Ruhsal Evrim dergisi, sayı 2-4 1985 Ocak-Haziran
(Yayınlanmış metindeki dizgi hataları düzeltilmiştir. Makalenin Ruhsal Evrim Araştırma Grubunun temel ilkelerine uygun olması amacıyla yaklaşık üçte biri kadarı metinden çıkarılmıştı. Burada da sadece yayınlanmış olan kısmı yer almaktadır.)
Varlığın tekamül ettiği süre içinde, belirli bir dönemde, fizik ortama bağlanması zorunlu ve gerekli olmaktadır. Bunun özel ve sık görülen bir biçimi de tekrarlanan bedenlenme olaylarıdır. Dünya aşamasında reenkarnasyon, daha çok ileri düzeydeki hayvan ve genel olarak bütün insan bedenleriyle ilgili bir süreci tanımlar. Diğer canlı organizmalar ve ilkel hayvan formlarıyla ilgili fizik ortama bağlanma biçimlerinde, varlığın tekamül seyri ve ferdiyet özelliği bizim için henüz belirsiz olduğundan, bu düzeyin şuur ve idrak halinin ne olduğunu bilmediğimizden, reenkarnasyon olayı içinde incelenmeleri imkansızdır.
Bilgimizin ve araştırmalarımızın yetersizliği sebebiyle, ruh ve tekamül dediğimiz şeylerin ne olduğunu aslında açıklayabilmiş değiliz. Bu sebepIe, ruh yerine daha dar anlamıyla varlık deyimini kullanmak gerekir. Dolaylı olarak da, varlığın sürekli bir tekamül içinde olduğunu kabul ediyoruz. Varlığın tekamülü maddeyi gerekli kılmaktadır. Maddenin tam olarak tanımını da yapamıyoruz. Ancak, varlığın tekamülündeki belirli bir dönemde, madde fizik ortam ve buna bağlı tesirler niteliğiyle karşımıza çıkmaktadır.
Varlık, belirli bir seviyede insan kademesine gelmektedir. Bu kademenin idrak alanı içine giren her şey fizik ortamdır. Kısaca, bizim düşünebileceğimiz her ne varsa maddeyle sınırlı, üstelik maddenin de özel bir biçimiyle ilgilidir. Bunun dışına çıkamayız. Bütün kavramlar ve bütün tanımlamalar bu kadar dar ve küçük bir alanın içinde üretilmektedir. Bu sebeple, ancak içinde bulunduğumuz durumu ve buna bağlı şartları idrak edebiliriz. Zaten insanın yapabileceği şey de bununla sınırlıdır, çünkü kapasitemiz ancak buna yeterlidir.
İçinde bulunduğumuz fizik ortamı ve tesirlerini tümüyle idrak edebildiğimiz an, varlık olarak maddenin bu biçimine bağlı olma ihtiyacı ortadan kalkacaktır. Böylece, yeniden bedenlenmeye gerek kalmaz. Fakat, bu idraki şuurlu bir biçimde hazmedinceye kadar, fizik ortamla ilişkimiz devam eder. Spiritüel olarak irtibatta bulunduğumuz varlıkların en üst seviyeden olanları, ancak bu aşamaya kadar gelebilenlerdir. Yani, bir medyumun irtibat kurabileceği en üst seviyeden varlık, fizik ortamla ilişkisini devam ettirme ihtiyacında olan bir varlıktır.
Fizik ortamı ve buna bağlı tesirleri idrak edebilenin tekrardan bedenlenmesine gerek kalmamaktadır. Ancak, bundan sonraki aşamada fizik ortama tasarruf imkanını doğuran şuurluluk hali başlar ki, bu da hâlâ ilişkinin devamlılığını göstermektedir. İnsanın tasavvur edebileceği en yüce, en kudretli, en üstün vasıflı olanın bile bu sınırlar içinde kalacağını unutmamak gerekir. Bu üst seviyelerde, başka tekamül sürecinden gelme, değişik varlıklar da bulunmaktadır. Bunların tekamülü ve varlıklarının kaynağı hakkında pratik olarak bir şey bilmiyor sayılırız. Dinler vasıtasıyla birtakım adlar veya sıfatlarla karşımıza çıkan varlıkların bir kısmı, nadiren spiritüel celselerde irtibat kurulabilen planlar, majik deneylerde bazen tesirleri alınan kozmik şuurlar bu seviyeden olabilir. Bu alanda kesin konuşmak imkansız ve sakıncalıdır. Zira, bu gibi irtibatlar çok enderdir. Ama, böyle olduğu intibaını verenlere ise her zaman rastlanabilir.
Özet olarak, insanın bilgisi ve deneyimi son derece kısıtlı ve dar bir alan içindedir. İçinde bulunduğu ortamın şartlarına da bu oranda sıkı sıkıya bağlı ve mecbur kalmaktadır. Bu seviyedeki bir varlığın reenkarnasyonu da dar bir varyasyon alanı içinde olacaktır. Şimdi bu konuya değinelim:
İnsan Bedeninde İlk Enkarnasyonlar
İlk defa insan olarak dünyaya enkarne olan bir varlığın daha önce hangi durumda olduğuna dair kesin bir bilgi yoktur. Muhtemelen, yeryüzünden az da olsa farklı bir ortamda uzun bir geçiş süresi yaşamış olması gerekir. Bu geçiş süresinde, içinde bulunduğu ortamın şartlarına göre, dünyadakine çok benzeyen bir reenkarnasyon aşamasını tamamlamış olabilir.
Dünyamızda bulunan hominoid ve hominid sınıfından hayvan bedenleri hernekadar insan bedenine benzer yapıda ise de, aradaki geçiş aşamasına uygun bir beden ve buna bağlı toplum şartları artık yoktur. Tarihin eski devirlerinde bu şartların bir süre dünya üzerinde var olduğunu ve arkaik dönemlerde bu geçişin dünya üzerinde de mümkün olduğunu gösteren fosiller bulunmuştur.
Bu fosillere dayanarak, Darwinist ekollerin ortaya attığı evolüsyon teorisini, yeryüzünün eski jeolojik devirleriyle de karşılaştırarak, insan seviyesinden önce varlığın hangi beden formlarını kullandığı hakkında bir fikir edinilebilir. Biyolojik evolüsyon teorisi bu bakımdan önemli ip uçları vermektedir. Zira, bedenin protein yapısındaki amino asid sıralamasında ortaya çıkan farklılıklar ile, o bedene enkarne olacak varlığın seviyesi arasında çok sıkı bir ilişki vardır.
Fakat, yalnız buna dayanarak, insan öncesi seviyenin de bu planette tamamlandığını iddia edemeyiz. İçinde bulunduğumuz evrende, benzeri şartları olan başka ortamlarda geçiş döneminin tamamlanması da mümkündür. Kanaatimce, üzerinde yaşadığımız planet, çok eski devirlerde bu maksada hizmet eden bir ortamdı. Fakat, bugün bu imkan ortadan kalkmıştır. Günümüzde, insan ile geçiş dönemindeki varlığın aynı planette birlikte enkarne olmalarını gerektirecek bir durumun olmadığını zannediyorum. Böyle bir beraberliğe ihtiyaç yoktur.
Burada üzerinde önemle durulması gereken nokta, sempatizasyon konusudur. Her varlığın tekamülüne uygun ortamın şartları inceden inceye belirli ve değişmez esaslara bağlıdır. Rastgele enkarnasyon olmadığı gibi, herhangi bir bedende veya toplumda ortaya çıkma gibi keyfiyet de yoktur. Özellikle başlangıç döneminde, yani insan olarak ilk enkarnasyonlarını yaşayanlarda bu bağımlılık o kadar belirgin ve dar sınırlar içindedir ki, kolaylıkla fark edilebilir.
İlk enkarnasyonlarında insan seviyesine gelmiş bir varlık, devamlı olarak aynı değer ölçülerine bağlı ilkel toplumlarda ve aynı beden formunda dünyaya gelecektir. Bir süre sonra, bu durum varlığın tekamül ihtiyaçlarındaki farklılaşma oranında değişir. İlk enkarnasyonların diğer bir özelliği de aradaki spatyum bekleyişinin çok kısa veya yok denecek kadar az bir zamanda geçiştirilmesidir.
Bu iki özellik bize şunu gösterir: Varlık, yeni kazandığı insan bedeni formunda, son derece basit ve dar alanlı bir tatbikat içindedir. Bu tatbikatı yeterince değerlendirebilmesi için, uzun bir süre aynı bedenle aynı ortamda aynı şeyleri tekrar tekrar denemek ihtiyacındadır. Bedenin çalışmaz hale gelişi, yani ölüm olayı ile aynı kişilikte derhal yeniden doğar. Çünkü, henüz spatyum döneminde değerlendirebileceği bir olayın idraki hiç yoktur. Dolayısıyla, kişiliği bile değişmeksizin aynı cinsiyette ve aynı yerde doğacaktır.
Bu durum, enkarnasyonlar devam ettikçe yavaş yavaş değişir. Kazanılan ilk bilgiler ve bunların değerlendirmesi sayesinde, artık yeni bir değer yargısı oluşmaktadır. Bunun bir gereği olarak, spatyumda geçecek süre önem kazanır. Enkarnasyonlar arasında belirli bir zamana gerek duyulur. Her yeni bedenlenme ile farklı bir kişilik edinen varlık, gittikçe değişik özellikteki toplumlarda enkarne olmaya başlar. Cinsiyet, ırk, dil, din, toplumsal değerler bu gelişmeye bağlı olarak her seferinde daha farklı olacaktır.
Bu gelişme başlangıçta çok dar sınırlar içindedir. Yüzlerce enkarnasyon burada söz konusudur. Varlık belirli bir tecrübe alanını aştıktan sonra, daha geniş ve çok yönlü bir alana doğru atılma ihtiyacını duyacaktır. Bütün bu süreç içinde, tekrardan bedenleneceği ortamın şartları, başlangıçta tamamiyle o ortamı ve içinde bulunduğu seviyeyi tayin eden üst seviyedeki varlıkların kontrolüyle belirlenir. Daha doğrusu, varlık henüz kendi ihtiyaçlarının ne olduğunu bilemediği için, sadece dünyaya yönelik bir çekiliş güdüsü içindedir. Bu çekilişe uygun ortamı da, kanunlar çerçevesinde üst seviyeden bedensiz varlıklar hazırlarlar. Bu varlıkların seviyesi hakkında daha önce de belirttiğimiz gibi kesin bir bilgimiz yok. Bizim anlayabildiğimiz tek şey, bunların yaptıkları işler ile kanunların işleyişi arasında zerre kadar bir farkın olmayışıdır.
Reenkarnasyon şartlarını belirleyen kanunlar ve bunların uygulayıcıları olan üst seviyeden varlıklar arasındaki farkı göremediğimiz için, o duruma nasıl geldiklerini veya bunların ne olduklarını da bilmiyoruz. İnsanlarda olduğu gibi, bunların arasında ferdiyet özelliği, kişisel davranışlar yoktur. Ancak aralarında bazı hiyerarşik görev farklılıkları dikkati çekmektedir. Alt kademlerde bulunan ve insana yol gösterici, yardımcı tesirleri olanların, sanki tek tek farklı varlıklar olduğu izlenimi edinilmiştir. Keza, bunların da daha önce insan gibi reenkarnasyon aşamasından geçmiş ve tamamlamış olanlarına rastlanmıştır.
Alt kademelerde görülen bu varlıkların durumuna bakılarak, insanın da reenkarnasyon gereğini tamamladıktan sonra aynı görevi üstleneceği düşünülebilir. Nitekim, daha bu aşamayı tamamlamadan bile, spatyumda iken insan seviyesindeki bedensizlerin, benzeri küçük görevleri üstlenme ihtiyacında oldukları biliniyor. Ancak, daha üst seviyede, kanunların idrakine varmış ve şuurlu olarak bunları uygulayabilen varlıkları da aynı zincirin üst halkaları olarak tanımlayabilmemiz için yeterli bilgi yoktur. Kanımca, bunlar başka bir yaratılışta ve insanın dahil olduğu tekamül zincirinin dışındadırlar.
İlk enkarnasyonlarda insanın kullandığı beden ve içine girdiği toplumun niteliği hep aynı karakterdedir. Gittikçe daha değişik olabilme özelliği, varlığın tekamül seviyesine bağlıdır. Ancak, bu bağımlılığın da bir sınırı vardır. Fizik ortamın şartları ile tekamül seviyesini orantıladığımızda belirli bir kritere ulaşırız. Şimdi bunu örnekleyerek görelim:
Enkarnasyonu Belirleyen Koşullar
Dünya üzerindeki ilkel bir toplumda, mesela Afrika'daki orman klanlarının birinde yaşamını sürdüren bir varlığın ilkel olduğunu öne sürmek yanlıştır. Keza, ileri teknolojiye sahip uygar ülkelerde bedenlenen varlıkların da ileri seviyeden oldukları söylenemez. Çünkü burada, her iki örnekte de kriter tayini hatalıdır. Varlığın tekamül seviyesi, tatbikatında malzeme olarak kullanacağı fizik vasıtaların ve psişik tesirlerin nitelik ve niceliğiyle ortaya çıkar. Vasıtaların çeşitli ve kompleks bir yapıda olmaları ile tesirlerin çok yönlülüğü ve yoğunluk taşımaları, tekamül seviyesini belirleyen esas kriteri ortaya koyar.
Diğer yandan, bir toplumdaki insanların tekamül seviyesindeki ortak özellikler, o topluma enkarne olacak varlıkları belirlemekte önemli bir kriter sayılmalıdır. Mekanik bir açıklama gerekirse, toplumun ortak seviyesi astral bir vorteks meydana getirir ve bu vortekse sempatize olan varlıklar çekilerek o toplumda enkarne olurlar. Geri seviyeden varlıkların oluşturduğu bir toplumda, zaman zaman ortaya çıkan lider vasıflı yenilik getiren kişilerin enkarnasyonlarında, geri varlıkların böyle bir öncüye ihtiyaç duymaları ve aynı zamanda vortekse çekilen varlığın da tatbikatında böyle bir toplum içinde çalışma gereği söz konusudur. Reenkarnasyonda görülen sempatizasyon kanunu, buna benzer biçimlerde her yerde ortaya çıkar. Toplumlar gibi, küçük grupların, ailelerin de oluşturduğu vorteksler vardır.
Vortekslere sempatize olabilmek için, enkarne varlığın o tesirlere ihtiyacı olması gerekir. Yani, bir anlamda, tencere yuvarlanır ve her seferinde kapağını bulur. Hiç bir varlık ihtiyacı olmayan bir ortamda enkarne olamaz. Keza, hiç bir toplumda gereksiz bir varlığın enkarne olduğunu göremezsiniz. Her şey birbirine uygun ve tamamlayıcı olarak ortaya çıkar. Buna da korespondans veya tetâbuk kanunu diyoruz.
Burada çok basit olarak anlatmaya çalıştığımız enkarnasyon determinantları, uygulama alanında oldukça kompleks bir plana sahiptir. Doğduktan kısa bir süre sonra ölenler, doğduğu toplumda uzun bir süre yaşayıp sonra değişik bir topluma girenler, içinde bulundukları toplumu felakete sürükleyenler, bulundukları topluma uyum sağlayamayıp akıl hastası olan veya intihar edenler v.d. hepsi bu kompleks planın doğrultusundadırlar.
Reenkarnasyonun ileri safhalarında, varlık eğer yeterli bir tekamül seviyesine ulaşmış ise, spatyum devresinde iken enkarne olacağı yer ve zamanı şartlarıyla birlikte bir ölçüde seçebilecek durumdadır. Bir bedene bağlı olmadığı için, o ana kadar idrak edebildiği kanunları serbest şuurunda değerlendirerek, tekamülü için ihtiyaç duyduğu şeyi kaba ölçüler içinde bilebilir. Yine de, hiç bir varlık kendi enkarnasyonunu tek başına tayin edecek seviyeye gelemez.
Dünyaya enkarne olduktan sonra, varlık sadece tatbikatını yapacağı alana konsantre olmuştur. Bu durumda ortaya çıkan yakınmalar, intibaksızlık ve benzeri şikayetler varlığın idrak yetersizliğinden dolayıdır. Keza, çevresindekileri adam etmek gibi takınılan üstün tavırlar da aynı sebeptendir. Dünyada yaşanılan süre içinde, olayların akışı o varlığın kendi öz istekleriyle ne kadar aynı doğrultuda gidiyorsa, o kadar hızlı bir ilerleme var demektir.
Bu ölçü ancak uzun bir yaşam süresi içinde gerçek değerine ulaşır. Varlık kendi asıl isteklerini bilebildiği oranda ihtiyacı olan şeyleri doğru olarak bulur. Kendisi için gerekli olanı bulduktan sonra da, uygulamada gerçekten öğrenmesi gereken şeyler üzerinde tatbikatını yoğunlaştırırsa, yaşamın terslikleri ve engelleri kendiliğinden ortadan kalkar. Bu ideal çizgiye ulaşabilenler yok denecek kadar azdır. Ayrıca, bu çizgiye ulaşmış bir varlığın yaşamını dışardan inceleyecek olursanız, size göre bazı terslikler ve engeller olduğunu görürsünüz. Ama, o varlık için bunlar aynı değeri taşımamaktadır. Bu bakımdan, bir insanın doğru yolda olup olmadığını dışardan gözleyerek tayin etmek mümkün değildir.
Önceki Yaşamların Hatırlanması
Geçmiş hayatların hatırlanmasıyla ilgili sorular, reenkarnasyon konusunu öğrenmeye çalışanların akıllarına gelen ilk problemlerden biri olmuştur. Yeniden bedenlenmenin asıl gerekçesi yeterince anlaşıldığında bu soru da açıklık kazanır. İki kere ikinin kaç ettiğini ilk defa nerede, ne zaman ve nasıl öğrendiğinizi artık hatırlamıyorsunuz. Ama, karşınıza böyle bir soru çıktığında, hiç duraksamadan cevabın dört olduğunu söylersiniz. Çünkü,asıl öğrenmeniz gereken bu bilgidir. Hangi şartlar altında öğrendiğinizi bilmenize artık gerek kalmamıştır. Yaşanılan olaylar da, beden terk edildiğinde unutulacak ve sadece öğrenilenler kalacaktır.
Elbette ki, yaşanılan olayların unutuluşu, bıçakla keser gibi bir anda olmaz. Beden terk edildiğinde, o yaşama ait kişilik önemli bir değişikliğe uğramaksızın spatyuma intikal eder. Beraberinde de yaşamış olduğu olayların intibalarını götürür. Eğer geçmiş yaşamında varlık idrak etmesi gerekeni yeterince anlayamamışsa, bu intibalar üzerinde imajinasyon yeteneğini kullanarak, spatyum şartlarında ikinci bir deneme daha yapma imkanına kavuşur. Burada özellikle intiba deyimini kullanıyorum, zira bunlar hatıra değildir. Spatyum da bile varlık geçmişini hatırlamaz, geçmişinden kalan intibalar orada bir takım imajların ortaya çıkmasına vasıta olur.
Spatyum devresinin sonuna doğru, varlık yeniden bedenleneceği ortamın şartlarına konsantre olmaya başlar. Geçmişinden kalan intibalar, bu durumda imajinasyon sınırları dışına itilir. Yani, bir bakıma pasif hale gelirler. Doğumdan sonra, bunların şuuraltına doğru gittikçe gömüldüğünü düşünebiliriz. Öyle ki, normal şartlarda, bedene bağlı olan varlığın kullandığı beyindeki reseptörleri çevreleyen kimyasal bloklar, bu intibaların zihin irtibatlarını önleyecek bir düzen içindedir. Yani, fizik bedenle ilgili bir hal olan hatırlama faaliyeti alanına giremezler.
Bu kimyasal blokları gerek bedene enjekte edilen droglar, gerekse hipnoz, telkin veya imajinasyon gibi vasıtalarla, beyin içinde üretilmesi sağlanan benzeri maddelerle etkisiz kıldığımızda, reseptörler intibaların etki alanına girer ve süje bir önceki yaşamından kalan bu izlerin farkına varır. Beyin yapısı gereği, bu tesirler birer hatıra olarak zihinde ortaya çıkarlar. Burada belirtmek gerekir ki, fizik bedenle ilgili her faaliyette, bedende kimyasal bir değişim söz konusudur. Zihinsel faaliyetlerde bu değişimlerin yoğunlaştığı yer, beyin ve kuyruksokumuna kadar olan uzantısıdır.
Sinir sistemi kimyasına dair yeterli bir bilgimiz olmadığı için, henüz bu prosesi bütün aşamalarıyla açıklamak mümkün değil. Ama, günümüz teknolojisinin laboratuar araştırmaları sonuçlarına bakılırsa, insan bedeni bütün bu şartları en ince ayrıntısına kadar düzenlemeye uygun bir biçimde planlanmıştır. İnsan ise bu bedeni sadece bir vasıta olarak kullanma yetkisine sahip. Biraz kurcalayacak olsa hemen bozuluyor.
Geçmiş yaşamların hatırlanmasıyla ilgili görülen ender durumlarda, beyinde ne gibi kimyasal değişikliklerin olduğu ve asıl önemlisi bunu kimin kontrol ettiği bilinmemektedir. Ancak dolaylı olarak, hatırlama halinde o kişinin ve çevresinin bu olaydan nasıl etkileneceği düşünüldüğünde, varlığın tekamülüne ilişkin bazı sonuçlara varabiliriz. Bu da, bildiğimizin tekrarından başka bir şey değildir.
Reenkarnasyonda bazı özellikler uzun bir süre aynılığını korumaktadır. Bu sebeple, bazı devrelerde milletlerin ortak kaderlerinden ve toplu tekamül çizgilerinden söz etmek bile mümkündür. Şimdi bunları görelim:
Yeni Bedenin Oluşumunu Hazırlayan Faktörler
Bedenin cinsiyeti, varlığın tatbikatında önemli bir faktördür. Erkek ve kadın farkı yalnız davranışta değil, esasen bedene bağlı tesirler ağında çok belirgin bir sınırlamayı getirmektedir. Bu yüzden, bir kaç enkarnasyon boyunca erkek olarak bedenlenen bir varlığın birden kadın olarak yeniden dünyaya gelmesi, veya bunun tersi ancak çok özel şartlar altında mümkündür. Genellikle ilk aşamalarda, ilk enkarnasyonda bedenin cinsiyeti ne ise, aynı cinsiyetin devam ettirilmesi gerekli olmaktadır. Daha ileri seviyelerde bile, cinsiyeti bir evvelkinden farklı bir bedene enkarne olması gerektiğinde, varlık uzun bir süre spatyumda alıştırma devresi geçirmek zorundadır. Her iki cinsiyetin tesir özelliklerine uyum sağlayıncaya kadar bu alıştırmalar devam eder. Zaten bu meyanda varlık reenkarnasyon zincirini de tamamlamak üzeredir ve son devrelerde bu değişiklik gerektiğinde uzun bir beklemeye gerek kalmaz.
Spatyum devresindeki varlıklarda, fizik bedene bağlı genetik özellikler ve hormonlar olmamasına rağmen, cinselliğe dair belirgin bir farklılaşma görülür. Kendisini kadın veya erkek olarak hisseden bu varlıklar, aslında az önce belirttiğimiz gibi belirli bir tesir alanı içinde oldukları için, bir önceki yaşamlarına ait intibalarını devam ettirmektedirler. Bu özellik aynı zamanda spatyuma ait sübtil bedenlerinde de vardır. İmaj olarak bu özelliğe uygun bir beden formunda görünürler. Tekamül seviyesi arttıkça, bu bağımlılık gevşer ve ileri seviyeden olanlarda bu gibi cinsel temayüller kaybolur.
Dünya yaşamlarında önemli cinsel sapmalar gösteren insanların bu alışkanlıklarına spatyum devresinde de devam ettikleri bilinmektedir. Ancak, şunu da belirtelim ki, gerçek anlamda cinsel ilişkiye astral ortamın yalnız belirli bazı bölgelerinde rastlanmaktadır. Spatyum ile ilgili böyle bir olay yoktur. Fizik ortama çok yakın yoğun astral bölgelerde, cinsel duyguları oluşturabilen imajinasyon sahaları yaratılabilmektedir. Bu mizansenin bazı durumlarda ilkel varlığa üst düzeyden bir tesiri iletebilmek için gerekli sempatizasyonu sağlamak ve tesiri transforme edebilmek amacıyla hazırlandığı kanaatindeyim. Dünyada iken vecd haline geçen ilkel varlıklarda görülen cinsel hazlar ve orgazm belirtileri buna bir örnek sayılabilir.
Irk faktörü de burada belirtilmesi gereken bir özelliktir. Ancak, kaba bir renk ayırımıyla bir sonuca varılmaz. İnsan ırkları, genetik yapıdaki küçük farklılıklarda ortaya çıkar. Bu yapısal farklar ne kadar belirgin olursa, birinden diğerine intibak edebilmek varlık için o kadar zor olacaktır. Mesela, insanınkine en yakın olan hominid türü maymun bedenine insan seviyesindeki bir varlığın enkarne olabilmesi imkansızdır. Zira, uzun bir süre geçiş döneminde ancak insan bedenine uygun bir sempatizasyon alanına alıştırılmıştır. Bunun gibi, başlangıçta varlık ancak belirli bir insan ırkının genetik kodlarına sempatize olabilir. Birinden diğerine geçiş daha sonraki enkarnasyonlarında mümkündür. Fakat, bu geçiş esnekliği hiç bir zaman geriye dönüşe imkan verecek nitelikte değildir. Yani, bir kere insan bedenine enkarne olacak duruma gelen varlığın, daha sonra önceden kullanmış olduğu hayvan bedenlerine sempatize olabilmesine imkan vermez. Kısaca, artık hayvan değildir, geçiş dönemi varlığı da değildir, bir insandır.
Cinsiyet ve ırk, fizik bedenle ilgili faktörlere bağlıdır. Diğer faktörler ise toplumsal niteliktedir. Toplumsal değer yargıları içinde kullanılan dilin semantiği, inancı oluşturan sembolizmin, davranışları belirleyen örf ve adetlerin temelindeki arşetipler başlangıçta tek bir formasyona tabi değildir. Bunlar belirli kombinezonlar içinde birleşmiştir. Her bir kombinezon, belirli varlık gruplarının ilk insan bedenine enkarnasyonundan önce, geçiş döneminde ortaya çıkar.
Psikolojik antropolojinin temel konularından biri olan atavizm ve atavistik eğilimler ile arşetiplerin oluşumu, bir varlığın hangi kombinezona dahil olduğunu gösterecektir. İlk enkarnasyonlarda bunlar çok belirgindir.Aynı kombinezona sahip varlıklar daima aynı toplumda doğup ölürler. Daha ileri safhalarda ortaya çıkan dil, din, örf, adet gibi farklılıkların kaynağı bu kombinezon farklarındadır.
Örnek olarak, semitik dillerin semantiği ile bu dilleri kullanan toplumlardaki din sembolizmi ve vahiy mekanizması seçilebilir. Bu toplumlarda kapalı bir reenkarnasyon zinciri vardır. Çünkü, buna uygun kombinezona sahip varlıkların ortak bir tekamül seyrinden geçmeleri zorunlu olmuştur. Bunun gibi bir kaç kapalı sistem daha vardır ve varlık başlangıçta hangi sisteme uygun ise, o sistemde uzun bir reenkarnasyon devresi geçirmek zorundadır. Birinden diğerine sıçrayamaz. Bu sıçrayışa uygun hale gelmesi için, sistemin temelinde yatan esas prensipleri kavraması gerekir.
Ekminezi deneylerinde veya bedensiz varlıklarla kurulan irtibatlarda bu özelliği açıkça görmek mümkündür. Kaydırak taşı gibi, önce Afrika'da bir zenci, sonra Japonya'da bir budist, daha sonra İsrail'de bir musevi ve şimdi de İrlanda'da yaşayan bir kelt sıçramalarıyla enkarnasyonlarını sürdüren bir varlık bulamazsınız. Ancak, özel sebeplerden dolayı bir sistemden benzeri olan diğerine geçiş halindeki varlıklar bulunabilir. Bunlar da yeni sistemin içinde enkarne olduktan sonra ilk hayatlarında genellikle çevreyle uyumsuzluk halini yaşarlar. Burada anlaşılıyor ki, uzun süreli spatyum devreleri bile varlığın bir sistemden diğerine sıçrayabilmesi için yeterli değildir. İçinde doğduğu toplumun kendi değer yargılarından farklı bir yapıya sahip olduğunu hisseden bu insanlar, içgüdüsel bir biçimde kendilerine benzeyenleri, yani aynı değerlere sahip olanları arayacaklardır.
Semantik bakımdan dillerin birbirine olan benzerlikleri arttığı oranda, dinsel sembolizmin de benzediği görülür. Bu benzerlikler sayesinde ileri seviyedeki varlıklarda bir sistemden diğerine kayma kolaylaşır. Yine belirtelim ki, burada asıl faktör tekamül seviyesidir.
Dinlerin birliğinden, evrensel sevgiden dem vuran insanların bu davranışlarına bakıp sistem değiştirebilecek seviyeye geldiklerini zannetmek hatalıdır. Nitekim, bu insanları yakından incelediğimizde, birlik ve sevgi kavramlarını tanımlarken, yine ister istemez belirli bir semantik içinde kaldıklarını ve belirli bir dinsel sembolizmi seçtiklerini görüyoruz. Spatyum devresinde de durum aynıdır. Medyumla irtibat kuran varlığın kullandığı dil değil, hangi semantik yapıya göre tesir gönderdiği dikkate alınmalıdır. Çünkü, irtibatlarda morfolojik ve sentaks özellikler ikinci plandadır.
Kısaca, dil, din ve etnolojik özellikler bir varlığın enkarnasyonunda vazgeçilmez değerler olarak belirir. Adana'nın bir köyünde yaşayan duvarcı Recep efendi, büyük bir ihtimalle yine benzeri bir ortamda çiftçi Mehmet efendi olarak ikinci yaşamına devam edecektir. Bu adamın bir sonraki enkarnasyonunda, Stockholm'de kral naibinin kızı olarak dünyaya gelmesini bekleyemeyiz. Bu gibi varsayımlar fanteziden ibarettir. Çünkü, çiftçi Mehmet efendi öldükten sonra spatyumda kendi ait olduğu sistemin varlıklarına sempatize olur ve orada da aynı değer kombinezonu içindedir. Ola ki, tekamülü seyrinde böyle bir sıçramayı gerektiren icab bulunsun. O zaman yine değerler sisteminde eskisine yakın bir sisteme sıçrayacaktır. Zira, insan seviyesinde bir varlık için sempatize olabilmek kesin ve dar sınırlı şartlara bağlıdır.
Varlıklar tekamül ettikçe, enkarne oldukları ortamların da tatbikat çeşidine daha fazla imkan veren bir biçimde olması gerekir. Keza, bedensel özellikleri de bu doğrultuda dikkate alınmalıdır.
Cinsiyet, ırk, dil, din, örf ve adetler gibi özelliklerin bir varlığın reenkarnasyonunda bu kadar etkili olabilmesi mübalağalı görülebilir. Fakat, yapılan gözlemler bizde bu kanaati uyandırmıştır. Varlığın tekamül seviyesi ne kadar geri ise, bu kriterlere bağlı bir enkarnasyondan geçmesi de o kadar zorunlu gözükmektedir. Burada dinsel sembolizm ve dil semantiğinin önemini tekrar belirtmeye gerek duyuyorum. Zira, bu iki unsur son aşamalarda bile varlığın etkisinden kurtulamadığı bir bağımlılık niteliği taşımaktadır.
Bu sonuçların ışığında, bazı asılsız varsayımları da belirtmek gerekir. Bir önceki yaşamında başka bir cinsiyette olduğunu, çok değişik bir ülkede yaşadığını, şimdikinden farklı bir dine ve dile sahip olduğunu iddia edenlerin, halen yaşayış biçimlerini inceden inceye araştırmadan söylediklerini kabul etmek safdillik olur. Büyük bir ihtimalle, bu iddialar o kişinin içinde bulunduğu teşevvüş halinden, idrak yetersizliğinden ve psikolojik bozukluklarından kaynaklanmaktadır.
Bu iddialarını daha da devasa boyutlara ulaştırıp başka bir planetten geldiklerini, filanca ünlü kişinin reenkarnasyonu olduklarını savunanların ise öncelikle psikiatrik bir tedaviye muhtaç oldukları düşünülmelidir.
İleri tekamül düzeyinde olan varlıklar, bu dünyaya enkarne oldukları zaman, reklama gerek duymaksızın kendi bildikleri yolda işlerini aksatmadan tamamlayıp ayrılırlar. Bunların melek, cin, uzaydan gelme olmalarınagerek yoktur. Zaten böyle bir sempatizasyon imkanı da yoktur. Kimine göre vazifeli diye adlandırılan bu varlıklar da insan seviyesindedirler, aynı tekamül zincirindendirler ve onların da kendilerine göre öğrenmekteoldukları bir şeyler vardır.
Bu dünya gerek fiziksel yapısı ve mevcud beden formları ile, gerekse barındırdığı insan topluluklarının ortak aurası sebebiyle, bir başka tekamül zincirinden olan varlığın insan bedeni formunda enkarnasyonuna imkan vermez. Bu gibi bedenlenme olaylarına ancak siklus sonlarında rastlanır ve zaten bu varlıkların enkarne olmaları da siklusun tamamlanmasında gerekli olmalarından dolayıdır. Birer katalizörvazifesi görürler. Bizim bildiğimiz tarih, kendi siklusumuzun tarihidir. Bazı devrelerde ve çok nadiren de olsa bu gibi bedenlenme örneği gösteren yerlerde, dikkat edilirse çok kısa zamanda oradaki toplum tümüyle helak olmuştur, bitmiştir. Bu sebeple, bunlara bazen işi çabuk bitiriciler denmesi yerinde bir deyimdir.
Bunlardan tamamen ayrı olarak, vazifeli olduğunu söyleyen veya söyletenlerin hepsi, ister uzaydan geldiklerini, isterse melek olduklarını iddia etsinler, sonuçta yaptıkları işlere göre asıl sıfatlarına layık olduklarını hemen ortaya koyarlar. Nadir de olsa, bazen bu gibi insanların içinde bulundukları durumu teşhis etmek klinik yöntemlerle mümkün olmayabilir. Zira, birkaç enkarnasyon boyunca devam edebilen uzun süreli obsesyonlarda, varlığın ruhsal analizi o kadar güç olur ki, kendisi bile durumunun zerre kadar farkında değildir.
(Yayınlanmış metindeki dizgi hataları düzeltilmiştir. Makalenin Ruhsal Evrim Araştırma Grubunun temel ilkelerine uygun olması amacıyla yaklaşık üçte biri kadarı metinden çıkarılmıştı. Burada da sadece yayınlanmış olan kısmı yer almaktadır.)
Varlığın tekamül ettiği süre içinde, belirli bir dönemde, fizik ortama bağlanması zorunlu ve gerekli olmaktadır. Bunun özel ve sık görülen bir biçimi de tekrarlanan bedenlenme olaylarıdır. Dünya aşamasında reenkarnasyon, daha çok ileri düzeydeki hayvan ve genel olarak bütün insan bedenleriyle ilgili bir süreci tanımlar. Diğer canlı organizmalar ve ilkel hayvan formlarıyla ilgili fizik ortama bağlanma biçimlerinde, varlığın tekamül seyri ve ferdiyet özelliği bizim için henüz belirsiz olduğundan, bu düzeyin şuur ve idrak halinin ne olduğunu bilmediğimizden, reenkarnasyon olayı içinde incelenmeleri imkansızdır.
Bilgimizin ve araştırmalarımızın yetersizliği sebebiyle, ruh ve tekamül dediğimiz şeylerin ne olduğunu aslında açıklayabilmiş değiliz. Bu sebepIe, ruh yerine daha dar anlamıyla varlık deyimini kullanmak gerekir. Dolaylı olarak da, varlığın sürekli bir tekamül içinde olduğunu kabul ediyoruz. Varlığın tekamülü maddeyi gerekli kılmaktadır. Maddenin tam olarak tanımını da yapamıyoruz. Ancak, varlığın tekamülündeki belirli bir dönemde, madde fizik ortam ve buna bağlı tesirler niteliğiyle karşımıza çıkmaktadır.
Varlık, belirli bir seviyede insan kademesine gelmektedir. Bu kademenin idrak alanı içine giren her şey fizik ortamdır. Kısaca, bizim düşünebileceğimiz her ne varsa maddeyle sınırlı, üstelik maddenin de özel bir biçimiyle ilgilidir. Bunun dışına çıkamayız. Bütün kavramlar ve bütün tanımlamalar bu kadar dar ve küçük bir alanın içinde üretilmektedir. Bu sebeple, ancak içinde bulunduğumuz durumu ve buna bağlı şartları idrak edebiliriz. Zaten insanın yapabileceği şey de bununla sınırlıdır, çünkü kapasitemiz ancak buna yeterlidir.
İçinde bulunduğumuz fizik ortamı ve tesirlerini tümüyle idrak edebildiğimiz an, varlık olarak maddenin bu biçimine bağlı olma ihtiyacı ortadan kalkacaktır. Böylece, yeniden bedenlenmeye gerek kalmaz. Fakat, bu idraki şuurlu bir biçimde hazmedinceye kadar, fizik ortamla ilişkimiz devam eder. Spiritüel olarak irtibatta bulunduğumuz varlıkların en üst seviyeden olanları, ancak bu aşamaya kadar gelebilenlerdir. Yani, bir medyumun irtibat kurabileceği en üst seviyeden varlık, fizik ortamla ilişkisini devam ettirme ihtiyacında olan bir varlıktır.
Fizik ortamı ve buna bağlı tesirleri idrak edebilenin tekrardan bedenlenmesine gerek kalmamaktadır. Ancak, bundan sonraki aşamada fizik ortama tasarruf imkanını doğuran şuurluluk hali başlar ki, bu da hâlâ ilişkinin devamlılığını göstermektedir. İnsanın tasavvur edebileceği en yüce, en kudretli, en üstün vasıflı olanın bile bu sınırlar içinde kalacağını unutmamak gerekir. Bu üst seviyelerde, başka tekamül sürecinden gelme, değişik varlıklar da bulunmaktadır. Bunların tekamülü ve varlıklarının kaynağı hakkında pratik olarak bir şey bilmiyor sayılırız. Dinler vasıtasıyla birtakım adlar veya sıfatlarla karşımıza çıkan varlıkların bir kısmı, nadiren spiritüel celselerde irtibat kurulabilen planlar, majik deneylerde bazen tesirleri alınan kozmik şuurlar bu seviyeden olabilir. Bu alanda kesin konuşmak imkansız ve sakıncalıdır. Zira, bu gibi irtibatlar çok enderdir. Ama, böyle olduğu intibaını verenlere ise her zaman rastlanabilir.
Özet olarak, insanın bilgisi ve deneyimi son derece kısıtlı ve dar bir alan içindedir. İçinde bulunduğu ortamın şartlarına da bu oranda sıkı sıkıya bağlı ve mecbur kalmaktadır. Bu seviyedeki bir varlığın reenkarnasyonu da dar bir varyasyon alanı içinde olacaktır. Şimdi bu konuya değinelim:
İnsan Bedeninde İlk Enkarnasyonlar
İlk defa insan olarak dünyaya enkarne olan bir varlığın daha önce hangi durumda olduğuna dair kesin bir bilgi yoktur. Muhtemelen, yeryüzünden az da olsa farklı bir ortamda uzun bir geçiş süresi yaşamış olması gerekir. Bu geçiş süresinde, içinde bulunduğu ortamın şartlarına göre, dünyadakine çok benzeyen bir reenkarnasyon aşamasını tamamlamış olabilir.
Dünyamızda bulunan hominoid ve hominid sınıfından hayvan bedenleri hernekadar insan bedenine benzer yapıda ise de, aradaki geçiş aşamasına uygun bir beden ve buna bağlı toplum şartları artık yoktur. Tarihin eski devirlerinde bu şartların bir süre dünya üzerinde var olduğunu ve arkaik dönemlerde bu geçişin dünya üzerinde de mümkün olduğunu gösteren fosiller bulunmuştur.
Bu fosillere dayanarak, Darwinist ekollerin ortaya attığı evolüsyon teorisini, yeryüzünün eski jeolojik devirleriyle de karşılaştırarak, insan seviyesinden önce varlığın hangi beden formlarını kullandığı hakkında bir fikir edinilebilir. Biyolojik evolüsyon teorisi bu bakımdan önemli ip uçları vermektedir. Zira, bedenin protein yapısındaki amino asid sıralamasında ortaya çıkan farklılıklar ile, o bedene enkarne olacak varlığın seviyesi arasında çok sıkı bir ilişki vardır.
Fakat, yalnız buna dayanarak, insan öncesi seviyenin de bu planette tamamlandığını iddia edemeyiz. İçinde bulunduğumuz evrende, benzeri şartları olan başka ortamlarda geçiş döneminin tamamlanması da mümkündür. Kanaatimce, üzerinde yaşadığımız planet, çok eski devirlerde bu maksada hizmet eden bir ortamdı. Fakat, bugün bu imkan ortadan kalkmıştır. Günümüzde, insan ile geçiş dönemindeki varlığın aynı planette birlikte enkarne olmalarını gerektirecek bir durumun olmadığını zannediyorum. Böyle bir beraberliğe ihtiyaç yoktur.
Burada üzerinde önemle durulması gereken nokta, sempatizasyon konusudur. Her varlığın tekamülüne uygun ortamın şartları inceden inceye belirli ve değişmez esaslara bağlıdır. Rastgele enkarnasyon olmadığı gibi, herhangi bir bedende veya toplumda ortaya çıkma gibi keyfiyet de yoktur. Özellikle başlangıç döneminde, yani insan olarak ilk enkarnasyonlarını yaşayanlarda bu bağımlılık o kadar belirgin ve dar sınırlar içindedir ki, kolaylıkla fark edilebilir.
İlk enkarnasyonlarında insan seviyesine gelmiş bir varlık, devamlı olarak aynı değer ölçülerine bağlı ilkel toplumlarda ve aynı beden formunda dünyaya gelecektir. Bir süre sonra, bu durum varlığın tekamül ihtiyaçlarındaki farklılaşma oranında değişir. İlk enkarnasyonların diğer bir özelliği de aradaki spatyum bekleyişinin çok kısa veya yok denecek kadar az bir zamanda geçiştirilmesidir.
Bu iki özellik bize şunu gösterir: Varlık, yeni kazandığı insan bedeni formunda, son derece basit ve dar alanlı bir tatbikat içindedir. Bu tatbikatı yeterince değerlendirebilmesi için, uzun bir süre aynı bedenle aynı ortamda aynı şeyleri tekrar tekrar denemek ihtiyacındadır. Bedenin çalışmaz hale gelişi, yani ölüm olayı ile aynı kişilikte derhal yeniden doğar. Çünkü, henüz spatyum döneminde değerlendirebileceği bir olayın idraki hiç yoktur. Dolayısıyla, kişiliği bile değişmeksizin aynı cinsiyette ve aynı yerde doğacaktır.
Bu durum, enkarnasyonlar devam ettikçe yavaş yavaş değişir. Kazanılan ilk bilgiler ve bunların değerlendirmesi sayesinde, artık yeni bir değer yargısı oluşmaktadır. Bunun bir gereği olarak, spatyumda geçecek süre önem kazanır. Enkarnasyonlar arasında belirli bir zamana gerek duyulur. Her yeni bedenlenme ile farklı bir kişilik edinen varlık, gittikçe değişik özellikteki toplumlarda enkarne olmaya başlar. Cinsiyet, ırk, dil, din, toplumsal değerler bu gelişmeye bağlı olarak her seferinde daha farklı olacaktır.
Bu gelişme başlangıçta çok dar sınırlar içindedir. Yüzlerce enkarnasyon burada söz konusudur. Varlık belirli bir tecrübe alanını aştıktan sonra, daha geniş ve çok yönlü bir alana doğru atılma ihtiyacını duyacaktır. Bütün bu süreç içinde, tekrardan bedenleneceği ortamın şartları, başlangıçta tamamiyle o ortamı ve içinde bulunduğu seviyeyi tayin eden üst seviyedeki varlıkların kontrolüyle belirlenir. Daha doğrusu, varlık henüz kendi ihtiyaçlarının ne olduğunu bilemediği için, sadece dünyaya yönelik bir çekiliş güdüsü içindedir. Bu çekilişe uygun ortamı da, kanunlar çerçevesinde üst seviyeden bedensiz varlıklar hazırlarlar. Bu varlıkların seviyesi hakkında daha önce de belirttiğimiz gibi kesin bir bilgimiz yok. Bizim anlayabildiğimiz tek şey, bunların yaptıkları işler ile kanunların işleyişi arasında zerre kadar bir farkın olmayışıdır.
Reenkarnasyon şartlarını belirleyen kanunlar ve bunların uygulayıcıları olan üst seviyeden varlıklar arasındaki farkı göremediğimiz için, o duruma nasıl geldiklerini veya bunların ne olduklarını da bilmiyoruz. İnsanlarda olduğu gibi, bunların arasında ferdiyet özelliği, kişisel davranışlar yoktur. Ancak aralarında bazı hiyerarşik görev farklılıkları dikkati çekmektedir. Alt kademlerde bulunan ve insana yol gösterici, yardımcı tesirleri olanların, sanki tek tek farklı varlıklar olduğu izlenimi edinilmiştir. Keza, bunların da daha önce insan gibi reenkarnasyon aşamasından geçmiş ve tamamlamış olanlarına rastlanmıştır.
Alt kademelerde görülen bu varlıkların durumuna bakılarak, insanın da reenkarnasyon gereğini tamamladıktan sonra aynı görevi üstleneceği düşünülebilir. Nitekim, daha bu aşamayı tamamlamadan bile, spatyumda iken insan seviyesindeki bedensizlerin, benzeri küçük görevleri üstlenme ihtiyacında oldukları biliniyor. Ancak, daha üst seviyede, kanunların idrakine varmış ve şuurlu olarak bunları uygulayabilen varlıkları da aynı zincirin üst halkaları olarak tanımlayabilmemiz için yeterli bilgi yoktur. Kanımca, bunlar başka bir yaratılışta ve insanın dahil olduğu tekamül zincirinin dışındadırlar.
İlk enkarnasyonlarda insanın kullandığı beden ve içine girdiği toplumun niteliği hep aynı karakterdedir. Gittikçe daha değişik olabilme özelliği, varlığın tekamül seviyesine bağlıdır. Ancak, bu bağımlılığın da bir sınırı vardır. Fizik ortamın şartları ile tekamül seviyesini orantıladığımızda belirli bir kritere ulaşırız. Şimdi bunu örnekleyerek görelim:
Enkarnasyonu Belirleyen Koşullar
Dünya üzerindeki ilkel bir toplumda, mesela Afrika'daki orman klanlarının birinde yaşamını sürdüren bir varlığın ilkel olduğunu öne sürmek yanlıştır. Keza, ileri teknolojiye sahip uygar ülkelerde bedenlenen varlıkların da ileri seviyeden oldukları söylenemez. Çünkü burada, her iki örnekte de kriter tayini hatalıdır. Varlığın tekamül seviyesi, tatbikatında malzeme olarak kullanacağı fizik vasıtaların ve psişik tesirlerin nitelik ve niceliğiyle ortaya çıkar. Vasıtaların çeşitli ve kompleks bir yapıda olmaları ile tesirlerin çok yönlülüğü ve yoğunluk taşımaları, tekamül seviyesini belirleyen esas kriteri ortaya koyar.
Diğer yandan, bir toplumdaki insanların tekamül seviyesindeki ortak özellikler, o topluma enkarne olacak varlıkları belirlemekte önemli bir kriter sayılmalıdır. Mekanik bir açıklama gerekirse, toplumun ortak seviyesi astral bir vorteks meydana getirir ve bu vortekse sempatize olan varlıklar çekilerek o toplumda enkarne olurlar. Geri seviyeden varlıkların oluşturduğu bir toplumda, zaman zaman ortaya çıkan lider vasıflı yenilik getiren kişilerin enkarnasyonlarında, geri varlıkların böyle bir öncüye ihtiyaç duymaları ve aynı zamanda vortekse çekilen varlığın da tatbikatında böyle bir toplum içinde çalışma gereği söz konusudur. Reenkarnasyonda görülen sempatizasyon kanunu, buna benzer biçimlerde her yerde ortaya çıkar. Toplumlar gibi, küçük grupların, ailelerin de oluşturduğu vorteksler vardır.
Vortekslere sempatize olabilmek için, enkarne varlığın o tesirlere ihtiyacı olması gerekir. Yani, bir anlamda, tencere yuvarlanır ve her seferinde kapağını bulur. Hiç bir varlık ihtiyacı olmayan bir ortamda enkarne olamaz. Keza, hiç bir toplumda gereksiz bir varlığın enkarne olduğunu göremezsiniz. Her şey birbirine uygun ve tamamlayıcı olarak ortaya çıkar. Buna da korespondans veya tetâbuk kanunu diyoruz.
Burada çok basit olarak anlatmaya çalıştığımız enkarnasyon determinantları, uygulama alanında oldukça kompleks bir plana sahiptir. Doğduktan kısa bir süre sonra ölenler, doğduğu toplumda uzun bir süre yaşayıp sonra değişik bir topluma girenler, içinde bulundukları toplumu felakete sürükleyenler, bulundukları topluma uyum sağlayamayıp akıl hastası olan veya intihar edenler v.d. hepsi bu kompleks planın doğrultusundadırlar.
Reenkarnasyonun ileri safhalarında, varlık eğer yeterli bir tekamül seviyesine ulaşmış ise, spatyum devresinde iken enkarne olacağı yer ve zamanı şartlarıyla birlikte bir ölçüde seçebilecek durumdadır. Bir bedene bağlı olmadığı için, o ana kadar idrak edebildiği kanunları serbest şuurunda değerlendirerek, tekamülü için ihtiyaç duyduğu şeyi kaba ölçüler içinde bilebilir. Yine de, hiç bir varlık kendi enkarnasyonunu tek başına tayin edecek seviyeye gelemez.
Dünyaya enkarne olduktan sonra, varlık sadece tatbikatını yapacağı alana konsantre olmuştur. Bu durumda ortaya çıkan yakınmalar, intibaksızlık ve benzeri şikayetler varlığın idrak yetersizliğinden dolayıdır. Keza, çevresindekileri adam etmek gibi takınılan üstün tavırlar da aynı sebeptendir. Dünyada yaşanılan süre içinde, olayların akışı o varlığın kendi öz istekleriyle ne kadar aynı doğrultuda gidiyorsa, o kadar hızlı bir ilerleme var demektir.
Bu ölçü ancak uzun bir yaşam süresi içinde gerçek değerine ulaşır. Varlık kendi asıl isteklerini bilebildiği oranda ihtiyacı olan şeyleri doğru olarak bulur. Kendisi için gerekli olanı bulduktan sonra da, uygulamada gerçekten öğrenmesi gereken şeyler üzerinde tatbikatını yoğunlaştırırsa, yaşamın terslikleri ve engelleri kendiliğinden ortadan kalkar. Bu ideal çizgiye ulaşabilenler yok denecek kadar azdır. Ayrıca, bu çizgiye ulaşmış bir varlığın yaşamını dışardan inceleyecek olursanız, size göre bazı terslikler ve engeller olduğunu görürsünüz. Ama, o varlık için bunlar aynı değeri taşımamaktadır. Bu bakımdan, bir insanın doğru yolda olup olmadığını dışardan gözleyerek tayin etmek mümkün değildir.
Önceki Yaşamların Hatırlanması
Geçmiş hayatların hatırlanmasıyla ilgili sorular, reenkarnasyon konusunu öğrenmeye çalışanların akıllarına gelen ilk problemlerden biri olmuştur. Yeniden bedenlenmenin asıl gerekçesi yeterince anlaşıldığında bu soru da açıklık kazanır. İki kere ikinin kaç ettiğini ilk defa nerede, ne zaman ve nasıl öğrendiğinizi artık hatırlamıyorsunuz. Ama, karşınıza böyle bir soru çıktığında, hiç duraksamadan cevabın dört olduğunu söylersiniz. Çünkü,asıl öğrenmeniz gereken bu bilgidir. Hangi şartlar altında öğrendiğinizi bilmenize artık gerek kalmamıştır. Yaşanılan olaylar da, beden terk edildiğinde unutulacak ve sadece öğrenilenler kalacaktır.
Elbette ki, yaşanılan olayların unutuluşu, bıçakla keser gibi bir anda olmaz. Beden terk edildiğinde, o yaşama ait kişilik önemli bir değişikliğe uğramaksızın spatyuma intikal eder. Beraberinde de yaşamış olduğu olayların intibalarını götürür. Eğer geçmiş yaşamında varlık idrak etmesi gerekeni yeterince anlayamamışsa, bu intibalar üzerinde imajinasyon yeteneğini kullanarak, spatyum şartlarında ikinci bir deneme daha yapma imkanına kavuşur. Burada özellikle intiba deyimini kullanıyorum, zira bunlar hatıra değildir. Spatyum da bile varlık geçmişini hatırlamaz, geçmişinden kalan intibalar orada bir takım imajların ortaya çıkmasına vasıta olur.
Spatyum devresinin sonuna doğru, varlık yeniden bedenleneceği ortamın şartlarına konsantre olmaya başlar. Geçmişinden kalan intibalar, bu durumda imajinasyon sınırları dışına itilir. Yani, bir bakıma pasif hale gelirler. Doğumdan sonra, bunların şuuraltına doğru gittikçe gömüldüğünü düşünebiliriz. Öyle ki, normal şartlarda, bedene bağlı olan varlığın kullandığı beyindeki reseptörleri çevreleyen kimyasal bloklar, bu intibaların zihin irtibatlarını önleyecek bir düzen içindedir. Yani, fizik bedenle ilgili bir hal olan hatırlama faaliyeti alanına giremezler.
Bu kimyasal blokları gerek bedene enjekte edilen droglar, gerekse hipnoz, telkin veya imajinasyon gibi vasıtalarla, beyin içinde üretilmesi sağlanan benzeri maddelerle etkisiz kıldığımızda, reseptörler intibaların etki alanına girer ve süje bir önceki yaşamından kalan bu izlerin farkına varır. Beyin yapısı gereği, bu tesirler birer hatıra olarak zihinde ortaya çıkarlar. Burada belirtmek gerekir ki, fizik bedenle ilgili her faaliyette, bedende kimyasal bir değişim söz konusudur. Zihinsel faaliyetlerde bu değişimlerin yoğunlaştığı yer, beyin ve kuyruksokumuna kadar olan uzantısıdır.
Sinir sistemi kimyasına dair yeterli bir bilgimiz olmadığı için, henüz bu prosesi bütün aşamalarıyla açıklamak mümkün değil. Ama, günümüz teknolojisinin laboratuar araştırmaları sonuçlarına bakılırsa, insan bedeni bütün bu şartları en ince ayrıntısına kadar düzenlemeye uygun bir biçimde planlanmıştır. İnsan ise bu bedeni sadece bir vasıta olarak kullanma yetkisine sahip. Biraz kurcalayacak olsa hemen bozuluyor.
Geçmiş yaşamların hatırlanmasıyla ilgili görülen ender durumlarda, beyinde ne gibi kimyasal değişikliklerin olduğu ve asıl önemlisi bunu kimin kontrol ettiği bilinmemektedir. Ancak dolaylı olarak, hatırlama halinde o kişinin ve çevresinin bu olaydan nasıl etkileneceği düşünüldüğünde, varlığın tekamülüne ilişkin bazı sonuçlara varabiliriz. Bu da, bildiğimizin tekrarından başka bir şey değildir.
Reenkarnasyonda bazı özellikler uzun bir süre aynılığını korumaktadır. Bu sebeple, bazı devrelerde milletlerin ortak kaderlerinden ve toplu tekamül çizgilerinden söz etmek bile mümkündür. Şimdi bunları görelim:
Yeni Bedenin Oluşumunu Hazırlayan Faktörler
Bedenin cinsiyeti, varlığın tatbikatında önemli bir faktördür. Erkek ve kadın farkı yalnız davranışta değil, esasen bedene bağlı tesirler ağında çok belirgin bir sınırlamayı getirmektedir. Bu yüzden, bir kaç enkarnasyon boyunca erkek olarak bedenlenen bir varlığın birden kadın olarak yeniden dünyaya gelmesi, veya bunun tersi ancak çok özel şartlar altında mümkündür. Genellikle ilk aşamalarda, ilk enkarnasyonda bedenin cinsiyeti ne ise, aynı cinsiyetin devam ettirilmesi gerekli olmaktadır. Daha ileri seviyelerde bile, cinsiyeti bir evvelkinden farklı bir bedene enkarne olması gerektiğinde, varlık uzun bir süre spatyumda alıştırma devresi geçirmek zorundadır. Her iki cinsiyetin tesir özelliklerine uyum sağlayıncaya kadar bu alıştırmalar devam eder. Zaten bu meyanda varlık reenkarnasyon zincirini de tamamlamak üzeredir ve son devrelerde bu değişiklik gerektiğinde uzun bir beklemeye gerek kalmaz.
Spatyum devresindeki varlıklarda, fizik bedene bağlı genetik özellikler ve hormonlar olmamasına rağmen, cinselliğe dair belirgin bir farklılaşma görülür. Kendisini kadın veya erkek olarak hisseden bu varlıklar, aslında az önce belirttiğimiz gibi belirli bir tesir alanı içinde oldukları için, bir önceki yaşamlarına ait intibalarını devam ettirmektedirler. Bu özellik aynı zamanda spatyuma ait sübtil bedenlerinde de vardır. İmaj olarak bu özelliğe uygun bir beden formunda görünürler. Tekamül seviyesi arttıkça, bu bağımlılık gevşer ve ileri seviyeden olanlarda bu gibi cinsel temayüller kaybolur.
Dünya yaşamlarında önemli cinsel sapmalar gösteren insanların bu alışkanlıklarına spatyum devresinde de devam ettikleri bilinmektedir. Ancak, şunu da belirtelim ki, gerçek anlamda cinsel ilişkiye astral ortamın yalnız belirli bazı bölgelerinde rastlanmaktadır. Spatyum ile ilgili böyle bir olay yoktur. Fizik ortama çok yakın yoğun astral bölgelerde, cinsel duyguları oluşturabilen imajinasyon sahaları yaratılabilmektedir. Bu mizansenin bazı durumlarda ilkel varlığa üst düzeyden bir tesiri iletebilmek için gerekli sempatizasyonu sağlamak ve tesiri transforme edebilmek amacıyla hazırlandığı kanaatindeyim. Dünyada iken vecd haline geçen ilkel varlıklarda görülen cinsel hazlar ve orgazm belirtileri buna bir örnek sayılabilir.
Irk faktörü de burada belirtilmesi gereken bir özelliktir. Ancak, kaba bir renk ayırımıyla bir sonuca varılmaz. İnsan ırkları, genetik yapıdaki küçük farklılıklarda ortaya çıkar. Bu yapısal farklar ne kadar belirgin olursa, birinden diğerine intibak edebilmek varlık için o kadar zor olacaktır. Mesela, insanınkine en yakın olan hominid türü maymun bedenine insan seviyesindeki bir varlığın enkarne olabilmesi imkansızdır. Zira, uzun bir süre geçiş döneminde ancak insan bedenine uygun bir sempatizasyon alanına alıştırılmıştır. Bunun gibi, başlangıçta varlık ancak belirli bir insan ırkının genetik kodlarına sempatize olabilir. Birinden diğerine geçiş daha sonraki enkarnasyonlarında mümkündür. Fakat, bu geçiş esnekliği hiç bir zaman geriye dönüşe imkan verecek nitelikte değildir. Yani, bir kere insan bedenine enkarne olacak duruma gelen varlığın, daha sonra önceden kullanmış olduğu hayvan bedenlerine sempatize olabilmesine imkan vermez. Kısaca, artık hayvan değildir, geçiş dönemi varlığı da değildir, bir insandır.
Cinsiyet ve ırk, fizik bedenle ilgili faktörlere bağlıdır. Diğer faktörler ise toplumsal niteliktedir. Toplumsal değer yargıları içinde kullanılan dilin semantiği, inancı oluşturan sembolizmin, davranışları belirleyen örf ve adetlerin temelindeki arşetipler başlangıçta tek bir formasyona tabi değildir. Bunlar belirli kombinezonlar içinde birleşmiştir. Her bir kombinezon, belirli varlık gruplarının ilk insan bedenine enkarnasyonundan önce, geçiş döneminde ortaya çıkar.
Psikolojik antropolojinin temel konularından biri olan atavizm ve atavistik eğilimler ile arşetiplerin oluşumu, bir varlığın hangi kombinezona dahil olduğunu gösterecektir. İlk enkarnasyonlarda bunlar çok belirgindir.Aynı kombinezona sahip varlıklar daima aynı toplumda doğup ölürler. Daha ileri safhalarda ortaya çıkan dil, din, örf, adet gibi farklılıkların kaynağı bu kombinezon farklarındadır.
Örnek olarak, semitik dillerin semantiği ile bu dilleri kullanan toplumlardaki din sembolizmi ve vahiy mekanizması seçilebilir. Bu toplumlarda kapalı bir reenkarnasyon zinciri vardır. Çünkü, buna uygun kombinezona sahip varlıkların ortak bir tekamül seyrinden geçmeleri zorunlu olmuştur. Bunun gibi bir kaç kapalı sistem daha vardır ve varlık başlangıçta hangi sisteme uygun ise, o sistemde uzun bir reenkarnasyon devresi geçirmek zorundadır. Birinden diğerine sıçrayamaz. Bu sıçrayışa uygun hale gelmesi için, sistemin temelinde yatan esas prensipleri kavraması gerekir.
Ekminezi deneylerinde veya bedensiz varlıklarla kurulan irtibatlarda bu özelliği açıkça görmek mümkündür. Kaydırak taşı gibi, önce Afrika'da bir zenci, sonra Japonya'da bir budist, daha sonra İsrail'de bir musevi ve şimdi de İrlanda'da yaşayan bir kelt sıçramalarıyla enkarnasyonlarını sürdüren bir varlık bulamazsınız. Ancak, özel sebeplerden dolayı bir sistemden benzeri olan diğerine geçiş halindeki varlıklar bulunabilir. Bunlar da yeni sistemin içinde enkarne olduktan sonra ilk hayatlarında genellikle çevreyle uyumsuzluk halini yaşarlar. Burada anlaşılıyor ki, uzun süreli spatyum devreleri bile varlığın bir sistemden diğerine sıçrayabilmesi için yeterli değildir. İçinde doğduğu toplumun kendi değer yargılarından farklı bir yapıya sahip olduğunu hisseden bu insanlar, içgüdüsel bir biçimde kendilerine benzeyenleri, yani aynı değerlere sahip olanları arayacaklardır.
Semantik bakımdan dillerin birbirine olan benzerlikleri arttığı oranda, dinsel sembolizmin de benzediği görülür. Bu benzerlikler sayesinde ileri seviyedeki varlıklarda bir sistemden diğerine kayma kolaylaşır. Yine belirtelim ki, burada asıl faktör tekamül seviyesidir.
Dinlerin birliğinden, evrensel sevgiden dem vuran insanların bu davranışlarına bakıp sistem değiştirebilecek seviyeye geldiklerini zannetmek hatalıdır. Nitekim, bu insanları yakından incelediğimizde, birlik ve sevgi kavramlarını tanımlarken, yine ister istemez belirli bir semantik içinde kaldıklarını ve belirli bir dinsel sembolizmi seçtiklerini görüyoruz. Spatyum devresinde de durum aynıdır. Medyumla irtibat kuran varlığın kullandığı dil değil, hangi semantik yapıya göre tesir gönderdiği dikkate alınmalıdır. Çünkü, irtibatlarda morfolojik ve sentaks özellikler ikinci plandadır.
Kısaca, dil, din ve etnolojik özellikler bir varlığın enkarnasyonunda vazgeçilmez değerler olarak belirir. Adana'nın bir köyünde yaşayan duvarcı Recep efendi, büyük bir ihtimalle yine benzeri bir ortamda çiftçi Mehmet efendi olarak ikinci yaşamına devam edecektir. Bu adamın bir sonraki enkarnasyonunda, Stockholm'de kral naibinin kızı olarak dünyaya gelmesini bekleyemeyiz. Bu gibi varsayımlar fanteziden ibarettir. Çünkü, çiftçi Mehmet efendi öldükten sonra spatyumda kendi ait olduğu sistemin varlıklarına sempatize olur ve orada da aynı değer kombinezonu içindedir. Ola ki, tekamülü seyrinde böyle bir sıçramayı gerektiren icab bulunsun. O zaman yine değerler sisteminde eskisine yakın bir sisteme sıçrayacaktır. Zira, insan seviyesinde bir varlık için sempatize olabilmek kesin ve dar sınırlı şartlara bağlıdır.
Varlıklar tekamül ettikçe, enkarne oldukları ortamların da tatbikat çeşidine daha fazla imkan veren bir biçimde olması gerekir. Keza, bedensel özellikleri de bu doğrultuda dikkate alınmalıdır.
Cinsiyet, ırk, dil, din, örf ve adetler gibi özelliklerin bir varlığın reenkarnasyonunda bu kadar etkili olabilmesi mübalağalı görülebilir. Fakat, yapılan gözlemler bizde bu kanaati uyandırmıştır. Varlığın tekamül seviyesi ne kadar geri ise, bu kriterlere bağlı bir enkarnasyondan geçmesi de o kadar zorunlu gözükmektedir. Burada dinsel sembolizm ve dil semantiğinin önemini tekrar belirtmeye gerek duyuyorum. Zira, bu iki unsur son aşamalarda bile varlığın etkisinden kurtulamadığı bir bağımlılık niteliği taşımaktadır.
Bu sonuçların ışığında, bazı asılsız varsayımları da belirtmek gerekir. Bir önceki yaşamında başka bir cinsiyette olduğunu, çok değişik bir ülkede yaşadığını, şimdikinden farklı bir dine ve dile sahip olduğunu iddia edenlerin, halen yaşayış biçimlerini inceden inceye araştırmadan söylediklerini kabul etmek safdillik olur. Büyük bir ihtimalle, bu iddialar o kişinin içinde bulunduğu teşevvüş halinden, idrak yetersizliğinden ve psikolojik bozukluklarından kaynaklanmaktadır.
Bu iddialarını daha da devasa boyutlara ulaştırıp başka bir planetten geldiklerini, filanca ünlü kişinin reenkarnasyonu olduklarını savunanların ise öncelikle psikiatrik bir tedaviye muhtaç oldukları düşünülmelidir.
İleri tekamül düzeyinde olan varlıklar, bu dünyaya enkarne oldukları zaman, reklama gerek duymaksızın kendi bildikleri yolda işlerini aksatmadan tamamlayıp ayrılırlar. Bunların melek, cin, uzaydan gelme olmalarınagerek yoktur. Zaten böyle bir sempatizasyon imkanı da yoktur. Kimine göre vazifeli diye adlandırılan bu varlıklar da insan seviyesindedirler, aynı tekamül zincirindendirler ve onların da kendilerine göre öğrenmekteoldukları bir şeyler vardır.
Bu dünya gerek fiziksel yapısı ve mevcud beden formları ile, gerekse barındırdığı insan topluluklarının ortak aurası sebebiyle, bir başka tekamül zincirinden olan varlığın insan bedeni formunda enkarnasyonuna imkan vermez. Bu gibi bedenlenme olaylarına ancak siklus sonlarında rastlanır ve zaten bu varlıkların enkarne olmaları da siklusun tamamlanmasında gerekli olmalarından dolayıdır. Birer katalizörvazifesi görürler. Bizim bildiğimiz tarih, kendi siklusumuzun tarihidir. Bazı devrelerde ve çok nadiren de olsa bu gibi bedenlenme örneği gösteren yerlerde, dikkat edilirse çok kısa zamanda oradaki toplum tümüyle helak olmuştur, bitmiştir. Bu sebeple, bunlara bazen işi çabuk bitiriciler denmesi yerinde bir deyimdir.
Bunlardan tamamen ayrı olarak, vazifeli olduğunu söyleyen veya söyletenlerin hepsi, ister uzaydan geldiklerini, isterse melek olduklarını iddia etsinler, sonuçta yaptıkları işlere göre asıl sıfatlarına layık olduklarını hemen ortaya koyarlar. Nadir de olsa, bazen bu gibi insanların içinde bulundukları durumu teşhis etmek klinik yöntemlerle mümkün olmayabilir. Zira, birkaç enkarnasyon boyunca devam edebilen uzun süreli obsesyonlarda, varlığın ruhsal analizi o kadar güç olur ki, kendisi bile durumunun zerre kadar farkında değildir.