• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Toplumsal Görev ve Sorumluluklarımız

Üyelik Tarihi
5 Mar 2009
Konular
32
Mesajlar
164
MFC Puanı
0
TOPLUMSAL GÖREV VE SORUMLULUKLARIMIZ[1]
Yüce Allâh insanı, bizzat kendi kudretiyle[2], en güzel bir şekilde yaratmış[3] ve kendi ruhundan üfleyip[4], halife olarak yeryüzüne göndermiş[5], gökte ve yerde ne varsa hepsini onun emrine amade kılmıştır[6]. Kendisine bunca nimet verilen insan elbette başıboş bırakılmayacaktır. Nitekim Kur’an’da,
أ يحسب الانسان ان يترك سدى
“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?” buyurulmaktadır (Kıyame 75/36). Dolayısıyla insan yapıp ettiklerinden sorumludur. Hatta görülen alemde, sorumluluk bilincine sahip tek yaratık insandır. Kur’an’da,
اŞüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir” buyurulmaktadır (Ahzâb 33/72).
Sorumluluklarımızın en önemli boyutunu Allâh’a karşı olan sorumluluklarımız oluşturmaktadır. Çünkü yaratılış gayemiz, Kur’an-ı Kerim’de de belirtildiği gibi O’na kulluk etmektir. Yüce Allâh,
وما خلقت الجن والانس الا ليعبدون
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” buyurmuştur (Zariyât 51/56).
Allâh’a karşı sorumluluklarımızın yanında, kendimize ve diğer varlıklara karşı da sorumluluklarımız bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, insanın bu sorumluluklarına çeşitli vesilelerle işaret edilmektedir.
Peygamber Efendimiz, insanın sorumluluklarına işaret ettikleri bir hadislerinde;
İmân altmış veya yetmiş küsur şubedir; en faziletlisi ‘lâ ilâhe illallah’ (Allâh’tan başka tanrı yoktur) demek, en aşağısı da yoldan eziyet veren şeyi kaldırmaktır. Hayâ da imandan bir şubedir buyurmuştur[7].
Bütün bunlar göstermektedir ki, insanın, başta Allâh olmak üzere, kendisine, ailesine, komşularına ve topluma karşı sorumlulukları vardır.
Genel olarak topluma karşı vazife ve sorumluluklarımızı maddeler halinde şöyle ele alabiliriz:
Birbirimizi sevmek, saymak ve diğerlerinin haklarına saygı göstermek:
Topluma karşı sorumluluklarımızın başında, birbirimizi sevmek ve karşılıklı haklarımıza saygı göstermek gelmektedir. Sevgili Peygamberimiz, birbirimizi sevmeyi imanın gereği olarak kabul etmiş ve şöyle buyurmuştur:
İmân etmedikçe Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de kamil bir imana sahip olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi?.. Aranızda selamı yayınız[8]. Başka bir hadisinde de bu sevginin ölçüsünü şöyle açıklamıştır:
"Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada ve merhamette, bir vücut gibidir. Bir organ rahatsız olduğunda, diğer organlar da onunla birlikte ateşlenir, uykusuz kalırlar.” [9]
Sevginin göstergelerinden biri de, sevdiğimizin hakkına saygı duymak, ona zarar verecek söz ve davranışlardan uzak durmaktır. Sevgili Peygamberimiz,
Komşusu, zararlarından emin olmayan kimse cennete giremezbuyurmuştur.[10]
İslâm dini, fert ve toplum haklarına yönelik bütün tecavüz çeşitlerini yasaklamıştır. Bu çerçeveden olarak, kişisel çıkarlar uğruna toplum menfaatlerini çiğnemek, başarılamayacak işlere talip olmak, görevi kötüye kullanmak, rüşvet ve faiz almak, karaborsacılık yapmak, kamu veya şahıs menkul ve gayri menkullerini zimmete geçirmek, alışveriş ve ticarette hile yapmak, aldatmak, sövmek, dövmek, kalp kırmak, gıybet etmek, iftira atmak, kişilerin şahsiyetlerine ve namuslarına dil uzatmak, yalan söylemek, haksız yere baskıda bulunmak, toplum zarar veren sonuçlar veren çirkin ve yüz kızartıcı işleri yaparak kötü örnek olmak haram kılınmıştır. Bütün bunlar kul ve kamu haklarına tecavüzdür. Âhirette bunun hesabını vermek ise çok zordur.

Kıyamet günü bütün hak sahiplerine hakları iade edilecektir. Hatta boynuzlu koyun boynuzsuz olandan hakkını alacaktır [1]. anlamındaki hadis bunun delilidir. Bir defasında Sevgili Peygamberimiz, kul hakkının önemine dikkat çekmek amacıyla ashabına “Müflis kimdir?” diye sorar. Ashap, malı mülkü olmayan şeklinde cevap verince,
Ümmetimin gerçek müflisleri şunlardır: kıyamet günü mahşer yerine namaz, oruç, zekat gibi ibadetlerinin sevabıyla gelir, fakat, dünyada şuna sövmüş, buna iftira atmış, diğerinin malını yemiş, başkasının kanını akıtmış, dövmüştür. Onun sevabından o zulmettiği kimselere verilir, borcu ödenmeden sevapları tükenir. Bu defa zulmettiklerinin günahlarından alınarak onun boynuna yüklenir ve Cehennem'e atılır buyurur[2]. Bu sebeple Allâh’a ve âhiret gününe inanan, kimsenin hakkına tecavüz etmez; eliyle, diliyle ve davranışlarıyla kimseyi rahatsız etmez, kimseye zarar vermez.
Çünkü Müslüman uyumlu, uyum sağlanılan ve kendisinden kötülük beklenilmeyen insandır[3]. Nitekim bir gün Hz. Peygamber oturan bir grup sahabinin yanında durarak, “Size en iyiniz ve en kötünüzü bildireyim mi?” diye sorar. Orada oturanlar susar cevap vermezler. Hz. Peygamber üç defa tekrar edince içlerinden biri, “evet ey Allâh’ın elçisi, bize en iyimizi ve en kötümüzü haber ver” der. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz,
Sizin en iyiniz kendisinden iyilik beklenen ve kötülüğünden emin olunandır. Sizin en kötünüz de, kendisinden iyilik beklenmeyen, kötülüğünden de emin olunmayanınızdırbuyururlar.[4]
Müslüman kendisine kötü davranıldığında dahi, din kardeşine güzellikle yaklaşır. Atalarımız, iyiliğe karşı iyilik her kişinin, kötülüğe karşı iyilik er kişinin harcıdır demiştir. Zira güzel ahlak; mahrum edene vermek, ilgiyi kesene alaka göstermek, zulmedeni affetmektir. Kur’an-ı Kerim’de,
İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştirbuyurulmaktadır (Fussilet 41/34).
İyilikte yardımlaşmak:
Toplumsal görevlerimizden biri de iyilikte yardımlaşmak, muhtaçlara yardım elini uzatmaktır. Yüce Allâh Kur’an’da;
İyilik ve takvâ üzere yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın buyurmaktadır (Maide 5/2).
Sevgili Peygamberimiz de, Müslümanların yardımlaşmaları, birbirlerini desteklemeleri konusunda onları, tuğlaları birbirine kenetlenmiş, ayakta durması için bir kısmı diğerini destekleyen binaya benzetmiştir[5]. Bir hadisinde de, bunun Müslüman’ın bir sorumluluğu olduğuna işaret etmektedir:
Bir müminin dünya sıkıntılarından bir sıkıntısını giderenin, Allâh kıyamet günündeki sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir; darlıkta olana kolaylık gösterene, dünyada ve âhirette kolaylık sağlar; bir Müslüman’ın ayıbını örtenin, dünyada ve âhirette kusurlarını örter; kul kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allâh da ona yardım eder…”.[6]
“Allâh’ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allâh’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allâh bozguncuları sevmez” (Kasas 28/77-78) anlamındaki âyet insanlara iyilik yapılmasını öngörmektedir.
Dolayısıyla Allâh’ın rahmetini, yardımını ve rızasını isteyen kişinin, mutlaka ihtiyaç sahiplerine yardım elini uzatması gerekir. Zaten bu aynı zamanda dini bir ödev, toplumsal bir sorumluluktur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de zenginin malında fakirin hakkının bulunduğu bildirilmektedir:
"(Zenginlerin) mallarında (yardım) isteyen ve (iffetinden dolayı) mahrum olanlar için bir hak vardır" (Zâriyât 51/19). Başka bir ayette de şöyle buyurulmaktadır:
“Herhangi birinize ölüm gelip de, ‘Ey Rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!’ demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allâh yolunda harcayın” (Münâfikûn 63/10).
Bunlar göstermektedir ki, ihtiyacını giderecek miktarın fakire ödenmesi, zenginlerin üzerine farzdır. Eğer fakirler aç veya susuz kalacak olurlarsa, Allah, zenginleri bundan sorumlu tutacaktır. Hz. Peygamber üç defa yemin ederek, “gerçekten iman etmiş olmaz” der. Ashap, “kim ey Allah'ın Elçisi!?” diye sorunca,
"Komşusunun yanı başında aç olduğunu bildiği halde kendisi tok olarak geceleyen kişidiye cevap verir[7].
Fakir ve muhtaçlara yardım elini uzatmak bir ödev olduğu için, ne yardımı alan için bir utanma ne de yardımda bulunan için bir övünme ve başa kakma vardır. Yüce Allâh,
Mallarını Allâh yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rab’leri katında mükafatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de buyurmaktadır (Bakara 2/262). Daha sonra da başa kakmanın yapılan hayrın boşa gitmesine sebep olacağını haber vermekte, güzel bir söz ve bağışlamanın, peşinden gönül kıran bir sadakadan daha hayırlı olduğunu bildirmektedir[8]. Diğer taraftan bu yardımın, kişinin kendinin beğenmediği veya eskiyip atılacak hale gelen eşyaları olmaması; kendisinin beğendiği, hoşlandığı şeylerden olması gerekir. Nitekim Kur’an’da;
“Ey İman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve yerden sizin için çıkardıklarımızdan Allâh yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki, Allâh zengindir, övülmeye layık olandır” (Bakara, 2/267).“Sevdiğiniz şeylerden Allâh yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz” buyurulmaktadır (Al-i İmran 3/92).
Müslümanların birbirlerine karşı sorumlu oldukları yardımlaşmanın bir şekli de ödünç vermektir. Dinimizde borç vermek, Allâh rızasına erdirecek bir amel olarak kabul edilmiştir. Zira bu, insanların karşılıksız olarak ihtiyacını karşılar, maddî bunalımları giderir. Bunun için Hz. Peygamber borç vermenin sadakadan daha güzel, daha faziletli olduğunu bildirmiştir[9]. Allâh rızası için borç vermek Kur’an-ı Kerim’de, Allâh’a borç vermek gibi kabul edilmiş ve karşılığının kat kat ödeneceği haber verilmiştir.[10]
Borcunu ödeyemeyene alacağı bağışlamak çok faziletli bir davranış olduğu gibi, sadece süre tanıyıp kolaylık göstermek bile çok sevaplı bir ameldir. Nitekim Yüce Allâh,
Eğer borçlu darlık içindeyse ona eli genişleyinceye kadar mühlet verin. Eğer bilirseniz, sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır buyurmaktadır (Bakara 2/280).
Borçlu olan kişi de, borcunu ödemek için gayret etmeli, imkanı olduğunda da geciktirmeden ödemelidir. Hz. Peygamber,
… Sizin en hayırlınız, borcunu en güzel şekilde ödeyeninizdir. buyurmuştur[11]. Gücü yettiği halde borcunu ödememek ise hadislerde zulüm olarak kabul edilmiştir[12].
Yardımlaşma sadece maddî alanda ve ihtiyacın karşılanması yönünde olmaz. Kişinin kötülük yapmasına engel olmak da ona yardım etmektir.
Peygamber Efendimiz;
Zalim de mazlum da olsa kardeşine yardım et. buyurur. Bunun üzerine, “yâ Rasulallah, mazlumsa yardım etmeyi anlıyorum fakat, zalimse nasıl yardım ederim?" diye sorulur. Sevgili Peygamberimiz, Onu zulümden alıkoyarsan, bu da ona yardımdır buyurur.[13]
Hz. Peygamber insanların toplumsal sorumluluklarına işaret etmek üzere bir gemiyi paylaşan ve bir kısmı üstte, bir kısmı altta bulunan insanları örnek vermiştir. Altta bulunanlar, su ihtiyaçlarını karşılamak için gemiyi delmek istediklerinde üsttekiler buna mani olmazlarsa gemi batar ve hepsi birden boğulurlar; eğer mani olurlarsa hepsi de kurtulur demiştir[14].
Bir defasında Allâh’ın Rasûlü
إ Ümmetimin arasında isyan ve günahlar çoğaldığında, Allâh Teâlâ kendi katından onların hepsini kapsayacak bir azap gönderir” buyurur. Ümmü Seleme, “Yâ Rasulallah, “o zaman insanların içinde hiç iyileri olmayacak mı?” diye sorunca Hz. Peygamber “evet, olacak” diye cevap verir.
Ümmü Seleme, onlara ne olacağını sorunca da;
diğerlerine isabet eden azap onlara da isabet edecek, fakat sonra Allâh’ın bağış ve rızasına ulaşacaklardır.buyurur[15].
İktisatlı olmak
Allâh’ın kullarına bahşetmiş olduğu bir nimet ve imkan, ihtiyaca göre en uygun bir şekilde kullanılmalı, dinî ve ahlakî ölçülere göre gereken yerlere, gerektiği kadar harcanmalıdır. Bunların toplumun zararına kullanılması; harcamada lüks ve israfa kaçılması yasaklanmıştır. İsraf, şahsi ve ailevi harcamalarda ileri gitmek, nefsin kötü arzularını tatmin için harcama yapmak, insanî ve dinî bir amaç taşımaksızın eldeki imkanları, ihtiyacın dışında saçıp savurmaktır. Bunun için israf ve lüks, toplum ekonomisini zaafa uğratır, kalkınmayı engeller ve kötü örnek teşkil ettiği için toplumda huzursuzluklara neden olur. Diğer taraftan lüks ve israf, bencillik ve hasedi doğurur. Bu da, toplum barışını bozar, çekişmeye, dağılmaya yol açar.
Kur’an’da muhtaçlara yardım etmek tavsiye edilirken, israf Şeytan’ın işi olarak nitelenmiş ve
Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver, fakat saçıp savunma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir buyurulmuştur (İsrâ 17/26-27).
Bütün işlerinde ve davranışlarında orta yolu tutmak Müslüman’ın özelliklerindendir. Kur’an’da,
“Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, ikisi arasında dengeli bir harcamadır” buyurulmaktadır (Furkan 25/67). Hz. Peygamber de,
Zenginlikte orta yolu tutmak ne güzeldir; fakirlikte orta yolu tutmak ne güzeldir buyurmuştur[16].
Dinen haram kılınan ve lüks sayılan şeylerin tüketimi israf olduğu gibi, helal olan yiyecek ve içeceklerin gereğinden fazla tüketilmesi de haramdır. Nitekim Kur’an’da,
“Ey Âdemoğulları! Her mescitte ziynetlerinizi takının (güzel ve temiz giyinin). Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü o, israf edenleri sevmez” buyurulmaktadır (Araf 7/31). Hz. Peygamber de;
İsraf etmeksizin, kibre kapılmaksızın yiyiniz, giyiniz ve fakirlere yardım ediniz” buyurmuştur[17].
Çalışmak, üretmek:
Çalışmak, üretmek ve kazanmak bireysel bir hak olduğu gibi, aynı zamanda kendimize, ailemize ve topluma karşı bir vazifedir. Kendimizin ve bakmakla yükümlü olduğumuz aile fertlerinin ihtiyaçlarını karşılamak, yakınlarımıza ve topluma yük olmamak için çalışmak, dinî ve sosyal görevlerimiz arasındadır. Hz. Peygamber, dağdan odun toplayıp satmanın, başkalarına el açmaktan daha iyi olduğunu söylemiştir[18].
Hiç kimse, çalışıp kazandığından daha hayırlı bir yemek yememiştir… buyurmuştur[19].
İnsanın, kazanması ve başarması için çalışması gerektiğine Kur’an’da işaret edilmektedir
"İnsan için ancak çalışıp kazandığı vardır" (Necm 53/39).
Kendimiz ve ailemizin geçimi için çalışmak, bir vazife ve Allâh’ın rızasını celbeden bir ibadet olduğu gibi, kabiliyetlerimizi toplumun gelişmesine ve refahına yararlı kılmak da toplumsal bir görevdir. Zira ülkelerin gelişmesi ve mamur bir hale gelmesi, o ülke halkının çalışıp kazanmasına bağlıdır. Bir toplumda refah ve bolluğun yaygınlaşması, kişileri cömert, tok gözlü ve güvenilir yapar, fakirler de bu refahtan pay alırlar. Yokluktan kaynaklanan kıskançlık ve düşmanlıkları da böylece ortadan kalkar. Bunun için Müslüman’ın vaktini boş geçirmemesi, çalışıp kazanması istenmiştir. Kur'an-ı Kerim'de, Müslümanların işlerini bırakıp Cuma namazına gitmeleri emredildikten sonra,
“Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allâh’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allâh’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz” buyurulmaktadır (Cumua 62/10).
Hz. Peygamber de, toplumun kalkınması için dayanışmayı, şirketleşmeyi tavsiye etmiş ve Allah’ın ortaklara yardım edeceğini belirterek, Yüce Allâh’ın,
إBirbirlerini aldatmadıkça ben iki ortağın üçüncüsüyüm. Fakat biri diğerine hıyanet edince ben aralarından çekilirim buyurduğunu haber vermiştir.[20]
Toplumun gelişmesi ve refahı için çalışmak bir görev olmakla birlikte, devlet sektörü, özel sektör veya diğer kuruluşlarda, başarılı olamayacağımız görevlere talip olmamak ve üzerimize aldığımız vazifeyi zamanında ve olması gereken şekilde yapmak da dinî ve sosyal sorumluluklarımız arasındadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de,
“Allâh, emanetleri (yani idarî ve sosyal görevleri) mutlaka ehline vermenizi emreder" (Nisa 4/58).
İşlerinizi en güzel bir şekilde yapın. Çünkü Allâh, işlerini güzel bir şekilde yapanları sever buyurulmaktadır (Bakara 2/195).
Kamu mallarını korumak, haksız yollarla bunları elde etmemek:
Toplumsal görevlerimizden bir diğeri de, kamu mallarını korumak, haksız yollarla bunları elde etmeye çalışmamaktır. Kamu hakları ve kişinin topluma karşı vazifeleri, öneminden dolayı, ibadetler gibi, Allâh hakkı olarak kabul edilmiştir. Bu haklar, af, sulh gibi bir yolla ıskat edilemez, kaldırılamaz veya değiştirilemez. Toplumda bütün fertlerin, bu hakları koruma, kollama hak ve sorumluluğu vardır.
Yüce Allâh, fert olsun, toplum olsun başkasının malını yemeyi yasaklamıştır. Kur’an’da,
“Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile, günaha girerek yemek için onları hakimlere (ve sorumlulara) yetki sahiplerine rüşvet olarak vermeyin” buyurulmaktadır (Bakara 2/188). Peygamberimiz (a.s.) ise
Aldığı şeyi geri verinceye kadar kişinin üzerinde bir borçtur. buyurmaktadır[21]. Yani, onu koruyup sahibine iade etmesi gerekir. Aksi halde dünyevî ve uhrevî sorumluluk vardır. Kamu malları, belirli kişilere değil bütün cemiyete ait olduğundan, bunlara tecavüz edildiğinde, manevi sorumluluğundan kurtulmak oldukça güçtür.
BİRLİK VE BERABERLİK[22]
İnsan, fıtratı gereği daima mutluluğu aramaktadır. Kişinin aradığı mutluluğa kavuşabilmesi ve onu huzurlu bir şekilde yaşayabilmesi için toplum hayatına ihtiyacı vardır. Toplu yaşamaktan başka alternatifi olmayan insanın huzuru ve mutluluğu da, toplumun huzur ve mutluluğuna bağlıdır. İnsan, karşılaştığı sıkıntıları, içinde yaşadığı toplumun bireyleri ile paylaşma ihtiyacını hisseder. Çünkü, insan karşı karşıya kaldığı bazı problemleri, kişisel imkan ve gayretiyle her zaman aşması mümkün olmayabilir. İşte bu noktada, bir çok değişik mesleklerden ve farklı yetenek sahibi kimselerden teşekkül etmiş olan birlik ve dayanışma içerisindeki bir toplum büyük önem arz etmektedir.
Farklı görüş ve özelliklere sahip, çeşitli bireylerden oluşan toplum fertlerinden hiç birinin üslendiği görev, diğerine kıyasla küçümsenemez. Toplumda âlim-cahil, zengin-fakir bütün kesimleriyle tam bir birlik-beraberlik oluştuğunda birlikte yaşamanın bir anlamı olabilir.
İnsanlığın mutluluğunu hedefleyen yüce dinimiz İslâm, Tevhid dinidir. Tevhid, tek Allah inancı etrafında birleşmektir. Bilindiği gibi لااله الا الله Allah’tan başka ilah yoktur sözü, bu tevhidin özünü teşkil etmektedir. İslâm dininin üzerinde durduğu en önemli konulardan birisi, mutluluğun vazgeçilmez şartlarından olan birlik ve beraberliktir. Birlik ve beraberliğin olduğu yerde kardeşlik, huzur, bolluk, bereket ve rahmet vardır. Dünya ve âhirette mutlu olmak ancak Allah’ın Kitabına sarılmak, birlik ve beraberlik içinde olmakla mümkündür.
Bu gerçeği Yüce Allah şöyle dile getirmektedir:
Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur'ân’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz (Al-i İmran, 3/103)
Yüce Allah bu uyarının ardından birlik ve beraberliğin ihmal edilmemesini:
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır. “ (Al-i İmran, 3/105) ayetiyle hatırlatmaktadır.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) ise.
“… Size cemaati tavsiye ederim. Ayrılıktan sakının. Zira şeytan, tek kalanla birlikte olur. İki kişiden uzak durur. Kim cennetin ortasını dilerse, cemaatten ayrılmasın. Kimi yaptığı hayır sevindirir ve kötülüğü de üzerse, işte o, mü'mindir[23]
Mü’minin mü’mine karşı durumu yekpare bir binayı meydana getiren, perçinlenmiş kayaların birbirlerine karşı durumu gibidir[24]
Sizden biriniz, kendisi için sevip istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçekten iman etmiş olamaz[25] buyruklarıyla cemaatten uzaklaşmamayı sık sık hatırlatmış ve her vesile ile birlik ve beraberliğin önemini vurgulamıştır.
İslâm dini, âyet ve hadislerle temellendirdiği kardeşlik bağıyla, toplumda ilişkilerin sağlıklı ve düzgün olmasını hedeflemiş ve aynı zamanda bunu imanla ilintilendirmiştir.
Tek bir Allah’a, aynı Peygambere ve aynı Kitaba inanmış olan Müslümanların Kur'ân’ın etrafında birleşmeleri, “birlikte dirlik vardır.” ilkesine sarılmaları, asla bölünüp parçalanmamaları öğütlenmiştir.
Tarihe baktığımız zaman görürüz ki, birlik ve beraberliğini devam ettiren milletler, yücelmiş ve yükselmişlerdir. Bölünüp parçalanan ve bölücülüğün pençesine düşen milletler ise tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir.
Milli Şairimiz Mehmet Akif ERSOY :
Girmeden bir millete tefrika, düşman giremez,Toplu vurdukça gönüller, onu top sindiremez.
Sen, ben desin efrat, aradan vahdeti kaldır.Milletler için, işte kıyamet o zamandır dizeleriyle bu gerçeği açık bir şekilde ifade etmiştir.
Tevhit inancına dayalı birlik ve beraberlik ruhuna sahip olamayan, en temel asgari müştereklerde bile bir araya gelemeyen milletler kendi sonlarını hazırlamış olurlar. Bu sebeple Yüce Rabbimiz:
Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” buyurmakta, ( Enfal, 8/46), Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) de
"Kim itaatten dışarı çıkar ve cemaatten ayrılır ve bu halde ölürse, cahiliye ölümü ile ölür"[26] öğütleriyle, ilahi beyanı açıklamaktadır.
İslâm'ın Birlik Ve Dayanışmaya Verdiği Önem
İnsan, yaratılışı gereği toplum içinde yaşamak mecburiyetindedir.Toplum içinde fertler karşılıklı bir takım hak ve vazifelerle yükümlüdürler. Bu yükümlülüğün yerine getirilebilmesi için, kişinin hak ve vazifenin kutsiyetine inanması gerekir. Bu kutsiyeti belirleyecek olan en önemli kaynak dindir. Allah’a ve ahirete inanan, yaptığı işlerden dolayı Allah’ın huzurunda hesaba çekileceğini kesinlikle bilen bir insan, başta sorumluluk gibi, bir takım mefhumlara bağlı olarak hareket eder. Cemiyetin nizam ve bekası, dini duyguların geliştirilmesi ve bu anlayışın yerleşmesi ile sağlanır. Bir cemiyette dinin boşluğu, hiçbir şeyle doldurulamaz. Filozof Jül Simon’un dediği gibi, “Din duygusu, kuvvetli içtimai bir bağdır. Bir milletten, Allâh fikrini kaldırırsanız, o zaman onlar, ancak menfaat korkusunun tesiri altında bulunan bir topluluk olurlar. O topluluğu teşkil eden vatandaşlar ise, birer kardeş değil, sadece müşterek menfaatli birer ortaktırlar.” Menfaat bağları çözülmeye başlayınca da, birlik ve dirlikten eser kalmayacağı tabiidir.[27]
Toplumu oluşturan fertlerin birlik ve dayanışma içinde olmaları, dinî ve millî varlığımızın korunup devam ettirilmesinin zorunlu kıldığı bir sorumluluktur. Ayrıca bu, barış ve huzurun da teminatıdır.
İslâm dini söz konusu birlik ve dayanışmanın sağlanması için, öncelikle mü'minleri kardeş ilan etmiştir. Nitekim Kur'ân'da,
Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin" buyurulmuştur (Hucurât, 49/10)
Yüce dinimiz, toplumu oluşturan fertleri bir bütün olarak ele almış ve onların her birini vücûdu oluşturan organlara benzetmiştir. Mü’minleri bir bedene benzeten İslâm, herhangi bir uzvun rahatsızlığını bütün vücudun paylaştığı gibi, başkalarının uğradıkları sıkıntı ve musibetlerin de, el ve gönül birliğiyle paylaşılmasını öngörmüştür.
Nitekim Nu'man İbn Beşîr (r.a.) anlattığına göre Sevgili Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Resulullah (a.s.v.) buyurdular ki: Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü'minlerin misâli, bir bedenin misâlidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler." [28]
Nitekim Yüce Allah Kur'ân'da Peygamber (s.a.s.)'e hitaben:
"O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi" (Al-i İmran, 3/159) buyurmuş, başka bir âyette ise yine Peygamber (s.a.s.)'e hitaben:
Şayet yeryüzündeki şeyleri tümüyle harcasaydın sen onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onların arasını uzlaştırdı. Şüphesiz O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir" (Enfâl, 8/ 63.)buyurmuştur.
Allah Resûlü (s.a.s.)’nün huzurlu ve ahenkli bir toplum yapısını en güzel şekilde yansıtan şu mübarek sözleri de bu konuda evrensel bir yaklaşım olarak düşünülmelidir:
Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Resulullah (as.v.) buyurdular ki: "Sakın zanna yer vermeyin. Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, rekâbet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah'ın kulları kardeş olun.[29]
Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkîr etmez. Takva şuradadır-eliyle göğsünü işaret etti Kişiye şer olarak, müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir. Her Müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer Müslümana haramdır. [30]
Peygamberimiz bu buyrukları ile toplumun huzuru, birliği dirliği ve düzeni için vazgeçilmez evrensel düsturlar ortaya koymuştur. Bu düsturların ışığında toplum fertlerine düşen en önemli görev, birlik ve beraberliği pekiştirmek, el ele, gönül gönüle, omuz omuza vererek gece gündüz demeden çalışmaktır. Arzu edilen hedefe ulaşmanın sırrı iman, irâde, sabır ve çalışmadan geçmektedir.
Birlik Ve Beraberliğin Korunması
Kur’ân’da şöyle gösterilmiştir:
"Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever. Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki, size merhamet edilsin."[31]. Bu âyette, çeşitli etkenler sonucunda meydana gelecek anlaşmazlıklarda takip edilecek metoda işaret edilmektedir. Kısaca ifade ettiğimiz bu tür olayların çözümünde İslam, kendisinin tesis ettiği “Kardeşlik” metodunu öngörmektedir.
Kur’ân’ın öngördüğü kardeşliğin tesisi kadar, korunması ve sürdürülmesi de önem arz etmektedir. İnsani ilişkilerde bireylerin aralarını bozacak ve kardeşliğe zarar verebilecek pek çok husus meydana gelebilmektedir. Kur'ân-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde bütün bu hususlar açık bir biçimde belirtilmekte ve insanlara yol gösterilmektedir.
Bir Müslüman, tefrika ve bölünmenin zararlarını ve bunun yaşanan acı tecrübelerini bile bile, birlik ve beraberliği bozacak davranışlarda bulunamaz. Bir saadet güneşi olarak doğan ve insanlığı eşsiz bir medeniyet seviyesine eriştiren İslamiyet, renkleri ve dilleri farklı olan insanları, aynı inanç etrafında birleştirmiş, kin ve düşmanlıkları ortadan kaldırarak gerçek anlamda huzur ve barışı getirmiştir.
Esasen İslam kelimesinin bir anlamı da "barıştır” Bu sebeple Müslüman, huzur ve barış içinde yaşayan insan demektir. Huzur ve barış içinde olmak, ancak birlik ve beraberliğimizi pekiştirmekle mümkündür.
Bu durumu haber alan Peygamber Efendimiz, bir grup ashabı ile birlikte hemen olay yerine geldi ve onlara şöyle hitap etti:
“Ey Müslümanlar Topluluğu!
Bu yaptığınız nedir? Allah sizi İslam ile hidayete erdirdikten ve sizi küfürden kurtarıp kardeş yaptıktan sonra yine küfre mi dönmek istiyorsunuz?”
Peygamberimizin bu nasihati üzerine kabileler, şeytanın oyununa ve düşmanlarının tuzağına düştüklerini anladılar. Silahlarını atıp birbirleri ile kucaklaştılar ve Peygamberimizle beraber oradan ayrıldılar.[32]
Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın, Allah'ın size olan nimetini anın. Bir zamanlar birbirinize düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da, onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz." (AI-i İmran,3/103), ayetiyle onları daha önce kardeş yapan İslam dini, bu olaydan sonra da, yine aynı kardeşliğin, birlik ve beraberliğin devam etmesini sağladı.
Görüldüğü gibi İslam’ın önerdiği “kardeşlik” toplumsal dayanışma ve huzuru tesis ederek cemiyet hayatını beslemektedir. Din kardeşliği, toplum fertlerini daima birlikteliğe davet eder. Bu bakımdan insanlığın, özünü dinden alan ve böylesine sağlam temeller üzerine oturan bu kardeşliğe ve birlikteliğe muhtaçtır.
Allah Birlik ve Beraberlik İçinde Olanlara Yardım Eder
Dinimizin emirlerine uygun olarak birlik ve beraberlik içinde hareket eden ecdadımız, tarih boyunca büyük işler başarmış, vatanımıza ve milletimize yönelen tehlikeleri de bu sayede etkisiz hale getirmiştir. Tarihte eşine ender rastlanan pek çok zaferler kazanmış olan milletimiz, çok yakın bir geçmişte Çanakkale Savaşı'nda büyük bir kahramanlık destanı yazarak, tarihine yeni ve muhteşem yeni bir sayfa eklemiş, birlik ve beraberliğin en güzel örneklerinden birisini daha sergilemiştir.
Cenab-ı Hak:
İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar, sizi parça parça edip, doğru yoldan ayırır. İşte bunları, sakınasınız diye Allah size emreder (En’âm, 6/153) buyurarak, Kur'ân’ın çizdiği dosdoğru yolu göstermiş ve bu yoldan sapmanın, parçalanarak haktan sapmak olduğunu bildirmiştir.
Arzu edilen birliğin sağlanması, inananların içten gelen samimi bir duyguyla birbirlerini severek kardeşlik duygularını pekiştirmesi ile mümkündür. Kuvvetli bir rüzgarın önünde savrulan bir kum yığınını çimento ile yoğurduğumuzda oluşan beton nasıl sağlam olursa, İslam kardeşliği ile yoğrulmuş toplum da tıpkı bunun gibi sağlam olacaktır.
Tarih boyu milyonlarca Müslüman’ı birbirine kenetleyip tek vücut ve parçalanmaz bir millet haline getiren harç, İslam kardeşliğidir. Bu kardeşliğin sağlam ve kalıcı olabilmesi için Müslümanların, dinin bu emrine uymaları ve Allah rızası için birbirlerini sevmeleri gerekir. Peygamber Efendimiz:
Birbirinizi sevmedikçe mü'min olamazsınız…."[33] buyurarak, gerçek Müslüman olabilmek için birbirimizi sevmenin şart olduğunu belirtmiştir.
Birliğimizi ve dirliğimizi bozmaya çalışan düşmanların aramıza sokmak istedikleri fitne ve fesat karşısında son derece uyanık ve tedbirli olmalıyız. Unutmayalım ki hepimiz aynı geminin yolcularıyız. Kurtuluşumuz için tek çıkar yol, içinde bulunduğumuz gemiyi hep birlikte korumak ve kollamaktır.
Milli ve manevi değerlerin zayıflamaya başladığı, basit menfaatler uğruna karşılıklı diyalogun terk edildiği, buna karşın; dostlukları, menfaat ilişkilerinin belirlediği günümüz toplumunda Müslümanlar kendilerine bir huzur reçetesi gibi verilmiş olan “din kardeşliği” mefhumunu ve bu çerçevede birlik-beraberlik anlayışlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir.




 
Üst