-
- Üyelik Tarihi
- 14 Ocak 2014
-
- Mesajlar
- 1,409
-
- MFC Puanı
- 354
Allah-u Teâlâ bu seçtiği kullarından Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize mucize bahşettiği gibi, veli kullarından bazılarına da keramet bahşetmiştir.
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin ellerinde husule gelen harikulâde hallere mucize dendiği gibi bu hallerin Allah-u Teâlânın izniyle, iradesiyle veli kullarından sadır olmasına da keramet denir.
Hadis-i şerifte:
Mümin-i kâmilin ferasetinden korkunuz. Çünkü o Aziz ve Celil olan Allahın nûru ile bakar. buyuruluyor. (Münâvî)
Gerek mucize gerekse keramet, hakikatte Allah-u Teâlânın ezelî ve ebedî kudretinin o andaki tezahüründen ibarettir.
Keramet o velinin tâbi olduğu peygamber için de bir mucize sayılır. Zira o keramet, peygambere uymasının bir mükâfâtı olarak kendisine bahşedilmiştir.
Keramet veli olmanın şartı değildir. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize mucize göstermek vâcip olduğu gibi, evliyâullah hazerâtına da kerametleri gizlemek vâciptir.
Allah dostları olan bu velileri keşif ve kerametleri ile takdir etmek doğru değildir. Bir velide hiç keramet görülmeyebilir de.
Sahâbe-i kiramın en üstünü olduğu halde, Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-dan bile hiç keramet nakledilmemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şeriflerinde onun hakkında:
Peygamber hariç, Ebu Bekir herkesten hayırlıdır. buyurmuştur. (C.Sağir)
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimize: Efendim, sizden hiç keramet husule gelmiyor. denildiğinde:
Sırtımızda taşıdığımız bunca vebal yüküne rağmen, ayakta durmamızdan büyük keramet mi olur? diye cevap veriyorlar.
Onlardan hayatları boyunca pek az keramet husule gelmiştir.
Bir defasında da bir müridi ile bir yere doğru yolculuk yapıyorlar. Gidecekleri yer uzakça, akşam yaklaşıyor. Gidiyorlar gidiyorlar, akşam olmuyor. Gidecekleri yere varıyorlar, güneş birden batıyor. Müridine dönüyorlar ve buyuruyorlar ki:
Oğlum bunlar tarikat oyunlarıdır. Gaye Allahtır.
Allah-u Teâlâ bu fakire, hayat boyunca Efendi Hazretlerinden bir defacık bile keşif ve keramet görmek arzusunda bulundurmadı. Her hareketi bizim için âşikârdı, her hareketi kerametti. Fakat hiçbir zaman görmek istemezdik, âdeta bu gibi şeylerden ikrah ederdik. Keramet itimatsızlıktan, güvensizlikten beklenir. Katiyyen istemediğimiz için de kasaları açıktı, istediklerini gösterirlerdi.
Onun için deriz ki; bizim yolumuzdaki keramet istikamettir. Allah korkusunu kalbinde taşıyan, Onun rızâsı ve istikametinde bulunmaya çalışan kimse, keramet sahibi demektir.
Herşeyin fevkinde Onun rızâsıdır. Her türlü tecelliyât, keşf-ü keramet dahi Onun rızâsının yanında hükümsüzdür.
Ehl-i hakikat keramete hiç kıymet vermedi. Çünkü ona Allah yeter.
Hasan Basri -kuddise sırruh- Hazretleri postekisini denize serdiği zaman, Rabia-i Adeviye -kuddise sırruh- Hazretleri de havaya serdi. O havada, o denizde otururken şu cevabı verdi:
Yâ Hasan! Senin yaptığını balıklar, benim yaptığımı da kuşlar yapar. Bunlar iş değil, iş rızâyı tahsil etmek.
Şeyh Esad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bir hadise husule geldiği zaman: Şeyhimin kabirdeki tasarrufu. buyururlarmış, hiçbir şeyi kendilerine bağlamamışlar.
Kemâlât keramet ile kâim değildir. Sakın siz de keramet ehli olayım demeyin. Şeytanın varlık tuzağına düşersiniz, nefsiniz sizi o noktada helâk edebilir ve soyulup gidersiniz.
Evet keramet de bir lütf-i ilâhîdir. Buna rağmen keramet ehli olmak istemenin sırrını şöyle arzedelim.
Evliyâullahtan bazılarının yüzü Hazret-i Allaha dönüktür. O ister ki Onun hükmü olsun. Daha doğrusu o Hazret-i Allahı istiyor, Onunla olmayı istiyor. Tasavvur buyurun Mevlâ onları ne kadar temizlemiş ki, kendisinden gayrı hiçbir şey istettirmemiştir.
Bazılarının yüzü ise halka dönüktür. O, Hakkın verdiğini halka göstermek ister. Birçok veliler burada soyulmuştur. Evet Hakkın ihsanını gösterir, fakat halkı tercih ettiği için Hakk onu sevmez. Meğer ki lütfu ile tutsun. Helâk olmak an işi, bıraktığı an kişi helâktadır.
Keramet ehli olmayı istemek kendini beğenmekten ileri gelir, çalışması da ona göre olur. Allah-u Teâlâ Hazretleri kulunu kendisi ile kerameti arasında bırakır, onunla imtihan eder. Her şeyin Onun ve Ondan olduğunu bilecek mi, yoksa kendisinin imiş gibi gösteriş mi yapacak?
Bir düşün ki birisi sana bir dükkân açıvermiş, sermaye de vermiş. Çalış, kârı senin olsun. demiş. Doğru çalışırsan sermaye toplarsın, ihanet edersen iflâs edersin. İlimse Onun, irfansa Onun, edepse Onun, irşadsa yine Onun, hülâsa her şey Onun... Benim dediğin zaman emanete hıyanetlik etmiş oluyorsun, hem riyakâr hem de yalancı oluyorsun.
Keramet de bunun gibidir, benimsenirse kişinin helâkına vesile olur. Velilerin soyulma noktası burasıdır. Birçok kimseler bu keramet yolunda soyulmuşlardır.
Bu hususta bir temsil:
Şeyh Esad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin büyük mahdumu Şeyh Ali Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
Kâbe-i muazzamanın ön safında bulunuyorduk, sabah namazı kılacaktık. Oturduğumuz yerde beklerken: Acaba bu safta veli var mı? diye içimden geçti. Yanımdaki zat kulağıma eğildi ve: Seninle yedidir. dedi. Her taraf dolu olmasına rağmen birinci safta boş bir yer vardı. Oraya hiç kimse oturmuyordu. Acaba bu yerin sahibi kim ki oraya kimse oturmuyor? diye merak ettim. Derken bir ara baktım ki esmerce uzun boylu bir zât geliyor. Herkes ona yol açtı, o da boş yere oturdu. Anladım ki yer onunmuş.
Bu meyanda bir hacı ihtilâm olmuş. Dışarı çıkacak, fakat hem izdiham var, hem de vakit pek yakın. Bir şaşkınlık içinde iken, o zât ona gelmesini işaret etti, o da geldi. Cübbesinin kolunu açtığı zaman, baktım ki içinde gusül ihtiyacını giderecek her şey var. Adam içeriye girdi, temizlendi ve çıktı. Namazdan sonra dağıldık. O zat bir daha oraya gelmedi, kaç gün baktıysam da göremedim. Bir gün: Seninle yedidir. diyen zâtla çarşıda karşılaştım. Efendim, o gün o harikulâde kerameti gösteren zât bir daha görünmedi. dedim. Evet dedi, o öldü, hem de imansız olarak öldü. O gün safın başında idi, insanlara tepeden şöyle bir baktı, kalbinden geçti ki burada benden büyüğü var mı? Allah-u Teâlâ da onun bu halinden hoşlanmadı ve imanını selbetti. dedi.
Allahımız muhafaza buyursun.
Her şey sahibimindir. de ve bu vartalardan kurtul. Onun kulu olmaktan daha büyük bir meziyet bilmiyorum.
Velinin kerameti; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir.
Kuran-ı kerimde keramete âit birçok misaller vardır.
Zekeriya Aleyhisselâm her mescide girişinde, mescidin bitişiğindeki bir odada barınan Hazret-i Meryemin yanında kendisinin getirmediği, o bölgede o mevsimde yetişmeyen çeşit çeşit taze meyveler görürdü. Bunların nereden geldiğini sorunca da:
Allah tarafından! cevabını alırdı. (Âl-i imran: 37)
Hazret-i Meryem vâlidemiz peygamber olmadığına göre, onun yanında bulunan bu yiyecekler onun için bir keramettir.
Kehf sûre-i şerifinde beyan buyurulduğuna göre Ashâb-ı kehf adı ile anılan iman kahramanı gençler yıllarca mağarada kalmışlar, daha sonra uyanarak hayata dönmüşlerdir. İşte onlar hakkında Kuran-ı kerimde anlatılanlar, bu sâlih gençler için bir keramettir.
Süleyman Aleyhisselâm Belkısın tahtını kimin getireceğini maiyyetine sorduğu zaman cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm. demişti. Kitaptan ilmi olan Hızır Aleyhisselâm ise: Sen gözünü açıp yummadan ben onu sana getirebilirim. dedi.
Bu hassas ve ince nokta Âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
Kitaptan ilmi olan kimse ise: Sen gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm. dedi. (Neml: 40)
Süleyman Aleyhisselâm tahtı yanında yerleşivermiş görünce şöyle buyurdu:
Bu Rabbimin lütfundandır. Lütfuna şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir. (Neml: 40)
Bu Âyet-i kerime kerametin ispatı hususunda bir delildir.
Süleyman Aleyhisselâm: Filan kişi getirdi. demedi. Rabbim beni deniyor. dedi. Allah-u Teâlâ onu peygamber seçtiği için, lütfunu da koyduğu için hemen anladı.
Çünkü Onun izni ve iradesi olmadan hiçbir şey olmaz. Kime ne verdiyse o olur.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtından da bazı kerametler nakledilmiştir.
Şöyle ki:
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- hilafeti döneminde Medine-i münevverede Cuma hutbesi okurken, Suriye taraflarında Nihâvendde savaş halinde bulunan Sâriye -radiyallahu anh-e: Yâ Sâriye! Dağa çık dağa! diye bağırmış, bu sözü gerek o anda mescidde bulunanlar ve gerekse yüzlerce kilometre uzaktaki kumandanı Hazret-i Sâriye -radiyallahu anh- işitmiş, bu ikaz onun savaşı kazanmasına sebep olmuştur. (Keşfül-Hafâ. 2, 380)
Attab bin Beşir -radiyallahu anh- ile Usayd bin Hudayr -radiyallahu anh- karanlık bir gecede Resulullah Aleyhisselâmın huzurundan ayrılmışlar, birisinin bastonunun ucu, evlerine varıncaya kadar önlerini kandil gibi aydınlatmıştı. (Buhârî)
Halid bin Velid -radiyallahu anh-, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin nübüvvetinin hak olduğunu ispat edebilmek için, kâfirlerin kibir ve inatçılığına karşı, kâmil bir iman ve kalp kuvveti ile okuduğu Besmele-i şerifenin ardından hiç tereddüt etmeden bir kâse zehir içtiği halde hiç tesir etmemiştir. (Taberânî)
ÖMER ÖNGÜT