• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Sevgiyi Yaşayan ve Öğreten İnsan

Üyelik Tarihi
27 Ocak 2014
Konular
336
Mesajlar
371
MFC Puanı
10
Mehmet Paksu - Sevgiyi Yaşayan ve Öğreten İnsan
Sevgi, barış, şefkat, merhamet ve ışık denince tek akla gelen Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizdir. O kin dolu gönülleri hidayete ve kardeşliğe çevirmiş, düşmanlıkla kararan kalbleri sevgi ve şefkatle doldurmuş, asık suratları güldürmüş, kabalıkları nezakete çevirmiş, bütün olumsuzlukları müsbete ve güzele döndürmüş.
Onun hayatı barış ve sevginin binlerce örneği ile doludur. Şu örnekler ondan sadece bir demet gül–i Muhammedî'dir Sallallahu Aleyhi ve Sellem.
Kiralık kâtil sevgiye vuruldu
Kureyş müşrikleri Peygamber'imizin varlığını ortadan kaldırmak için karar üstüne karar alıyorlardı. Ama her seferinde yüzgeri dönüyorlar, hiçbir şekilde emellerine ulaşamıyorlardı.
Bu sefer de toplandılar, iki tane kiralık kâtil tuttular. Yüklü miktarda para karşılığında görev verdiler. Bu iki adam Umeyr ve Safvan'dı.
İki kafadar kendi aralarında konuştular. Safvan Mekke'de kalacak, Umeyr ise Medine'ye gidecekti. Umeyr Medine'de kimseye hissettirmeden Peygamberimizin hayatına son verecek, sessiz sedasız dönüp gelecekti.
Umeyr yola koyuldu, bin bir düşünce ve plan içinde uzun bir yolculuktan sonra Medine'ye ulaştı. Başıboş bir şekilde şehirde dolaşıp duruyordu. Çevreden ne niyetle geldiği de seziliyordu artık...
Umeyr'in Medine'ye geldiğini öğrenen Peygamberimiz onu görür görmez hemen yanına çağırdı.
Umeyr'in gözlerinin içine bakarak şöyle konuştu:
"Safvan ile aranızda şöyle şöyle konuştunuz, şu kararı aldınız, değil mi?" Sözleri bitince de mübarek elini Umeyr'in göğsü üzerine koydu. Umeyr kızardı, bozardı, telaşa kapıldı. Peygamberimiz bütün düşündüklerini ve konuştuklarını birer birer söylemişti. "Evet, doğru söylediniz" demekle yetindi. Bu arada korkusundan ne yapacağını bilemez olmuştu. Ancak Peygamber'imizin gözünün içi gülüyordu. O merhamet, şefkat ve bağış peygamber'iydi. Eliyle Umeyr'in göğsündeki düşmanlık duygularını, kin ve nefretini çıkarıp almıştı.Umeyr rahatladı, sakinleşti. O katil ruh gitmiş, yerine temiz ve aydınlık bir ruh gelmişti Yapacak başka hiçbir şey de kalmamıştı.. Zaman geçirmedi, hemen Peygamberimizin eline kapandı, şehadet getirdi, Müslüman oldu. Peygamberimizin sevgisi bu kiralık katili de kurtarmış, onu Sahabileri arasına katmıştı. O güzelim sevgi nelere kadir değildi ki? Peygamberimiz pek haklı olarak onu öldürtebilir, kimse de bir şey diyemezdi. Çünkü adamın niyeti belliydi. Fakat O bunu yapmadı, Umeyr'i iman Cennetine çekti, İslâm kahramanı yaptı, gücünü İslâm yolunda kullandı. Peygamberimiz adam harcayan biri değil, insan kazanan bir güzelliktir.

Sevgiye dönüşen düşmanlık
Yıl 630 Peygamber Efendimiz on bin kişilik İslâm ordusu ile Mekke'ye girdi ve şehri fethetti. Hazreti Bilal'e de emir verdi, Kâbe'nin d..... çıkıp ezan okumasını istedi.
Hazret–i Bilal hemen Kâbe'ye tırmandı, heyecanlı ve yanık bir sesle ezan okumaya başladı.
Müslümanlar tarifi imkânsız bir heyecana kapılmışlar, sevinçten uçuyorlardı.
Mekke'nin ileri gelenleri de üzüntülerinden çatlayacak hale gelmişlerdi. Ebû Süfyan, Attab ve Hâris bir köşeye oturmuşlar, kendi aralarında konuşuyorlar, birbirlerine dert yanıyorlar, çaresizlik içinde kıvranıp duruyorlardı.
Attab üzüntüsünü şöyle ifade ediyordu:
"Babam Esid ne şanslı bir adamdı ki, bu günleri görmedi."
Hâris daha ileri gitti, içindeki kini kelimelere döktü, Hazret–i Bilal'i tahkir etti:
"Muhammed bu kara kargadan başka bir adam bulamadı mı ki, müezzin yapmış?"
Ebû Süfyan insaflıydı. Kötü konuşmaktan çekindi. O da şöyle dedi:
"Ben korkarım, bir şey demeyeceğim, kimse duymasa da şu Batha'nın taşları konuştuklarımı Ona haber verir, O da öğrenir, gelir bize söyler."
Gerçekten de az sonra Peygamber Efendimiz çıkageldi, onları bir arada gördü ve aralarında geçen konuşmayı, ne söylediklerini kelimesi kelimesine söyledi.
O esnada Attab ile Haris, Efendi'mizin bu güzelliği ve sevimliliği karşısında daha fazla dayanamadılar, Şehadet getirdiler ve Müslüman oldular, Peygamberimizin yanında yer aldılar. Çok bir zaman geçmeden Ebû Süfyan da Müslüman olacaktı.
Efendi'mizin sevgisi onların gönlünü de fethetmişti.

Süheyl'i değiştiren sır
Süheyl iman etmemişti, henüz Müslüman değildi. Bir çarpışma sonunda esir düştü. Müslümanların elindeydi.
Hazret–i Ömer Peygamberimizin yanında oturuyordu. Kızgın ve öfkeli bir hal vardı üzerinde. Peygamberimize eğilerek keskin bir sesle dedi ki:
"Ey Allah'ın Resulü, izin verin de dişlerini sökeyim şu adamın. Bu adam yaptığı etkili konuşmalarıyla Kureyşlileri ayaklandırdı, üzerimize gönderdi, bizimle savaşmalarına sebep oldu."
Peygamber Efendimiz Hazret–i Ömer'i sakinleştirdi, adama bir zarar vermesine izin vermedi. Sonra da şöyle konuştu:
"Yâ Ömer, Birgün gelir, bu adam senin hoşuna gidecek bir iş yapar."
Peygamber'imizin merhameti ve şefkati Süheyl'in gönlünü almaya yetmiş, artmıştı bile. Fazla bir zaman geçmeden Süheyl İslâm bahçesinde gözünü açacaktı.
Medine'ye hicret etmemiş, Mekke'de kalmış, orada yaşıyordu.
Birgün geldi, Peygamber Efendimiz dünyasını değiştirdi, âhirete göç etti. Sahabiler çok üzüldü, bir kısmı kendinden geçti. Bunlardan birisi de Hazret–i Ömer'di. Şöyle haykırıyordu:
"Kim Muhammed öldü, derse onun boynunu vururum."
Efendimizin ölümüne inanamıyordu. Peygamberimizi o kadar çok seviyordu.
Hazret–i Ömer gibi insanları bu halde görünce Hazret–i Ebû Bekir bir konuşma yaptı, şu gerçekleri dile getirdi:
"Kim Muhammed'e inanıyorsa o öldü, ama kim Allah'a inanıyorsa, o Hayy'dır ve diridir, ölmez." Hazret–i Ömer'e de hitaben, "Kendine gel ey Ömer!" diyerek teskin etmeye çalıştı.
Kısa süre sonra Hazret–i Ömer sakinleşmiş, Sahabeler de rahatlamışlardı.
Mekke'deki sahabelerin durumu da Medine'dekilerden pek farklı değildi. Büyük bir yıkıma uğramışlardı. Aralarında Hazret–i Ömer gibi aşırı derecede üzülenler olmuştu.
Bu esnada Hazret–i Süheyl aynen Hazret–i Ebû Bekir'in yaptığı konuşma gibi bir konuşma yapmış, Sahabeleri teskin etmiş, ortalığı yatıştırmıştı.
Hz. Süheyl İslâm öncesi yaptığı konuşmalarla nasıl Kureyşlileri Müslümanların üzerine kışkırtıyorsa, o etkili dili kullanarak bu sefer de Müslümanları rahatlatmış ve diliyle İslâma hizmet etmişti.
Peygamberimizin Hazret–i Ömer'e sözünü ettiği mesele böylece ortaya çıkmış oluyordu.

Kurtlar çoban olunca
Efendimiz sadece insan canavarları değil, dağların canavarı, çobanların korkulu rüyası, koyun ve keçilerin kâbusu olan kurtları da sevgi hâlesi içine almıştı. Kurtların çoban olduğu bir devir ki, anlamaya, anlatmaya ve yaşamaya değer...
Çoban Medine'nin dışında, dağlık bir kesimde sürüsünü otlatıyordu. Bir ara sürünün dağılmaya başladığını gördü. Keçiler, koyunlar sağa sola kaçışıyorlar, zapt olmuyorlardı. Dikkat etti, baktı ki, sürüye kurt dalmış, keçinin birisini de kapmış, götürmeye çalışıyordu. Hemen gitti, keçiyi kurdun ağzından kurtardı. Kurt çobana saldırmadı, birden bire çıkıştı, başladı konuşmaya:
"Allah'tan korkmadın da mı, rızkımı elimden aldın?"
Çoban şaşırdı, yılların çobanıydı, ama kurdun insan gibi konuştuğunu hiç görmemişti ve duymamıştı, ama kendini tutamadı:
"Hayret doğrusu" dedi, "bu kurt tıpkı insan gibi konuşuyor?"
Kurt susmuyordu, konuşmaya devam etti, aynı şekilde çobana karşılık verdi:
"Asıl hayret edilecek kişi sensin. Sürünün başında duruyorsun da Allah'ın gönderdiği peygamberden haberin yok. O öyle bir peygamber ki, Allah ondan daha büyük ve şerefli bir peygamber göndermemiştir. Cennet kapıları ona açılmıştır. Cennet ehli onun sahabilerini seyrediyor. Nasıl savaştıklarını ibretle izliyorlar. Seninle onun arasında sadece bir vadi vardır. "Haydi git de onların arasına katıl."
Kurt doğru söylüyordu ama sürüyü dağ başında bırakıp nasıl gidecekti? Üstelik kurt da oradaydı, nasıl itimat edecekti? Kurda dedi ki:
"Tamam, ben giderim ama benim keçilere kim bakacak?"
Kurt, "Ben bakarım" dedi, "Sen dönünceye kadar onları gözetlerim."
Artık yapacak bir şey yoktu. Kurdu Allah konuşturuyordu. Çobanlığı kurda devretti, şehre indi, doğruca Peygamberimizin huzuruna gitti. Durumu anlattı ve iman etti
Tekrar sürüsünün başına döndü. Bir de baktı ki, kurt çobanlığa devam ediyor. Sürüde herhangi bir kayıp yok. Gitti, sürüden bir keçi tuttu, getirdi, kurda ikram etti. Çünkü kurt kendisine hem rehberlik yapmış, hem de sürüsünü korumuştu.
Evet, onu evcil hayvanlar değil, canavarlar, yırtıcı hayvanlar da seviyordu. Davasını insanlara ulaştırıyordu. Kurt kurtluğunu bırakmış, insanları imana ve İslâm'a davet ediyordu.
Kurtlar da onun getirdiği hidayet, barış ve huzur ortamından istifade etmişler, dağdaki insanları Efendimizin huzuruna göndermişlerdi.
Bu örnekleri çok dile getirmek, çok anlatmak, yaygınlaştırmak lazım. Sevgiden mahrum gönülleri, barışa düşman bakışları, kinle dolan gözleri bu sevgi güneşine çevirme görevi bizi bekliyor.

Sevgi denince bu duygunun bir sembolü vardır. Bu duyguyu mükemmel manada yaşayan insanlar vardır. Sevginin sembolü iki cihan serveri Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam, onu yaşayan bahtiyar nesil de Sahabilerdir. Onların hayatlarının hangi safhasını incelesek, hangi yönlerine baksak önümüze hep sevgi hâleleri çıkacak, sevgi ışıkları saçılacaktır. İşte onlardan sadece birkaç örnek. Buyurun okumaya, hayır hayır, okumaya değil, yaşamaya ve yaşatmaya…
Sevban'ın hüznü ve sevinci Sevban Yemen'liydi. Bir savaş sonrası esir olarak Mekke pazarına getirildi. Köle diye satılıyordu. Peygamberimiz parasını verdi, serbest bıraktı.
Peygamberimiz Sevban'a dünyaları bağışlamıştı. Gencecik insan sevincinden uçuyordu. Peygamberimize gönülden bağlandı, onu canından öte sevmeye başladı.
Peygamberimiz kendisine gayet samimi olarak şu teklifi yaptı:
"Sevban, istersen memleketine, ailene dön, onlarla yaşa, istersen bizim yanımızda kal, ehl-i beytimiz arasında bulun." Bu teklif Sevban'ın dört gözle beklediği bir fırsattı. Başına talih kuşu konmuştu. Diğerini düşünmeden Peygamberimizin hizmetinde kalmayı severek, sevinerek kabul etti. Sevban Peygamberimizi bir gölge gibi takip ederdi. Ondan ayrı kalmaya hiç dayanamazdı. Tam bir peygamber aşıkıydı. Ama çeşitli hizmet ve görevler dolayısıyla zaman zaman Peygamberimizden ayrı geçirdiği günler de olurdu. Birgün melül mahzun ve perişan bir halde Peygamberimizin huzuruna geldi. Rengi uçmuş, vücudu zayıflamış, yüzünde nokta nokta keder belirtileri vardı. İçler acısı bu halini gören Peygamber Efendimizi hemen sordu:
"Neyin var Sâlim, hasta mısın?" Sevban içini döktü en sevdiği, anasını babasını tercih ettiği o güzel insana:
"Ne hastalığım var, ne bir ağrım yâ Resulullah, hiçbir şeyim yoktur. "Yalnız yanınıza gelip nur yüzünüze bakıyorum, huzurunuzda oturuyor, sohbetinizi dinliyorum. Bazan sizi görmediğim zamanlar size olan sevgim daha artıyor, size kavuşuncaya kadar üzüntüden bunalıyorum.
"Sonra âhireti hatırlıyorum. Sizi orada göremeyeceğimden korkuyorum. Çünkü siz Cennette diğer peygamberlerle birlikte yüce makamlarda bulunacaksınız. Bense Cennete girsem bile sizin makamınızdan çok aşağılarda bulunacağımdan, sizi orada görememekten endişe ediyorum." Sözünü bitirinceye kadar sonuna kadar Sevban'ı dinleyen Peygamberimiz tam ona cevap vermeye hazırlanırken Cebrail Aleyhisselam geldi ve şu âyeti okudu:
"Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği Peygamberlerle, dosdoğru olanlar, şehitler ve salih kullarla beraberdir. Onlar ne iyi arkadaştırlar."
Sevban'ın sevincine diyecek yoktu. Üzerindeki o perişan ve üzüntülü hal gitmiş, şen şakrak ve ışıl ışıl bir yüze kavuşmuştu. Peygamberimize olan sevgisinin mükafatını Allah dünyada iken veriyordu. Ebu Zer Hazretleri Peygamberimize sordu:
"Yâ Resulallah! İnsan bazı kimseleri sever, fakat onların yaptığını yapamaz, ne dersiniz?"
Peygamber Efendimiz:
"Ey Ebû Zer sen kimi seviyorsan onunla berabersin."
"Yâ Resulallah, ben Allah ve Resulünü seviyorum." Peygamber Efendimiz:
"Şüphen olmasın, kimi seviyorsan onunla berabersin." Ebu Zer sorusunu bir daha tekrar etti, Peygamberimiz yine aynı cevabı verdi.
Peygamberimizi sevmenin bedeli Peygamberimiz birkaç gün yiyecek bir şey bulamamış, aç kalmıştı. Bu durumu öğrenen Hazret-i Ali, Efendimize ikram etmek amacıyla bir şey aramaya koyuldu. Medine'nin dış mahallesinin birinde bahçesini sulamakta olan bir Yahudi'yi gördü. Gitti, iş aradığını söyledi. Yahudi de kuyudan çektiği her kova karşılığında bir hurma vereceğini söyledi. Hazret-i Ali kabul etti ve çalışmaya başladı. On yedi kova çektikten sonra işi bıraktı, en iyi hurma cinsinden on yedi tane hurma kazanmış oldu. Sevinç içindeydi. Hemen Peygamberimizin huzuruna gitti. Hurmaları Peygamberimize takdim etti. Peygamberimiz:
"Ey Hasan'ın babası, bu hurmaları nereden aldın?" Hazret-i Ali:
"Yâ Resulallah, aç kaldığınızı öğrenince iş aramaya başladım, bir Yahudi'nin kuyusundan su çekerek bu hurmaları kazandım." Peygamberimiz:
"Bu işi Allah'ı ve Peygamberini sevdiğin için mi yaptın?" Hazret-i Ali:
"Evet, yâ Resulallah." Peygamberimiz:
"Hangi kul Allah ve Resulünü severse, fakirlik ona selin yatağına akışından daha hizli gelir. Allah ve Peygamberini seven kimse belalara karşı silahlansın." Buradaki fakirlik, manevi bir makam olan Allah'a karşı fakirliğini bilmektir. Ne kadar zengin olursa olsun bütün malın ve mülkün Allah'a ait olduğu bilincine varmaktır. Böyle bir insana gelecek olan belalar ise, şeytanın ve nefsin o insanla daha çok uğraşması demektir. Bunun için insan bu görünmez düşmanlara karşı hazırlıklı, dikkatli ve uyanık olmalıdır. İmandan gelen bu sevgiyi arttırmaya çalışmalıdır.
Talha sevimli bir gençti. Peygamberimizi çok seviyordu. Peygamberimizi ne zaman görse hemen çevresini alır, mübarek ellerine sarılıp öpmek için can atardı. Peygamberimiz de Talha'yı çok severdi. Yine birgün Talha, Peygamberimizi görür görmez yanına yaklaştı, ileri atıldı, heyecanla konuştu:
"Yâ Resulallah! Ne emrederseniz yapmaya hazırım, hiçbir emrinizi geri çevirmeyeceğim." Talha'nın bu sevimli hali Peygamberimizin hoşuna gitti, gülümseyerek:
"Öyle ise git, babanı öldür!" Talha, aniden ayağa kalktı, kapıya yöneldi, fırlayıp dışarı çıktı, yıldırım hızıyla gidiyordu. Peygamberimiz şaka yapmıştı, arkasından seslendi:
"Gel, gel! Ben akraba bağlarını çiğnetmek için gönderilmedim." Talha bin Berâ geri döndü geldi.
"Sevgimden yüzüne bakamıyordum"
Amr bin Âs Mısır fatihiydi, büyük bir komutandı. Altı yıl kadar Mısır valiliği görevinde bulundu. Peygamberimizin yakın arkadaşlarındandı. Büyük bir diplomattı, siyasi meselelerde dâhi idi. Çok üstün bir zekâsı ve ikna kabiliyeti vardı. 90 yaşındaydı. Hasta yatağındaydı, son günlerini yaşıyordu artık. Ölüm döşeğindeydi, ruhunu teslim etmek üzereydi. Uzun uzun ağladı ve sonunda yüzünü duvara çevirdi. Oğlu,
"Babacağım" dedi, "Peygamberimiz sizi bazı şeylerle müjdelemişti." Hz. Amr anlattı:
"Ben üç hal üzere bulundum. Düşünüyorum da bir vakitler Resulullahı benim kadar sevmeyen birisi yoktu. Onu öldürmek için fırsat kollamıştım. Bu hal üzere ölseydim Cehennemlik olurdum. Cenab-ı Hak İslâmın nurunu kalbime yerleştirince Peygamberimize gittim:
"Uzatın sağ elinizi size bîat edeceğim" dedim.
"Ne oldu sana ey Amr?" buyurdu.
"Bir şartım var" dedim.
"Nasıl bir şart?" dediler.
"Allah'ın beni affetmesini istiyorum" dedim.
"Bilmez misin, İslâm önceki günahları yok eder" buyurdu. Bundan sonra benim gözümde Peygamberimizden daha sevimli ve ondan daha büyük bir insan kalmadı. Ona karşı duyduğum saygıdan dolayı doya doya yüzüne bakamıyordum. Çünkü ona doya doya bakamazdım. Bu hal üzere ölürsem cennetlik olmayı ümit ediyorum.
 
Üst