- Konum
- ىαкαяyλ
-
- Üyelik Tarihi
- 27 Kas 2009
-
- Mesajlar
- 24,120
-
- MFC Puanı
- 79
Avusturyada, hatta yalnız Avusturyada değil, Avrupanın neredeyse tamamında bir Kanunî, Merzifonlu ve Osmanlı korkusu yaşanmaktadır denilebilir. Halbuki Osmanlının Batıya nasıl bir medeniyet götürdüğünün şahidi Balkanlardan itibaren Viyanaya kadarki Avrupa topraklarıdır.
Kanunî Sultan Süleyman
Takvimler 1494 yılının Kasım ayını gösteriyordu. Trabzonda şehzade Selimin sarayında doğan minik bebeğe isim bulmak için Kurandan bir sayfa açıldı ve Saba Melikesi Belkısın, Süleyman Peygamberin yazdığı mektubu danışmanlarına haber verdiği cümle göze takıldı: Bu Süleymandan gelen bir mektuptur Hz. Süleymanla Kanunî arasındaki benzerlikler daha isim vermede başlamıştı. Osmanlı tahtında İkinci Bayezid Han oturmaktaydı. İstanbula, padişah dedeye müjde uçuruldu.
Bebek büyüdü, yetişti ve 1520de babası Yavuz Sultan Selimin Çorlunun Sırt Köyünde vefatı üzerine Osmanlı tahtına onuncu yahut onikinci padişah olarak oturdu. Henüz 26 yaşında bir delikanlı idi.
Artık fetihleri sürdürme sırası ondaydı. Daha bir yıl geçmişti ki Belgradı aldı, ertesi yıl Rodosu 1526da Mohaç Zaferini kazandı. Artık Budasıyla Peştesiyle koca Macaristan Osmanlı toprağıydı.
Anadoludaki isyanları bastırdıktan (1528) sonra Viyana seferine çıktı. Avusturya üzerine yürümek kaçınılmaz bir hal almıştı. Zira Avusturya Kralı Ferdinand, Zapolyayı tanımayarak Kuzey Macaristanı işgal ve Budini zapt etmişti. Zapolya, başka çaresi kalmadığından İstanbula elçi gönderip yardım istedi.
Bu arada Avusturyalılar da boş durmamış, onlar da elçi göndermişlerdi. Fakat elçiler Osmanlı Devletinin elindeki Macar topraklarını isteyince Viyana seferine davetiye çıkarmış oldular.
10 Mayıs 1529da harekete geçen Osmanlı ordusu, hava sıcaklığının düşmesine, yağmurların artmasına, büyük zorluklara ve önemli asker kaybına rağmen bataklık halini almış yolları sıkı disiplin sayesinde aşma başarısını göstererek 19 Ağustosta Macaristana girdi. Öncelikle Budin geri alındı. Zapolya yeniden Macar tahtına oturtuldu.
Birinci Viyana Kuşatması (1529)
Budinde toplanan Divanda Avusturya İmparatoru Ferdinandla karşılaşmak üzere Viyana üzerine yürüme kararı alındı.
Kanunînin Viyana üzerine yürüdüğü duyulunca, sadece Avusturya ve Almanyayı değil, bütün Avrupayı korku sarmıştı. O sırada had safhada olan mezhep mücadeleleri bile bir tarafa bırakılarak Avrupanın her yerinden muhtelif milletlere mensup yardım kuvvetleri yola koyuldu. Kuşatmadan biraz evvel bu kuvvetlerin büyük bir kısmı Viyanaya yerleştirildi. Arşidük Ferdinand, çoktan şehri kaderine terk ederek yukarı Avusturyaya çekilmişti. Komuta Kont Nicolos Von Salmdeydi. Osmanlı ordusu gelmeden Viyana kenarındaki mahalleler yıkılmış, ikinci bir istihkâm inşa edilmiş, Tuna sahillerine kazıklar dikilmişti. Osmanlı humbaracılarının yakıcı tesirlerinden korunmak için evlerin ahşap çatıları uçurulmuş, top güllelerinin tesirini azaltmak için de kaldırımlar sökülmüştü. İki aylık erzak stoklanmış, sivil halk şehirden uzaklaştırılmıştı.
27 Eylülde Viyana önlerine ulaşan Osmanlı Sultanı, Otağ-ı Hümayunu Simmering Köyüne kurdurdu. Askerini gerekli mevkilere yerleştirdi. Kaleyi muhasaraya başlayan Ordu-yu Hümayun, on yedi gün boyunca şehrin surlarını iyice tahrip etti. Bu sırada bir Osmanlı güllesinin isabetiyle Kont Salm de öldü.
Kanunî harp meclisini topladı. Artık mevsimin müsait olmadığı, yağmurlarla soğuğun erken başladığı, erzakın azaldığı, dolayısıyla harekâtın daha fazla uzatılmasında güçlükler bulunduğu konuşuldu. Sadece 40 hafif topları vardı. Yağmur yüzünden ağır toplar getirilmediği gibi beklenen mühimmat da gecikmişti. Üstelik Viyanaya 150 km. mesafedeki Linzde bir Alman ordusunun toplanmakta olduğuna dair istihbarat alınmıştı. Bu şartlarda kuşatmaya devam edilmesi halinde ordu büyük bir zayiata uğrayabilirdi.
O ana dek yapılan harekât ve hücumlarla düşmana verilen hasarın Ferdinanda yeterli olacağı görüşü ağır bastı. Akıncılar Avusturya, Güney Almanya (Bavyera), Moravya, Bohemya, Yukarı Macaristan (Slovakya), Slezya ve Slovenya gibi Habsburglara bağlı yerleri alt üst etmişlerdi. Dolayısıyla kuşatmanın kaldırılmasına karar verildi. 16 Ekimde Viyana önlerinden hareket eden Ordu-yu Hümayun, 16 Aralıkta da İstanbula döndü.
Dönüş sırasında kötü hava şartları, açlık ve düzensiz yollar sebebiyle yine büyük zorluklar çekildi. Halbuki Osmanlı ordusu iki yıl önce gelseydi yağmurlara rastlamayacak, belki de Viyana kısa sürede düşecek, bugünkü Avrupa haritası da elbette çok farklı olacaktı.
Osmanlı ordusunun seferleri Avusturyalıların savunma amacıyla kurduğu kalelerle uğraşmakla geçtiğinden, Viyana bir kez daha kuşatılamadı. Avusturya, meydan savaşlarındaki üstünlüğünü bildiği Osmanlı ordusunun karşısına çıkamamış, sınırlarını küçük, orta ve büyük çaplı birçok kale yaparak koruma yoluna gitmişti. Bu kaleler Osmanlılara karşı bir nevi askerî sınır ve engel oluşturmuşlardır. Bu sebeple Viyana surları ve tahkimatı zayıfken Osmanlı ordularının bu kalelerle uğraşarak zaman kaybetmesi büyük fırsatların kaçırılmasına sebep olmuştur.
İkinci Viyana Kuşatması (1683)
1680lerde tahtta bu defa Kanunîden sonra en uzun süre padişahlık yapan 19. Osmanlı Sultanı Dördüncü Mehmed oturuyordu.
Avusturya hakimiyetindeki Macarlar Osmanlı İmparatorluğundan yardım istediler. Zulme uğradıklarını, vatansever Macarların diri diri yakıldığını, zindanlarda çürütüldüğünü bildirerek, devletin en büyük görevlerinden birisinin zulmü önlemek olduğunu hatırlattılar.
Avusturya ikide bir antlaşma istemesine rağmen saldırgan tavrından bir türlü vazgeçmiyordu. Ilımlı, kadirbilir, vefakâr ve verdiği söze sadık bir şahsiyete sahip olan (Avcı) Mehmed Han buna içerlemekteydi.
Sadrazam, Merzifonlu Kara Mustafa Paşaydı. Paşa da Avusturya üzerine bir sefer düzenlemek niyetindeydi. Avusturya hemen İstanbula bir elçi göndererek; İslâm şeriatı üzere boğazına bez bağlayıp aman dileyene kılıç urulur mu? diye Şeyhülislâma başvurdu ve seferin caiz olmadığına dair fetva aldı. Fakat sadrazam kararlıydı.
Ordu 12 Ekim 1682de sefere çıktı. Papalığın Avusturyaya yardım ederek Lehistanla ittifak kurması üzerine, 27 Haziran 1683 tarihindeki Harp meclisinde Viyananın fethi karara bağlandı. Ancak bu hiç de kolay olmadı. Paşalar, serhat boylarında savaşan deneyimli kumandanlar ve müttefik Kırım Hanı Murad Giray bu işin doğru olmadığına inanıyorlardı. Seferin başlangıcında Viyanaya yürünmesi de düşünülmemişti. Fakat sonuçta Padişah Belgradda kalmış, Sadrazam Kara Mustafa Paşaya Serdar-ı Ekremlik vazifesi verilmişti. 14 Temmuz 1683te Viyana Osmanlılarca ikinci defa kuşatıldı.
Avusturyalılar Viyananın kuşatılacağını tahmin etmiyorlardı. Osmanlı ordusunun Viyanaya yönelmesi büyük heyecan uyandırdı. İmparator Leopold, Osmanlı kuvvetleri şehre gelmeden 10 gün önce kaçıp, 60 saat uzaktaki Linze sığındı.
Osmanlılar birkaç gün önce gelebilselerdi Viyanayı kısa sürede fethedebileceklerdi. Zira şehir, ancak kuşatmadan önceki son beş gün içinde tahkim edilebilmişti.
Savunmacılar sayı olarak Osmanlıların dörtte biri oranında olmasına rağmen topçu kuvvetleri bakımından daha üstündüler. Yine de kuşatma uzadıkça Viyanada yiyecek azalmış ve dizanteri başlamıştı. Hatta halktan toplanan kap kacak eritilerek kurşun dökülüyordu. Altı haftanın sonunda sıkıntılar son raddeye gelmişti. Muhafız kıtası 6 bin kişi kaybetmişti ve salgın hastalıklar ölüm saçıyordu. Erzak ve cephane azalmış, dış surların büyük bir kısmı yerle bir olmuştu.
Şehir düşmek üzereyken
Şehir düşmek üzereydi. Osmanlılar kale duvarlarına yaklaşmışlardı. Kurtuluş imkansız gibiydi. Fakat Viyanalıların 14 Temmuzdan beri özlemle bekledikleri yardım, şehre kurtuluşu ve Hıristiyan alemine Osmanlıya karşı yüzyıllarca süren mücadelesinin en parlak ve sonuçları açısından en önemli zaferlerinden birini getirdi. Şehirdeki ümitsiz bekleyiş, 11 Eylülde Viyanaya ulaşan yardım ordusu sayesinde bir anda büyük bir sevince dönüştü.
Sadrazam 186 topuyla yardıma gelen 86 bin kişilik ordunun Tuna Nehrini geçmesini ordu içindeki anlaşmazlıklar yüzünden engelleyememişti. Bu, kuşatmayı başarısızlığa sürükleyecek büyük bir hataydı. Nitekim çok geçmeden Osmanlı ordusu geri çekilmek zorunda kaldı. Bunda kuşatmaya başından beri karşı olan Budin Beylerbeyi Arnavut Koca İbrahim Paşanın Merzifonluya olan kırgınlığıyla askerini ileri sürmemesinin ve Kırım Hanı Murad Girayın ordusunu alarak savaş alanından çekilmesinin büyük etkisi vardı.
Aslında son derece başarılı bir askeri harekât olan İkinci Viyana Kuşatmasında uğranan mağlubiyete Avrupalılar o kadar sevinmişlerdi ki, yardıma gelen bütün milletler başarıda en büyük payın kendilerine ait olduğunu iddia etmişlerdir. Osmanlının hezimeti Avrupada sevinçle karşılanmıştır.
Savaş bir bakıma Doğu ile Batı arasındaki dengenin Batının lehine döndüğünün işaretiydi. Viyana önlerinde kazandığı başarıdan sonra Avrupa önce özgüvene, peşi sıra büyük bir siyasal üstünlüğe kavuştu. Osmanlıların yenilmez olmadıklarını görerek karşı hücuma kalktı. Viyana bozgunu psikolojik bakımdan Osmanlılar katında büyük bir kayıp, Avrupalılar nezdinde büyük bir kazanç etkisi yaptı. Osmanlının bu savaşla birlikte gerileme devrine girdiği kabul edilmektedir.
Ordunun Viyana surları önünden çekilmesi devletin en geniş sınırlara kavuştuğu bir zamana denk gelmişti. Devlet-i Âliye daha sonra mevzi savaşlar kazanmasına rağmen bir daha asla o günkü sınırlarına kavuşamadı. Bilakis toprak kaybetmeye başladı.
Kara Mustafa Paşa 25 Aralık 1683de idam edildi. İdamı metanetle karşılamış, abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra elini çabuk tutmasını söyleyerek boynunu celladına kendisi uzatmıştı. Gövdesinden ayrılan başı Edirneye getirilerek seng-i ibret denilen ve günümüze intikal etmiş olan bir taşın üzerinde sergilenmişti. Vücudu ise Belgraddaki camiinin avlusunda toprağa verilmişti. Belgrad 1688de Avusturyalıların eline geçince, mezarı iki Cizvit keşiş tarafından açılarak kemikleri Viyanaya götürüldü. Düşmanları Paşayı mezarında bile rahat bırakmamıştı.
Kuşatmadan bugüne kalanlar
Viyanada 300 küsur yıl önce gerçekleşmiş kuşatmanın izleri her yerde görülür. Oysa Viyana, tarihindeki en büyük yıkımı, çok değil, bundan 50 yıl önce ikinci Dünya Savaşında yaşamıştır ama nedense bu savaşın izlerine rastlanmaz. Türk ordusundan geriye kalanlarsa Avusturyalılar tarafından büyük bir özenle korunur. Müzeler bunlarla doludur. Osmanlı ordusuna ait bir gülle parçası bile saplandığı duvardan çıkarılmamış, tarihi eser kabul edilmiştir. Şehir merkezindeki Stephans Katedralinde Osmanlı askerlerini ayakları altına almış Avusturya ordusunu gösteren heykel, kuşatmayı anlatan sayısız anıt ve resimlere bir örnektir. Bazı tarih kitaplarına göre Osmanlılar, uğradıkları şehirleri yakıp yıkan barbar kimselerdir.
Tarihî Ordu Müzesinin duvarlarını süsleyen işlemelerde, savaşı anlatan birçok tabloda Osmanlı askerleri öyle çirkin ve gaddar bir şekilde resmedilmiştir ki, böylesi tiplere bugün ancak korku filmlerinde rastlanabilir.
Şehir halkı Osmanlıları, Türkleri ve kuşatmayı hep olumsuz yönleriyle ele almaz. Nitekim Viyanalı Kahve Üreticileri Birliği, mesleklerini borçlu oldukları Osmanlıya minnetlerini her yıl Kaffee Alla Turca sloganıyla tarihi Hofburg sarayında düzenledikleri törenlerle gösterirler. Kahveyi 1683 yılındaki İkinci Viyana kuşatması sırasında Osmanlılardan öğrenen Viyanalı kahveciler, stantları çikolatadan yapılmış Ay-yıldız, Topkapı Sarayı ve Yeniçeri maketi gibi Türk motifleriyle süsleyerek muhteşem bir kutlama yaparlar.
Avusturyanın Macaristan sınırı yakınındaki Purbach köyünde ise her yıl bir Türk Şenliği yapılır. İkinci Viyana kuşatması sırasında esir düşen ve hayatının geri kalan kısmını bu köyde geçiren yeniçeri Muhammedin, yöre sakinlerinin anlattığı ilginç bir hikâyesi var. Hikâyenin olayın üzerinden yüzyıllar geçtiği için hayli süslendiği anlaşılıyor. Hatta bugün için gerçekle ilgisini kurmak da hayli güç görünüyor. Onun Purbach köyüne yerleşip evlendiği ve çoluk çocuğa karıştığı iddialarına karşın ne mezarı gösterilebiliyor ne de yakınlarına ilişkin somut bilgiler verilebiliyor.
Avusturyada, hatta yalnız Avusturyada değil, Avrupanın neredeyse tamamında bir Kanunî, Merzifonlu ve Osmanlı korkusu yaşanmaktadır denilebilir. Halbuki Avrupa, aydınlanmasını öncelikle İslâmın batı ucundaki temsilcisi Endülüs Medeniyetine borçludur. Osmanlının Batıya nasıl bir medeniyet götürdüğünün şahidi ise Balkanlardan itibaren Viyanaya kadarki Avrupa topraklarıdır.
Ahmet MİROĞLU