstü hal düzenlemeleri yardımıyla hükûmet eden bir burjuva azınlık hükûmeti geçti. 14 Eylül 1930’daki parlamento seçimlerinde Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) en güçlü ikinci parti konumuna yükseldikten sonra, hâlâ daha en güçlü parti olan sosyal demokratlar (SPD), Brüning hükûmetini tolere etmeye başladı. Bu sayede İmparatorluk’ta sağa kayışın önüne geçilmesi ve SPD’nin, Brüning’in partisi Katolik Merkez ve burjuva demokratlarla birlikte iktidarda olduğu, en büyük tek devlet Prusya’da demokrasinin korunması amaçlanıyordu. İmparatorluk Parlamentosu, başkanlığa bağlı olağanüstü hal sistemine geçildiğinden beri, yasama organı olarak İmparatorluğun meşruti monarşisinde olduğundan daha az söz hakkına sahipti. Parlamentosuzlaştırma seçmenlerin giderek devre dışı bırakılması demekti ve işte bu, parlamento karşıtı sağ ve sol grupların güçlenmesine yol açtı. Bundan en fazla nasyonal sosyalistler yararlandı. Sosyal demokratlar Brüning’i düşürdüklerinden beri Hitler kendi hareketini, “Marksizm’in” gerek bolşevik ve gerekse reformist tüm oyun türlerinin halka uygun tek seçeneği olarak tanıtabilmişti. O, şimdi ikisine de çağrıda bulunabilecek durumdaydı: Bu arada gerçekten başarısız olan parlamenter demokrasiye karşı yaygınlaşmış çekinceli tutuma ve erken otuzlu yıllarda Brüning, Papen ve Schleicher hükûmetlerinin üçünün de politik etkisini kaybettirdiği, Bismarck zamanından beri tasdik edilen ve genel eşit seçim hakkı şeklinde vücut bulan halkın katılım hakkına. Böylelikle Hitler, Almanya’nın eş zamanlı olmayan demokratikleşmesinden; yani, demokratik bir seçim hakkının erken başlatılmasından ve hükûmet sisteminin parlamenter temele geç kavuşmasından en çok faydalanan kişi oldu.[2]
Hitler’in yönetici olduğu dönemde 1919 tarihli Weimar Anayasası teknik olarak II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar yürürlükten kaldırılmadı. Ancak 1933 yılında nasyonal sosyalist hükûmetin düzenlemeleri tipik “demokratik” sistemin mekanizmalarını tahrip etti, o yüzden 1933 yılı Weimar döneminin sonu olarak kabul edilir.
Kasım 1918’de monarşinin yıkılması ve Ocak 1919’daki anayasa yapıcı Alman Ulusal Meclisi seçimleri sonucunda İmparatorluk’tan Weimar Cumhuriyeti’ne geçişte sağlanan devamlılık gerçekten de dikkate değerdi. Hatta belirli bir ölçüde monarşi kurumu, değişik bir biçimde sürüyordu: Halk tarafından seçilen İmparatorluk Başkanı makamı öylesine kuvvetli yetkilerle donatılmıştı ki, daha o zamanlar bir “imparator yedeğinden” ya da bir “yedek imparatordan” söz ediliyordu. İmparatorluktan ahlaki olarak da bir kopma olmadı. Savaş suçu sorusuyla ilgili olarak ciddi bir hesaplaşma gerçekleşmedi, halbuki (veya çünkü) Alman kayıtları açık bir dille konuşuyorlardı: İmparatorluk yönetimi, 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Avusturya-Macaristan veliahtı Franz Ferdinand'ın öldürülmesinden sonra uluslararası krizi bilinçli olarak tırmandırmıştı ve böylece I. Dünya Savaşı’nın çıkmasında baş sorumluluğu taşıyordu. Yapılmayan savaş suçu tartışmasının devamında Almanya’nın savaşta suçsuz olduğu miti doğdu. Bu mit, hançerleme miti ile birlikte (buna göre, anavatandaki hainlik Almanya’nın yenilgisine neden olmuştu) ilk Alman demokrasisinin yasallığının alaşağı edilmesinde katkı sağladı. Almanya’nın 28 Haziran 1919’da imzalamak zorunda bırakıldığı Versay Barış Antlaşması neredeyse bütün Almanlar tarafından büyük haksızlık olarak algılandı. Bunun nedenleri, Alman İmparatorluğu ve müttefiklerinin savaş suçlusu oldukları gerekçesiyle dayatılan, özellikle yeni kurulan Polonya yararına olan toprak kaybında; tazminat şeklindeki maddi yüklerde; sömürgelerin kaybında ve getirilen askeri sınırlamalarda yatmaktadır. Avusturya’nın Almanya ile birleşmesinin yasaklanması da haksızlık olarak görülen maddeler arasındaydı. Habsburg Monarşisi'nin yıkılmasıyla büyük Almanya çözümünün gerçekleştirilmesi için ana engel kalktıktan sonra, Viyana ve Berlin devrim hükûmetleri her iki Almanca konuşan cumhuriyetin derhal birleştirilmesine karar vermişlerdi. Bu talebin popülerliğinden her iki taraf da emindi. Versay ve Saint Germain Antlaşmaları’ndaki birleşme yasağı büyük Almanya düşüncesinin tekrar kuvvetlenmesine engel olamadı. Bu düşünce, eski imparatorluk fikrinin bir rönesansı ile birleşti: Almanya tam da askeri olarak yenilmiş ve yenilginin sonuçları altında acı çekmekte olduğundan, geçmişin olduğundan güzel bir şekilde yansıtılmasına inanmaya müsaitti. Ortaçağ’ın Kutsal Roma İmparatorluğu bir ulusal devlet değil, evrensel iddiası olan uluslar üstü bir oluşumdu. 1918’den sonra bu mirasa öncelikle, siyasi sağdaki güçler göndermede bulunuyorlardı. Almanya için yeni bir ileti belirlemişlerdi: Almanya, Avrupa’da düzenleyici güç olarak Batı demokrasilerine ve Doğu Bolşevikliğine karşı öne çıkmalıdır. Parlamenter demokrasi olarak Weimar demokrasisi yalnızca 11 yıl yaşayabildi. 1930 Mart sonunda sosyal demokrat Hermann Müller başkanlığındaki son çoğunluk hükûmeti, işsizlik sigortasının iyileştirilmesiyle ilgili bir tartışmadan ötürü dağıldı. Şimdiye kadarki büyük koalisyonun yerine Katolik Merkez siyasetçisi Heinrich Brüning başkanlığında, 1930 yazından beri İmparatorluk Başkanı, Mareşal Paul von Hindenburg’un olağanüstü hal düzenlemeleri yardımıyla hükûmet eden bir burjuva azınlık hükûmeti geçti. 14 Eylül 1930’daki parlamento seçimlerinde Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) en güçlü ikinci parti konumuna yükseldikten sonra, hâlâ daha en güçlü parti olan sosyal demokratlar (SPD), Brüning hükûmetini tolere etmeye başladı. Bu sayede İmparatorluk’ta sağa kayışın önüne geçilmesi ve SPD’nin, Brüning’in partisi Katolik Merkez ve burjuva demokratlarla birlikte iktidarda olduğu, en büyük tek devlet Prusya’da demokrasinin korunması amaçlanıyordu. İmparatorluk Parlamentosu, başkanlığa bağlı olağanüstü hal sistemine geçildiğinden beri, yasama organı olarak İmparatorluğun meşruti monarşisinde olduğundan daha az söz hakkına sahipti. Parlamentosuzlaştırma seçmenlerin giderek devre dışı bırakılması demekti ve işte bu, parlamento karşıtı sağ ve sol grupların güçlenmesine yol açtı. Bundan en fazla nasyonal sosyalistler yararlandı. Sosyal demokratlar Brüning’i düşürdüklerinden beri Hitler kendi hareketini, “Marksizm’in” gerek bolşevik ve gerekse reformist tüm oyun türlerinin halka uygun tek seçeneği olarak tanıtabilmişti. O, şimdi ikisine de çağrıda bulunabilecek durumdaydı: Bu arada gerçekten başarısız olan parlamenter demokrasiye karşı yaygınlaşmış çekinceli tutuma ve erken otuzlu yıllarda Brüning, Papen ve Schleicher hükûmetlerinin üçünün de politik etkisini kaybettirdiği, Bismarck zamanından beri tasdik edilen ve genel eşit seçim hakkı şeklinde vücut bulan halkın katılım hakkına. Böylelikle Hitler, Almanya’nın eş zamanlı olmayan demokratikleşmesinden; yani, demokratik bir seçim hakkının erken başlatılmasından ve hükûmet sisteminin parlamenter temele geç kavuşmasından en çok faydalanan kişi oldu.[2]
Hitler’in yönetici olduğu dönemde 1919 tarihli Weimar Anayasası teknik olarak II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar yürürlükten kaldırılmadı. Ancak 1933 yılında nasyonal sosyalist hükûmetin düzenlemeleri tipik “demokratik” sistemin mekanizmalarını tahrip etti, o yüzden 1933 yılı Weimar döneminin sonu olarak kabul edilir.