- Konum
- ىαкαяyλ
-
- Üyelik Tarihi
- 27 Kas 2009
-
- Mesajlar
- 24,120
-
- MFC Puanı
- 79
Gece yarısı doğurmasın
Gelin alayı
Geri kalanları da say, vereyim
Geri verilen yemin
Git şu paşaya sor
Hepbir ağızdan kunuşmayın
Hepsinden daha samimi
Herkes yediğinden ikram eder
İki haklı olursa İki aslan karşı karşıya
İki Yusuf'un hikayesi
Kamil eşek
Kamuoyu
Kapı gıcırtısı
Karınca
Kaz Göndersem Yolarmısın
Kavuk yerine miğfer
Kimin abdesti var ki
Kolayı var
Kuyumcudan sopa yiyen şehzade
Macar Subayının Kızı
Mahkemeye hazırım
Masrafsız hayat
Mumla ararsın
Nasıl olsa gülmez
Neden gülmemiş
Gece yarısı doğurmasın
Mora isyanı sırasında İstanbul’un bozulan asayişini düzeltmek maksadıyla maruf Çengeloğlu Tahir Paşa İstanbul inzibatına baş tayin edildi. Paşa, pek ziyade şiddet gösteriyor, fakat, İstanbul’da o zamana kadar görülmemiş bir huzur temin ediyordu. Bir gece emir hilafına sokağa çıkan bir adam yakalandı, ertesi günü huzuruna çıkarıldı. Paşa sordu:
- Sen geceleri sokağa çıkmanın yasak olduğunu bilmiyor musun?
- Paşam biliyorum biliyorum ama, bizim hanım doğuracaktı da ebe aramaya çıktım.
- Hadi bu sefer affediyorum. Fakat karına söyle bir daha gece yarısı doğurmaya kalkmasın.
Gelin Alayı
Kanunı'den sonra yerine geçen II. Selim (Sarı Selim) ilk defa, ordunun başında sefere gitme adetini bozmuş ve eğlenceye başlamıştı. Böylece her alandaki bozul-manın temelini de atmış oluyordu. Zira mükemmel olan ilk on Osmanlı padişahından sonra, Sarı Selim'in çapı çok düşüktü.
İran Şahı, Sarı Selim'in padişahlığını tebrik etmek üzere Edirne'ye Şah Kulu adında bir elçi gönderir. Padişahın emriyle Şemsi Paşa da tertipli ve güzel gi-yinmiş küçük bir ordu ile, hediye kervanını uzak me-safeden karşılamaya çıkmıştı. Şah Kulu, Osmanlı aske-rindeki bu gösterişini çekememiş ve alaylı bir şekilde:
-Uzaktan askerinizi gelin alayına benzettim, deyin-ce,
Şemsi Paşa derhal elçinin ağzının payını şu sözleriy-le vermiştir:
-Evet haklısınız. Çaldıran'da da gelin almaya gelen bu askerdi.
Bilindiği üzere, 1514 Çaldıran Savaşı'nda Şah İsma-il'in tacı, tahtı ve hazinesiyle birlikte hanımı da ele ge-çirilmiş ve İstanbul'a getirtilerek Tacızade Cafer Çele-bi'yle evlendirilmişti
Geri kalanları da say, vereyim!
Bir gün birisi, Fatih Sultan Mehmed Han'ın yoluna çıkıp:
-Yüz yirmi dört bin peygamberin her birinin hakkı için bana bir akçe ihsan eyle, demiş.
Sultan:
- Yüz yirmi dört bin peygamberi, bana birer birer say, her biri için değil birer, onar akçe vereyim, diye cevap vermiş.
Bu kişi, ancak on beş kadar peygember ismi sayabildi. Sultan kendisine, bunların her biri için onar akçe verdi ve:
- Geri kalanları da say, onlar için de vereyim, demiş.
Geri Verilen Yemin!.
Yıldırım Bayezid üzerine gelen Haçlı ordusunda en mükemmel cinsten on bin Fransız süvarisi vardı ve bun-lara Burgondiya dukasının henüz yirmi iki yaşındaki oğ-lu, gayet mağrur Prens Korkusuz Jean kumanda ediyor-du.
Fransızlar:
-Gök düşecek olsa mızraklarımızın ucunda tutarız!" diyorlardı.
Korkusuz Jean da Yıldırım Bayezid'i esir edeceğini söylüyor; ona neler yapacağı hakkında yüksekten atıp tutuyordu.
Niğbolu Muharebesi Türk ordusunun zaferiyle bitti. I.Korkusuz Jean ve daha birçokları esir düştüler.
Yıldırım, onlara iyi davrandı. Memleketlerine gönde-rirken bir daha kendisine karşı silah kullanmayacakları hakkında yemin ettirdi. Bununla beraber Korkusuz Jean'a dedi ki:
-Bu yemini sana geri veriyorum. Eğer şerefli bir adamsan silahını yeniden ve mümkün olduğu kadar ça-buk eline al; benimle harp için bütün hükümdarlarla bir-leş. Bu hoşuma gider, zira bana parlak bir zafer daha kazanmak fırsatını vermiş olursun.
Git Şu Paşa’ya sor!
Ahmet Vefik Paşa Paris Büyükelçisi iken İmparator III. Napolyon’un yeni yaptırdığı bir opera binasının açılış törenine davet edilir. Tören sırasında Ahmet Vefik Paşa, Napolyon’a en yakın locaya kurulmuş, tavır ve davranışlarıyla imparatora hiç aldırmayan bir izlenim verir. Bu umursamazlığa içerleyen Napolyon, Ahmet Vefik Paşa’ya bir adamını göndererek:
-Git şu Osmanlı Paşasına sor, kendini hâlâ Kanuni devrinde mi sanıyor, der.
Adam gelir ve Napolyon’un dediklerini aynen aktarır.
Ahmet Vefik Paşa bu soruya aynı umursamazlıkla şu cevabı verir:
-İmparator hazretlerine hatırlatırım ki Osmanlı tahtında Kanuni olsaydı, kendileri orada olmaz, yerlerinde ben olurdum.
Hep Bir Ağızdan Konuşmayın
Sultan Dördüncü Murad Han'ın, Bağdat seferi sıra-sında kurduğu divanda müzakereler devam ediyordu. Herkes düşüncesini söylemekte iken bu sırada dışarıda ahırların birindeki eşekler de anırmaya başlamış. Bunun üzerine padişah şöyle demiş:
"Hep bir ağızdan konuşmayın, zira dışarıda zırlayan-la içeride dırlayanı fark edemiyoruz.
Hepsinden Daha Samimi Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul'u fethettikten sonra, bir çok şair, kasideler yazıp fethi kutlamışlardı. Sultan da kendilerine bol bol hediyeler veriyordu.
Bir gün, Anadolu'dan yeni gelmiş bir şair de şu ve vezinsiz beyti Sultana gönderdi:
Devletli hünkarım, sabahınız hayır olsun,
Yediğin bal ile kaymak, güzergahın çayır olsun!
Fatih Sultan Mehmed. Han'ın, bu şairi huzuruna da-vet ederek pek çok ihsanlarda bulunması yakınlarının merakını mucip oldu ve:
-Efendimiz, bundan çok daha beliğ kasidelere daha az caize verdiğiniz halde, bu cahil herifin iki satırına acaba neden bu kadar kıymet verdiniz? diye sordular.
Sultan Mehmed Han şu cevabı verdi:
-Bunu hepsinden daha samimi bulduğum için. Çünkü adamcağız, ömründe en lezzetli yiyecek olarak bal ile kaymağı biliyor. En güzel yer olarak da çayırı.
Herkes yediğinden ikram eder
Yavuz Sultan Selim han zamanında, İran şahı kıymetli mücevherlerle süslü bir sandık hediye gönderiyor. Sandık açılıyor. İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor. Fakat bir de pis bir koku yayılıyor. Dehşet bir koku, herkes burnunu tıkıyor. Neyse en alttaki bohçadan insan pisliği çıkıyooooor..
Yani Osmanlıya acayip bir hakaret! Cihan padişahı emir veriyor, herkes düşünsün, buna ince bir şekilde cevap vermemiz gerekir. Ve cihan padişahı yine çözümü kendisi buluyor.Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor. İçine o zamanın imal edilen gül kokulu en nadide lokumlardan bir kutu hazırlatıyor, en altına da küçük bir pusula ve bir satır yazı. Gönderiyor.
Şah sandığı açıyor. Açtıkça güzel bir koku ve en altta bir kutu lokum. Anlam veremiyorlar tabii. Bizim elçi yiyor önce, sonra oradakilere ikram ediyor. Kutunun içindeki pusulayı Şah okuyor:
"Herkes yediğinden ikram eder!!!"
İki Haklı Olursa
Bir kadıya sormuşlar:
- Davayı nasıl halledersiniz?
- Haklıyı haklı, haksızı haksız çıkararak, demiş.
- Ya ikisi de haklı olursa ne yaparsınız?
Kadı bu soruya şu cevabı vermiş:
- Vallah,, ben bunca yıldır kadılık ederim, daha iki haklının mahkeme kapısından içeri girdiğini görmedim.
İki Arslan Karşı karşıya
Bağdat'ın eski valilerinden ali Paşa av meraklısı idi. bir gün ava çıkmıştı. Çölde bir aslanın hücumuna uğradı. Paşa'nın yanındakiler çil yavrusu gibi dağıldılar. Arslan, paşanın bindiği atıparçaladıktan sonra, çekilip gitti. Perişan bir halde yara almadan Bağdat'a dönen Ali Paşa, kendisini yalnız bırakıp kaçanlardan intikam almaya karar vermişti.
Paşanın böyle arslan saldırısından ziyansız kurtulması, maiyetindekileri sevindirmekten ziyade korkutmuştu. Fakat istemiyerek de olsa, geçmiş olsun demeye geldiler. İçlerinden biri, ağız açmasına meydan vermeden hemen Paşa'nın eteğine sarıldı ve:
-Kusurumuzun büyük olduğunu biliyoruz, fakat se, bizi mazur gör. İki arslan cenk ederken, bizim gibi kelplerin orada ne işi olabilirdi?
İki Yusuf'un hikayesi
1-18. asırda, Osmanlı sarayında Vâlide Sultan olarak 40 yıla yakın yaşamış olan 4. Sultan Mehmed Hân'ın annesi Turhan Sultan, Ukraynalı bir köylü kızı idi. 9-10 yaşlarında Tatarlar tarafından kaçırılmış ve Osmanlı sarayına Süleyman Paşa isminde bir vezir tarafından verilmişti. Turhan Sultan, esircilerin eline düştüğü zaman, köyünde 1 yaşında bir erkek kardeş bırakmıştı. Bu çocuk da 8-9 yaşında iken Tatarlar tarafından çalınıp İstanbul'da bir manava satıldı. Yusuf adı verilen ve Müslüman olan bu çocuğu, manav, bir baba şefkati ile büyüttü. Yusuf büyüyünce, İstanbul'da Manav Güzeli lakâbı ile şöhret buldu. Birgün bu dükkânın önünden geçen Vâlide Sultan, Manav Güzeli'ni uzaktan görür görmez kardeşi olduğunu anladı. Çocuğu saraya getirdi. Vâlide Sultan kardeşini bulunca pek çok sevindi. Manavı memnun edip, Yusuf'a devrin kıymetli hocaları elinde ciddî tahsil yaptırttı, fakat devlet işlerine karıştırtmayarak kendisini kâhya tâyin etti. Manav Güzeli Yusuf, ölünceye kadar İstanbul'da zengin ve kibar bir hayat sürdü.
2-Dalmaçya'nın Nadin kasabasında Sancak Beyi'nin ahırında uşak olarak çalışan 13 yaşında bir çocuk vardı. Bu kimsesiz çocuğa bir dul kadın acıyarak, çıplak ayaklarına bir çift kocaman partal kundura giydirmişti. O sıra Nadin'den bir Kapıcıbaşı geçti. Bu çocuğun zekâ ile parlayan gözleri ve güzelliği dikkatini çekti. Çocuğu İstanbul'a getirdi. Onu saraya verdi. Enderun'a verdi. Çocuğa, güzelliğinden ötürü Yusuf adı verildi. Nadinli Yusuf kısa bir zamanda yükselerek Kaptan Paşa oldu. Birgün Nadin'e, Paşa'nın bir adamı geldi ve Sancak Beyi'ne mühürlü bir meşin torba verdi. Bu mektupta da şunlar yazılıydı:
'Falan yerde oturan Marya isminde bir dul kadın vardır; bu torba, eğer sağ ise, o dul kadına verilecektir.'
Kadın sağ idi, çok fakir düşmüştü. Torba kendisine teslim edildi. Torbanın içinde bir çift kocaman partal kundura vardı ve içleri altın doldurulmuştu. Paşa, torbanın içine kısa bir mektup yazmıştı:
'Anacığım, bir kış günü, donmuş çıplak ayaklarına bu kunduraları giydirdiğin kimsesiz çocuk, ölünceye kadar seni unutmayacaktır.'
Kâmil eşek
Eşref, İzmir'in kazalarından birinde kaymakam iken, İzmir valisi olan Kâmil Paşa, o kazaya teftişe gelmiş. Vali kazaya geldiğinde Eşref bir eşeğin sırtında tur atıyormuş. Eşref o halde gören Kâmil Paşa Eşref'in dikkatini çekmiş:
- Aman dikkat et Eşref, eşek seni düşürmesin!
- Meraklanmayın paşa, eşek kâmildir.
Kamuoyu
Namık Kemal, kötü bir havada kayıkla Beşiktaş'tan Üsküdar'a geçiyormuş. Deniz bir ara iyice azmış ve kayığı alabora etmeye başlamış.
Namık Kemal "ah" "vah" diye korku belirtileri göstermiş. Kendisine refakat edenlerden biri büyük şaire sitem etmiş:
- Üstadım, biz de kayıktayız; bizimki de can. Yalnız siz niye telaş ediyorsunuz?
Namık Kemal, yazı ve konuşmalarıyla milletin sesini duyurmaya çalıştığını hissettirecek şu karşılığı vermiş:
- Kendi canımı, sizin canınızı düşündüğünüzün çeyreği kadar düşünmem. Benim endişemin sebebi, bu kayık batarsa onunla birlikte kamuoyunun da batacak olmasıdır.
Kapı gıcırtısı!..
Fuat Paşa, bu yüksek görevlerinden dolayı Avrupalı devlet adamları, politikacı ve diplomatlarla devamlı münasebet halinde olmuş, bu itibarla aralarında geçen birçok nükteli olay günümüze kadar gelmiştir. Fuat Paşa’nın nükteleri çok duyulmuş olsa da her konuşulduğunda zevk verecek kadar zariftir...
Fuat Paşa, Batılı diplomatlarla görüşme yaptığı bir sırada, bulundukları yerde açılıp kapanan kapı gıcırtı yapar.
Batılı bir diplomat bu gıcırtıdan hareketle Osmanlı Devletinin yönetim yeri olan Bâb-ı Ali’yi (Yüce Kapı) kastederek:
- Kapı gıcırdıyor (imparatorluk sallanıyor), der.
“Grese ihtiyaç var!”
Fuat Paşa bu, durur mu? Anında cevabı yapıştırır:
- Gres’e (Greece) (hem makine yağı hem de Yunanistan’ın Batı dillerindeki adı, bir anlamda yağlanmaya, bir anlamda Yunanistan’ın yeniden bize bağlanmasına) ihtiyacı var!..
Karınca
Avrupalıların 'Muhteşem Süleyman' lakabıyla andıkları Kânunî Sultan Süleyman Hân, 'Muhibbî' mahlası ile çok güzel şiirler yazmıştır. Şiirlerinden bir kısmı toplandı.Bir gün, saray bahçesindeki ağaçların karıncalar tarafından istilâ edildiğini görüp, karıncaların öldürülmesi hususunda, zamânın Şeyhülislâmı Zenbilli Ali Efendi'den fetvâ istedi.
Suâli şiir şeklinde olup, şöyleydi:
Dırahtı (ağacı) sarmış olsa karınca
Zarar var mı karıncayı kırınca.
Zenbilli Ali Efendi de, bu zarif suâle yine şiirle cevap verip, suâl kâğıdının altına şu beyti yazdı:
Yarın divânına Hakkın varınca
Süleyman'dan alır hakkın karınca.
Kavuk yerine miğfer
Osmanlı Devletinde en büyük yenileşme hareketlerini yapan Sultan II. Mahmud, bütün bu icraatları için Şeyhülislam Mehmed Tahir Efendi’den fetvalar almıştı. Bilhassa Yeniçeri ocağının kaldırılması için verdiği fetvaya çok memnun olan padişah, ona çok kıymetli bir elmas yüzük hediye etmişti.
Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra kurulan Nizam-ı Cedid ordusunun kıyafetleri de Avrupa’dan örnek alınmıştı. Bilhassa Yeniçeri kavuğu yerine miğfer giyilmesi gerekiyordu. Bunun için de yine Şeyhülislam’ın fetvası gerekliydi. Mehmed Tahir Efendi saraya davet etdildi. Padişah, Şeyhülisamı, yüzü güneşe karşı gelecek şekilde oturttu. İkindi güneşi, Tahir Efendi’nin tam gözüne geliyor ve onu fazlasıyla rahatsız ediyordu. Bu yüzden devamlı olarak eliyle güneşe karşı gölgelik yapmaya çalışıyordu. İşte istediği fetvayı almak isteyen padişah o esnada sordu:
-Efendi Hazretleri, görüyorum ki güneşe dayanamadınız, ya benim askerlerim, kafirlerle güneşe karşı nasıl harbederler, diye sorunca
Şeyhülislam:
-O halde kavuk yerine miğfer giyilebilir, şeklinde padişahın istediği fetvayı verdi.
Kaz Göndersem Yolar mısın?
Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler.
Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış:
- Selamünaleyküm ey pir'i fani...
- Ve aleykümselâm ey serdar'ı cihan... Padişah sormuş:
- Altılarda ne yaptın?"
- Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor... Padişah gene sormuş:
- Geceleri kalkmadın mı?"
- Kalktık... Lakin ellere yaradı...
Padişah gülmüş:
- Bir kaz göndersem yolar mısın?
- Hem de ciyaklatmadan...
Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah baş vezire dönmüş:
- Ne konuştuğumuzu anladın mı?"
- Hayır padişahım... Padişah sinirlenmiş:
- Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.
Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hâlâ orada çalışıyor.
- Ne konuştunuz siz padişahla... Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş:
- Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim. Baş vezir, yüz altın vermiş.
- Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu.
- Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.
Vezir kafasını kaşımış.
- Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
- Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim. (32 ise ağızdaki dişten kinaye, boğaz)
Vezir bir soru daha sormuş...
- Geceleri kalkmadın mı ne demek?"
Adam bir yüz altın daha almış.
- Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim...
Vezir gene kafasını sallamış.
- Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek...
Adam gülmüş.
- Onu da sen bul...
Bilgelik ömrümüze anlam katmakla kalmayıp imtihanı kazanmamızı da sağlar. Makamlar gelip geçicidir. Önemli olan bulunulan mevkiin hakkını verebilmektir.
Kimin abdesti var ki?
Fuat Paşa bir gün Beyazıt Camii'ne namaz kılmaya gitmişti. Namaza dururken arkasındaki yardımcılarına da namaz kılmalarını söyleyince, "kılamayız efendim," cevabını almıştır.
Sebebini sorunca da:
"Abdestimiz yok." dediler.
Bunun üzerine Fuat Paşa:
"Kimin abdesti var ki ... " dedi.
Kolayı var
İmparatorluk dönemi şairlerinin en esprililerinden biri olan şair Haşmet'in (18. yy.) kendine göre aptalca işler yapanların adını kaydettiği gizli bir defteri varmış. Kim ahmakça, akılsızca bir iş yapsa adını oraya işlermiş.
Haşmet'in böyle bir defter tuttuğundan haberdar olan padişah (3. Mustafa) bir yolunu bulup bu defteri elde etmiş. Padişah zevk ve merakla bu defteri karıştırırken, aptalca işler yapanların listesi demek olan bu defterde kendi adına da rastlamış. Hemen şair Haşmet'in huzuruna çıkarılmasını emretmiş. Şair karşısına çıkınca vakit kaybetmeden paylamaya başlamış:
- Bu ne küstahlık! Sen nasıl oluyor da benim adımı böyle aptallar listesine kaydediyorsun?
- Efendimiz sakin olunuz, izah edeyim. Siz geçenlerde baş seyise yüklü bir para vererek cins bir Arap atı almaya gönderdiniz. O kadar parayla Arabistan'a gönderilen kimse artık geri döner mi? Bunun için sizin adınız da orada bulunuyor.
- Peki, ya baş seyis geri dönerse?
- Kolayı var efendimiz, sizin adınızı siler onunkini yazarız..
Kuyumcu Ustasından Bin Sopa Yiyen Şehzade Kanuni Sultan Süleyman, şehzadeliğinde kuyumcu-luğu öğrenmesi için babası tarafından İstanbul'un en meşhur kuyumcu ustası olan Kostantin'in yanına çırak olarak verilmişti. Belli saatlerde ustasının yanına gider ve çıraklık yapardı.
Henüz tecrübesiz olduğu ilk günlerinde ustasını kızdırmış ve Kostantin Usta yemin ederek Şehzade Sü-leyman'a:
-Eğer şu işleri iyi çıkarmazsan sana bin değnek vu-racağım" diyerek yemin etmişti.
Şehzade Süleyman da bunu annesi Hafsa Sultan'a anlatmıştı. Validesi, Kostan-tin Usta yı çağırarak, oğlunu affetmesini rica edip kendi-sine ihsanda bulunmuştu. Kostantin Usta ise, aldığı al-tınları, Şehzade Süleyman'a vererek:
-Al bunları, eritip beş yüz tel çubuk haline getir!" de-di.
Şehzade Süleyman söylenileni yaptı ve ustasına ver-di. Kostantin usta onu dövmek için yemin etmişti ve bu-nu bir şekilde yerine getirmek istiyordu. Şehzade Süley-man'ı falakaya yatırdı ve elindeki beşyüz altın çubukla ayaklarına iki sefer vurdu. Bu suretle yeminini iki sefer vurduğu beş yüz çubukla yerine getirmiş oldu.
Macar Subayının Kızı
Sultan II. Murad devri. 1441 senesinde Macaristan üzerine yapılan bir akında, Akıncı birliklerimiz pusuya düşürüldü ve bir çok asker ile birlikte Akıncı kumandanlarından Rüstem bey de esir edildi. Rüstem bey, gayet yakışıklı ve zeki bir gençti. Macar kumandanı ondan hoşlandı ve kendi hizmetine aldı. Konağında ona bir oda verdi ve bütün şahsi işlerini ona havale etti. Gayet dindar olan Rüstem Bey, şartlar ne olursa olsun beş vakit namazını bırakmaz ve vakti girince hemen kılardı. Her işin üstesinden kolayca gelmesi ve kıvrak zekası sayesinde ibadetine kimse karışmıyordu. Macar subayının genç bir kızı vardı. Gayet güzel ve zeki olan bu kız, Rüstem Beye aşık olmuştu. Fakat bir Müslümana olan bu hislerini kimseye söyleyemiyordu. Rüstem Beyi uzaktan takibeder, bilhassa namaz kılarken gizlice onu seyreder, hayran hayran bakarak gözyaşları içinde; “Allahım, bana da bu Osmanlının dinine girip, onun gibi ibadet etmeyi nasib eyle!” diye yalvarırdı. Genç kız bu aşk ve hasretten hastalanarak yatağa düştü. Hiçbir hekim onun derdine çare bulamadı. Artık son anlarını yaşıyordu. Bütün ailesi başına toplanmışlar, gözyaşları içinde dua ediyorlardı. Kız bir ara gözlerini açarak;
-Esirimiz olan o Osmanlıyı da görmek istiyorum, dedi.
Rüstem beyi hemen çağırdılar. Kız, ona yaklaşmasını işaret etti ve yakınına gelince kulağına;
-Bizim buralarda âdettir, bir kadın ölünce mücevherleriyle birlikte gömerler. Ben ölüyorum. Yarın mezarıma gel ve tabutumu aç, yanıma koyacakları mücevherleri al. Onları satarak parasını babama ver ve böylece hürriyetine kavuş, dedi.
Biraz sonra da bir şeyler mırıldanarak ruhunu teslim etti. Yüzü nurlanmış, sanki gülümsüyordu. Ertesi gün mezarlığa giden Rüstem Bey, kızın mezarını açtı. Tabutun kapağını kaldırınca, gördüğü manzara karşısında şok geçirdi; tabutta yatan, kendi babasıydı. Fakat bu nasıl olurdu; kendi memleketi, buradan bir aylık mesafede bir Anadolu kasabasıydı. Rüstem bey biraz sonra kendini toparladı ve tabuttaki mücevherleri alarak mezarı kapattı. Ertesi gün çarşıya giderek mücevherleri sattı ve Macar subayına bu altınları vererek kendisini serbest bırakmasını istedi.
Macar subayı;
-Ben senin hizmetinden memnunum. İstersen burada hür olarak yanımda çalışmaya devam edebilirsin, istersen memleketine dönebilirsin, dedi ve bir emanname yazarak ona verdi.
Rüstem bey hemen yola çıktı ve haftalarca yol giderek memleketine ulaştı. Bir akşamüzeri evine geldi. Kapıda oğlunu gören annesi, sevincinden az kalsın bayılıyordu. Bir müddet hasret giderdikten sonra Rüstem bey, babasını sordu.
Annesi;
-Oğlum baban sizlere ömür, geçen ay vefat etti, dedi.
Rüstem beyin içine bir kurt düşmüştü.
-Tam olarak gününü ve saatini biliyor musun anne? diye sordu.
Aldığı cevap onu daha çok hayrete düşürdü. Çünkü babası, Macar subayının kızı ile aynı anda ölmüştü. Rüstem bey o gece mezarlığa giderek babasının kabrini buldu. Yanında getirdiği kürekle mezarı açtı. Bir de ne görsün! Mezarda yatan Macar subayının kızı idi. Bembeyaz kefene sarılmış, yüzü ay gibi parlıyor, sanki Rüstem beye gülümsüyordu. Daha taptaze duruyordu. Hemen mezarı kapatarak eve döndü. Ertesi gün annesinden, babası hakkında bilgi istedi;
-Anne, babam nasıl birisiydi?
-Oğlum, biliyorsun, baban hocaydı. Talebelere ilim öğretir, camide vaaz verirdi. Fakat kendisi bunları tam tatbik etmezdi. En mühimmi de, gece yarısı guslü icabettiren durum olunca, ‘Şu gusül olmasa ne iyi olurdu, gecenin bu vaktinde nasıl gusledilir, nereden çıktı bu’ diye söylenirdi.”
Rüstem bey, o zaman bu işin hikmetini anladı. Namaza aşık olan bir kafir kızına son nefeste iman nasib olmuş, bir farzı lüzumsuz gören bir hoca da imansız ölmüştü
Mahkemeye hazırım
III. Selim Han gayet cesur, silahşörlükte de hüner sahibi bir kimseydi. Zaman zaman tebdil-i kıyafet ederek halkın arasına karışır, istek ve şikayetlerini öğrenirdi. Bir gün tersane kahyası kıyafetiyle akşam vakti Sultanahmed civarına çıktı. Maiyetindekiler de kalyoncu neferi gibi giyinmişlerdi. Sultanahmed Camiinden aşağı Sokollu Mehmed Paşa yokuşundaki tenha yerlerden aşağı inerlerken bir kadın feryadı işittiler. Hemen oraya yöneldiler. Yeniçeri tulumbacılarından bir zorba, bir kadının yolunu çevirmiş;-
Yürü benimle! Diye zorluyordu.
Kadın da;
-Kardeşim! Ben ehl-i namus bir kadınım. Evim Küçükayasofya’da. Çocuğum hasta. Eczaneden ilaç aldım. İşte elimde. Evime dönüyorum. Bana ilişme. Mahalleme gel sor... diye feryad ediyordu.
Tulumbacı ise sarhoş, gözü kararmış, küfürler savurarak bıçağını çekmiş, tehdide başladı. Kadın, o anda oraya yetişen, kalyoncu kıyafetindeki padişah ve maiyetini farketti ve onlara:
-Aman kaptan ve kalyoncu din kardeşlerim!... beni bu herifin elinden halas edin diye yalvarmaya başladı.
Bunun üzerine tulumbacı işi daha da azıttı ve yatağanına el atıp padişahın üzerine yürüdü. Fakat silahını henüz yarısına kadar çıkarmağa bile vakit bulamadan, Sultan Selim kılıcını çekerek adamı belinden ikiye böldü. Ertesi gün de Babıâlî’ye şu tezkereyi gönderdi:
“Sokollu Mehmed Paşa yokuşunda maktul olan tulumbacıyı ben öldürdüm. Veresesi var ise şer’an mahkemeye hazırım”
Masrafsız Hayat
Abdülaziz Fuat Paşa ile beraber Paris’e gittiği zaman eski Şehremini muavini Ömer Faiz Efendi de maiyetindekilerle berabermiş. Hazret latifeci, nüktedan birisi imiş. Fuat Paşa Paris Şehreminine iadei ziyarete giderken Faiz Efendi’yi de belediyeci olmak münasebeti ile yanına almış. Laf arasında Paris Emini, İstanbul’un nasıl sulandığını ve masrafının ne kadar tuttuğunu sormuş. O zaman İstanbul sokakları sulanmazmış. Ömer Efendi Fuat Paşa’ya:
- Paşam, masraf yoktur; kahveci, berber, bakkal ve aşçıların himmetiyle sulanır. Bunların nargile suyu, çirkefi varken masrafa ne gerek var diyelim mi? demiş.
Mumla ararsın
Fitnat Hanım, çok güzel, henüz sakalı bile çıkmamış bakkal çırağı bir delikanlıya âşık olmuş. Bu nedenle bir bahane bulup sık sık bakkala, delikanlıyı görmeye gelirmiş. Bunu duyanlar delikanlıya,
-Fitnat Hanım gelip sana dikkatle baktığı zaman:
"çok bakma güzel, âteş-i hüsnümle (güzelliğimin ateşiyle) yanarsın" de, diye öğretmişler.
Gerçekten Fitnat Hanım gelip kendisine bakınca delikanlı bu dizeyi söylemiş.
Şair, hazır cevap Fitnat Hanım da hemen cevabı yapıştırmış:
-Hattın (sakalın) çıkınca sen de beni mumla ararsın.
Nasıl olsa gülemez...
Çok zengin ama geçimsiz, dirliksiz bir adam, bir cariye satın almak için esir pazarına gitmiş. Kendisine çok güzel bir cariye göstermişler. Adam beğenmiş. Fakat güldüğü zaman çirkin dişleri göze çarpıyormuş. Adam bu yüzden kararsızlığa düşmüş. Bu esnada yanında bulunan meşhur İzzet Molla bu geçimsiz adama akıl vermiş:
-Efendimiz, bu cariyeyi kaçırmayın. Nasıl olsa devlethanenizde ona gülmek nasip olmaz.
Neden Gülmemiş
İstanbul'un nüktedan kişilerinden Ahmed Bey bir da-vette çok güzel bir fıkra anlatır. Davette bulunan herke-si güldürür. Yalnız mecliste bulunan Hasan Bey hiç gül-mez, Hasan Bey'in bir arkadaşı:
-Birader, Ahmed Bey'in anlattığı fıkraya niçin gülmedin?
-Ben Ahmed Bey'le konuşmuyorum. Eve gidince güleceğim.