Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Semih Çelenk: “Yalınlaşma Çabası İnsanın Özüne Dönme Çabasıdır.”

Pozitivizm

??☔Devil Wears Prada?☔?
MFC Üyesi
Konum
Maldivler??
  • Üyelik Tarihi
    28 Şub 2020
  • Mesajlar
    24,446
  • MFC Puanı
    200,440
Semih Çelenk Yalınlaşma Çabası İnsanın Özüne Dönme Çabasıdır

Bir sanatı üretmek zordur ama esas zor olan o üretimi yaşamaktır bence. Sanatı yaparken yaşayan insanlara sanatçı denmesini daha doğru buluyorum. “Ruhun elle birlikte çalışmadığı yerde, sanat olmaz.” der Leonardo da Vinci. Yaptığın sanatla bağdaşan bir hayat sürmüyorsan sadece üretim yapıyorsun demektir ve bu üretimler de bir zaman sonra silinip giderler. Uzun süredir sanata ve hayata dair paylaşımlarını, ürettiklerini keyif alarak takip ettiğim bir isim Prof. Dr. Semih Çelenk. Sanatının yanı sıra hayata bakış açısını ve bu bakış açısını yaşamına yansıtabildiğini gözlemlediğinizde O’nda sanatçının karşılığını bulmuş oluyorsunuz. Akademisyen, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni, şair ve en çok da bu sıfatları hayatına yansıtmış bir sanatçı olan Sevgili Çelenk’le çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

“Yalınlık derinleşmek için en uygun mecradır.” diyorsunuz. Cümlenin anlamına ne kadar da uygun, yalın bir cümleyle derinleşiyor insan. Yalınlaşma çabasına vurgunuz, desem?

Kısa bir metinde geçen bir cümlem bu. Hayatın çok fazla detay ürettiğini ve bu detayların insanın kendisiyle yabancılaşmasını getirdiğine inanıyorum. Yalınlık, sadelik insanların kaçınılması gereken bir şeydi eskiden. Kendini kişisel anlamda süslemek, mülkiyet sahibi olmak, değişik araçlara sahip olmak, değişik eğitimler almak, yaşantıda olur olmaz detaylara sahip olmak gibi şeyler insanı karmaşık ve içinden çıkılmaz bir canlı beden olduğunu unutturan şeyler aslında.

Hâlbuki ölümlü birer canlı bedeniz. Bu dinsel bir deyişle ‘mukadderat’, daha maddesel düşünürsek ‘varoluş’ diyelim bunun adına. Bu varoluşun anlamını ve çerçevesini kavrayabildiğini düşünüyorum insan dışındaki canlıların. Geçen gün sohbet sırasında bir arkadaşım “İnsan olmamış, iyi bir tasarım değil” dedi. Gerçekten de diğer canlılarla karşılaştırdığımızda iyi bir tasarım olmadığımızı anlıyorum. İnsan sürekli kaygı üretiyor. Kuşkusuz hiçbir karınca otuz sene kredi ödeyeyim, ev alayım diye psikolojik sıkıntılar yüklemez kendisine. Yalınlaşma çabası insanın özüne dönme çabasıdır. Bunu yapabilir miyiz? Çok zor ama bunun için çaba gösterebiliriz. Zaman zaman yaşantının özü, insanın özünü hatırlatmamız gerektiğine vurguydu bu cümlem. Mesela eski köylerde, genel olarak mezarlıklar ya giriş ya çıkıştadır, yani günde bir, iki kez görürsün. Ama günümüzde, yani şehirlerde mezarlıklar genelde gözden uzak yerlerde oluyor yani gömüp kaçıyoruz. Ölen kişiyle ilişkimiz kalmıyor, hayattan düşmüş oluyor. Bunun nedeni biraz da kapitalizm, üretimden düşen canlının bir ifadesi, anlamı yok onun için. İlkel yaşantıda bir ruhsallık var ama günümüzde ölen kişiden sonra, şimdi mülkiyet kimin tartışması çıkıyor, sistemde bunu soruyor. Şimdi ben kimden vergi alacağım, devlet bize bunu dayatıyor. Halbuki yazık öldü, demiyor. Ölümle ilgili şunu kavramamız gerektiğine inanıyorum. Bizim gündelik yaşamımıza hız veren şey ölümdür, ölüm düşüncesidir. Yani biz var olma ivmesini ölümden alırız. Ölüm gibi bir şey olmasaydı yaşantı da olmazdı. Biz bu dinamizmde bir şeyle yarışıyoruz. İnsanın bütün edimleri yemek yeme, görme, gezme, kitap okuma vd. ölüme karşı yapılmış eylemler aslında. Ve seni kalıcı kılacağını düşündüğün şeyler. Haz alıyorsun ve bu hazzı sürekli kılmak istiyorsun.

Hamlet’te şöyle bir söz vardı “Bilinç işte böyle korkak ediyor hepimizi.” Bilinç, bütün ölçüyü de aşmamıza neden oluyor. İnsanın bilinci, zekâsı ile yapamayacağı şeyi de yapabilecek gibi düşünmesi yani tanrısallaşması. Burada ölçünün kaçtığını düşünüyorum. Yalınlık dediğim şey bir varlık olarak insanın ne olduğunu anlamaya, kavramaya çalışmasıyla ortaya çıkar ve ancak orada derinleşmek mümkündür. Diğer türlü yüzeysel yaşıyoruz zaten. Bir araba al daha sonra bir üst modelini almak için çabala, burada bir bilinç yok. Ama onun aracılığıyla tanrısallaştırıyorsun kendini. Oysa bir depremde, bir selde ya da ölümde insanın tanrısallığı kalmıyor. Doğa hep hatırlatır insana kendini, kendi olması gerektiğini.

Joseph Campbell’ın ölümünde önce yapılmış bir nehir söyleşi kitabı olan Mitolojinin Gücü’nü okuyorum ara ara. Kadın ve ölüm üzerine birçok şey anlatıyor ve şöyle diyor “İnsanın doğayla ilişkisi; modern insan doğayla karşı karşıya geldiğinde afallıyor. İnsan bir ormanda yürürken kendini keşfediyor, oysa modern hayatta yürürken insan sadece bir enstrüman. Yani bedensin ama beden değilmişsin gibi davranıyorsun, kavramsal yaşama diyorum ben buna, o kadar özverili bir insan ki diyorsun, sen belirliyorsun o da kendini öyle belirliyor, her birey sonuçta başı sonu belli olan bir hayatı yaşayan bir canlıdır. Ve canlı anla ilgilidir çünkü diğer tarafları hep ruhsallıktır.

Şöyle düşünelim; geçmiş pişmanlık üretir, gelecek kaygı üretir ve yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur ikisi içinde. Kaygı üretiyor ev al dışarıda kalma diye, o kaygıyla günü de mahvediyoruz. Oysa an, bedensel varoluşun en hissettiği ve müdahil olduğu zaman dilimidir. Geçmişle yaşayan insanlar keşkelerle, gelecekle ilgili yaşayan insanlar da kaygıyla yaşarlar. Endişe üretirler ve bu arada an kaybolur. Oysa anda bir şeye karar verebiliriz, o ana müdahale edebiliriz. Dallanan budaklanan bir konu bu ama temel olarak vurgulamak istediğim şeyler tam da bunlar insanın yabancılaşmasını aşabilecek yegâne şey diye bunu yazmıştım.

“çok meşgul adamların
ve çok meşgul kadınların
çok huysuz çocukları
otomobillerle tartıyorlar birbirlerini
çok modern gramofonlarda
hızlı bir hüzzam rep makamında
titriyor yolları kaldırımları”.
Hurufat’ın fısıltısında kendine, insana, yaşama yabancılaşmak var. Biraz da dizelerinize bir fısıltı olarak eşlik eden “yabancılaşmak” ı konuşalım.

Bence temeldeki yabancılaşmaya değinmek gerekiyor. Marx da bu konunun üzerine oldukça duruyor ve önemsiyor. İnsanın emeğine yabancılaşmasını, kendine yabancılaşmasına bağlı olarak değişik şekilde inceliyor. Öncelikle doğadaki diğer canlılarda yabancılaşma yok, evcilleşmiş hayvanlarda da yok, ama insanın bedensel varlığı ve sınırlılığıyla, kendi zekâsının sınırsızlığı ve ölçü dışılığı arasında başlıyor yabancılaşma. Yani insan hayata başladığı andan itibaren zekâsı ve zihinselliğiyle doğanın içinden modern bir hayat üretmeye başlıyor. Uçağı üretmesi, gökdelenleri üretmesi, yapay organlar üretimi … Tüm bunları yaparken kendisini evrenin efendisi olduğuna ikna ediyor, aynı zamanda da 70-80 yaşında, ortalama olarak, bu tanrısallaşma sona eriyor.

Buradaki çelişki yabancılaşmayı yaratan şey. Biz hangisiyiz? Diğer tarafın aleyhine yani ölümlü beden aleyhine gelişmiş her şey. Bunu ne zaman kavrıyoruz sağlıkla ilgili bir problem yaşadığımızda, sporda, dansta vs. bedensel varlığı hissettiğimizde insanın daha insan olduğunu düşünüyorum ben. Diğer türlü bir zihinsellik üzerinden giden insan, bunun üzerine yaşayan insan giderek kendinden uzaklaşmış oluyor, tabii burada şu çıkar karşımıza zihinsellik de insani bir kavram, sorular soruyor kendine, helikopter böceğine baktığında helikopter görüyorsun doğanın kendisi zaten teknolojinin öncüsü. Uçağı yaptı insan ama doğada bir yığın uçan varlık var. Mesela kırlangıçlar Ege’den kalkıyorlar, Arap Yarımadası’na gidip yazın tekrar buraya geliyorlar, gittikleri yerde de aynı yuvayı buluyorlar burada da. Bu ne teknolojik ne de zihinsel açıklanabilecek bir şey değil aslında. Bunların çoğu doğanın kendisi içerisinde saklı, insan bu zihinsellikten vazgeçmeli diye demiyorum bunu.

Asıl yabancılaşma zihinsellikle bedensel gerçekliği arasındaki koşuşturmacadan doğuyor. Ben bir söyleşide şunu söylemiştim “Şükürler olsun Ulu Manitu’ya bizi bu şizofrenik koridorda yaratmış.” Bütün bilimin sanatın kaynağı da bu koridor aslında yani bu gelgitler. Evet böyleyiz, tanrısalız ama aslında ne kadar da basit bir yaratığız. Mesela Shakespeare Hamlet’te “İnsan ne kadar yüce, kavrayışı ne kadar soylu, ama insan özü toz yaratıktır” diyor. Sonra mezar sahnesinde ”İnsan neden besler kendini?”, “İnsan kendini solucanlara yem olmak için besler.” diyor. Korkunç bir şeymiş gibi geliyor kulağımıza ama baktığımızda öyle. Aziz Nesin’e sorardık “İnsanın amacı ne?” diye, “İyi bir gübre olmak yeryüzüne” derdi. Çok çarpıcı örnek bu aslında ama suratına da vurması gerekiyor insanın. İşte biz bu ikisi arasında gidip geliyoruz. Yabancılaşma genellikle zihinsellik aleyhine değil lehine oluyor. Yeryüzünde yaşadığımız şey edebiyatta, sanatta, siyasette bütün alanlarda zihinsellik hâkim oluyor. Kavramsallıklar üretip o kavramsallıklarla yaşamaya başlıyoruz.

İnsanoğlunun yaşamı da yabancılaşmış bir yaşantı. Doğal bir yaşantı değil, asıl mesele de buradan kaynaklanıyor. Mesela özveri. Doğada özveri diye bir şey yok. Sen kendi egon için özveri yapıyorsun. Özverili bir kişi olma ihtiyacı seni özverili yapıyor. Düşünün bir insan bir insan için neden kendini feda eder. Bunun için bir adım ilerisi olması gerekir. Özverili davrandın öldün, e sonra? Kendi varlığını yücelttiğine inanıyorsun ve psikolojik bir doyum hissediyorsun ya da bu davranışınla cennetin kapısını araladığını düşünüyorsun. Bunun dışında özveri nedir ki?

Uzun zamandır şu cümle üzerine notlar alıyorum “Bütün kurbanlar kahramandır ve bütün kahramanlar kurbandır.” Yani birilerini kurban ediyoruz ama kahramanlık madalyası veriyoruz ama kahraman yaptıklarımızı da kurban ediyoruz. Yani kahramanlığın karşılığı kurban olmak oluyor. Antik tragedyalarda da böyleydi, mesela tanrısal düzene başkaldıran Prometheus insanlığa ateşi getirdiği için zincirlendi ve hayvanlara yedirildi ama aynı zamanda insanlığa ateşi getirdiği için “kahramandı” dendi. Farklı bir örnek Galileo’da da vardır. Derler ki “Dünya dönmüyor” dersen kazları yersin,” tamam kazları alayım ben dünya dönmüyor” der. Çırağı der ki ne yapıyorsunuz efendim neden “Dünya dönmüyor dediniz” der. “Dünya zaten dönüyor” diye cevap verir. Kahraman olmadı, hakkını kazlardan yana kullandı, ama dünya dönüyor yine.

Şiirlerinizde genelde akılda kalan, ölüm ve ölüme karşı duyulan umutsuzluk. “Gün yalandan da olsa doğacak.” diyorsunuz bir şiirinizde. Bu duygu ölüme karşı karanlık bir umutsuzluk mu?

Lucretius’un galiba bir sözü vardır. “Ölümden ben neden korkayım ki o geldiğinde ben olmayacağım, ben varken o yok.” Bu güzel bir mantık. Ölüm şudur aslında, insana sonlu ve sınırlı olduğunu hatırlatan bir kavram. Yani dünyasal olana çok bel bağlamaması açısından çok çarpıcı ve bir diğer taraftan bakınca da bizim bütün dünyasal enerjimizin kaynağı yani varoluşumuzun kaynağı. Yazı yazmamızın, su içmemizin, yemek yememizin, gezmemizin, okumamızın… Düşünsenize altı yüz yıl yaşayacağımızı düşünsek bugün sabırsızca plan yaptığımız bir yeri görmeyi erteler iki yüz yıl sonra görürüm, derdik. Birçok şey böyle, bu da bir ölçü aslında. Eğer ölümsüzlük olsaydı hiçbir şey kalmazdı ve motivasyonu olmayan canlılara dönüşürdük. Ölüm, yabancılaşmadan insanı kurtaracak ve insanın varoluşunu canlı kılacak çok önemli etki. Yoksa umutsuzluk değil bendeki. Hani “Ölüm var bir şey yapmayalım” değil, “Ölüm var bir şeyler yapalım.” Umutsuzluk ölüm açısından etkili bir sözcük. Bir bitiş olduğu için.

Stephan Mallarme “Şiir fikirlerle değil kelimelerle yazılır.” der. Sizin için şiir imgelerin izdüşümü mü yoksa kelimelerin en saf, doğal halinin dile gelişi olarak tarif edilebilir mi?

Şiir üzerine o kadar çok söylenmiş cümle var ki, şiirin kimisi sadece semantik olarak kimisi ses dizgesi olarak kimisi de müzik olarak bir duygu yarattığını söyler. Fikirsiz şiir olmayacağını düşünüyorum ama şiirin tamamen bir fikirle kuşatılmayacağını da düşünüyorum. Bir şey daha var bunlara ekleyeceğim; Şiir aynı zamanda bir hikâye olmalı. Edebi tür olarak hikâye değil, şiir bir insan halini, bir duygu halini anlatan bir şey de olması lazım. “Çarpı/k bacaklarıyla yerden bitme bir çocuk” diyor Can Yücel “Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim” de. Şimdi burada biz o imgeyi görüyoruz, çarpık bacaklı bir çocuk yerden bitmiş bir bitki gibi tarif ediyor kendini, bu aynı zamanda bir hikâyedir. Ama öykü diliyle değil şiir diliyle anlatıyor. Yani şiir aynı zamanda imgesel bir hikâye, imgesel bir ruh halidir diyebiliriz. Bundan şiirin kaçtığını düşünüyorum ben, imge havaya sıkılmış bir kurşun olamaz, öyle bir şiirden çok uzağım. Benimkisi daha çok dramatik anlatımcı bir şiir. Tiyatro disipliniyle ilerlediğim ve düşündüğüm için şiirimde de bunun etkisi görülüyordur.

Gündelik yaşamda, dilimizde, sosyal medyada kime ait olduğunu bilmediğimiz cümleler, dizeler var. Sizin de bu bilgi kirliliğine itirazınız olarak gördüğüm “Can Yücel’in olmayan şiirler” çalışmanız var. Böyle bir çalışma içerisine girmek nereden geldi aklınıza ve bu çalışma nasıl bir araştırmadan geçti?

Bu çalışmaya başlamam, 1926’da doğan, 1999’da ölen ironik, lirik şiirler yazan, çeviriler yapan Can Yücel’le internet üzerinde dolanan Can Yücel’in farklı insanlar olduğunu anlamakla başladı. Bu farkı anladığınızda belirlediğim 43 sahte metinde olduğu gibi “Bunlar gerçek Can Yücel değildir, bunlar o insanı yok eder.” diyorsunuz. 43 adet o’na ait olmayan şeyi üretip kulaktan kulağa yaymak korkunç; cinayet gibi bir şey. Tıpkı şu örnekte olduğu gibi, yıllarca erotik fıkralar anlatıldı ve bu fıkraların Namık Kemal’e ait olduğunu bildik. Aslına baktığımızda “Nam-ı Kemal” denmekteydi “Kemal adında biri” demektir. “Nam-ı Kemal” nasıl yıllar içinde “Namık Kemal olmuşsa biz de Can Yücel’in bunları yazan adam olduğunu düşünebiliriz beş on sene sonra… Eğer ki bir şairin, bir yazarın şiirlerini, yazılarını ve yaşantısını biliyorsanız bunlara göz yummamalısınız.

Daha sonra bir arkadaşımız Cemal Süreya için yaptı bu çalışmayı. Tabii ki bu çalışmayı yapmak ciddi bir çaba gerektirdi. Öncelikle Can Yücel’i tanımak, onu araştırmak ve her şeyden önce şiirini bilmek gerekiyor. Bu araştırmaya ilk başladığımda böyle bir etkisi olacağını sanmamıştım ama sonrasında gelen tepkiler beni çok mutlu etti. Aslında şöyle ki yine ben o insanları etkilediğimi düşünmüyorum zaten Can Yücel’i bilmeyen, okumayan bu ayrımı fark edemez. Ama Can Yücel’i bilip okuyan ve bunun farkında olmayan insanları etkilediğimi düşünüyorum.

İşte o sahte şiirler;

1.Bağlanmayacaksın
2.Kadın Dediğin
3.Erkek Dediğin
4.Seninle Olmanın En Güzel Yanı
5.Anladım
6.Herşey Sende Gizli
7.Eğer
8.Herkes Gitmek İstiyor
9.Sevdiğin Kadar Sevilirsin
10.Sağlık Olsun
11.Tam zamanında Yaşamak (Yaşamak Zamanı)
12.Tersten Yaşamak
13.Biraz Değiştim
14.Bir gün Anlarsın
15.Gitmek
16.Seninle Yaşlanmak İstiyorum
17.Asla Keşkelerim Olmadı
18.Özledim Seni
19.Bilmelisin ki
20.Aşk
21.Boşver ve Yaşı Başı
22.Olmuyorsa Zorlamayacaksın
23.Ben Benden Olgun İnsan İsterim Karşımda
24.Öyle Sabah Uyanır Uyanmaz Fırlama Yataktan
25.Farkında Olmalı İnsan
26.Bir Eşi Olmalı İnsanın
27.Unutma
28.Sevgi Emekmiş
29.Özleme Dair (Kim Özlerdi?)
30. Ömür Dediğin Bir Gündür O da Bugündür
31.Aşk Ayakkabı Gibidir
32.Rakı İçen Kadınlar
33.Ateş ve Su
34.Ülke Bölünsün İstiyorum
35.Kadınım Ben
36.Senin İçin Yasak Dediler
37.Bayram Şiiri
38.Dostlar Irmak Gibidir
39.Öye Bir Hayat Yaşadım ki
40.Bir Yolun varsa Gidilecek
41.Ömür Dediğiniz Nedir Ki
42.Fakirin Gayrimeşru Çocuğu
43.Ey Yüreğim

Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Sahne Sanatları Bölüm Başkanlığını üstleniyorsunuz, kitaplarınız var, tiyatro oyunları yazıp yönetiyorsunuz. “Ve sanat, şöyle ağır ağır yerleşti mi insanın içine, gerçekten de kıskanılacak bir şeydir.” diyor Rilke. Sizde de gözlemlediğim şey bu. Sanat hayatınızın içine girmiş ve insanı kıskandırıyor. Akademisyenliğinizin yanı sıra önce Tiyatroevi’ni sonra da Balıklıova Köy Tiyatrosu’nu kurdunuz. Tiyatro yolculuğunuza hangi cümleler eşlik eder?

Hepsi birbiri içine giriyor bazen. Tiyatroevi, 1996 yılında Hamit Demir ile Gölge Tiyatrosu Dergisi ile başladı. Herkes her şeyi söylesin, tartışalım, konuşalım fikriyle yola çıkan bir dergi oldu. Bir süre devam etti ve daha sonra kesintiye uğradı. Sonrasında hadi tiyatro ile devam edelim, dedik Tiyatroevi İzmir 3-4 oyun yaptı. Daha sonra tiyatro İstanbul’a taşındı. Birkaç yıldır güzel bir yol kat ettiğimizi düşünüyorum. Çirkin oyunu ile başladık, Gelin Tanış Olalım ve Ayrılık geldi, şimdi birkaç prodüksiyon daha var sırada.

Yani Tiyatroevi hakikaten ev fikriyle düşünüldü, bir şeyler yaparız evde, düşünürüz, paylaşırız… Bir de şöyle bir özelliğimiz var. Ürün üretenler ürünün ortağı aynı zamanda. Yazar yazdı, payını alsın gitsin yok, yazar oyun oynandığı sürece pay alıyor. Herkes üretimde pay sahibi olduğu kadar maddi anlamda da pay sahibi oluyor. Bir patron tiyatrosu değil yani. İşletme gibi yürümüyor, masumiyetini koruyoruz.

Balıklıova ise, 6 yıl önce köydeki arkadaşlarımızla otururken, köyde o zamanlar yarı zamanlı yaşıyordum, bir tiyatro kuralım, oyun çalışalım, dedik. Bir profesyonel olarak benim için riskli bir şey olacağını düşündüm. Amatörlerle tiyatro yapmak riskliydi. İlk provayı yaptığımız gün pişman oldum. Heceleyerek okumanın sahneye de yansıyacağını ve böyle bir oyun sahneye yansırsa, ben de seyirci de haz almaz, diye düşündüm. Günlerce düşündüm, sonrasında ilk provalarda. Ya Semra abla sen eşine böyle mi sesleniyorsun? Sibel sen Ayhan’a böyle mi bağırıyorsun? Kendi tonlarını kendi hikâyeni kullan, dedim. Bir süre sonra ortaya heceleyerek okuyan insanlar yerine onun gündelik yaşamının tonlamasına ve hikâyesine uygun hale gelmeye başladı. Ve sonrasında devamı geldi, ortaya tiyatro değil hayatın bir saati, yansıması çıktı. Ben sürekli “Balıklıovaca konuşun, kendiniz gibi söyleyin” diyerek bu yolda arkadaşlık yaptım onlara. Bir rol yapıyor gibi değil o kişi oluyor gibi oldu. Bu da onlara motivasyon yarattı.

Bizimki amatör bir tiyatro ama sıkıcı bir tiyatro değil. Şimdiye kadar köy tiyatrosundan 40 kişiye yakın insan geldi, geçti. Köyde, tiyatro oynayanlar hayatlarında değişiklikler olduğunu söylüyor. Sahnede olmak, tiyatro içinde olmak onların okumalarına ve cesaretlerine yansıdı. Zaten oyunu yaşıyorlar. Sürekli oyun replikleri konuşuluyor köyde. Seyirci olan oynayana “Ee akşam öyle diyordun” diye laf atıyor, oynayan ona cevap veriyor. Yani tiyatro yaşantılarının içinde şu an, gündelik hayatlarına yansıdı. Köy tiyatrosuyla Datça’ya gittik, Kaş-Yeşilköy’e turne yaptık, İzmir’de oynadık, başka şenlik ve festivallere gittik, bu yıl da İstanbul’a gideceğiz. Köy tiyatrosu varlığını devam ettirirse, tüm yaşam alanlarında köyde mahallede kasabada tiyatrolar, korolar, halk dansları grupları olsa… edebiyat toplulukları olsa fena mı olur? Hayatı biraz daha inceltmeye çalışıyor sanat, edebiyat…

Yazıp yönettiğiniz “Gelin Tanış Olalım”da Fırat Tanış’ı abdal öykülerini aktaran bir aracı olarak görüyoruz. Aklın üst bilgileriyle harmanlanmış cümleler, öyküler ve türkülerle incelikle bağlanmış. Tüm bunlar ciddi bir iş ve birikim. Bu oyunun yaratım süreci nasıl gelişti?

Üç, dört yıl önce Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde Serkan ve Fırat ile başka bir konuyla ilgili bir araya gelmiştik ve dostluğumuz o zamanlar başladı. Bir gün aradım, “18 Mart’ta Ali İsmail Korkmaz Vakfı’nın, ALİKEV’in etkinliği var, biz de destek oluyoruz sen de orada olur musun?” dedim. Hatay’da etkinlikte bir araya geldik, dönerken Hatay Havaalanı’nda Fırat “Bir fikrim var seninle paylaşmak istiyorum.” dedi. Bir süre habersiz kaldık sonrasında kafasındaki fikri mail attı, hem soy ismiyle bağlantılı hem de kafasındakine uygun olan “Gelin Tanış Olalım” fikrini söyledi. Türkü ve türkülerin hikâyeleriyle yola çıkacaktık. Benim de aklımda bir abdal hikâyesi vardı yazmak istediğim. Oyun yazarı olarak benim de bu abdala bir hikâye yazmam lazımdı. Derken ortaya böyle bir şey çıktı. Bir abdal var ve bu abdalın bir gölgesi var yanında. Bir gölge, bir çocuk da olabilir. Aslında kendinin diğer yanını da anlatıyor olabilir. Bir araya geldik, çalışma takvimi oluşturduk. Sonra bu oyunu Tiyatroevi olarak yapmaya karar verdik. Metin ortaya çıktı ama Fırat’ın kafasında oluşturduğunun dışında olduğu için o da benim metin ve kafasındaki metinle provalarda kavga ettik biraz. O çocuk yani gölge, oyunun özü aslında. Ve tiyatroda en garanti şeyiniz inanmış bir oyuncudur. Bir süre sonra yazar da yönetmen de kalmaz sadece oyuncudur o oyunu bağlayan ve her şeyi o oyuncu yapar. Fırat bu fikre, bu oyuna sonuna kadar inandı. Ve bunun sonucu olarak şimdi bu oyuna müthiş derecede inandırıyor bizi. Hazırlığımız çok aşamalıydı. Şiir ve şarkıların dramatik olarak canlandırmasıyla da uğraştık.

Her zaman yanlış müziklere yüklenmiş şiirler vardır. Mesela oyunun bir yerinde Aşık Veysel’in “Beni hor göre kardeşim, sen altınsın ben tunç muyum?” var. Müzikle söylendiğinde müziğe biniyor bu sözler. Hâlbuki burada bir hesap sorma vardır, dramatik olarak deşifre etmeye çalıştık biz bunu. Müziği yaşamak ve yaşatmak gerekiyor. Ve bir anda tiyatral hale gelebiliyor bu sözler. Türkülerimizde TRT’nin getirdiği bir kimliksiz okuma. Bir sağduyulu, soğuk okuma var, tek tipleştirdi bizi. Yani şarkı aşktan geberme şarkısı, intizar şarkısı ama çok efendice okunuyor. Müziğe duygu yüklenmiyor. Neden arabesk sevildi, çünkü TRT’ye karşı daha organik görüldü. Bu fikir de bizi müziğe yanaştırdı. Müziğin kullanımını ve çalımını anlatımcı, dramatik bir hale getirdi. Gelin Tanış Olalım’ın 10 yıl falan oynayacağını düşünüyoruz. Şimdilik 42 oyun oldu sanırım.

Bu arada Fırat Tanış dışında oyunun hayat bulmasındaki isimleri de anmamız gerekiyor. Cem Erdost İleri, Sitar Sertaç Şanlı, Eren Erdoğan ve Mehmet Taylan Ünal enstrümanlarda disiplinli ve yaratıcı performanslarıyla, Metin Bozkurt, Tamer Serkan Subaşı teknik destekleriyle ve Hamit Demir’in de yapımdaki koşturmasıyla bu oyunun seyirci karşısına çıkması için müthiş bir uyumla çalışıyoruz…

Semih Çelenk Yalınlaşma Çabası İnsanın Özüne Dönme Çabasıdır
Semih Çelenk, Fırat Tanış, Sevinç Erbulak
“AYRILIK” Erkeklerin bezelye, kadınların marul olduğu bir oyun. Kadın-erkek ilişkilerine mizahi bir bakış açısıyla ele alınan Behiç Ak’ın yazdığı bu oyunun yönetmenliğini yapıyorsunuz. Sevinç Erbulak ve Fırat Tanış’ın usta oyunculuklarının yanı sıra güçlü diyaloglarla ve sahne güzelliğiyle şahane bir ekip işi bizleri karşılıyor. Bu oyunun ortaya çıkışındaki süreci konuşmaya ne dersiniz?

Oyuncudan yola çıkan bir süreç oldu. Fırat ile bir gün konuşurken “Biz Sevinç’le bir oyun yapmak istiyoruz.” dedi. Sevinç o dönemde Şehir Tiyatrosu’nda açığa alınmıştı. Çok ilginç bir hikâyeleri var. Fırat da daha önce şehir tiyatrosundaydı ama hiçbir oyunda birlikte oynayamamışlar. Fırat, Sevinç’e “Bir oyun yapalım mı? demiş. Sevinç: “Fırat’ın bu daveti, arkadaşımın beni parka oyuna çağırması gibi bir duyguydu.” diyor. Bu denli sahici bir ilişkiyle yola çıktık. Biz de aramızda konuşurken direkt “Ayrılık” dedim. Neden Ayrılık dedim, sorusunaysa şöyle diyebilirim, çok iyi iki oyuncu gerektiren bir oyun ve her dönemde oynanabilecek, modernizm ve modern insanın budalalıklarına eleştiri getirdiği içindi. Yani benim de, oyuncuların da derdini yansıtıyordu. Zaten ben bir hikâye anlatmak, yönetmek istiyorsam benim cümlelerim de olmalıdır içinde. Ayrılık’ın konusu da benim dertlerimden bir tanesi açıkçası. Oyunda iki tane beceriksiz, kendini tanımayan, hep rol yapmaya çalışan yani hepimiz gibi, iki tane insan. Aslında ne kadar absürd ve tuhaflıklarla dolu bir hayatımızın olduğunu evlilik ve ayrılık odağında anlatan zeki bir güldürü.

Bu arada bu oyunda da emekleri olanları unutmamak gerekli. Oyunumuzun tasarımını değerli arkadaşımız Başak Özdoğan yaptı. Fotoğraflarımızı “Gelin Tanış Olalım”da olduğu gibi Dilan Bozyel çekti ve afiş tasarımlarımızı da Emre Duygu yaptı. Oyunda müziklerini kullandığımız Ebruli Muharrem’i de anmadan geçmeyelim.

Shakespeare ile ilgili Radikal’de yayımlanan bir yazınızı okumuştum. Şöyle diyorsunuz: “Peki bugünün dünyası ve Türkiye’sinden Shakespeare’e nasıl bakmak gerekiyor? Bugün hangi Shakespeare oyunu yaşadıklarımıza denk düşüyor? Kendi kendine yabancılaşmış bir tiyatro sanatının, hayatı ve insanı sorun yapması için bir bahane oluşturamaz mı?” Bu bitiş paragrafındaki tüm soru işaretlerini size yöneltsem?

Shakespeare’in bizim için önemi şu aslında, değişen durumlar ama değişmeyen insan ruh halleri üzerine kurmuş oyunlarını. Yani kıskançlık, iktidar meselesi, haksızlık, vandallık değişmiyor. Bazı durumlar iyinin kötü, kötünün iyi olması, dünyanın kralı olan insanın solucanlar için beslendiğini direkt söylüyor. İnsanın varlığını iyi kavramış ve çok güçlü anlatmış bir kalem Shakepeare. Burada çok büyük ironiler, gizli mizahlar bulmuş bir yazar. O yüzden bizim için çok kıymetli. Yazılı oyunların kutsalları, başyapıtları gibi onun yazdıkları. Bu kadar derinlikli ve çok şeyi barındıran oyunları çok bulamıyorsunuz. Her döndüğünüzde yeni bir şeyler buluyorsunuz. Macbeth’ i her dönem sahneleyebiliriz, farklı anlamlarla farklı okumalarla. Çünkü insanlarla ilgili temel durumları işaret ediyor. Benim bir şiirimde var “kah çocuktur yorick’in omzunda hamlet, kah kurukafa elinde hamlet’in yorick” diyorum. Hamlet bu kafayı aldığında diyor ki “Ah zavallı Yorick ne kadar çok sırtında taşıdı beni” Hayatın döngüsünü küçücük bir benzetmeyle göz önüne seriveriyor.

Görsel dünya bizi, HEPİMİZİ ele geçirmiş durumda. Edebiyatın, tiyatronun yani sanatın içinde bir insan olarak sizden de dinlemek istediğim SORUN, basit gibi görünen ama günümüzün sorunlarından olan “görsellik mi yazı mı?” sorusuna değinmek istiyorum.

Yazı, şöyle yazı; Bugünün birçok şeyle örtüldüğü gibi yazının da örtüldüğünü görüyoruz, az önce bahsettiğimiz sahte metinler gibi. Gerçekliğin karartılmasına neden oluyor, görsellik de böyle. Fotoşop yapıyorsun, kurmaca bir şey koyuyorsun yerine bu da bir gerçeği örtmek oluyor. Benim için sözün değeri var ama sözün de karartıldığı ve değersizleştirildiği bir çağda yaşıyoruz. Ona rağmen söz yine de kalıcıdır. Mesela, Nysa Antik Kenti’ne gitmiştik, kazı çalışmalarına baktık, iki köprüsü var, derenin orada olan modern bir stadyumu var, çok ilginç bir şehir. Orada kazı çalışması yapan arkadaşımız “Bakın cdler belli bir hafızayı taşıyacak ama biz buradan şehrin kuruluş kitabesini çıkarttık, sanırım tekrar taşa dönmeliyiz.” dedi, kalıcılık açısından. Yolda gidiyorduk bir baktık yolda tava satıyorlar. Granit tava. İnsanoğlu, metali, alüminyumu, teflonu buldu. Döndüğümüz yer sıkıştırılmış taş. Hocanın dediği geldi aklıma, taşa dönmeliyiz. Görsellikte bana bunu anlatıyor. Tamam, elli yıl önceki filmi görüyoruz ama sinemada bu şansın var, tiyatroda yok. Mesela 17.-18. yy yaşayan çok iyi oyuncuyu ismen bilebiliriz ama onun için kurabileceğimiz cümle sayısı kısıtlıdır çünkü oyunuyla ilgili hiçbir belge yoktur ya da çok azdır. Ama Moliere’in nerdeyse tüm yapıtları elimizde.

Sosyal medya hesaplarınızda (facebook ve blog) ciddi bir arşivlemeniz var. Günümüzdeyse bu terk edilmiş eski bir alışkanlık. Bizi de heveslendiren bu çalışmalarınız hakkında biraz konuşmak isterim.

Bloğu şöyle kullanıyorum ben. Bloğumun ismi “sibercönk”, siber; internetle ilgili bir çağrışım yaratıyor. Cönk de eskiden kitabın olmadığı dönemlerde cönk adı verilen defterler var ve bu defterin sahibi bir yere gidiyor, birisi şiir okuyor ve o onu yazıyor, başka yere gidiyor bir başkası okuyor. Ve kişi öldükten sonra defter bulunuyor ve bunun adına ‘cönk’ deniliyor. Rastlantısal yapılmış bir antolojidir bu aslında. Cönk kişisel bir şeydir ama ben Gülten Akın’ı koyuyorum, Can Yücel’i koyuyorum, Shakespeare’e değiniyorum, derken bloğuma giren bana ait bir seçkiyi görecek ve bir defteri açmış gibi olacak.

Facebook’u da bir pano olarak düşünüyorum. Orası enteresan bir yer. Bir mahalle olarak düşünüyorum orayı, bağıran çağıran var, çocuklar cam kırıyor, biri bahçeye top kaçırıyor diğeri topu kesiyor. Ben de orayı pano gibi, “bakın arkadaşlar yarın konser var, bakın Gülten Akın gibi birisi geçti bu dünyadan, bakın 30 sene önce bir şey kurulmuştu, genç bir çocuk hayal kuruyordu öldürüldü, ailesi bir şey yapmaya çalışıyor, destek olalım.” gibi olumlu şeylere kullanmaya çalışıyorum. Yani işaretleme, altını çizme. Son zamanlarda politik olarak çok fazla kullanmıyorum çünkü gerçeklik o kadar çok kutuplaşmaya döndü ki, ben de o alandan çekiliyorum. Korkudan değil basitleştiği ve amigoluğa döndüğü için yapmamaya çalışıyorum. Her alanda neyi savunduğum, duruşum zaten belli oluyor.

Modern yaşam kent ile özdeşleştiriliyor nicedir. Kent hem modern yaşamın merkezi hem de bencilliğe ve yalnızlığa varan bireyselliğin mekânı yani klişe bir söylemle ‘kalabalıklar içinde yalnızlık.’ Bu kaotik yaşamdan kaçarak öze yakınlaşma çabasını tercih edenler var bir de. Kent-kaos bağlamında neler düşünüyorsunuz?

Zamana daha çok hâkim olmak, biraz yalınlık, biraz ufuk çizgisini görebileceğim bir yerde olmak. Şehirler insanın fiziksel ve ruhsal olarak insanın ufkunu daraltıyor. Dört duvar, karşı daire, karşı apartman, elektrik direği, kafanı kaldırdığında küçük bir gökyüzünü görüyorsun. Trafik, iş, ev yani kent tam bir kaos benim için. Sakinliğe doğru kaçışımın sebebi yalınlık, derinleşme olayı. Biraz daha düşünme, biraz daha okuma, biraz daha kendinle kalma çabası.

Sizin roman kahramanınız kim?

Benim roman kahramanım Gregor Samsa. Franz Kafka’nın yazdığı uzun öyküsü Dönüşüm’ün ana karakteridir. Yabancılaşmayla ilgili yani temel kavramımla ilgili olan bir şey bu. Bedensellik vurgulanır. Çizgi filmlerde de olur ya insan özeliklerini hayvanlara yükleriz ve tuhaf karşılarız. Kadın tavşanın adam tavşana bağırması bizi güldürür ama bir kadının bir adama bağırması bizi güldürmez. Yani kendi davranışlarımız bize tuhaf gelmez. Aslında komik ya da tuhaf olan biziz. Samsa’yı böcek yapmak aslında böcek gibi bir canlı olduğunu hatırlatmak için ona ve okura. Ben bu anlamda bir şey okumadım, beni bağlayan şeyler insanın ne olduğunu anlaması. İnsan zihinselliği seçiyor. Ama bedenselliği seçmiyor, varoluşu seçmiyor. O yüzden bana çok çarpıcı geliyor Kafka’nın Samsa’sı. Samsa’nın İlk endişesi işe gidemeyeceğidir, böcek olduğu değildir. Yani ilk kaygısı işle ilgilidir. Modernizmin başladığı dönemlere, mekanikliğin ve insan rutininin zamanına denk gelir. Samsa aslında Kafka’nın kendisidir. Samsa çağımızın kahramanıdır. Yabancılaşma çağının en iyi yabancılaşma örneğidir.

Semih Çelenk Yalınlaşma Çabası İnsanın Özüne Dönme Çabasıdır
Semih Çelenk, Demet Aksu
Her röportajımda yaparım bunu, yazarımla öykü… Sizin bana emanet edeceğiniz sözcüklerle ben bir kısa öykü yazmak istesem kiminle, nerede olduğunuzu anlatan ipucu vereceğiniz kelimeler hangileri olurdu?

Adımlarımı hızlandırsam da ıslanmak bana iyi gelecek. Yağmur, içimdekilere sel olup götürecek gibi. Bu aralar neden bu kadar umutsuzluğa kapıldım bilmiyorum. Hayata bu kadar endişeli bakmak her gün biraz daha mutsuz ediyor beni.

İşte yağdı sonunda, haydi götür içimdeki tüm yükü! Çocuğunu sokağa bırakıp kaçan anne-babayı, karısını döven kocayı, kocasına nefes aldırmayan kadını, insanı intihara sürükleyenleri, yetmiş yaşında sokakta dilenen amcaya sahip çıkmayan güç düşkünlerini, ağaçların sofrasını çalan yüksek katlı binaları sel ol götür yağmur! Geriye ağaçların kökleri, o köklerle büyüyen insanlar kalsın. Geriye, doğanın şehveti kalsın.

İşte yine buradayım. Galata Köprüsü’nün altında, denizin yağmuru en çok sevdiği yerde. İki çay, diyorum çocuğa. Birini sonra getireyim mi soğumasın abi, diyor. Getir sen, diyorum. Çay bardağının biri elimde diğeri karşımda. Soğutma ustam, iç, diyorum. Yine sessiz ve dalgın denizi seyrediyor. Semih be, bu huzursuzluğun ne zaman bitecek, diyor. Cevabım yok bu sorusuna. Sessizliği yine o bozuyor. Ne diyordu senin Joseph Campbell, “En yüksek binanın hangisi olduğuna bakarak, bir topluma karakterini veren şeyin ne olduğunu söyleyebilirsiniz. Bir ortaçağ kentinde en yüksek bina katedral, on sekizinci yüzyıl kentinde siyasi saray, modern şehirdeyse ekonominin merkezi olan ofislerdir.” Yani demem o ki evlat, içinde bulunduğumuz her şey, gün ve gün değişecek, biz de sırtladığımız düşüncelerin yükü altında ezilecek, bir şey yapmadığımız sürece de huzursuz, mutsuz yaşayıp duracağız. Düşünüp üzülünce değişecek mi? Umuda yürümek varken umutsuzluğa kapılmak ne diye? Haklısın ustam. Bana kızarsın ama ben senin omuzundakileri, uykusuzluklarını da iyi bilirim. Hani demiştin ya:

“Uyuyamayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o eski sen değilsin
Sen simdi ıssız bir telgrafhane gibisin,
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketinin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku girmez ki
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.”


-Abi çayını tazeleyeyim mi?
-Çayı değil, çayları tazele.
-İçen olmayınca soğur bu çay abi, misafirin gelince getiririm.
-Evlat sen iki çayı da tazele, ustam soğuk çay sevmez.

***

Semih Çelenk’in emanet ettiği kelimeler:


“Galata Köprüsü’nün altında bir şeyler içiyoruz, Melih Cevdet Anday var yanımda, Joseph Campbell – Mitolojinin Gücü kitabı eşlik ediyor bize.”



DEMET AKSU
 
Üst Alt