Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

Sosyal Etki

PeriKızı

Moderatör
  • Üyelik Tarihi
    22 May 2019
  • Mesajlar
    8,671
  • MFC Puanı
    26,804
Şimdi biraz hayal kuralım. Diyelim ki bir cin, peri, yahut ak sakallı dede size geldi, arzu ettiğiniz bir süper gücü size bahşetmeyi vaat etti. Hangi süper gücü seçerdiniz? Aşırı güçlü ya da aşırı hızlı olmak? Uçabilmek? Görünmez olmak? Duvarlardan geçebilmek? Bunların hepsinin kendine göre cazip ve eğlenceli yönleri var elbet ama şöyle bir düşünürsek hepimizin işine en çok yarayacak süper güç insanları istediğimiz gibi, istediğimiz yönde etkileyebilmek olmaz mıydı? Nihayetinde, insanlara istediğimiz her şeyi yaptırabiliyor olsaydık – zalimlikler peşindeki bir hasta ruhu kısa bir konuşmayla kendini insanlığın hizmetine adamış bir hümaniste çevirebilmek gibi – gökdelenden gökdelene zıplamamıza ya da çıplak ellerimizle demir çelik bükmemize gerek kalmazdı.

İnsanların birbirlerine dikkatlerini, zamanlarını, paralarını, sevgilerini, bağlılıklarını vermesini sağlayan şey sosyal etkidir. Sosyal etki, başkalarının duygu, düşünce ve davranışları üzerinde bir zor kullanımı olmadan söz sahibi olabilmektir. Çok önemli bir güçtür ve her güç gibi iyiye de kötüye de kullanılabilir.

Sosyal psikologlar iki tür sosyal etkiyi birbirinden ayırırlar:

1) Bilgilendirici sosyal etki: Hayat içinde bazı durumlarda doğru davranışın ne olduğundan emin olamayız. Böyle durumlarda çevremizdeki insanlardan durumun ne gerektirdiğine dair ipuçları almaya çalışırız. Diyelim ki kendinizi lüks bir lokantada buldunuz ve tabağınızın yanında türlü türlü çatalkaşıkbıçak var. Sizinse bunlardan hangisini hangi yemekle kullanmanız gerektiği hakkında bir fikriniz yok. Bu durumda girişeceğiniz hareket tahminen masanızdaki diğer insanları gözlemleyip onlar ne yapıyorsa onu yapmak olacaktır. Bu örnekte de gördüğümüz gibi, bilgilendirici sosyal etkiye açık olmamızın altında doğru harekette bulunmayı istemek ve doğrunun ne olduğunu başkalarının bizden daha iyi bildiğini varsaymak yatar. Elbette bu varsayım her zaman gerçeği yansıtmayabilir. Örneğin bir bekleme salonunda yabancılarla birlikte oturduğunuzu ve binada birden çok yüksek sesli bir alarmın çalmaya başladığını düşünün. Odadaki kimsenin bir şey yapmıyor, yerinden kıpırdamıyor olması ortada ciddi bir sorun olmadığı anlamına gelmez. Bilakis, tüm o diğer insanlar da nasıl davranacaklarından emin olmak için ilk hareketi sizden bekliyor olabilirler.

2) Normatif sosyal etki: Duygu, düşünce ve davranışlarımızı sevilme, kabul görme, dışlanmama gibi arzularla değiştiriyor, başkalarına uyduruyorsak burada normatif sosyal etki söz konusudur. Normatif sosyal etki toplumsal hayatın en temel gerçeklerinden biridir. Hepimiz normlara (toplumun kurallarına, beklentilerine) az çok uyarız, hepimizin hayatında kaba tabiriyle “elâlem ne der” kaygısı bir rol oynar, hepimizin kendimizi birine ya da birilerine beğendirmek için – bilinçli ya da bilinçsizce – davranışlarımızı değiştirdiği olmuştur. Bir grup ya da bir insan bizim için ne kadar önemliyse üzerimizdeki normatif sosyal etkileri de o derece büyük olur. Eğer normatif sosyal etki olmasaydı, trend ya da moda dediğimiz şeyler de olmazdı.

Normatif sosyal etki çoğu zaman insanların birbirleriyle geçinmesine, toplumun bir arada uyum içinde yaşamasına katkıda bulunur. Ancak bazen birey için bir baskı kaynağı olabilir ya da onu kendisi ya da toplumun geneli için zararlı davranışlarda bulunmaya yöneltebilir. Örneğin eşcinsel bir genç, toplum içinde kabul görmeme ya da ailesi tarafından reddedilme korkusuyla gerçek cinsel kimliğini saklama yoluna gidebilir. Ya da bir genç sigaraya arkadaş grubu içinde, arkadaşlarına “cool” gözükmek ya da onlardan kabul görmek, farklı düşmemek adına başlayabilir.

Normatif sosyal etkinin gücünü gözlerimizin önüne seren en klasik çalışmalardan biri Solomon Asch tarafından 1950’li yıllarda yapılmıştır. Asch çalışmasında deneklere üzerinde üç tane değişik boyda çizgi olan bir kart göstermiş ve onlardan karttaki üç çizgiden hangisinin başka bir karttaki çizgiyle aynı boyda olduğunu belirtmelerini istemiştir. Bu hiç zor bir görev değildir, zira çizgilerin uzunlukları birbirinden bariz şekilde farklıdır. Gözünüzde abartılı bir bozukluk olmadığı sürece doğru yanıtı verememeniz için hiçbir sebep yoktur. Ancak ortada şöyle bir durum vardır: Asch çalışmaya katılanları güya gruplar hâlinde test etmektedir ama aslında her grupta yalnızca bir gerçek denek vardır. Geriye kalanlar, Asch’in sorulara yanlış cevap vermeleri konusunda eğitilmiş asistanlarıdır. Gerçek deneğin ise elbette bundan haberi yoktur. Asch’in merak ettiği şudur: Denekler kendi gözlerinin gördüğünü mü söyleyeceklerdir yoksa grubun geri kalanının söylediğini mi?

Grup 18 farklı çift kartla bu çizgi uzunluğu eşleştirme oyununu oynar. Bunun 6’sında grup doğru cevabı verir. Kalan 12’sinde ise gerçek deneğin şaşkın bakışları altında (bkz. Resim 6.1) bariz şekilde yanlış bir cevabı... Asch’in bulduğu şudur: Deneklerin yüzde 77’si bu 12 hileli turdan en azından birinde gruba uyar; kendi gözlerinin gördüğü değil, kulaklarının duyduğu yanıtı verir. Grubun yüzde 32’si (yani neredeyse her üç kişiden biri) ise 12 hileli turun 7’den fazlasında gruba uyar.

Bu çalışmada deneklerin uyma davranışı gösterme sebebi, başkalarının yargı larına daha çok güvenmelerinden (yani bilgilendirici sosyal etki altında kalmalarından) ziyade grup içinde tuhaf kaçmama, “çıkıntılık” yapıyor olmama arzularıdır. Nitekim deneyin başka varyasyonlarında gerçek deneklerden cevaplarını grup içinde sözlü değil de yazılı olarak vermeleri istendiğinde uyma davranışı çok azalmıştır. Keza, gerçek denek dışında bir kişinin bile grubun yanlış cevabına uymaması gerçek deneğin de uymama ihtimalini dramatik bir şekilde arttırmıştır.

İtaat

Sosyal etki altında gerçekleşen bir başka davranış türü de itaattir. İtaat, bireyin kendine bir otorite figürü tarafından yöneltilmiş bir talebe ya da buyruğa uymasına denir. Sosyal psikolojinin en iyi bilinen, en sansasyonel, en çarpıcı çalışması hangisidir derseniz, cevap herhalde Stanley Milgram’ın itaat konusundaki deneyleri olacaktır. 1960’lı yıllarda Milgram insanların kötücül bir otoriteye nereye kadar itaat edeceklerini ölçmek istedi. Sırf o yönde bir emir almış oldukları için göz göre göre masum bir insanın canını yakabilirler miydi? Onu bu soruyu sormaya iten, Nazi Almanyası savaş suçlularının yargılanırken sürekli kullandığı “ben kötü bir şey yapmadım, sadece bana verilen emirleri yerine getirdim”, “ben şahsen kimseyi öldürmedim yalnızca Auschwitz’deki imha programının başındaydım, emirleri veren Hitler’di” gibi ifadeler olmuştu. Belirli koşullar altında en sıradan insan bile bir caniye dönüşebilir miydi?

Milgram, deneklere çalışmasının maksadını “cezalandırmanın öğrenme üzerindeki etkisini araştırmak” şeklinde yansıtmıştı. Denekler laboratuvara girdiklerinde ya öğretmen ya da öğrenci olmak üzere kura çektiler. Oysa bu kura hileliydi, denekler her seferinde öğretmen rolüne atanıyorlardı. Bu rolde yapmaları gereken, yandaki odada kelime çiftleri ezberlemeye çalışan ve bir tür elektrikli sandalyeye bağlanmış diğer deneği (bkz. Resim 6.2, alt panel) test etmek, sorulara yanlış cevap verdikçe onu elektrik şoku vererek cezalandırmaktı. Denekler bir “şok jeneratörü”nün önüne oturtuldular (bkz. Resim 6.2, üst panel). Makinenin üzerinde 15 volttan başlayıp 450 volta kadar 15 voltluk aralıklarla artarak giden küçük kollar vardı. Kolların altında, verilecek elektriğin düzeyini şüpheye mahal bırakmayacak şekilde tarif eden “hafif yoğunlukta şok”, “yüksek yoğunlukta şok”, “tehlike: çok şiddetli şok” gibi ifadeler yazıyordu. Hatta son iki kolun (435 ve 450 voltluk kolların) altında XXX işaretleri vardı, ki bunları hayra yormak herhâlde zordu. Deneyin gereklerine göre, öğrenci her yanlış yaptığında ona verilen elektriğin dozu 15 volt arttırılacaktı. Bu arada öğrenci rolündeki “denek” ellili yaşlarda, gözlüklü, biraz kilolu bir adamMilgram’ın asistanıydı ve elbette ki elektriğe bağlı değildi.

Deney başladığında öğrenci de yavaş yavaş yanlışlar yapmaya başladı. Öğretmen rolündeki deneklerin duydukları aslen hep teybe alınmış aynı senaryoydu. Buna göre, öğrenci beşinci hatayı yapıp da 75 voltluk elektrik şokunu aldığı andan itibaren inlemeye, tuhaf sesler çıkarmaya; 150 voltta deneyden çıkmak için yalvarmaya; 180 voltta “artık acıya dayanamıyorum” diye bağırmaya başlıyordu. Öğretmen rolündeki denek panelin üzerinde “tehlike: çok şiddetli şok” yazan yerlere geldiğinde ise öğrenci cevap vermeyi reddediyor, duvarlara vuruyor ve “beni bu odadan çıkartın” diye haykırıyordu.

Siz böyle bir durumda öğretmen rolünde olsanız ne yapardınız? Kaç voltta dururdunuz? Yoksa durmaz, 450 volta kadar gider miydiniz? fiunu belirtelim ki Milgram’ın deneyinde öğretmen rolündeki denekler son derece zor ve rahatsız anlardan geçiyorlardı (deney sonraları bu açıdan çok eleştirildi). Terliyorlar, titriyorlar, kekeliyorlar, “duymuyor musunuz adam ne hâlde, ya ona bir şey olursa bunun sorumluluğunu kim alacak?” gibi sözlerle kaygılarını belirtiyorlardı. Deney görevlisi ise bu itirazlara kısa kısa “bir sonraki sözcükle devam edin”, “deney devam etmenizi gerektiriyor”, “bir seçiminiz yok, devam etmelisiniz” gibi önceden hazırlanmış cevaplar veriyordu. Bu şartlar altında sizce deneklerin yüzde kaçı 450 volta kadar çıktı?

Milgram’ı ve ilerleyen yıllarda bu deneyi duyan hemen herkesi hayrete düşürecek şekilde, bu sorunun cevabı yüzde 65’ti: Kırk denekten 26’sı sonuna kadar itaat etti, hiç hoş bir durumda olmadığı belli olan öğrenciye muazzam ölçüde tehlikeli 450 voltu verdi. Oysa Milgram deney öncesinde psikiyatristlere tahminlerini sorduğunda “ancak 1.000 kişiden biri 450 volta kadar çıkar” gibi bir yanıt almıştı. Bu deney ilerleyen yıllarda Milgram ve başka araştırmacılar tarafından dünyanın değişik yerlerinde tekrarlandı; sonuçlar pek değişmedi. Bu arada kadınlarla erkekler arasında itaat açısından bir fark da bulunmadı. Deneyin değişik varyasyonları ise bizi yıkıcı itaat davranışını azaltan faktörler konusunda aydınlattı. Örneğin Milgram, deneyi çalıştığı prestijli Yale Üniversitesi yerine şehrin içinde salaş bir binada tekrarladığında hissedilen otorite azaldığından itaat de azaldı. Gözetmenin odadan ayrılması, deneğin cezalandırdığı insanla aynı odada bulunması, onun elini tutması, emirleri telefondan alması gibi değişik senaryolarda da 450 volta çıkanların oranı yüzde 65’in altına indi. En önemlisiyse denekler öğretmen rolünü yanlarında başka biriyle beraber üstlendiklerinde ve yine Milgram’ın asistanı olan bu diğer kişi şok vermeye devam etmeyi reddettiğinde, itaat oranı yüzde 10’a kadar düştü. Aynen Asch deneyinde gördüğümüz gibi, kötücül sosyal etkiye uymayı reddeden tek kişi bile çok büyük bir fark yaratabiliyordu.

Asch deneyi de Milgram deneyi de sosyal etkinin karanlık yüzü hakkındadırlar. Sosyal etkinin bizi nasıl kendi duyu organlarımıza, daha da fenası vicdanımıza, ahlak anlayışımıza alabildiğine ters düşen hareketlerde bulunmaya itebileceğini gözlerimizin önüne bütün çıplaklığıyla sererler.

İkna

Bir başka sosyal etki yöntemi olan ikna, insanların bir konudaki tutumlarını ve/veya davranışlarını değiştirme çabasını içerir. Reklamcılar, politikacılar, avukatlar, satıcılar ve yeri geldiğinde hepimiz birilerini bir şeylere ikna etmek, onları var olan tutumlarından vazgeçirmek ve yeni tutumlara ve davranışlara yöneltmek için uğraşırız.

Sosyal psikologlar “kim kime ne diyor” sorusundan hareketle, ikna maksatlı mesajın geldiği kaynağın (“kim”), mesajın yöneltildiği insanların (“kime”) ve de mesajın (“ne”) özelliklerini incelemiş, bu şekilde iknanın psikolojisini çözümlemeye çalışmışlardır. Örneğin, mesajı veren tarafın inanılır, güvenilir, cana yakın, fiziksel açıdan çekici olması, bize benzemesi gibi özellikler genellikle iknayı arttırır. Mesajın kendisine yöneltildiği insanlara gelince, bulgular bir konu hakkında önceden kuvvetli tutumlara sahip olmayanların fikirlerini değiştirmenin daha kolay olduğunu göstermektedir.

Mesajların içeriğine gelince, araştırmacılar kaliteli, mantıklı, akla hitap eden argümanların mı yoksa duygulara hitap eden argümanların mı daha ikna edici olduğunu anlamaya çalışmışlardır. Bu sorunun cevabı duruma göre değişmektedir. şöyle ki birey bir ikna mesajını dikkatle dinlemek, onu ayrıntılı bir şekilde tahlil etmek için gerekli motivasyon ve beceriye sahipse o zaman kaliteli argümanlar ikna yolunda daha etkilidir. Ancak bireyin konuya ilgisi ya da o an mesaja dikkatini verecek, onu özenle inceleyecek durumu yoksa o zaman mesajın daha yüzeysel özellikleri – mesajı veren kişinin fiziksel cazibesi, mesajın uyandırdığı duygular gibi – ikna yolunda daha çok önem kazanır.

Grup Etkisi

Sosyal psikolojinin en temel ve en eski sorularından biri, grubun bireyi nasıl etkilediğidir. fiimdi sosyal psikologların yıllar içinde bu konuda ulaştığı en önemli birkaç bulguyu inceleyelim.

Sosyal Kolaylaştırma

Diyelim egzersiz maksadıyla koşmayı seviyorsunuz. Kendi kendinize olduğunuzdamı daha hızlı koşarsınız yoksa etrafınızda sizden başka koşanlar da varken mi? Ya da diyelim bir grubun önünde konuşma vermeniz gerek. Kendi kendinize prova yaparken mi daha iyi bir performans sergilersiniz yoksa size çevrilmiş onlarca gözün altında mı?

Psikolog Norman Triplett, 1898 tarihli ve sosyal psikolojinin ilk laboratuvar deneylerinden biri kabul edilen çalışmasında, çocuklardan bir oltaya ellerinden geldiğ ince hızlı bir şekilde misina sarmalarını istedi. Çocuklar oltanın makarasını bazen odada tek başlarınayken çeviriyorlardı, bazense yanlarında kendileri gibi makara çeviren başka bir çocuk varken. Bu deney, yanlarında başka biri varken makara çeviren çocukların tek başlarına çalışan çocuklara kıyasla ortalamada çok daha hızlı çalıştığını gösterdi. Başkalarının varlığının bu şekilde performansı iyileştirmesi durumuna “sosyal kolaylaştırma” (social facilitation) dendi. Ancak Triplett’ten sonra aynı konuda yapılan çalışmalar birbiriyle tutarsız sonuçlar verdi. Görüldü ki başkalarının varlığı performansı bazen iyileştiriyor, bazense kötüleştiriyordu.

Bilimin nasıl işlediğine güzel bir örnek teşkil edecek şekilde, 1960’lı yıllarda bir sosyal psikolog bu muammayı çözdü ve birbiriyle bağdaşmıyor gibi görünen bu bulguların altında yatan mantığı ortaya çıkardı. Başka alanlarda çalışan psikologlar, uyarılma hâlinin organizmaya baştan kolay gelen davranışları daha da kolaylaştırdığını, zor gelenleri ise daha zorlaştırdığını göstermişti. Örneğin, bir sebepten dolayı uyarılmış, heyecanlı bir hâldeyseniz kolay kelime bulmacalarını daha hızlı çözüyor, zorlarda ise daha da yavaşlıyordunuz. Bu temel prensipten hareketle şöyle bir çıkarıma varıldı: Başkalarıyla bir arada bulunmanın yarattığı sosyal uyarılma hâli bize basit gelen, hakim olduğumuz alanlardaki performansımızı iyileştirir, bize zor gelen ya da yabancısı olduğumuz konulardaki performansımızı ise kötüleştirir. Bu bulguyu destekleyen pek çok çalışmadan birinde bilardo oyuncularına bakılmış, etraşarında kendilerini seyredenlerin olması durumunda iyi bilardo oyuncularının daha da iyi oynadığı, deneyimsiz oyuncuların ise daha başarısız bir performans sergilediği gösterilmiştir. Kısacası, başkalarının varlığının performansımız üzerindeki etkisi destekleyici de köstekleyici de olabilir. Bunu belirleyen, yaptığımız işin bize ne kadar kolay ya da zor geldiğidir.

Sosyal Kaytarma

Diyelim ki sizden ya tek başınıza ya da başka birkaç kişiyle beraberken mümkün olduğunca yüksek ses çıkararak el çırpmanız ya da bağırmanız istendi. Sizce tek başınıza olduğunuzda mı daha yüksek ses çıkartırsınız yoksa başkalarıylayken mi? Ya da diyelim grup olarak sizden bir tuğla ne gibi farklı şekillerde kullanılabilir, bu konuda mümkün olduğunca çok fikir üretmeniz istendi. Aynı görev size tek başınızayken verilseydi mi daha çok fikir üretirdiniz yoksa grup içindeyken mi?

Bu sorulara cevap arayan sosyal psikologlar, bir hedefe doğru grup içinde çalışmanın – aynı hedefe doğru tek başına çalışmaya kıyasla – motivasyonu ve sarf edilen eforu düşürebildiğini göstermiş; buna “sosyal kaytarma” (social loafing) adı nı koymuşlardır. Örneğin bir çalışmada deneklerin gözleri bağlanmış ve onlara bir halat çekme yarışında oldukları söylenmiştir. Yapmaları gereken, halatı tüm güçleriyle çekmektir. Aslen her seferinde tek başlarına olmalarına rağmen, onlara halatı bazen tek başlarına çekmekte oldukları söylenmiştir, bazense grup içinde. Araştırmacılar, “birlikten kuvvet doğar” deyişinin aksine, halatı başkalarıyla birlikte çektiğini sanan deneklerin, tek başlarına çektiğini sananlara kıyasla yüzde 18 daha az güç sarf ettiğini bulmuşlardır.

Sosyal kaytarma, grup çalışmasının yer yer kaçınılmaz olduğu iş ve okul ortamlarında ciddi bir sorun olabilir. Sosyal kaytarmayı arttıran ve azaltan faktörlerin farkında olmak bu açıdan önemlidir. Sosyal psikologlar, bireyin grup içinde sarf ettiği şahsi çabanın belli olmadığı, belirlenmesinin güç olacağı durumların sosyal kaytarmayı tetiklemekte kritik rol oynadığını göstermektedir – şahsi eforun gözetleneceğini bilmek sosyal kaytarma eğilimini azaltır. Bireylerin kendi katkılarının nihai performans üzerinde anlamlı bir etkisi olacağına inanmaları, yapılan işi içtenlikle ilgi çekici, anlamlı ya da önemli bulmaları, küçük ve birbirine bağlı bir grup içinde çalışmaları da sosyal kaytarmayı azaltan faktörlerdendir.

Grup Kutuplaşması

Bilhassa iş dünyasında, grupların, komitelerin bireylere nazaran daha doğru analizler yapacağı, daha yerinde kararlar vereceği düşünülür. Oysa bu varsayım her zaman doğru değildir. Gruplar bazen daha sağlıksız kararlara ulaşıyorlarsa bunun bir sebebi de “grup kutuplaşması” (group polarization) olgusudur. Grup kutuplaşması, bir grubun bir konu hakkında başlangıçtaki eğilimi neyse, grup içi etkileşimlerin o eğilimi daha aşırı hale getirmesine denir. Diyelim arkadaşlarınızla herhangi bir siyasal (“ana dilde eğitim yapılmalı mı?”) ya da kültürel (“şu film, kitap, albüm güzel mi?”) fikri tartışıyorsunuz. Sosyal psikologların bulgularına göre, grup üyelerinin başlangıçta konudaki fikirleri hangi yöndeyse, grup içi konuşmaların, tartışmaların ardından grup o yöne doğru daha abartılı bir şekilde kayar, fikri daha coşkulu bir şekilde savunmaya başlar. Bunun sebebi hem fikri desteklemek için ortaya atılan değişik argümanların grup üyelerine mantıklı, ikna edici gelmesi (bilgilendirici sosyal etkiyi hatırlayalım) hem de grup içinde kabul görmek isteyen bireyin grup üyelerinin en hoşuna gideceğini tahmin ettiği pozisyonları daha da şiddetle savunmak istemesidir (normatif sosyal etkiyi hatırlayalım). İnsanlar zamanlarını sıklıkla dünya görüşleri kendilerininkine benzeyen, kendi fikirlerinin haklılığını desteklemeye yatkın insanlarla beraber geçirirler. Bu, grup kutuplaşması süreçleriyle birleşince, grupların kendi içlerinde nasıl birbirlerine daha fazla benzemeye başladığını ve farklı düşünceleri paylaşan grupların nasıl gittikçe birbirinden uzaklaştığını açıklar. Toplum içinde aşırı uçlar bu şekilde oluşur.

Kitlelerin Bilgeliği

Gördüğümüz gibi, sosyal psikoloji literatürü grup içindeki bireyin daha tembel, saldırgan, sorumsuz, ahlaksız davranabileceği gibi sevimsiz pek çok bulguyla doludur. Ancak grupların övgüye layık bulunduğu alanlar da vardır. Bunlardan birincisi, ortaklaşa grup aklının sıklıkla tek tek uzmanların verdiği cevapların ya da yaptığı tahminlerin önüne geçtiğidir. Buna “kitlelerin bilgeliği” denir. Buradaki kilit husus, grup kutuplaşması örneğinde gördüğümüzden farklı olarak grup üyelerinin yargılarına kendi başlarına, birbirlerinden etkilenmeden varmalarıdır.

Psikolojinin ve istatistiğin babalarından sayılan İngiliz Francis Galton, 1906 yılında bir gün bir panayırda “öküzün kilosunu tahmin etmece” oyununa denk geldi. Panayıra gelmiş yaklaşık 800 kişi, gözlerinin önündeki kasaplık öküzün kesildikten sonra ne kadar çekeceğine dair tahminlerini bir kâğıda yazıyorlardı; en yakın tahminde bulunan birinci gelecekti. Oyun oynanıp bittikten sonra Galton tahminlerin yazıldığı kâğıtları topladı ve yapılmış tüm tahminlerin ortalamasını aldı. İnsanların ve hele hele kitlelerin zekâsına hiç güvenmiyordu; sonuçlar o yüzden onun için çok şaşırtıcıydı: Öküzün kilosu gerçekte 1.198 pound’du. Oyuna katılmış olanların tahminlerinin ortalaması ise 1.197.

Grupların kolektif tahminlerinin sıklıkla bireysel tahminlere üstün geldiğini spor ya da başka türlü müsabakaları kimin kazanacağına ilişkin bahislerde de görürüz. Keza, “Kim Milyoner Olmak İster?” yarışmasındaki joker haklarından “seyirciye sormak istiyorum” çoğu zaman “arkadaşımı aramak istiyorum”dan daha etkili bir jokerdir. Yarışmanın Amerika versiyonuna bakıldığında, özel olarak seçilmiş ve bilgisine güvenilen arkadaşlar arandığında % 65 oranında doğru cevap verdikleri, stüdyodaki seyircilerin kolektif zekâsına başvurulduğunda ise bu oranın % 91’e çıktığı bulunmuştur.
 
Üst Alt