Ağgül Seni Cemekanda Görmüşler
Ağgül'e varıp sorsalar; deseler ki, "Söyle terk edermisin? Yıllardır yavuklu bildiğin Mustafa'nı terek edermisin ?" Ne der acep Ağgül. Terkederim dermi ki hiç seven sevdiğini terk edermi? Ama töreler gelenekler ana babanın baskısı koparıp götürür seveni sevdiğinden. Geride kalan derdini türkülere döker. Türkülere sığınır, içini türkülere boşaltır. Giden gittiğini bilir, içine atar dertlenir kaygulanır o kadar.
Derler ki, Ağgül köyün varsıllarından Mürsel ağanın kızıdır. Güzel mi güzel simsiyah saçlar, kestane rengi gözler, salına salına yürüyüşü yürekleri yakarmış. Köy gençlerinin gözü Ağgül’de ama kimse de yan gözle bakamazmış. Nedeni de Mustafa. Herkes sayar severmiş Mustafa 'yı. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Mustafa babası öldükten sonra evin bütün sorumluluğunu yüklenmiş, anasını ele muhtaç bırakmamış. Alnının teriyle geçimini sağlıyor. Bazen zorlansa da yakınmıyor Mustafa. Ağgül'üne de kavuşursa tasası kalmayacak. Gel gör ki, Ağgül'ün babası verimkâr değil. "Mustafa kim oluyor ki bizden kız isteyecek o ilkin karnını doyursun" diyormuş. İyi hoş ama Ağgül öyle demiyor. "Bir lokma bir hırka olsun yeter artığını istemem" diyor diyor ya dinleyen kim. Babası tam bir şehirli düşkünüymüş "Şehirli köylüden daha iyidir bizim Şefketgil şehire gitti de eli yüzü açıldı temiz yiyor temiz giyiniyorlar, benim kızım da şehirliye layık" diyor da başka birşey demiyormuş. Onlar böyle diye dursun Mustafa ile Ağgül sık sık buluşup akşam karanlığı çöküp el ayak çekildi mi soluğu Ağgül'lerin bahçesindeki ceviz ağacının altında alırlar ve "Yarın son olsun kaçıp gidelim burdan" diye kavilleşip ayrılırlarmış. Üç gün beş gün, üç ay beş ay hep kavilleşiyorlar, hep yarına bırakıyorlarmış. Sözün kısası altı ay geçiyor aradan.
Günlerden bir gün Mustafa yine gelip cevizin altında beklemiş. Ay tepede, ay tepeyi aşıyor, ay kayboluyor Ağgül yok ortada. Cevizin altında uyuyup kalıyor. Mustafa, sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyor; gördüğü düşleri hayıra yormaya çalışıyor. Daha sonra kalkıp köyün kahvesine gitmiş. Dalgın dalgın çayını içerken çocukluk arkadaşı Zamir gelmiş kahveye. Varıp Mustafa'nın yanına yavaştan "Seninkini akşam vermişler lokumu dağıttılar elini çabuk tut kaçır yoksa havanı alırsın" demiş. Mustafa ayıkmış birden "Demek işin içinde iş varmış demek onun için gelmemiş Ağgül" diye konuşmaya başlamış kendi kendine. "Şehirden bir tanıdıklarının oğluna vermişler. Keleşzadeler'in oğluymuş. Zengin adamdırlar konakları dillere destan saray gibi. Elini tez tut yoksa gitti gider Ağgül" deyince yüreği bir ateş harmanına dönmüş Mustafa'nın. Yan babam yan. Akşamı zor etmiş Mustafa. Hemen koşmuş ceviz ağacının altına sabahı etmiş ertesi akşamı etimiş yok. "Daha kaçgün oldu kavilleşeli ne çabuk sözünden döndü" diye içi içini yemeye başlamış. Bir yandan da umudunu yitirmiyor "Ağgül bensiz olmaz döner gelir bir gün" deyip ceviz ağacına gidiyormuş sık sık. Derken düğün günü gelip çatıyor Keleşzadeler'in düğünü de şanına uygun davullar çifter çifter, kazanlar kaynıyor. Düğün üç gün üç gece sürmüş. Mustafa da daha fazla dayanamıyıp köyden kaçıp dağlara gitmiş. Ama uzaklaşamıyor gözü ceviz ağacındadır hep. Dönüp dolaşıp düğünün son günü köye geri gelmiş. Ağgül’ü arabaya bindirmişler araba ağır ağır yola düşmüş. Mustafa da köyün en yüksek tepesi olan Kırlangıçtepe'ye tırmanmış. Şehre inen yol ayaklar altında düğün alayını gözden kaybolana dek seyretmiş. Mustafa artık kolu kanadı kırık deli gibidir ne yapacağını bilemez. "Ben Ağgül'süz nasıl yaşarım, ama döner bir gün mutlaka kaçar gelir bana" deyip umutlanır. Günler günleri eskitir, aylar ayları. Hiçbir haber yoktur. Tek haber, arada şehre inenlerden yolu düşüp konağın önünden geçenlerden gelirmiş. Ağgül'ü yüzünü cama dayamış dalgın dalgın düşünürken görürlermiş. Mustafa'yı da en son elinde bir ceviz fidanıyla Kırlangıçtepe'ye tırmanırken görmüşler. Tepenin en görünür yerine diker fidanı sonra da yanık sesiyle bir türkü tutturmuş. O günden sonra kimse bilmez Mustafa'ya ne olduğunu. Kimi Çukurova'ya yerleşti der kimi ‘canına kıydı’ der. Ama Mustafa'nın son gün söylediği türkü kimsenin dilinden düşmemiş. Köyün de sınırlarını aşıp yankılanmış.
Kaynak:
Yaşar Özürküt
Öyküleriyle Türküler 1
İstanbul, 1999
Aksaray Develisi 1
Yaklaşık 1900 yıllan... Temmuz güneşinin Anadolu'yu yakıp kavurduğu günlerde, Konya 'ya yakın köylerden birindeyiz. Bir evin temelleri yeni bitmek üzere. İri yan bir adam koca elleriyle güneşe inat, koca koca taşlan yontup, temeli yükseltmek için ha bire çalışmakla meşgul. Bir yandan da çamur isteyip, amelelere daha sıkı çalışmalarını tembih ediyor. Dört beş amele, bir ustaya çamur ve taş yetiştirmekte güçlük çekiyorlar. Etraf an kovanı gibi. Taş ve çekicin işlemenin ve işlenmenin verdiği hazla çıkardıkları ses, dalga dalga çevreye yayılıyor. İri yan koca elli adam bir terini siliyor, bir temele taş koyuyorken, gözü tulumbanın başında, su içme bahanesiyle oyalan ameleye takılır. Gümbür gümbür bir ses ile amelenin yüreğini oynatır. Amele hemen küreğini alıp çamur karıştırırken, ''Ne sert bir adam'' diye düşünür.
Oysa bilmez ki, kaba saba adam diye tasvir ettiği kişi ne kadar ince ruhludur!..
Oysa bilmez ki, taş kıran kerpiç kesen o eller, kanun üzerinde dolaşırken, al yazmalı körpecik köylü kızının kınalı narin ellerinden farksız olduğunu!..
Nerden bilsin ki o koca elli adamın Gökmen Hasan Hüseyin Ağa olduğunu. Nerden bilsin ki, Gökmen Hasan Hüseyin Ağa'nın Konya'da namı olduğ1mu, Konya oturaklarının değişmez siması olduğunu.
Ve yine bilmez ki, geleli daha birkaç gün olmasına rağmen, yüreğinin sıla hasretiyle çarptığını. Konya'yı, tozlu Aksinne'sini.
Külahçı sokağının karşısındaki alçacık da köhne kerpiç evini.
Muhabbetin pervasızca sunulduğu, günlerin haftaların kısaldığı Konya oturaklarını, "Şabab oğlan" türküsünü, ihvanını, yaranını özlediğini, kanun tellerin nağme olup gezinmeyi arzu ettiğini nerden bilsin ki?!..
O koca elli adam, Gökmen Hasan Hüseyin Ağa, bir yandan terini siliyor, bir yandan yonttuğu taşı itina ile yerine yerleştiriyor.
Taş yontarken çekicin çıkardığı ses sanki akşam yakacağı türkünün, dillerden düşmeyecek türkünün, çığ çığlık habercisi idiler.
Derken, güneş kızgınlığını yitirip gece ülkesine yolculuğunu hızlandırınca, işi bırakırlar.
O koca elli, ruhu kanun telinde dolaşan adam, Gökmen Hasan Hüseyin Ağa, bulgur aşını yedikten sonra bir ''Kalıp carası2'' yakar.
Başını aktaşa koyar, uzanır. Sigara dumanının adında Emmiler türküsü yankılanırken uyuya kalır.
Rüyasında yaranı, kadınlar pazarında bir ara bekçilik yapan ''Gavur İmam'ı'' görür. Asıl adı Hüseyin olan Gavur İmam, o sıralar bir camide imamlık yapmaktadır. Her günkü gibi yatsı namazını kıldırıp, caminin kapısını kilitlemiş, başında sarığı, sırtında cüppesi, elinde şak şak tespih ile ağır ağır evine giderken birden irkilir!. Kulak kabartır?! Bir saz dövünmektedir uzaktan!.. Gavur İmam olduğu yere mıhlanır. Bir süre evi dinler. Evet! Evet! Artık şüphesi kalmamıştır, bir oturaktır bu. Olanca haşmetiyle dışarıya taşan ahenk onu cezbeder, eli gayri ihtiyari kapının tokmağına gider. O da ne?!.. Kapı açıktır, dalar. Bu bir bağ evidir. Daha iyi duyabilmek için, gider, pencerenin altına çöker. Şuh zil sesleri arasında, yanık yanık türkü söyleyen Gökmen Hasan Hüseyin Ağa'yı tanır;
Eremedim vefasına dünyanın
Bülbül konmuş sarayına Konya'nın
Bunu duyan Gavur İmam, artık dayanamaz, kapıyı tıklatır, kapı açılır, içeri girer. Bir oturak kadını zarif, kıvrak hareketlerle, ayaklan adeta yere basmamacasına zil dövmektedir. Dem, nargile ve ahenk birbirlerine sinmiş; içeriyi tatlı bir sarhoşluk kaplamıştı. Gavur İmam, hemen kapının yanına çöktü ve terbiyeli sesiyle dövünmeye başladı;
Eremedim vefasına dünyanın
Bülbül konmuş sarayına Konya'nın;
derken herkes onu fark etti. Başında sarık, sırtında cüppeyle onu görünce şaşırdılar, fakat şaşkınlıktan kısa sürdü; tanımışlardı.
Hoşgörüsü ve muhabbet ehli olmasıyla tanınan Gavur İmam'dı. Türkü bitti, ara verdiler.
Oyuncu kadın boşalan kadehleri testideki kaçak rakıyla tazeledikten soma, bir kadeh de Gavur İmam'a uzattı. Gavur İmam içmedi. O muhabbetten, zaten sarhoşlamıştı. Bunun üzerine oyuncu kadın, eline koca bir döğme gümüş tabaka alarak sigara sardı ve meclistekilere tek tek ikram ederek yaktı.
Saatler çabucak geçmişti. Ortalık ağarmaya başlayınca, Gavur İmam'ın aklı başına geldi. Bir süre düşündü, soma ani bir kararla sırtından cüppesini, başından sarığını ve saltasının cebinden camiinin anahtarını çıkarıp, kendisine kapıyı açan gencin eline verdi ve kulağına şöyle fısıldadı;
''Bunları camiye götür, cemaatten birine ver, Gavur İmam artık gelmeyecek, Eremedim vefasına dünyanın türküsünü çağıracak de!''
Gökmen Hasan Hüseyin Ağa yatsı ezanlarıyla uyandı. Kendini hala oturakta zannediyordu. Fakat yüzüne çarpan serin yel, ona rüya gördüğünü hatırlattı. O ne biçim rüyaydı öyle? Hem öyle bir türküsü de yoktu. İçinden yakılmamış türküyü okumak geldi, salıverdi sesini;
Eremedim vefasına dünyanın
Bülbül konmuş sarayına Konya'nın
Aksaray'dan Bakırtolu'na yol gider
Sürmelenmiş ela gözlü yol gider
Uzamışsın hay sevdiğim dal gibi
Gelip geçen selam vermen el gibi
Beyler besler merrak için tazıyı
Kadir mevlam böyle yazmış yazıyı
Devem yüksek atamadım urganı
Susadıkça ver ağzıma gerdanı
Saçım uzun ben saçımı tararım
Var mı benim Konyalıya zararım
Ağzından dökülen sözlere kendisi de şaşırdı. Tuhaf duygular içindeydi. Bir an ürperdi. Kalktı, yatmak üzere ahır sekisine3 doğru yollandı. Döşeğini serdi, soyundu, yattı ve uyudu.
Bu gün Hacı Fettah Mezarlığında uyuyan Gökmen Hasan Hüseyin Ağa'nın bu türküsü, yıllarca dillerden düşmemiş, oturak alemlerinin baş köşesine oturtulmuş, sazların iniltisinde nağmeleri dolanmış, sıla hasreti, yar hasreti çekenlerin, dünyanın vefasına eremeyenlerin gönlünde günümüze kadar ulaşmıştır.
1-Kaynak Kişiler: 1.Mazhar Sakman; 2.Hüseyin Çağıllar
2-Eskiden hazır sigaraya verilen İsim
3-Konya köy evlerinde ahırın yanındaki büyük oda
Kaynak:
Mehmet Tahir Sakman
Dünden Bugüne Konya Oturakları
İstanbul, 2001
Anakara'da Yedik Taze Meyvayı
Anakara'nın keskin ilçesinin cin ali köyünde 1924 yılında Sefer adında bir erkek çocuk doğar. İlkokulu köyünde okuyan Sefer 15 yaşından sonra ailesinin tüm rençberlik işlerine yardım eder yürütür. Güçlüdür kuvvetlidir Sefer. Köyde herkes tarafından sevilir. 20 yaşına gelince de Seyfli köyünden Hatice yi istetir. Söz kesilir düğün olur evlenirler.
Aradan üç ay geçince Sefer ince hastalık denilen vereme tutulur. Doktorlar bir çare bulamazlar. Taa Ankara lara götürülür ve 20 Haziran 1944 te garip Sefer ölür. Aşağıdaki türkü Sefer için yakılmıştır.
Ankara'da Yedik Taze Meyvayı
Boşa Çiğnemişim Yalan Dünyayı
Keskin'den De Sildirmeyin Künyeyi
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Anamdan Başkası Yalan Ağlasın
Ankara'yla Şu Keskin'in Arası
Arasına Kara Duman Durası
Çok Doktorlar Gezdim Yokmuş Çaresi
Söyleyin Anneme Annem Ağlasın
Babamın Oğlu Var Beni Neylesin
Trene Bindim De Tren Salladı
Zalim Doktor Ciğerimi Elledi
İy- olursun Dedi Geri Yolladı
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Anamdan Başkası Yalan Ağlasın
Benzim İçtim Ciğerlerim Tutuşur
Ağlama Hatice, Sefer Yetişir
Söyleyin Anneme Çalsın Nennimi
Kim Alırsa Alsın Nazlı Gelini
Binmiş Taksiye De Sefer Geliyor
Annesinin Ciğerini Deliyor
Gelin Hatice'yi Eller Alıyor
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Gelin Hatice'yi Kimler Eylesin
Mezarımı Derin Kazın Dar Olsun
Edirafı Lale Sümbül Bağ Olsun
Ben Ölüyom Ahbaplarım Sağ Olsun
Söylen Kardaşıma Çalsın Sazımı
Kadir Mevlam Böyle Yazmış Yazımı
Kaynak:
Ahmet Günday
Bağlama Metodu
Notaları ile Halk Türküleri
ve Türkü Hikayeleri
Aşan Bilir Karlı Dağın Ardını (Telli Senem İle Yazıcı Oğlu Osman Ağa)
Her biri bilinmez bir mezar şimdi.Mezar taşları ürpertir,ürkütür insanı.Ama beni,o hassas melteme bile dayanamayacak kadar hafif vucutları,yüreklerinin çektikleri,katlandıkları ve yaşadıkları dillere destan, ateş dolu, acı dolu hayatları daha çok ürpertmiştir hep.Mezar taşlarından daha fazla.“Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu’yu” demiş ozan.Demişya! Ne yürekten demiş,ne Doğru demiş.Anadolum benim.Günde bin güzellik görüp, birine vurulduğumuz.Gam ile dert ile yogrulduğumuz.Gök gözlü,güneş yüzlü,derin sözlü,yarım özlü.Ekmek’ini el ile paylaşan, çarşambasını sel alan, sevdiklerini el alan.Kor yürekli, demir bilekli,başı bulutlarda yiğitlerin, vefalı, sadık,vefakar,örük saçlı, uzun boylu yapalakların,tuğ sunaların, toraşamların, gül yüzlü güzellerin, ceylanların,efsanelerin, lav gibi fişkıran yüreklerin, düğünlerin, halayların, türkülerin, ağaların, beylerin, ozanların, ve dillere destan aşıkların diyarı anadolum. Anadolum benim.Kerem ile Aslı’sı var,Ferhat ile şirin’i var, Leyla ile Mecnun’u var,Elif ile Mahmut’u, Sürmeli bey’i, Şah İsmail’i, Sümmani’si var. Dil hangi birine döner,yürek hangi birine katlanır.Ve kalem hangi birini yazabilir. Yazıpta başedebilirki.
İşte Senem ile yazıcı oğluda bu yürek yangınlarını çekmiş binlerce kor yığınından sadece ikisi.
Tülü mayalar, kırk atlar koçlar, taylar kuzular, gökce gelinler ve koç yiğitlerden kurulu yörük kervanı Binboğa dağlarının üstünden aşıp, güneş’in kızıla boyanıp battığı Tanır yaylasına doğru ince bir çizgi gibi, bir uçtan bir uca süzülüp geçti. Günlerdir at üstündeki aşiret mensupları yorulmuşlar, bunalmışlardı.Ama yol bitmiş sınırın hemen yanıbaşındaki konak yeri Yapalak görünmüştür. Akşamüstü yaylaya ulaşınca kervanın en önünde giden tülü mayadan yaşlı bir yörük beyi sıçrayip indi.Arkasinda uzanan kervana dur etti ve bagırdı. “Konak yerimiz buradır.At lar baglana, denkler çözüle tez elden çadırlar kurula ALLAH hayıra getire dedi”Yigitler atlarından, gelinler tülü mayalarından indiler.Birkaç genç kadın, yörük beyinin indiği devenin yedeğindeki al bir at’tan, genç bir kızı incitmekten korkar gibi tutup indirdiler yere.Altına kilim serildi.Üstüne gölgelik çekildi hemen. Bağdaş kurup oturdu genç yörük kızı yere.Omuzunun bir ucundan bir ucuna fişeklik çevriliydi.Belinde gümüş saplı bir hançer takılıydı.İran ipeğindendi tüm giysileri. Samur saçları başındaki yeşil berenin içinde toplanmış, kenarlarından taşmıştı.Uzun boylu, beyaz tenli, simsiyah gözlü, ceylan bakışlı, bakanın bir daha baktığı, gürenlerin yüreklerini yaktığı bir ahuydu bu. Ne Tanır, ne Binboğalar nede bu küçük Yapalak, böyle bir güzele çadır açmamış,böyle bir ceylana raslamamışlardı.Yayla böyle bir güzel görmemişti.
Tez elden çadırlar kuruldu.Atlar kuzular koyunlar çayır’a salındı.Beyin siyah çadırından geniş obası kuruldu.Tüfekler, sazlar asıldı çadır direklerine.Ay orta yere gelip dolandı.Mehtap bir uçtan bir uca ışığıyla doldu yapalak’a.Yörükler meydan yerinde yaktıkları, gökyüzüne uzanan bir ateş yığınının başında, geceye teslim ettiler ilk günlerini.
Ertesi sabah hemen duyuldu Tanır’a yörüklerin gelip yerleştikleri.Adettendi, yerli halk gelip hoşgeldiniz derdi.Birkaç ay
kalıp sonra gidecek olan bu göçebe yörükleriyle kardeş gibi geçinirlerdi.Hoşgeldine gitmek bölgenin ağasına düşerdi.Ağa yanına bölge büyüklerini toplar,kadın’ını yanına alır, gider yeni misafirleriyle tanış olurdu. Yine öyle oldu. Tanır’ın şanlı Bey’i Yazıcı oğlu köyünün büyüklerini çağırıp, başlarınada oğlu Osman’ı katıp hoşgeldine gönderdi yörük içine. Atlayıp atlarına, vardılar yörük yaylasına yerliler.Yörükler hürmetle yürekten karşıladılar gelenleri.Koşup ağaya haber verdiler.Kara çadırından önce ak saçlı yörük beyi,ardında o ahu gözlü, fidan boylu ceren çıktı.Bir hançer gibi dikildi karşılarına.Başı yularda iki eli böğründe Daha buyrun diyemeden, ziyaretcilerin başında atın üstünde bir kartal gibi duran yemyeşil gözlü, kartal bakışlı çınar gibi heybetli Osmana takıldı gözleri. Bir yıl gibi sürdü ikisi içinde bu bakışlar. Bakıştılar.
Buyrun dedi yörük bey’i.Yanında hala,yere saplı bir hançer gibi duran kıza döndü.Senem dedi: Atı tut kızım.Koştu Senem adetleri gereğince, gelen kafilenin bey’i ile hanım ağasının atının yularına sarıldı.Kadında Osmanda indiler atlarından. Tam kafile yörük illeri gelenekleri gibi halka tutup oturdular.Hoş geldiniz edildi.Kahveler, katıklar içildi, konuşulup tanışıldı. Ama iki genc’in aklı ve gözleri bir an bile ayrımadı birbirlerinden. İşte diyordu Senem! Kendimi kollarına teslim edebileceğim, erim, erkeğim diyebileceğim çınar gibi bir yiğit.İşte diyordu Yazıcı oğlu Osman’a.Yazıcı oğlu Osmanda; Baba evine götürebileceğim, övünç duyup yaslanacağım, bir ahu diyordu kendi kendine.
Akşama kadar kalındı yörük yaylasında.Geniş sofralar yazıldı yere, koyunlar kızartıldı, katıklar yayıldı,yenildi içildi.Ama Senem le Osman bir kere düşen bir kor yığını gibi, bakıp durdular birbirlerine.Akşam yörüklerden ayrılıp Tanır’a dogru yola çıktıkları zaman,Osman yüreğinden bir parçanın yapalakta kaldığını hissetti.Senem yüreğinden bir parçanın kopartılıp alındığını, içinden bir şeylerin eksildigini sandı. Günler akıp geçti.Ne Senem nede Osman unutamadılar birbirlerini.Bir bahane bulup yeniden gidemedi Osman yörük çadırına.Senem obadan dışarıya ayak atamadı.
Ama seven yürek neler etmezki, her şeyin çaresi bulundu.Bir yörük kadını yardım etti bey kızına Bey oğlu atlayıp atına Seneme koştu.Ay ışığında her buluşup konuşmalarında daha çok yandı yürekleri,Daha çok sevdiler, daha çok bağlandılar birbirlerine.
Sevda bu. Çaresi olmazsa sarartıp soldurur, öldürür adamı.Senem de Osman da aynı ateşte kavruldular.Senem seviyordu ama çaresizdi.Biliyorduki babası oba dan dışarı kız vermezdi.Töreler böyleydi.Osman düşündü, bir yörük kızını eve almazdı babası. Kaçalım dediler bir gün. Yok dedi Senem. Kaçalım dedi oğlan yok dedi Senem. Ben böyle bir ateşle yana yana ölürümde kaçmam.Kaçıp yere yıkmam başını babamın.Babamın başını yere yıkamam. Başka çare yok. Kaideleri yıkacak, iki sevdalıyı birbirine kavuşturacak, ağır kuvvetli Yörük beyine bir dünür kafilesi gerekti.
Bir yiğit sararıp solar erir giderde,bir bey kadını hatun ana’sı hissetmezmi.Gayrı sordular, Osman anlattı.Bir tek oğlanın derdine çare bulmak,onu bu dertten bu acıdan kurtarabilmek için kaideleri bir bir yıktı babası.Etraf çevrelerden ağalar toplandı.Dünür kafilesi ve hediyeler hazırlanıp varıdı yörük ağasına. Bir sevinç bir umut düştü içine senemin,bir sevinç doldurdu içini Osman ağanın.Ne kaldıki aha bugün olsa yarın kavuşuverirler.Birbirlerine yakışan nazarlık bir çift olular. ALLAH'ın emriyle dediler kızını istediler.ALLAH yazdıysa biz ne edek velakin obamızın kanunları vardır. İhtiyarlarımıza soralım, bir kaç gün izin verin düşünelim,iletiriz kararımızı.İsteriz ki kızımız oğlunuza kurban ola,böyle bir beyin gelini ola.Ama töreler dediler.
Umut içinde döndü dünür kafilesi.Bir yangın düştü içine yörük beyinin.Ama ölürde törelerini yıkmaz, aşiretin dışına kız vermezdi.Fakat bu çevrenin en güçlü adamı dünür geliyor.Vermezlerse basarlar obayı alır kaçırırlar kızı.Onlar basmadan biz kaçmalıyız dedi oba yaşlılarına. Hemen o gece çadırlar söküldü, sürü toplandı, kervan hazırlandı.Ve Senem içi kan ağlıyor.Bir ölüden farksız.Tüm oba yiğitlerinin arasında çekilip gittiler Yapalaktan.Bir gecede toplandılar gittiler.
Ertesi gün tüm Tanırlılar boş buldular yaylayı.Bin yerinden hançerlenmiş gibi inledi yıkıldı , bir ölüden ferksız oldu Osman. Her yana haberler salındı, sözcüler gönderildi.Aylar yıllar sürdü bu arayış.Ama ne yörük kervanının izine raslandı, nede Senemden bir haber alındı.
Yıllar geçti aradan yandı yıkıldı Osman, ama Senemden bir haber alamadı.Talih’i her gün biraz daha karardı.Bir düğünde bir gözünü kaybetti.Değen saçmalarla birlikte anası babası öldü.Günler yel gibi geldi geçti.Onun içindeki yangın geçmedi unutamadı Senem’i.On yıl, yirmi yıl, elli yıl, atmış yıl geçti, bir haber gelmedi Senemden.
Sonra bir yaz günü evinin önünde oturup çocuklarıyla oynarken; Köyün çerçicisi bir ermeni vardı.O geldi koşarak yanına. Ağam dedi! Ağam kurban olam haberler neki haberler.Desem yıkılırmısın yoksa sevinirmisin. Eski bir yaraya tuz mu atarım. Anlat dedi Yazıcıoğlu.Anlat hele ne istersin.Haberin hayırlıysa tarla veririm, değilse çek git.
Kozan’daydım dedi ermeni çerçi, mal satardım. Açmış oturmuştum metamı, buğday almış kumaş verirdim.İki büklüm bir ihtiyar geldi yanıma.Saçları ak, gözlerinin feri sönmüş bir ihtiyar kadın.Oğuk dedi nerelisin.Tanırlıyım ana dedim. Osman ağayı bilirmisin dedi.Bilirim elbet dedim.İnsan köyünün ağasını bilmezmi?
Kuşağından bir çıkını çıkarttı.Aha bu lapatan’ı elime tutuşturup, Osman ağaya söyle Senem ananın selamı var, yüreği yüreğinle birdir.Kimseye yar olmamıştır.Bir yayla kızı gibi sevmiş bir yayla kızı gibi sadık kalmıştır de,Ama gayrı her şey geçti.gelip aramaya, arayıp sormaya de. Ağam selam yerde kalmazmış getirdim sana, Gayrı sen bilirsin dedi ermeni
çerçi. Yüreğinde yetmiş yıl evvelin koru yeniden yandı.Osman Ağanın içinde kaynar bir şey aktı.Altınlar tarlalar verdi ermeni çerçiye.At hazırlattı, yanında iki adam düştü kozanın yoluna. Osman Ağa Senem le buluştumu bunu bilmiyoruz ama, Maraş'ta Tanır da. Toros'larda,Avşar illerinde ne zaman bir düğün kurulsa;Önce osman ağanın aldığı haberden sonra söylediği türküyü söyler kadınlar erkekler.Yankıları Torosların Binboğaların ötesine doğru yanık bir ses, yanık bir yürek. Nerede bir gece toplantısı olsa, yaşlılar genç'lere Senem ile yazıcıoğlu Osmanın sevdalarını anlatırlar hep.
Aşan Bilir Karlı Dağın Ardını
Çeken Bilir Ayrılığın Derdini
Bülbül Kaça Aldın Gülün Nargını
Gül Alıp Satmanın Zamanı Değil
Yaprak Gazel Olmuş Duruyor Dalda
Vefasız Güzelden Bize Ne Fayda
Bu Ayda Olmazsa Gelecek Ayda
Ölürüm Vazgeçmem Sevdiğim Senden
Selvinin Dalları Boyundan Uzun
Yavrular Gözüme Bir Salkım Üzüm
Ölmeden Görseydi O Yari Gözüm
Koyun Kuzu Kurban Olur O Zaman
Ayşegül Göktepe (Radyo Program Yapımcısı)
Ayran Türküsü
Gurbet ellerinde eğlendim kaldım
Güzel cemalini görünce durdum
Gelin bu ayranı taze mi yaydın
Hüdanın aşkına doldur ayranı
Canım ayranı, güzel ayranı
İyi hoş doldursun ayranı ya, sen kimsin? Köylük yerde bir genç kız her isteyene bir tas ayranı uzatırsa ne olur, adı nereye çıkar? Demezler mi; falancanın kızını gördüm, bir yabancıya tası doldurup ayran verdi. Aralarında bir şey var, elin yabancısına yoksa verir mi ayranı? Hem köyün geleneklerine de ters düşmez mi? Hem de genç bir kız! Yok canım, bu işin içinde bir iş var mutlaka.
Cemile güzelliği dillere destan bir kız, Aziz köyün yakışıklı gençlerinden. Eh göz görüp gönül de sevince, her şey tamam gerisi büyüklerin bileceği iş. Üç-beş emmi dayı; köyün muhtarı imamı, bir de Aziz’in babası varıp istemişler Cemile’yi. Kız evi nazevi derler, olacak o kadar naz. Araya bir kaç görüşme daha girer, sonunda iş tamam. İş tamam da daha askerliğini yapmamış Aziz. Bugün yarın derken, nişanlarının haftası askerlik çağrısı gelmiş. Aman yaman daha yeni nişanlandım hiç olmazsa bir iki ay geçsin dese kimse dinlemez. Günü gelince vurmuş sırtına çantasını, dost ahbap helâlleşmiş, varmış Cemile’nin yanına. “Üç yıl çabuk geçer bak. Büyük seli hatırla beş yıl oldu, dün olmuş gibi. Esat emmi öleli dört yıl oldu. Demem şu ki günler tez geçiyor; bir göz açıp kapayınca burdayım gönlünü ferah tut” demiş. Bekleyeceklerine söz verip ayrılmış Cemile ile Aziz. Kara trenin düdüğü ile ilk kez köyünden ayrılmış Aziz. Sık sık mektup yazmış köyüne, içindekileri dökmüş mektuplarına. Anasına babasına, dolaylı olarak da nişanlısına selamlarını, özlemlerini iletmiş.
Aziz askerdeyken, kötü bir haber yayılmış asker ocağına; “Uzakdoğu’da savaş patlamış, bizi de savaşa çağırıyorlarmış”. Kimi “Yok canım yalan söylüyorlar dünyanın bir ucundaki kavgadan bize ne” dese de, “Bizim sözümüz varmış, onlar savaşa girerse biz yardım edeceğiz, biz girersek onlar yardıma gelecekmiş. NATO mu, ne diyorlar işte onun için” diyormuş kimileri. . Derken Aziz’in kura günü gelip çatmış. Adı cepheye gidecekler arasındaymış. Bir yandan üzülür ölürse yaban ellerde ölecek, hem ne için savaştığını da bilmeyecek. “Yurduma düşman saldırmadı, arıma, namusuma dil uzatan olmadı peki bu savaştan bize ne” der “Acep oraların havası nasıl olur, kaç gün de gidilir” diye kendi kendine düşünür durur. Çok geçmeden de cephede bulur kendini. Gecesi gündüzü yok savaşın Aziz gününü ayını şaşırıyor, tek amacı ölmemek ve bir an önce Cemile’sine kavuşmak.
Demokrat Partinin “Altın çağı” denilen bu dönem 1947 de ki yabancı sermayeyi teşvik kanunu 1951 de sermaye bölüşümünü daha da kolaylaştırıcı doğrultuda yapılan değişiklik ve Kore savaşına bir tugay asker göndermesiydi. ABD’nin isteği ve NATO’ya üye olmak için Tuğgeneral Tahsin Yazıcı emrinde 5 bin asker Kore’ye gönderilmişti. Türkiye savaşı standart 5 bin kişiyle sürdüreceğine söz verdiği için eksilmeler oldukça asker göndermeye devam etmiş ve savaşın Türkiye’ye faturası 717 ölü 5247 yaralı 229 esir 167 kayıp olmuştu. Bu da ABD’den sonra en fazla kayıp veren ülkenin Türkiye olduğunun göstergesiydi.
Her taraftan ateş yağmakta tam bir cehennem misâli. Bu arada şarapnel parçalarından biri de gelip Aziz’i buluyor ki, hem de yapayalnız. Düştüğü yerde kalıyor. Aziz eli yüzü paramparça esir kampına götürülür. Canı kurtuluyor kurtulmasına ya Aziz eski Aziz değildir artık. Radyo bültenlerinde kayıp listeleri okunur, birliğine gelemeyenler arasında Aziz’in de adı vardır. Cemile vurulmuşa döner. Herkes birbirini avutmaya çalışsa da Aziz’in artık dönmeyeceğine çünkü onun öldüğüne inanırlar. Ama Cemile hiç ümidini kesmemiştir, “Aziz ölmedi, ölse künyesi bulunurdu” diye diye aradan yıllar geçer ve tek bir haber çıkmamıştır Aziz’den. Günlerden bir gün Cemile çeşme başında yayığı almış önüne ayran yapıyormuş. Başını kaldırdığında bir atlının yoldan sapıp çeşmeye doğru geldiğini görmüş. Cemile kafasını önüne eğip göz ucuyla da yabancıya bakmış. Yüzü gözü yara bere içinde olan yabancı Cemile’den bir tas ayran istemiş. Cemile de yabancıyı terslemiş, çünkü yabancı ayranı sözle değil türkü çağırarak istemiş. Cemile de ayran vermek istemediğini yine türkü ile yanıtlamış. Karşılıklı türkü düeti başlamış. Türkünün sonunda yabancının Aziz olduğunu anlamış Cemile. Anlıyor da ayran yayığını bir yana, bakracı bir yana atıp boynuna sarılmış Aziz’in. Yılların özlemini bir türküyle dillendirip, iki sevgilinin kavuştuğu bu türkünün sözlerine bakalım...
Ayran Türküsü
Aziz:
Uzak yollardan da kıvrandım geldim
Tatlı dillerine eğlendim kaldım
Gelin bu ayranı tazemi yaydın
Hüda’nın aşkına doldur ayranı
Cemile:
Uzak yolların vefası mısın
Ak alnımın da sen cefası mısın
Yaydığım ayranın kahyası mısın
Anamdan habersiz vermem ayranı
Aziz:
Bunca yıldır gurbet elde dururum
Çeker silahımı seni vururum
Ya ayranı alırım ya da ölürüm
Gel kız kerem eyle doldur ayranı
Cemile:
Ayranı atlarıma yüklerim
Götürür de dağ başına dökerim
Gurbet elde yârim vardır beklerim
Ondan başkasına vermem ayranı
Aziz:
O nedir ki yer altında paslanmaz
O nedir ki suya düşer ıslanmaz
O nedir ki etin kessen seslenmez
Ya bunun cevabın ya da ayranın
Cemile:
O altındır yer altında paslanmaz
O güneştir su altında ıslanmaz
O ölüdür etin kessen seslenmez
Bilirim bunları vermem ayranı
Aziz:
Tepsiye koydum da binliği tozu
Ortadan kaldırdık hele Aziz’i
Bir kaşık ayranı ver hala kızı
Hüda’ nın aşkına doldur ayranı
Cemile:
Tepsiye koydum binliği tozu
Ortadan kaldırdım hele Aziz’i
Sana feda ettim iki ala gözü
Getir kabını da doldur ayranı
Kaynak:
Yaşar Özürküt
Öyküleriyle Türküler 3
İstanbul, 2002
Ağgül'e varıp sorsalar; deseler ki, "Söyle terk edermisin? Yıllardır yavuklu bildiğin Mustafa'nı terek edermisin ?" Ne der acep Ağgül. Terkederim dermi ki hiç seven sevdiğini terk edermi? Ama töreler gelenekler ana babanın baskısı koparıp götürür seveni sevdiğinden. Geride kalan derdini türkülere döker. Türkülere sığınır, içini türkülere boşaltır. Giden gittiğini bilir, içine atar dertlenir kaygulanır o kadar.
Derler ki, Ağgül köyün varsıllarından Mürsel ağanın kızıdır. Güzel mi güzel simsiyah saçlar, kestane rengi gözler, salına salına yürüyüşü yürekleri yakarmış. Köy gençlerinin gözü Ağgül’de ama kimse de yan gözle bakamazmış. Nedeni de Mustafa. Herkes sayar severmiş Mustafa 'yı. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Mustafa babası öldükten sonra evin bütün sorumluluğunu yüklenmiş, anasını ele muhtaç bırakmamış. Alnının teriyle geçimini sağlıyor. Bazen zorlansa da yakınmıyor Mustafa. Ağgül'üne de kavuşursa tasası kalmayacak. Gel gör ki, Ağgül'ün babası verimkâr değil. "Mustafa kim oluyor ki bizden kız isteyecek o ilkin karnını doyursun" diyormuş. İyi hoş ama Ağgül öyle demiyor. "Bir lokma bir hırka olsun yeter artığını istemem" diyor diyor ya dinleyen kim. Babası tam bir şehirli düşkünüymüş "Şehirli köylüden daha iyidir bizim Şefketgil şehire gitti de eli yüzü açıldı temiz yiyor temiz giyiniyorlar, benim kızım da şehirliye layık" diyor da başka birşey demiyormuş. Onlar böyle diye dursun Mustafa ile Ağgül sık sık buluşup akşam karanlığı çöküp el ayak çekildi mi soluğu Ağgül'lerin bahçesindeki ceviz ağacının altında alırlar ve "Yarın son olsun kaçıp gidelim burdan" diye kavilleşip ayrılırlarmış. Üç gün beş gün, üç ay beş ay hep kavilleşiyorlar, hep yarına bırakıyorlarmış. Sözün kısası altı ay geçiyor aradan.
Günlerden bir gün Mustafa yine gelip cevizin altında beklemiş. Ay tepede, ay tepeyi aşıyor, ay kayboluyor Ağgül yok ortada. Cevizin altında uyuyup kalıyor. Mustafa, sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyor; gördüğü düşleri hayıra yormaya çalışıyor. Daha sonra kalkıp köyün kahvesine gitmiş. Dalgın dalgın çayını içerken çocukluk arkadaşı Zamir gelmiş kahveye. Varıp Mustafa'nın yanına yavaştan "Seninkini akşam vermişler lokumu dağıttılar elini çabuk tut kaçır yoksa havanı alırsın" demiş. Mustafa ayıkmış birden "Demek işin içinde iş varmış demek onun için gelmemiş Ağgül" diye konuşmaya başlamış kendi kendine. "Şehirden bir tanıdıklarının oğluna vermişler. Keleşzadeler'in oğluymuş. Zengin adamdırlar konakları dillere destan saray gibi. Elini tez tut yoksa gitti gider Ağgül" deyince yüreği bir ateş harmanına dönmüş Mustafa'nın. Yan babam yan. Akşamı zor etmiş Mustafa. Hemen koşmuş ceviz ağacının altına sabahı etmiş ertesi akşamı etimiş yok. "Daha kaçgün oldu kavilleşeli ne çabuk sözünden döndü" diye içi içini yemeye başlamış. Bir yandan da umudunu yitirmiyor "Ağgül bensiz olmaz döner gelir bir gün" deyip ceviz ağacına gidiyormuş sık sık. Derken düğün günü gelip çatıyor Keleşzadeler'in düğünü de şanına uygun davullar çifter çifter, kazanlar kaynıyor. Düğün üç gün üç gece sürmüş. Mustafa da daha fazla dayanamıyıp köyden kaçıp dağlara gitmiş. Ama uzaklaşamıyor gözü ceviz ağacındadır hep. Dönüp dolaşıp düğünün son günü köye geri gelmiş. Ağgül’ü arabaya bindirmişler araba ağır ağır yola düşmüş. Mustafa da köyün en yüksek tepesi olan Kırlangıçtepe'ye tırmanmış. Şehre inen yol ayaklar altında düğün alayını gözden kaybolana dek seyretmiş. Mustafa artık kolu kanadı kırık deli gibidir ne yapacağını bilemez. "Ben Ağgül'süz nasıl yaşarım, ama döner bir gün mutlaka kaçar gelir bana" deyip umutlanır. Günler günleri eskitir, aylar ayları. Hiçbir haber yoktur. Tek haber, arada şehre inenlerden yolu düşüp konağın önünden geçenlerden gelirmiş. Ağgül'ü yüzünü cama dayamış dalgın dalgın düşünürken görürlermiş. Mustafa'yı da en son elinde bir ceviz fidanıyla Kırlangıçtepe'ye tırmanırken görmüşler. Tepenin en görünür yerine diker fidanı sonra da yanık sesiyle bir türkü tutturmuş. O günden sonra kimse bilmez Mustafa'ya ne olduğunu. Kimi Çukurova'ya yerleşti der kimi ‘canına kıydı’ der. Ama Mustafa'nın son gün söylediği türkü kimsenin dilinden düşmemiş. Köyün de sınırlarını aşıp yankılanmış.
Kaynak:
Yaşar Özürküt
Öyküleriyle Türküler 1
İstanbul, 1999
Aksaray Develisi 1
Yaklaşık 1900 yıllan... Temmuz güneşinin Anadolu'yu yakıp kavurduğu günlerde, Konya 'ya yakın köylerden birindeyiz. Bir evin temelleri yeni bitmek üzere. İri yan bir adam koca elleriyle güneşe inat, koca koca taşlan yontup, temeli yükseltmek için ha bire çalışmakla meşgul. Bir yandan da çamur isteyip, amelelere daha sıkı çalışmalarını tembih ediyor. Dört beş amele, bir ustaya çamur ve taş yetiştirmekte güçlük çekiyorlar. Etraf an kovanı gibi. Taş ve çekicin işlemenin ve işlenmenin verdiği hazla çıkardıkları ses, dalga dalga çevreye yayılıyor. İri yan koca elli adam bir terini siliyor, bir temele taş koyuyorken, gözü tulumbanın başında, su içme bahanesiyle oyalan ameleye takılır. Gümbür gümbür bir ses ile amelenin yüreğini oynatır. Amele hemen küreğini alıp çamur karıştırırken, ''Ne sert bir adam'' diye düşünür.
Oysa bilmez ki, kaba saba adam diye tasvir ettiği kişi ne kadar ince ruhludur!..
Oysa bilmez ki, taş kıran kerpiç kesen o eller, kanun üzerinde dolaşırken, al yazmalı körpecik köylü kızının kınalı narin ellerinden farksız olduğunu!..
Nerden bilsin ki o koca elli adamın Gökmen Hasan Hüseyin Ağa olduğunu. Nerden bilsin ki, Gökmen Hasan Hüseyin Ağa'nın Konya'da namı olduğ1mu, Konya oturaklarının değişmez siması olduğunu.
Ve yine bilmez ki, geleli daha birkaç gün olmasına rağmen, yüreğinin sıla hasretiyle çarptığını. Konya'yı, tozlu Aksinne'sini.
Külahçı sokağının karşısındaki alçacık da köhne kerpiç evini.
Muhabbetin pervasızca sunulduğu, günlerin haftaların kısaldığı Konya oturaklarını, "Şabab oğlan" türküsünü, ihvanını, yaranını özlediğini, kanun tellerin nağme olup gezinmeyi arzu ettiğini nerden bilsin ki?!..
O koca elli adam, Gökmen Hasan Hüseyin Ağa, bir yandan terini siliyor, bir yandan yonttuğu taşı itina ile yerine yerleştiriyor.
Taş yontarken çekicin çıkardığı ses sanki akşam yakacağı türkünün, dillerden düşmeyecek türkünün, çığ çığlık habercisi idiler.
Derken, güneş kızgınlığını yitirip gece ülkesine yolculuğunu hızlandırınca, işi bırakırlar.
O koca elli, ruhu kanun telinde dolaşan adam, Gökmen Hasan Hüseyin Ağa, bulgur aşını yedikten sonra bir ''Kalıp carası2'' yakar.
Başını aktaşa koyar, uzanır. Sigara dumanının adında Emmiler türküsü yankılanırken uyuya kalır.
Rüyasında yaranı, kadınlar pazarında bir ara bekçilik yapan ''Gavur İmam'ı'' görür. Asıl adı Hüseyin olan Gavur İmam, o sıralar bir camide imamlık yapmaktadır. Her günkü gibi yatsı namazını kıldırıp, caminin kapısını kilitlemiş, başında sarığı, sırtında cüppesi, elinde şak şak tespih ile ağır ağır evine giderken birden irkilir!. Kulak kabartır?! Bir saz dövünmektedir uzaktan!.. Gavur İmam olduğu yere mıhlanır. Bir süre evi dinler. Evet! Evet! Artık şüphesi kalmamıştır, bir oturaktır bu. Olanca haşmetiyle dışarıya taşan ahenk onu cezbeder, eli gayri ihtiyari kapının tokmağına gider. O da ne?!.. Kapı açıktır, dalar. Bu bir bağ evidir. Daha iyi duyabilmek için, gider, pencerenin altına çöker. Şuh zil sesleri arasında, yanık yanık türkü söyleyen Gökmen Hasan Hüseyin Ağa'yı tanır;
Eremedim vefasına dünyanın
Bülbül konmuş sarayına Konya'nın
Bunu duyan Gavur İmam, artık dayanamaz, kapıyı tıklatır, kapı açılır, içeri girer. Bir oturak kadını zarif, kıvrak hareketlerle, ayaklan adeta yere basmamacasına zil dövmektedir. Dem, nargile ve ahenk birbirlerine sinmiş; içeriyi tatlı bir sarhoşluk kaplamıştı. Gavur İmam, hemen kapının yanına çöktü ve terbiyeli sesiyle dövünmeye başladı;
Eremedim vefasına dünyanın
Bülbül konmuş sarayına Konya'nın;
derken herkes onu fark etti. Başında sarık, sırtında cüppeyle onu görünce şaşırdılar, fakat şaşkınlıktan kısa sürdü; tanımışlardı.
Hoşgörüsü ve muhabbet ehli olmasıyla tanınan Gavur İmam'dı. Türkü bitti, ara verdiler.
Oyuncu kadın boşalan kadehleri testideki kaçak rakıyla tazeledikten soma, bir kadeh de Gavur İmam'a uzattı. Gavur İmam içmedi. O muhabbetten, zaten sarhoşlamıştı. Bunun üzerine oyuncu kadın, eline koca bir döğme gümüş tabaka alarak sigara sardı ve meclistekilere tek tek ikram ederek yaktı.
Saatler çabucak geçmişti. Ortalık ağarmaya başlayınca, Gavur İmam'ın aklı başına geldi. Bir süre düşündü, soma ani bir kararla sırtından cüppesini, başından sarığını ve saltasının cebinden camiinin anahtarını çıkarıp, kendisine kapıyı açan gencin eline verdi ve kulağına şöyle fısıldadı;
''Bunları camiye götür, cemaatten birine ver, Gavur İmam artık gelmeyecek, Eremedim vefasına dünyanın türküsünü çağıracak de!''
Gökmen Hasan Hüseyin Ağa yatsı ezanlarıyla uyandı. Kendini hala oturakta zannediyordu. Fakat yüzüne çarpan serin yel, ona rüya gördüğünü hatırlattı. O ne biçim rüyaydı öyle? Hem öyle bir türküsü de yoktu. İçinden yakılmamış türküyü okumak geldi, salıverdi sesini;
Eremedim vefasına dünyanın
Bülbül konmuş sarayına Konya'nın
Aksaray'dan Bakırtolu'na yol gider
Sürmelenmiş ela gözlü yol gider
Uzamışsın hay sevdiğim dal gibi
Gelip geçen selam vermen el gibi
Beyler besler merrak için tazıyı
Kadir mevlam böyle yazmış yazıyı
Devem yüksek atamadım urganı
Susadıkça ver ağzıma gerdanı
Saçım uzun ben saçımı tararım
Var mı benim Konyalıya zararım
Ağzından dökülen sözlere kendisi de şaşırdı. Tuhaf duygular içindeydi. Bir an ürperdi. Kalktı, yatmak üzere ahır sekisine3 doğru yollandı. Döşeğini serdi, soyundu, yattı ve uyudu.
Bu gün Hacı Fettah Mezarlığında uyuyan Gökmen Hasan Hüseyin Ağa'nın bu türküsü, yıllarca dillerden düşmemiş, oturak alemlerinin baş köşesine oturtulmuş, sazların iniltisinde nağmeleri dolanmış, sıla hasreti, yar hasreti çekenlerin, dünyanın vefasına eremeyenlerin gönlünde günümüze kadar ulaşmıştır.
1-Kaynak Kişiler: 1.Mazhar Sakman; 2.Hüseyin Çağıllar
2-Eskiden hazır sigaraya verilen İsim
3-Konya köy evlerinde ahırın yanındaki büyük oda
Kaynak:
Mehmet Tahir Sakman
Dünden Bugüne Konya Oturakları
İstanbul, 2001
Anakara'da Yedik Taze Meyvayı
Anakara'nın keskin ilçesinin cin ali köyünde 1924 yılında Sefer adında bir erkek çocuk doğar. İlkokulu köyünde okuyan Sefer 15 yaşından sonra ailesinin tüm rençberlik işlerine yardım eder yürütür. Güçlüdür kuvvetlidir Sefer. Köyde herkes tarafından sevilir. 20 yaşına gelince de Seyfli köyünden Hatice yi istetir. Söz kesilir düğün olur evlenirler.
Aradan üç ay geçince Sefer ince hastalık denilen vereme tutulur. Doktorlar bir çare bulamazlar. Taa Ankara lara götürülür ve 20 Haziran 1944 te garip Sefer ölür. Aşağıdaki türkü Sefer için yakılmıştır.
Ankara'da Yedik Taze Meyvayı
Boşa Çiğnemişim Yalan Dünyayı
Keskin'den De Sildirmeyin Künyeyi
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Anamdan Başkası Yalan Ağlasın
Ankara'yla Şu Keskin'in Arası
Arasına Kara Duman Durası
Çok Doktorlar Gezdim Yokmuş Çaresi
Söyleyin Anneme Annem Ağlasın
Babamın Oğlu Var Beni Neylesin
Trene Bindim De Tren Salladı
Zalim Doktor Ciğerimi Elledi
İy- olursun Dedi Geri Yolladı
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Anamdan Başkası Yalan Ağlasın
Benzim İçtim Ciğerlerim Tutuşur
Ağlama Hatice, Sefer Yetişir
Söyleyin Anneme Çalsın Nennimi
Kim Alırsa Alsın Nazlı Gelini
Binmiş Taksiye De Sefer Geliyor
Annesinin Ciğerini Deliyor
Gelin Hatice'yi Eller Alıyor
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Gelin Hatice'yi Kimler Eylesin
Mezarımı Derin Kazın Dar Olsun
Edirafı Lale Sümbül Bağ Olsun
Ben Ölüyom Ahbaplarım Sağ Olsun
Söylen Kardaşıma Çalsın Sazımı
Kadir Mevlam Böyle Yazmış Yazımı
Kaynak:
Ahmet Günday
Bağlama Metodu
Notaları ile Halk Türküleri
ve Türkü Hikayeleri
Aşan Bilir Karlı Dağın Ardını (Telli Senem İle Yazıcı Oğlu Osman Ağa)
Her biri bilinmez bir mezar şimdi.Mezar taşları ürpertir,ürkütür insanı.Ama beni,o hassas melteme bile dayanamayacak kadar hafif vucutları,yüreklerinin çektikleri,katlandıkları ve yaşadıkları dillere destan, ateş dolu, acı dolu hayatları daha çok ürpertmiştir hep.Mezar taşlarından daha fazla.“Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu’yu” demiş ozan.Demişya! Ne yürekten demiş,ne Doğru demiş.Anadolum benim.Günde bin güzellik görüp, birine vurulduğumuz.Gam ile dert ile yogrulduğumuz.Gök gözlü,güneş yüzlü,derin sözlü,yarım özlü.Ekmek’ini el ile paylaşan, çarşambasını sel alan, sevdiklerini el alan.Kor yürekli, demir bilekli,başı bulutlarda yiğitlerin, vefalı, sadık,vefakar,örük saçlı, uzun boylu yapalakların,tuğ sunaların, toraşamların, gül yüzlü güzellerin, ceylanların,efsanelerin, lav gibi fişkıran yüreklerin, düğünlerin, halayların, türkülerin, ağaların, beylerin, ozanların, ve dillere destan aşıkların diyarı anadolum. Anadolum benim.Kerem ile Aslı’sı var,Ferhat ile şirin’i var, Leyla ile Mecnun’u var,Elif ile Mahmut’u, Sürmeli bey’i, Şah İsmail’i, Sümmani’si var. Dil hangi birine döner,yürek hangi birine katlanır.Ve kalem hangi birini yazabilir. Yazıpta başedebilirki.
İşte Senem ile yazıcı oğluda bu yürek yangınlarını çekmiş binlerce kor yığınından sadece ikisi.
Tülü mayalar, kırk atlar koçlar, taylar kuzular, gökce gelinler ve koç yiğitlerden kurulu yörük kervanı Binboğa dağlarının üstünden aşıp, güneş’in kızıla boyanıp battığı Tanır yaylasına doğru ince bir çizgi gibi, bir uçtan bir uca süzülüp geçti. Günlerdir at üstündeki aşiret mensupları yorulmuşlar, bunalmışlardı.Ama yol bitmiş sınırın hemen yanıbaşındaki konak yeri Yapalak görünmüştür. Akşamüstü yaylaya ulaşınca kervanın en önünde giden tülü mayadan yaşlı bir yörük beyi sıçrayip indi.Arkasinda uzanan kervana dur etti ve bagırdı. “Konak yerimiz buradır.At lar baglana, denkler çözüle tez elden çadırlar kurula ALLAH hayıra getire dedi”Yigitler atlarından, gelinler tülü mayalarından indiler.Birkaç genç kadın, yörük beyinin indiği devenin yedeğindeki al bir at’tan, genç bir kızı incitmekten korkar gibi tutup indirdiler yere.Altına kilim serildi.Üstüne gölgelik çekildi hemen. Bağdaş kurup oturdu genç yörük kızı yere.Omuzunun bir ucundan bir ucuna fişeklik çevriliydi.Belinde gümüş saplı bir hançer takılıydı.İran ipeğindendi tüm giysileri. Samur saçları başındaki yeşil berenin içinde toplanmış, kenarlarından taşmıştı.Uzun boylu, beyaz tenli, simsiyah gözlü, ceylan bakışlı, bakanın bir daha baktığı, gürenlerin yüreklerini yaktığı bir ahuydu bu. Ne Tanır, ne Binboğalar nede bu küçük Yapalak, böyle bir güzele çadır açmamış,böyle bir ceylana raslamamışlardı.Yayla böyle bir güzel görmemişti.
Tez elden çadırlar kuruldu.Atlar kuzular koyunlar çayır’a salındı.Beyin siyah çadırından geniş obası kuruldu.Tüfekler, sazlar asıldı çadır direklerine.Ay orta yere gelip dolandı.Mehtap bir uçtan bir uca ışığıyla doldu yapalak’a.Yörükler meydan yerinde yaktıkları, gökyüzüne uzanan bir ateş yığınının başında, geceye teslim ettiler ilk günlerini.
Ertesi sabah hemen duyuldu Tanır’a yörüklerin gelip yerleştikleri.Adettendi, yerli halk gelip hoşgeldiniz derdi.Birkaç ay
kalıp sonra gidecek olan bu göçebe yörükleriyle kardeş gibi geçinirlerdi.Hoşgeldine gitmek bölgenin ağasına düşerdi.Ağa yanına bölge büyüklerini toplar,kadın’ını yanına alır, gider yeni misafirleriyle tanış olurdu. Yine öyle oldu. Tanır’ın şanlı Bey’i Yazıcı oğlu köyünün büyüklerini çağırıp, başlarınada oğlu Osman’ı katıp hoşgeldine gönderdi yörük içine. Atlayıp atlarına, vardılar yörük yaylasına yerliler.Yörükler hürmetle yürekten karşıladılar gelenleri.Koşup ağaya haber verdiler.Kara çadırından önce ak saçlı yörük beyi,ardında o ahu gözlü, fidan boylu ceren çıktı.Bir hançer gibi dikildi karşılarına.Başı yularda iki eli böğründe Daha buyrun diyemeden, ziyaretcilerin başında atın üstünde bir kartal gibi duran yemyeşil gözlü, kartal bakışlı çınar gibi heybetli Osmana takıldı gözleri. Bir yıl gibi sürdü ikisi içinde bu bakışlar. Bakıştılar.
Buyrun dedi yörük bey’i.Yanında hala,yere saplı bir hançer gibi duran kıza döndü.Senem dedi: Atı tut kızım.Koştu Senem adetleri gereğince, gelen kafilenin bey’i ile hanım ağasının atının yularına sarıldı.Kadında Osmanda indiler atlarından. Tam kafile yörük illeri gelenekleri gibi halka tutup oturdular.Hoş geldiniz edildi.Kahveler, katıklar içildi, konuşulup tanışıldı. Ama iki genc’in aklı ve gözleri bir an bile ayrımadı birbirlerinden. İşte diyordu Senem! Kendimi kollarına teslim edebileceğim, erim, erkeğim diyebileceğim çınar gibi bir yiğit.İşte diyordu Yazıcı oğlu Osman’a.Yazıcı oğlu Osmanda; Baba evine götürebileceğim, övünç duyup yaslanacağım, bir ahu diyordu kendi kendine.
Akşama kadar kalındı yörük yaylasında.Geniş sofralar yazıldı yere, koyunlar kızartıldı, katıklar yayıldı,yenildi içildi.Ama Senem le Osman bir kere düşen bir kor yığını gibi, bakıp durdular birbirlerine.Akşam yörüklerden ayrılıp Tanır’a dogru yola çıktıkları zaman,Osman yüreğinden bir parçanın yapalakta kaldığını hissetti.Senem yüreğinden bir parçanın kopartılıp alındığını, içinden bir şeylerin eksildigini sandı. Günler akıp geçti.Ne Senem nede Osman unutamadılar birbirlerini.Bir bahane bulup yeniden gidemedi Osman yörük çadırına.Senem obadan dışarıya ayak atamadı.
Ama seven yürek neler etmezki, her şeyin çaresi bulundu.Bir yörük kadını yardım etti bey kızına Bey oğlu atlayıp atına Seneme koştu.Ay ışığında her buluşup konuşmalarında daha çok yandı yürekleri,Daha çok sevdiler, daha çok bağlandılar birbirlerine.
Sevda bu. Çaresi olmazsa sarartıp soldurur, öldürür adamı.Senem de Osman da aynı ateşte kavruldular.Senem seviyordu ama çaresizdi.Biliyorduki babası oba dan dışarı kız vermezdi.Töreler böyleydi.Osman düşündü, bir yörük kızını eve almazdı babası. Kaçalım dediler bir gün. Yok dedi Senem. Kaçalım dedi oğlan yok dedi Senem. Ben böyle bir ateşle yana yana ölürümde kaçmam.Kaçıp yere yıkmam başını babamın.Babamın başını yere yıkamam. Başka çare yok. Kaideleri yıkacak, iki sevdalıyı birbirine kavuşturacak, ağır kuvvetli Yörük beyine bir dünür kafilesi gerekti.
Bir yiğit sararıp solar erir giderde,bir bey kadını hatun ana’sı hissetmezmi.Gayrı sordular, Osman anlattı.Bir tek oğlanın derdine çare bulmak,onu bu dertten bu acıdan kurtarabilmek için kaideleri bir bir yıktı babası.Etraf çevrelerden ağalar toplandı.Dünür kafilesi ve hediyeler hazırlanıp varıdı yörük ağasına. Bir sevinç bir umut düştü içine senemin,bir sevinç doldurdu içini Osman ağanın.Ne kaldıki aha bugün olsa yarın kavuşuverirler.Birbirlerine yakışan nazarlık bir çift olular. ALLAH'ın emriyle dediler kızını istediler.ALLAH yazdıysa biz ne edek velakin obamızın kanunları vardır. İhtiyarlarımıza soralım, bir kaç gün izin verin düşünelim,iletiriz kararımızı.İsteriz ki kızımız oğlunuza kurban ola,böyle bir beyin gelini ola.Ama töreler dediler.
Umut içinde döndü dünür kafilesi.Bir yangın düştü içine yörük beyinin.Ama ölürde törelerini yıkmaz, aşiretin dışına kız vermezdi.Fakat bu çevrenin en güçlü adamı dünür geliyor.Vermezlerse basarlar obayı alır kaçırırlar kızı.Onlar basmadan biz kaçmalıyız dedi oba yaşlılarına. Hemen o gece çadırlar söküldü, sürü toplandı, kervan hazırlandı.Ve Senem içi kan ağlıyor.Bir ölüden farksız.Tüm oba yiğitlerinin arasında çekilip gittiler Yapalaktan.Bir gecede toplandılar gittiler.
Ertesi gün tüm Tanırlılar boş buldular yaylayı.Bin yerinden hançerlenmiş gibi inledi yıkıldı , bir ölüden ferksız oldu Osman. Her yana haberler salındı, sözcüler gönderildi.Aylar yıllar sürdü bu arayış.Ama ne yörük kervanının izine raslandı, nede Senemden bir haber alındı.
Yıllar geçti aradan yandı yıkıldı Osman, ama Senemden bir haber alamadı.Talih’i her gün biraz daha karardı.Bir düğünde bir gözünü kaybetti.Değen saçmalarla birlikte anası babası öldü.Günler yel gibi geldi geçti.Onun içindeki yangın geçmedi unutamadı Senem’i.On yıl, yirmi yıl, elli yıl, atmış yıl geçti, bir haber gelmedi Senemden.
Sonra bir yaz günü evinin önünde oturup çocuklarıyla oynarken; Köyün çerçicisi bir ermeni vardı.O geldi koşarak yanına. Ağam dedi! Ağam kurban olam haberler neki haberler.Desem yıkılırmısın yoksa sevinirmisin. Eski bir yaraya tuz mu atarım. Anlat dedi Yazıcıoğlu.Anlat hele ne istersin.Haberin hayırlıysa tarla veririm, değilse çek git.
Kozan’daydım dedi ermeni çerçi, mal satardım. Açmış oturmuştum metamı, buğday almış kumaş verirdim.İki büklüm bir ihtiyar geldi yanıma.Saçları ak, gözlerinin feri sönmüş bir ihtiyar kadın.Oğuk dedi nerelisin.Tanırlıyım ana dedim. Osman ağayı bilirmisin dedi.Bilirim elbet dedim.İnsan köyünün ağasını bilmezmi?
Kuşağından bir çıkını çıkarttı.Aha bu lapatan’ı elime tutuşturup, Osman ağaya söyle Senem ananın selamı var, yüreği yüreğinle birdir.Kimseye yar olmamıştır.Bir yayla kızı gibi sevmiş bir yayla kızı gibi sadık kalmıştır de,Ama gayrı her şey geçti.gelip aramaya, arayıp sormaya de. Ağam selam yerde kalmazmış getirdim sana, Gayrı sen bilirsin dedi ermeni
çerçi. Yüreğinde yetmiş yıl evvelin koru yeniden yandı.Osman Ağanın içinde kaynar bir şey aktı.Altınlar tarlalar verdi ermeni çerçiye.At hazırlattı, yanında iki adam düştü kozanın yoluna. Osman Ağa Senem le buluştumu bunu bilmiyoruz ama, Maraş'ta Tanır da. Toros'larda,Avşar illerinde ne zaman bir düğün kurulsa;Önce osman ağanın aldığı haberden sonra söylediği türküyü söyler kadınlar erkekler.Yankıları Torosların Binboğaların ötesine doğru yanık bir ses, yanık bir yürek. Nerede bir gece toplantısı olsa, yaşlılar genç'lere Senem ile yazıcıoğlu Osmanın sevdalarını anlatırlar hep.
Aşan Bilir Karlı Dağın Ardını
Çeken Bilir Ayrılığın Derdini
Bülbül Kaça Aldın Gülün Nargını
Gül Alıp Satmanın Zamanı Değil
Yaprak Gazel Olmuş Duruyor Dalda
Vefasız Güzelden Bize Ne Fayda
Bu Ayda Olmazsa Gelecek Ayda
Ölürüm Vazgeçmem Sevdiğim Senden
Selvinin Dalları Boyundan Uzun
Yavrular Gözüme Bir Salkım Üzüm
Ölmeden Görseydi O Yari Gözüm
Koyun Kuzu Kurban Olur O Zaman
Ayşegül Göktepe (Radyo Program Yapımcısı)
Ayran Türküsü
Gurbet ellerinde eğlendim kaldım
Güzel cemalini görünce durdum
Gelin bu ayranı taze mi yaydın
Hüdanın aşkına doldur ayranı
Canım ayranı, güzel ayranı
İyi hoş doldursun ayranı ya, sen kimsin? Köylük yerde bir genç kız her isteyene bir tas ayranı uzatırsa ne olur, adı nereye çıkar? Demezler mi; falancanın kızını gördüm, bir yabancıya tası doldurup ayran verdi. Aralarında bir şey var, elin yabancısına yoksa verir mi ayranı? Hem köyün geleneklerine de ters düşmez mi? Hem de genç bir kız! Yok canım, bu işin içinde bir iş var mutlaka.
Cemile güzelliği dillere destan bir kız, Aziz köyün yakışıklı gençlerinden. Eh göz görüp gönül de sevince, her şey tamam gerisi büyüklerin bileceği iş. Üç-beş emmi dayı; köyün muhtarı imamı, bir de Aziz’in babası varıp istemişler Cemile’yi. Kız evi nazevi derler, olacak o kadar naz. Araya bir kaç görüşme daha girer, sonunda iş tamam. İş tamam da daha askerliğini yapmamış Aziz. Bugün yarın derken, nişanlarının haftası askerlik çağrısı gelmiş. Aman yaman daha yeni nişanlandım hiç olmazsa bir iki ay geçsin dese kimse dinlemez. Günü gelince vurmuş sırtına çantasını, dost ahbap helâlleşmiş, varmış Cemile’nin yanına. “Üç yıl çabuk geçer bak. Büyük seli hatırla beş yıl oldu, dün olmuş gibi. Esat emmi öleli dört yıl oldu. Demem şu ki günler tez geçiyor; bir göz açıp kapayınca burdayım gönlünü ferah tut” demiş. Bekleyeceklerine söz verip ayrılmış Cemile ile Aziz. Kara trenin düdüğü ile ilk kez köyünden ayrılmış Aziz. Sık sık mektup yazmış köyüne, içindekileri dökmüş mektuplarına. Anasına babasına, dolaylı olarak da nişanlısına selamlarını, özlemlerini iletmiş.
Aziz askerdeyken, kötü bir haber yayılmış asker ocağına; “Uzakdoğu’da savaş patlamış, bizi de savaşa çağırıyorlarmış”. Kimi “Yok canım yalan söylüyorlar dünyanın bir ucundaki kavgadan bize ne” dese de, “Bizim sözümüz varmış, onlar savaşa girerse biz yardım edeceğiz, biz girersek onlar yardıma gelecekmiş. NATO mu, ne diyorlar işte onun için” diyormuş kimileri. . Derken Aziz’in kura günü gelip çatmış. Adı cepheye gidecekler arasındaymış. Bir yandan üzülür ölürse yaban ellerde ölecek, hem ne için savaştığını da bilmeyecek. “Yurduma düşman saldırmadı, arıma, namusuma dil uzatan olmadı peki bu savaştan bize ne” der “Acep oraların havası nasıl olur, kaç gün de gidilir” diye kendi kendine düşünür durur. Çok geçmeden de cephede bulur kendini. Gecesi gündüzü yok savaşın Aziz gününü ayını şaşırıyor, tek amacı ölmemek ve bir an önce Cemile’sine kavuşmak.
Demokrat Partinin “Altın çağı” denilen bu dönem 1947 de ki yabancı sermayeyi teşvik kanunu 1951 de sermaye bölüşümünü daha da kolaylaştırıcı doğrultuda yapılan değişiklik ve Kore savaşına bir tugay asker göndermesiydi. ABD’nin isteği ve NATO’ya üye olmak için Tuğgeneral Tahsin Yazıcı emrinde 5 bin asker Kore’ye gönderilmişti. Türkiye savaşı standart 5 bin kişiyle sürdüreceğine söz verdiği için eksilmeler oldukça asker göndermeye devam etmiş ve savaşın Türkiye’ye faturası 717 ölü 5247 yaralı 229 esir 167 kayıp olmuştu. Bu da ABD’den sonra en fazla kayıp veren ülkenin Türkiye olduğunun göstergesiydi.
Her taraftan ateş yağmakta tam bir cehennem misâli. Bu arada şarapnel parçalarından biri de gelip Aziz’i buluyor ki, hem de yapayalnız. Düştüğü yerde kalıyor. Aziz eli yüzü paramparça esir kampına götürülür. Canı kurtuluyor kurtulmasına ya Aziz eski Aziz değildir artık. Radyo bültenlerinde kayıp listeleri okunur, birliğine gelemeyenler arasında Aziz’in de adı vardır. Cemile vurulmuşa döner. Herkes birbirini avutmaya çalışsa da Aziz’in artık dönmeyeceğine çünkü onun öldüğüne inanırlar. Ama Cemile hiç ümidini kesmemiştir, “Aziz ölmedi, ölse künyesi bulunurdu” diye diye aradan yıllar geçer ve tek bir haber çıkmamıştır Aziz’den. Günlerden bir gün Cemile çeşme başında yayığı almış önüne ayran yapıyormuş. Başını kaldırdığında bir atlının yoldan sapıp çeşmeye doğru geldiğini görmüş. Cemile kafasını önüne eğip göz ucuyla da yabancıya bakmış. Yüzü gözü yara bere içinde olan yabancı Cemile’den bir tas ayran istemiş. Cemile de yabancıyı terslemiş, çünkü yabancı ayranı sözle değil türkü çağırarak istemiş. Cemile de ayran vermek istemediğini yine türkü ile yanıtlamış. Karşılıklı türkü düeti başlamış. Türkünün sonunda yabancının Aziz olduğunu anlamış Cemile. Anlıyor da ayran yayığını bir yana, bakracı bir yana atıp boynuna sarılmış Aziz’in. Yılların özlemini bir türküyle dillendirip, iki sevgilinin kavuştuğu bu türkünün sözlerine bakalım...
Ayran Türküsü
Aziz:
Uzak yollardan da kıvrandım geldim
Tatlı dillerine eğlendim kaldım
Gelin bu ayranı tazemi yaydın
Hüda’nın aşkına doldur ayranı
Cemile:
Uzak yolların vefası mısın
Ak alnımın da sen cefası mısın
Yaydığım ayranın kahyası mısın
Anamdan habersiz vermem ayranı
Aziz:
Bunca yıldır gurbet elde dururum
Çeker silahımı seni vururum
Ya ayranı alırım ya da ölürüm
Gel kız kerem eyle doldur ayranı
Cemile:
Ayranı atlarıma yüklerim
Götürür de dağ başına dökerim
Gurbet elde yârim vardır beklerim
Ondan başkasına vermem ayranı
Aziz:
O nedir ki yer altında paslanmaz
O nedir ki suya düşer ıslanmaz
O nedir ki etin kessen seslenmez
Ya bunun cevabın ya da ayranın
Cemile:
O altındır yer altında paslanmaz
O güneştir su altında ıslanmaz
O ölüdür etin kessen seslenmez
Bilirim bunları vermem ayranı
Aziz:
Tepsiye koydum da binliği tozu
Ortadan kaldırdık hele Aziz’i
Bir kaşık ayranı ver hala kızı
Hüda’ nın aşkına doldur ayranı
Cemile:
Tepsiye koydum binliği tozu
Ortadan kaldırdım hele Aziz’i
Sana feda ettim iki ala gözü
Getir kabını da doldur ayranı
Kaynak:
Yaşar Özürküt
Öyküleriyle Türküler 3
İstanbul, 2002