• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in Risaletinin Delilleri | Hayata Bakışınızı Değiştirecek Videolar

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Deistleri, Peygamberlere iman ettiren video

“Hz. Muhammed (sav) Allah’ın peygamberidir.” diyoruz. Ancak sadece Allah’a inanıyorum ve hiçbir peygambere inanmıyorum diyen bu konuda ikna edilmeyi bekleyen o kadar çok insan var ki. Bu bölümde bizler peygamber efendimizin s.av. peygamberliğinden evvel peygamberliğin gerekliliğini izah edeceğiz. Öyle ya, peygamberliğe inanmayan bir kişiye, bir insanın peygamberliğini nasıl izah edeceksiniz?

O halde muhatabımız Allah’ı kabul eden ama Peygamberliği inkar edenlerdir. Muhataplarımızdan bir isteğimiz var. Aramızda bir altın kuralımız olsun. Bu altın kural da şudur: Akıl ve vicdan aramızda hakem olsun. Birbirimizle inatla değil, hakkı ortaya çıkarmak için konuşalım. Aklımızın ve mantığımızın kabul ettiği bir şeyde inatla birbirimize muhalefet etmeyelim. Şimdi Allah’ı kabul eden ama Peygamberliği inkar eden kişiye bir soru sormak istiyoruz: Sorumuz şu…

Allah-u Teâlâ bizi ve bu âlemi niçin yarattı? Yaratılışın gayesi nedir bunu hiç düşündünüz mü? Yani
  • Allah bu kâinatı niçin yarattı?
  • Ben niçin varım?
  • Akıl, göz, dil gibi bu kadar kıymetli cihazlar ve duygular bana niçin takılmış?
  • Lezzetleri ve şekilleri farklı bu kadar nimetler bana niçin sunuluyor?
  • Her varlık niçin bir sanat harikası olarak yaratılıyor? Onlara verilen bu kadar ehemmiyetin sebebi nedir?
  • Onlardan kelebekler gibi bir kısmı, sadece birkaç hafta yaşıyor, bir kısmı birkaç gün… Buna rağmen her birine ne kadar masraf yapılmış ve ne kadar ehemmiyet verilmiş. Rengârenk boyanmış, en kıymetli cihazlar takılmış… Bunun sebebi nedir? Bu süsleme ve böyle sanatla yaratma niçindir?
  • Bal arısından, ipek böceğine; süt fabrikaları olan inek, koyun ve keçiden; bulutlara, güneşlere ve aylara kadar her şey niçin bana hizmet ediyor? Niçin hepsi benim için çalıştırılıyor?
Acaba bu soruların cevabını hiç düşündünüz mü?

Şimdi “Allah’a inanıyorum fakat peygamberliği kabul etmiyorum ”diyen muhatabımıza başka bir soru soracağız: Madem Allaha inanıyorsunuz acaba inandığınız Allah hikmet sahibi midir? Yani her işinde birçok gayeler ve faydalar mı vardır? Yoksa eğlence ve oyun olsun diye öylesine mi yapar ve yaratır? Ona Allah dediğimize göre, elbette her işinde bir hikmet, her fiilinde bir gaye ve her yaratmasında birçok faydalar vardır.

Madem öyle 1- Allah var. Ve 2- Allah son derece hikmet sahibidir. Peki, son derece hikmet sahibi olan Allah, bizleri ve bu kâinatı niçin yaratmış olabilir?
Şimdi bizim ve bu âlemin niçin yaratıldığını anlamaya çalışalım.

Allah-u Teâlâ nihayetsiz bir güzelliğin ve kemalin sahibidir. Bu âlemde gördüğümüz bütün güzellikler ve kemaller; O’nun zatının, isim ve sıfatlarının zayıf yansımaları ve tecellileridir.

Her güzellik ve kemal sahibi, kendi güzelliğini görmek ve göstermek ister. İşte bu sırla, Allah-u Teâlâ da kendi güzelliğini ve kemalini görmek ve göstermek istedi ve bu kâinatı yarattı. Seyretme vazifesini de bize yani insana verdi.

İşte bizim vazifemiz, şu varlıklarda tecelli eden ilahi isim ve sıfatları keşfetmek ve o isim ve sıfatlarla Allah’ı tanımaktır. Yaratılış gayemiz budur.

Madem yaratılışımızın gayesi budur. O halde Allah’ı kabul edip peygamberlik yoktur diyen kimseye soruyoruz

1- Hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ bu âlemi bilinmek için yaratsın; daha sonra peygamberler göndermeyerek kendini bildirmesin ve tanıttırmasın?

2- Yine hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ bu âlemi bu kadar sanat eserleriyle donatsın; daha sonra bu sanat eserlerine dikkati çekecek ve bu eserlerde tecelli eden isim ve sıfatları insanlara ders verecek peygamberleri göndermesin?

3- Yine hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ bu âlemdeki her mevcut üzerine, varlığının ve birliğinin delillerini koysun; daha sonra varlıkların üzerindeki bu delilleri insanlara ders verecek peygamberleri göndermesin?

4- Yine hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ yeryüzünü adeta bir sofra hükmünde yaratsın; baharı bu sofraya bir gül destesi yapsın; insanların bütün iştahlarını ve zevklerini tatmin edecek nimetleri bu sofraya koysun; daha sonra bu nimetlere karşı kullarından şükür istemesin ve bu nimetlere nasıl şükredileceğini bir peygamberi vasıtasıyla bildirmesin?

5- Yine hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ bu kadar nimetiyle kendine kullarını sevdirmek istesin; daha sonra kullarına, sevgisine ulaşma yollarını bir elçisi ile bildirmesin?

6- Yine hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ insanı yaratsın, her şeyi onun hizmetine versin, onu bu kadar duygu ve cihazlarla donatsın; daha sonra onu başıboş bıraksın? Niçin yaratıldığını, vazifelerini ve onlardan ne arzu ettiğini peygamberleriyle bildirmesin?

Soruları çoğaltabiliriz, ama daha fazla uzatmıyor ve soruyoruz, bunlar hiç mümkün müdür?

Yani Siz Allah’ın varlığına inanıyorsunuz. O Allah ki, bu âlemi kendini bildirmek ve tanıttırmak için yaratmıştır. Zira her güzellik ve kemal sahibi, kendini göstermek ister. Nihayetsiz güzelliğin ve kemalin sahibi olan Allah da kendini göstermek ve bildirmek için bu âlemi yaratmıştır. Bu âlemi, bu gaye için yaratan Allah’ın peygamberler göndermemesi ve kullarına kendini bizzat elçileri vasıtasıyla tanıtmaması hiç mümkün müdür?

Bilinmek için şu âlemi yaratan zat, nasıl olur da bilinmenin en kolay yolu olan, bir elçi vasıtasıyla kendini bildirmez. Eğer bilinmek istemeseydi, bu âlemi yaratmazdı. Madem yaratmış, o halde bilinmek istiyor. Ve madem bilinmek istiyor, o halde peygamberler göndererek kendini bildirmeli ve tanıtmalı değil mi?

Peygamber olmadan O’nu tanımak mümkün değildir. Bunun delili de, vahye mazhar bir peygambere ulaşamayan veya ulaştığı halde onu inkar eden insanların ateşe, Güneş’e, puta, hatta ineğe ve diğer varlıklara tapmasıdır. Onlar bir yaratıcının varlığını keşfetmişler, ancak Allah’ı bulamayarak Güneş ve ateş gibi varlıklara tapmışlar. Demek, bir insanın tek başına Allah’ı bulması öyle kolay bir şey değil. Bir yaratıcıya inanabilir, ama yaratıcının kim olduğu hususunda hataya düşer. İşte Allah-u Teâlâ, kullarının yüzünü o ilah zannettikleri yaratıcılardan kendine çevirmek için peygamberler göndermiştir ve göndermelidir.

B- Hem yine Allah-u Teâlâ, şu kıymetli ve lezzetli nimetleri yaratmakla insandan şükretmesini istiyor. Bu sebeple bu kadar nimetleri yaratmış ve onun sofrasına koymuştur. Peki, eğer Allah bir peygamberi ile insanlara nasıl şükredeceklerini öğretmezse, insanlar şükrün eda şeklini nasıl öğrenecekler. Mesela, Allah’ı kabul edip peygamberlik yoktur diyen kimseye sorsak siz Allah’a nasıl şükredersiniz. Muhtemelen Allah’ım sana hamd olsun, diye cevap verecektir.

Bakınız, “Allah’ım sana hamd olsun.” sözü bile peygamberlerin sözüdür ve bu şükrü insanlara onlar öğretmiştir. Hatta Allah’ı kabul edip peygamberlik yoktur diyen kimseler yaratıcı” demeyip “Allah” demektedirler. Allah ismini kimden öğrenmiş ve yaratıcının isminin Allah olduğunu kendileri mi bulmuşlardır. Bizler O’nun ismini öğrenmek için bile peygamberlere muhtacız. Ona Allah diyoruz, çünkü bu ismini bize peygamberiyle bildirdi. Acaba peygamberler O’nun Allah ismiyle müsemma olduğunu bildirmeseydi, bunu kendimiz keşfedebilir miydik? Ya da peygamberler hangi sözlerle şükredilir ve şükür nasıl yapılır, bunu bize öğretmeseydi, nasıl şükredeceğimizi kendimiz bulabilir miydik?

Şu an belki bulamazdık, ama varsın bulamayalım, çok mu gerekli ki diyebilirsiniz?

Ama başta demiştik ki, Allah-u Teâlâ hikmet sahibidir. Bunu kabul etmiştik. Eğer hikmet sahibi ise ve bu kadar nimetlerle bizden şükür bekliyorsa; o halde sadece nimeti yaratmakla kalmayacak, şükretmeyi de insana öğretecektir. Yoksa bu kadar nimetin yaratılmasının hikmeti kaybolmaz mı? Bu durumda nimetlerin yaratılışı hikmetsizliğe dönüşmez mi?

Dilerseniz biraz daha açalım…

Bakınız, şimdi size bir tablo yapacağız. Şu âlemdeki fiillere bakarak, insandan beklenen vazifeler tablosu…

1- Bu âlem bu kadar sanat eserleriyle donatılmış. Buna karşı insanın vazifesi, o sanat eserlerinde tecelli eden isim ve sıfatları keşfetmek ve Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımaktır.

2- Bu âlem bu kadar nimetlerle donatılmıştır. Buna karşı insanın vazifesi, bu nimetlere karşı şükretmek ve nimet sahibine ibadet etmektir.

3- Bu âlemdeki her şey insanın hizmetine verilmiş ve insan bütün mahlûklara üstün kılınmıştır. Buna karşı insanın vazifesi, kendisine bu iyiliği yapan zatı sevmek ve kendini O’na sevdirmektir.

4- İnsan çok kıymetli duygular ve cihazlar ile donatılmıştır. Akıl, göz, dil, kalp gibi dünyadan daha kıymetli cihazlar ona verilmiştir. Buna karşı insanın vazifesi, o duygu ve cihazları, lâyık olduğu yerlerde ve O’na ibadette kullanmaktır.

Bunlar gibi daha 50 vazife daha sayabiliriz. Ancak konuşmamızın odak noktası insanın vazifelerinin tamamını öğrenmek olmadığından kısa kesiyoruz. Şimdi sorumuz şu: İnsanı böyle vazifelerle bu dünyaya gönderen zat, hiç mümkün müdür ki, bir elçisi vasıtasıyla bu vazifeleri insana bildirmesin ve bu vazifelerin eda ediliş şekillerini insana öğretmesin?

Eğer öğretmezse, insan bu vazifeleri nereden bilecek ve nasıl eda edecek? İnsanın Allah’ı tanıması, sevmesi, isim ve sıfatlarıyla bilmesi, ona şükretmesi ve ona ibadet etmesi Mesela, sizler bu vazifeleri şu ana kadar biliyor muydunuz? Bu durum, peygamberlerin varlığını zaruri kılmıyor mu?

B- Peki, bir peygamber olmaz ve insana vazifesini bildirmezse, insan bu vazifeleri nasıl icra edecek? Mesela siz, peygamberlere inanmayan birisi olarak, sizi yaratan Allah’a ibadet edecek olsanız, nasıl ibadet edersiniz? Namaz kılamazsınız, oruç tutamazsınız, bunlar gibi başka şeyleri de yapamazsınız; çünkü bunlar ancak bir peygamberin öğretmesiyle yapılabilir. O halde nasıl ibadet edeceksiniz?

Ya da Allah’ı tanımak istiyorsunuz, O’nun isim ve sıfatlarını nasıl keşfedeceksiniz. Bakınız, Allah ismini bile peygamberlerden öğrendiniz. Diğer isim ve sıfatlar için ne yapacaksınız?İşte bu bilmediğimizi bize bildirecek peygamberler lazım.
  • Madem Allah var ve bu kâinatı yaratmış,
  • Ve madem hikmet sahibidir,
  • Ve madem hikmeti sebebiyle, bu kâinatı oyun olsun ya da eğlence için değil; gayet yüksek hikmetler ve gayeler için yaratmıştır,
  • Ve madem bu gayeler; insanın Allah’ı bilmesi, tanıması, sevmesi, O’na şükretmesi, O’na ibadet etmesi gibi işlerdir,
  • O halde insana bu vazifelerini öğretecek peygamberlere ihtiyaç vardır ve onların varlığı zaruridir.
Tüm bu anlattıklarımızdan sonra peygamberleri inkâr edebilmek için neyi kabul etmek zorunda kalacağımıza bir bakalım.
  1. Peygamberlerin olmaması için, insana tevdi edilmiş vazifelerin olmaması gerekir. Yani insana; Allah’ı bilmesi, tanıması, sevmesi, O’na şükretmesi ve O’na ibadet etmesi gibi işler emredilmemiş olmalıdır.
  2. Bu vazifelerin ve emirlerin olmaması için de bu kâinatın oyun ve eğlence için yaratılmış olması gerekir. Yani -hâşâ- Allah oyun oynamak ve eğlence için bu kâinatı yarattı ve yaratırken hiçbir maksat ve gaye takip etmedi. Bunu kabul etmemiz gerekir.
  3. Bu kabul için, yani kâinatın oyun ve eğlence olarak yaratıldığını kabul etmek için de Allah’ın hikmet sahibi olmadığını kabul etmek gerekir. Zira ancak hikmetsiz bir zat, oyun ve eğlence için bu kadar masraf yapar ve bu kâinatı yaratır. Hikmeti olanın bunu yapması mümkün değildir.
Evet Allah var ama peygamberlik diye bir şey yoktur diyen bir kimsenin “Peygamberler yoktur” sözü, Allah’ın hikmet sahibi olmaması neticesini verdi.
Şimdi tercihimizi yapalım:
  1. Ya “Allah hikmet sahibidir.” deyip. Bu durumda hikmetinin tahakkuku için peygamberler göndermesi gerektiğini de kabul etmek zorunda kalacaksınız.
  2. Ya da “Allah hikmet sahibi değildir. Oyun ve eğlence için bu âlemi yarattı.” diyeceksiniz. Bu durumda peygamberlik mesleğine inanmak zorunda değilsiniz. Dilediğiniz gibi inkâr edebilirsiniz. Ama bu durumda, inandığınızı söylediğiniz Allah’ın, hikmet sahibi olmadığını kabul etmeniz gerekir.
  3. Bir seçeneğiniz daha var, o da şu: Biz âlemin yaratılış gayeleri olarak bazı maddeler saydık ve “Bu maddelerin tahakkuku için peygamberlere ihtiyaç vardır.” dedik. Siz bize peygamberlere ihtiyaç olmayacak başka hikmetler ve gayeler göstermelisiniz. Ve daha sonra: “Allah bu gayeler için bu âlemi yaratmıştır. Bu gayelerin tahakkuku da peygamberlerin varlığına bağlı değildir” demelisiniz. Bu sayede, Allah’ın hikmetini kabul etmiş, ama farklı hikmetler göstererek peygamberlerin gerekli olmadığını ispat etmiş olursunuz.
İşte size üç yol… Ama inanın, aklınızı çıkarıp atmadan ikinci ve üçüncü yoldan gitmek mümkün değildir. Hikmet sahibi olan kişi, saydığımız hikmetsizlikleri yapmaz.
Şunları bir düşünün:
  • Hikmet sahibi bir zat, milyonlar harcayarak bir okul yapsın ve bu okulu öğrencilerle doldursun; daha sonra bu okulda ders verecek öğretmenleri göndermeyip öğrencileri başıboş bıraksın ve hikmetini inkâr ettirsin. Bu hiç mümkün müdür?
  • İşte bu Dünya da misaldeki okul gibi bir okuldur. Bu okul nihayetsiz masrafla yapılmış ve insanlık, ders görmek için bu okula gönderilmiştir. Bu okulun öğretmenleri peygamberlerdir. Siz nasıl oluyor da bu okulun öğretmenleri olan peygamberleri inkâr ediyorsunuz? Öğretmenler olmasaydı, hiç okul açılır ve biz öğrenciler bu okula davet edilir miydik?
  • Yine hikmet sahibi bir zat, her harfinde onlarca mana olan bir kitap yazsın, bu kitabın her sayfasına bir kitap kadar mana yüklesin; daha sonra bu kitabı ders verecek muallimleri göndermeyip bu kitabı anlaşılmaz bıraksın. Bu hiç mümkün müdür? Hikmet sahibi bir zat, böyle bir hikmetsizlik yapar mı? Sinekten tut, ta yıldızlara kadar her bir varlık bir kitap hükmündedir. O kitapta Allah-u Teâlâ’nın isim ve sıfatları yazılmıştır. Yine her bir varlık üzerine, O’nun birliğinin ve varlığının delilleri konulmuştur. Siz nasıl oluyor da bu kitaplardaki isim ve sıfatları insanlara ders verecek, üzerlerindeki işaretleri izah edecek peygamberleri inkâr ediyorsunuz? Peygamberler olmasaydı, bu varlıklar üzerinde yazılan isim ve sıfatları ve onların üzerindeki tevhid delillerini okuyabilir miydik?
  • Yine hikmet sahibi bir sanatkâr, nihayet derecede manalı tablolar yapsın, bu tabloları bir müzede teşhir etsin ve bu müzeye insanları davet etsin; daha sonra bu tablolardaki manaları seyircilere ders verecek vazifelileri göndermesin ve bu manaları seyircilere inkâr ettirsin? Bunlar hiç mümkün müdür? Her bir varlık son derece sanatla yapılmış bir tablo hükmündedir. Bu tablolar Dünya müzesinde teşhir ediliyor. Seyirci olarak da bizler davet edilmişiz. Bizler nasıl olur da bu tablolar üzerindeki manaları bizlere ders verecek peygamberleri inkâr edebiliriz.
Peygamberlerin gönderilmesinin zaruri olduğunu anlatmaya çalıştık. Zira bu âlemin yaratılış gayesi ancak peygamberlerle tahakkuk ediyor ve Allah’ın hikmeti bunu gerektiriyor. Peygamberler olmazsa hem bizim hem de âlemin yaratılışı manasız oluyor. Sonsuz hikmetin sahibi olan Allah, böyle bir manasızlığı yapmaktan münezzehtir.

Tüm bu izahlardan sonra akıl ve vicdan sahibi herkesin peygamberlerin olmasının ve gönderilmelerinin gerekli olduğunu kabul edeceğini umuyoruz. peygamberlik mesleğinin varlığını ispat ettikten sonra asıl konumuz olan Hz. Muhammed (s.a.v.)in Allah’ın resulü olup olmadığı konusudur ki şimdi bu konuya geçelim. Peygamberlerin gönderilmesinin gerekliliği ile bu zatın peygamberliği arasındaki alakayı gösterelim

Hz. Muhammed (sav) yaratılışın hikmet ve gayelerine tam hizmet etmiş ve bu hikmet ve gayeleri insanlara ders vermiştir. Mesela:
  1. Allah-u Teâlâ insanlardan, kendisine iman etmesini istemektedir. Buna mukabil Hz. Muhammed (sav) hem O’na iman etmiş, hem de O’na iman etmelerini insanlara emretmiştir.
  2. Allah-u Teâlâ, her varlığı adeta bir kitap hükmünde yaratarak isim ve sıfatlarını o kitapta yazmış ve insanların, kendisini bu isim ve sıfatlarıyla tanımasını istemiş; buna mukabil Hz. Muhammed (sav) hem O’nu isim ve sıfatlarıyla tanımış, hem de bu isim ve sıfatları insanlara ders vermiştir.
  3. Allah-u Teâlâ, insanlara ihsan ettiği nimetlere karşı, insanların, kendisine ibadet etmesini, şükretmesini ve emirlerine itaat etmesini istemiş; buna mukabil Hz. Muhammed (sav) O’na hakkıyla ibadet etmiş, nimetlerine şükretmiş, azami mertebede emirlerine itaat etmiş ve bunları insanlara emretmiştir.
  4. Allah-u Teâlâ, yaratmış olduğu sanat eserleriyle, insanların, kendi sanatını takdir etmesini istemiş; buna mukabil Hz. Muhammed (sav) hem O’nun sanatını takdir etmiş, hem de insanlara takdir ve tahsin etmeleri gerektiğini tebliğ etmiştir.
  5. Allah-u Teâlâ, insanı yaratmış ve bütün mahlûkatı insanın emrine vererek ondan kendisini sevmesini istemiş; buna mukabil Hz. Muhammed (sav) hem O’nu şanına en yakışır şekilde” sevmiş, hem de insanlara O’nu sevmenin ve O’nun tarafından sevilmenin yollarını öğretmiş.
Daha sayabileceğimiz çok madde var. Ancak konuşmamızın odak noktası, insanların Allah’a karşı vazifeleri ve yaratılışlarının hikmeti olmadığından sözü kısa kesiyor ve şunu demek istiyoruz:
  1. Peygamberlerin gönderilmesinde hangi hikmetler varsa, bu hikmetlerin tamamı Hz. Muhammed (sav)’de gözükmüştür.
  2. Peygamberler hangi vazifeyi icra ettiyse, Hz. Muhammed (sav) de aynı vazifeyi icra etmiştir.
  3. Peygamberler insanlara hangi dersleri vermişse, Hz. Muhammed (sav) de insanlara aynı dersleri vermiştir.
  4. Peygamberlerde bulunan iman, Allah bilgisi, Allah sevgisi, takva, zühd, ibadet ve şükür gibi bütün sıfatlar ve haller, Hz. Muhammed (sav)’de -hem de- zirve mertebede bulunmaktadır.
Dolayısıyla, şu âlemde peygamberlik denilen bir hakikat varsa, Hz. Muhammed (sav) de peygamber olmalıdır. O’nun peygamberliği kabul edilmezse, peygamberlik mesleği hakkında konuşulabilecek hiçbir şey yoktur. Kim peygamberlik müessesini kabul ediyorsa, bu zatın peygamberliğini de kabul etmek zorundadır. Zira peygamberlere peygamber dedirten bütün haller ve sıfatlar bu zatta mevcuttur.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
2- Peygamber olmayan kimse peygamberi taklit edebilir mi?

“İnsanın sahip olduğu en kıymetli şeyi nedir?” diye sorsak, ne cevap verirdiniz?

Eş, evlat, mal, mesken, makam ve daha birçok şey sayılabilir. Evet, bunların hepsi kıymetlidir; ancak en kıymetli değil…

En kıymetlisi imandır. O iman ki, kabir onun ile aydınlanır. Mizan onun ile ağır gelir. Sırat’tan onun sayesinde geçilir. Cennet’in kapısı o anahtar ile açılır. Allah kulundan onun sebebiyle razı olur. O olmazsa, kişi bu dünyanın sultanı da olsa boştur ve ehemmiyetsizdir. Zira o olmazsa, her şey kabir kapısına kadardır.

İman bu kadar ehemmiyetli iken, maalesef günümüzün Müslümanı imanın kıymetini hakkıyla idrak edememekte, bu sebeple de imanın muhafazası hususunda gereken gayreti göstermemektedir. Hatta bırakın gayreti, bu uğurdaki çalışmayı bile boş görmektedir.

İnsanın en büyük gayesi, imanı muhafaza etmek ve iman ile kabre girmek olması gerekirken, imana müteallik işler birçok kişi için son sıradadır. Öyle son sıradadır ki, bir filmi saatlerce seyreder, ama imana ait bir videoya 5-10 dakika sabredemez. Her gün hiçbir kıymeti olmayan onlarca sayfayı okur, ama iş üç beş sayfalık imani bir meseleye gelince bu ona yük gelir. Bunları söylüyoruz, amacımız asla kırmak ve incitmek değildir. Amacımız sadece sizlerin ebedi hayatına hizmet etmektir.

Bu esere böyle bir giriş yaptık, zira bu eserde çok kıymetli bir iman hakikatinin delillerini işleyeceğiz. İstiyoruz ki, imana ait olan bu eserin kıymeti bilinsin ve lâyık olduğu ciddiyetle seyredilsin.

Bu eserde Efendimiz (sav)’in peygamberliği, Allah’ın izniyle iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilecektir. Bu eserle amacımız; Müslümanların imanını kuvvetlendirmek, onları şüphelerden korumak, akıllarındaki sorulara cevap vermek ve iman nimetinden mahrum olanların imanına vesile olmaktır. Başka hiçbir gayemiz ve amacımız yoktur. Tek gayemiz, bu eserle imana hizmet ederek Rabbimizin rızasını tahsil etmektir.

Bu eser hazırlanırken Bediüzzaman Said-i Nursi hazretlerinin Risale-i Nur Külliyatı kaynak eser olarak kullanılmıştır. Bu vesileyle Üstad hazretlerini de rahmetle yâd ediyoruz. Allah O’ndan razı olsun ve şefaatlerine bizleri nail eylesin.

“Doğuştan sürmeli göz, sonradan sürmeli göz gibi değildir.” Yani fıtri olanla olmayan hemen ayrılır. Suni ve yapmacık olan bir şey, ne kadar mükemmel de olsa gerçeğinin yerini tutamaz. Ondaki sunilik ve yapmacıklık hali, ehli dikkatin nazarından asla gizlenemez.

Şimdi bu kaideyi, Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hakkında düşünelim: Eğer O’nun imanı, ibadeti, takvası, cesareti gibi sıfatları fıtri olmasaydı ve O bu sıfatları suni bir şekilde takınmış olsaydı, yani hareketlerinde yapmacıklık olsaydı, her halini izleyen sahabelerin dikkatinden bu asla kaçmazdı.
Hemen suni ve yapmacık hareketleri hisseder ve yüzlerini O zattan çevirirlerdi. Ama bu kadar dikkatli incelemelerine rağmen, suni hiçbir hareketini görememişler ve her hareketindeki fıtriliğe parmak basmışlar. Bu da O zatın bu sıfatlarda yapmacık olmadığına işaretle peygamberliğine delalet eder.

Hem şunu da unutmamak gerek, birbirine yakın olanlar birbirini taklit edebilir, uzak olanlar ise birbirlerini taklit edemezler. Mesela, bir Albay bir Generali taklit edebilir ve insanları aldatabilir. Ancak bir çoban bir Generalin tavrını takınarak insanları aldatamaz. Sathi nazarları kısa bir süre aldatabilse de yapmacık tavırları ehli dikkatin nazarından kaçmayacak ve General olmadığı kısa bir süre sonra anlaşılacaktır.

Hem iftiracı, yalancı, itikadsız bir adam, ömrü boyunca daima en doğru, en emin, en dindar bir kimsenin keyfiyetini ve vaziyetini en dikkatli nazarlara karşı telâşsız göstermesi ve dâhilerin nazarında bu yapmacık hallerinini gizlemesi mümkün değildir.

Yine bir yıldız böceğinin bin sene, kendisini dikkatle izleyenlere hakikî bir yıldız olarak görünmesi mümkün değildir. Çünkü birbirlerinden gayet uzaktırlar.
Hem küçük bir sinek bir kartalı taklit edemez. Dikkatli nazarlara kendini bir kartal olarak gösteremez.

Aynen bunlar gibi, peygamber olmayan zat da bir peygamberi taklit edemez. Zira aralarında uzaklık vardır. Eğer taklit etse, kısa bir zaman insanları aldatabilir. Ancak yapmacık tavırları dikkat ehlinin nazarından kaçmayacak ve eninde sonunda foyası ortaya çıkacaktır.

Peygamber olmayan birisi, ancak bir peygamberde bulunabilen; imandaki nihayetsiz kuvvet, takva, dünyaya karşı zühd, cesaret, cömertlik ve zirve mertebede bulunan diğer sıfatları nasıl taklit edebilir? Bu sıfatlara sahip olmayan birisinin, kendisini bu sıfatlara sahipmiş gibi göstermesi ne kadar devam edebilir?

Evet bütün halleriye, sözleriyle, hareketleriyle hayatı boyunca emaneti, imanı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren bir zâtı en emniyetsiz, en ihlâssız, en itikadsız farz etmek, akıl ve vicdan ile bağdaşmayan büyük bir hezeyandır.

Onun peygamberliği kabul edilmediğinde şu saçmalığı kabul etmek gerekecektir. Alem-i İslâmın semâsında pek parlak ve daima hakikat nurlarını yayan ve kemalat güneşi kabul edilen Hz. Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellemin mahiyetinin haşa bir yıldız böceği olduğunu ve en yakınında olanların ve dikkatle ona bakanların bunu fark edemediklerini ve o yıldız böceğini bir güneş sandıklarını kabul etmek lazım gelir ki bu da ancak akıldan istifa etmekle mümkündür.

Eğer Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) peygamber olmasaydı, çok kısa bir zaman sonra peygamber olmadığı anlaşılırdı. Hâlbuki o kadar dikkatli nazarlar altında hiçbir yapmacıklığı hissedilmemiş. Tarih ve siyer, dost ve düşman olan herkes O’nun güzel ahlakını ve sıfatlarını anlatmakla bitiremiyor. Bu da ispat eder ki, o zat yapmacık tavırlar takınmıyor, her hâli fıtridir. Bu durum da ancak O zatın Allah’ın peygamberi olmasıyla izah edilebilir.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
3- Hz. Muhammed (s.a.v.) hakkında yabancı filozofların sözleri

Hem “Kemal odur ki, dost değil, düşman onu takdir etsin.” İşte bu bahiste Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve Kur’an’ın kemalini takdir eden yabancı filozofların ve dünya çapında binlerce ilim adamının görüşlerinden bazılarını beyan edeceğiz. Onlar bu sözler ile Kur’an’ın ve Hz. Muhammed (sav)’in hakkaniyetine canlı şahitler olmuşlardır.

“Tarihteki yüz büyük insan” adlı kitabıyla bütün dünyada yankılar uyandıran Amerikalı bilim adamı Prof. Michael Hart, kitabının ilk yayınlandığı tarihten on yıl sonra Kahire’de katıldığı bir ödül töreninde sorulan: “Kitabınızın yayınlanmasının üzerinden neredeyse 10 yıl geçti. “Tarihteki yüz ünlü adam” kitabınızda birinci yeri Hz. Muhammed’e ayırmıştınız. Hâlâ bu görüşünüzde ısrarlı mısınız?” şeklindeki soruya şu cevabı vermiştir:

“Bu, ünlülerin ilk listesi. Bu sayı 200-300’e bile çıkarılsa Hz. Muhammed’in listenin başındaki yeri sabittir. Ben ünlüleri incelerken bazı sabit kriterler ortaya koydum. Bunlardan biri de ünlülerin insanlık tarihinde bıraktıkları geniş ve derinlemesine izlerdir. Benim, ünlülerin en ünlüsü olarak Hz. Muhammed’i tercihim ise, O’nun hem peygamberliği, hem de dini ve dünyevî seviyede fevkalade başarılı olmasıdır. İnsanlık; ahlâki, felsefi ve hukuki olarak İslâm’dan daha mükemmel bir din görmemiştir. İnanıyorum ki, Hz. Muhammed gibi her yönüyle mükemmel bir insan bir daha gelmez.”

Amerikalı Prof. Bosworth Smith şöyle demiştir: Şöyle bir göz atmakla Hz. Muhammed’in bütün vasıflarını ve kahramanlıklarını görmek mümkündür. Bunlardan bazıları peygamberliğinin ilk günlerinde ve bazıları da peygamberliğinden sonra olmuştur. Eşsiz mucizelerini gördüğüm zaman, O’nu rütbe bakımından insanların en büyüğü ve en yücesi olarak mütalaa ediyorum. Hatta insanlık O’nun bir benzerini görmemiş ve görmeyecektir de…” (Mohammed and Mohammadanism, London 1874)

Almanya’nın güçlü bir imparatorluğa dönüşmesinde en önemli rolü oynayan ve ilk şansölyesi Prens Bismarc şöyle diyor: Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için Allah tarafından geldiği iddia olunan bütün indirilmiş semavî kitapları tam ve etrafıyla tetkik ettimse de tahrif olundukları için hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedîlerin Kur’an’ı bu kayıttan azadedir. Ben Kur’an’ı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm.
Muhammedîlerin düşmanları, bu kitabın Muhammed’in zatının eseri olduğunu iddia ediyorlarsa da en mükemmel bir dimağdan böyle bir harikanın meydana gelebileceğini iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasını ifade eder ki, bu da ilim ve hikmetle izah edilemez.
Ben şunu iddia ediyorum ki: Muhammed mümtaz bir kuvvettir. İlahi kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır. Seninle aynı asırda yaşayamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed! Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, heybetli huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.”

Bütün temiz vicdanlar ve selim fıtratlar Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın elçisi olduğunu tasdik eder. Çünkü kalbin huzuru ve vicdanın tatmin olması ancak hakkın kabullenilmesiyle mümkündür. Vicdanı temiz olan insan, hakikati görünce ona karşı meyleder. Ve gerçeği söyler; batıla karşı bağlılık gösteremez. Zaten bu sıfattaki kişinin maksadı gerçeği bulmaktır. Bu insanlar başka dinlere mensup olsalar da insaf ile gerçeği konuşmaktan kaçınmazlar.

Annie Besant şöyle diyor: Arabistan’ın bu büyük Peygamberinin hayatını ve şahsiyetini inceleyen; nasıl öğrettiğini ve nasıl yaşadığını bilen herkesin bu güçlü Peygamber için ürpertici bir saygıyla dolmaması mümkün değildir. Kitabımda söyleyeceklerimin pek çoğu çoklarının bildiği şeyler olsa da ben onları ne zaman yeni baştan okusam, bu Arabistanlı muallim için hep yeni bir hayranlık ve yeni bir saygı duyuyorum. (The Life and Teachings of Muhammad, Madras, 1932)

İrlandalı dramatist, sosyalist düşünür ve 20.yüzyılın önde gelen tiyatro yazarlarından George Bernard Shaw şöyle diyor: İnsanlığın sorunlarının üst üste yığılarak neredeyse çözülmez hal aldığı günümüzde Hz. Muhammed’e her zamankinden daha fazla muhtacız. Eğer O aramızda olsaydı, bütün bunları oturup bir fincan kahve içme rahatlığı ile çözerdi.

Ben bu hayret uyandırıcı insanın hayatını inceledim. Benim görüşüme göre onu insanlığın kurtarıcısı olarak tanımamız lâzımdır. İnsan büyüklüğü, hangi ölçüyle ölçülürse ölçülsün acaba ondan daha büyük bir insan bulunur mu?

Meşhur İngiliz düşünür Thomas Carlyle şöyle diyor: Kral ve vezirler gibi azamet ve debdebe perdeleriyle gizlenmiş değildi. Kendi hırkasını kendi yamalar, kendi ayakkabısını kendi tamir ederdi. Harbe gider, ashabı ile istişare eder, emirlerini onlarla beraber verirdi. Nasıl bir insan olduğunu her yönü ile kavminin bilmesi için böyle yaptı. Ona artık, siz ne isterseniz öyle deyiniz. Dünyada taç ve ihtişam sahibi hiçbir imparatora, yamalı bir hırka içindeki bu insan kadar hürmet ve itaat edilmemiştir. 23 yıllık dünya imtihanı, gerçek bir kahraman için lüzumlu bütün unsurları taşımaktadır. İnsanlar her şeyden daha fazla Muhammed’e kulak vermelidir. Diğer bütün sözler, onun karşısında boş sözlerdir

1927 Hukuk Kongresi Başkanı Shebol şöyle diyor: Hz. Muhammed’in insan olması itibariyle bütün insanlık muhakkak iftihar eder. Çünkü O zat, okuma-yazma bilmemesiyle beraber, 13 asır evvel öyle kanunlar ve esaslar getirmiş ki, biz Avrupalılar 2.000 sene sonra onun kıymetine ve hakikatine yetişsek en mesut ve en saadetli nesiller oluruz.

Fransız Tarihçisi Alphonse Marie Louis de Lamartine şöyle diyor: Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti insan dehasının üç ölçüsü ise, modern tarihin en büyük şahsiyetlerini bile Hz. Muhammed’le kıyaslamaya kim cesaret edebilir! O şahsiyetlerin en meşhurları ancak maddi kuvvetler kurdular. Hâlbuki Hz. Muhammed maddi kuvveti olmaksızın; orduları, hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri, hanedanları ve dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı harekete geçirdi. İnsan büyüklüğü hangi ölçüyle ölçülürse ölçülsün acaba ondan daha büyük bir insan bulunur mu?

Alman Şair ve Yazar Johann Wolfgang von Goethe şöyle diyor: Hiç kimse Hz. Muhammed’in prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa’ya nasip olan bütün başarılara rağmen, bizim bütün kanunlarımız İslâm medeniyetine bakarak çok eksiktir. Biz Avrupa milletleri, büyük medenî imkânlarımıza rağmen, Hz. Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız.

Dr. Gustav Weil şöyle diyor: Muhammed, halkının parlak bir örneğiydi. Karakteri tertemiz ve saftı. Evi, yemeği, elbisesi nadir bulunan bir sadeliğin sembolüydü. Yani ne arkadaşlarından gördüğü özel bir saygı şekli vardı, ne de kölelerinin kendisi için yapabileceği bir hizmeti kabul etme iddiasındaydı. Her an herkes için ulaşılabilir bir insandı. Hastaları ziyaret ederdi ve herkese acırdı. Yardımseverliği, cömertliği ve toplumun refahı için çalışma isteği sınırsızdı. (History of the Islamic Peoples)

Mahatma Gandhi şöyle diyor: Milyonlarca insanın kalbine tartışmasız hâkim olmuş birinin hayatını öğrenmek istiyordum. Okuyunca kesin olarak inandım ki, o yıllarda İslam’ın bir yer kazanmasında kılıcın bir rolü yoktu. Peygamberin tam olarak kendini geri planda bırakması, sözüne sadakati, vicdanlılığı, onu takip edenlere ve dostlarına özverisi, yiğitliği, korkusuzluğu, üstlendiği görevde Allah’a tam güvenmesi kesin ve yalındı. Bu özelliklerle bir zorluğun üstesinden gelmek için ille de kılıç taşımak gerekmiyordu… Peygamberin hayatını anlatan kitabın ikinci cildini bitirdiğimde, bu muazzam hayata dair daha fazla okunacak bir şey olmayışından dolayı son derece üzgündüm.” (Young India, 1924)

Sizlere nakledebileceğimiz daha yüzlerce beyanat var. Ama sözü uzatmamak için bu kadar nakille yetiniyoruz. Ve diyoruz ki kemal odur ki dost değil düşman dahi tasdik etsin.

Bütün temiz vicdanlar ve selim fıtratlar Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın elçisi olduğunu tasdik eder. Çünkü kalbin huzuru ve vicdanın tatmin olması ancak hakkın kabullenilmesiyle mümkündür. Vicdanı temiz olan insan, hakikati görünce ona karşı meyleder. Ve gerçeği söyler; batıla karşı bağlılık gösteremez. Zaten bu sıfattaki kişinin maksadı gerçeği bulmaktır. Bu insanlar başka dinlere mensup olsalar da insaf ile gerçeği konuşmaktan kaçınmazlar. Belki şu anda şöyle düşünebilirsiniz. Tamam, bazı bilim adamları ve filozoflar böyle güzel sözler söylemiş olabilir. Ama bu sözlerin tam tersini söyleyen yüzlerce bilim adamı da var. Siz bu bilim adamlarının sözlerine karşı ne diyeceksiniz?

Evet, Hz. Muhammed’i inkâr eden bilim adamları da var; ancak arada şöyle bir fark var: O’nu öven ve O’nu kabul edenler, O’nun hayatını araştırarak bu neticeye varıyorlar. O’nu inkâr edenler ise hiçbir araştırma yapmaksızın sadece zanlarıyla ve vehimleriyle konuşuyorlar. Yani bir grubun sözü ilimden ve araştırmaktan geliyor. Diğer grubun sözü ise, gözlerini kapamaktan ve cehaletten ileri geliyor. Bu iki gruptan sözü kabul edilecek olanlar, araştırma neticesinde konuşanlardır. Zanlarıyla hükmedenlerin sözü, hakikatte itibarsızdır.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
4- İnanç ve adetleri değiştirmesindeki muhteşem icraat

Küçük bir topluluk düşünün… Bu topluluk son derece inatçı ve âdetlerine son derece bağlı bulunsun ve bu âdetler onların damarlarına kadar karışıp benliklerine işlemiş olsun. Siz de -faraza- böyle bir toplulukta büyük bir hâkimsiniz. Acaba büyük bir hâkim olmakla birlikte, çok çalışıp gayret göstererek bu küçük ve inatçı kavimdeki kaç âdeti değiştirip yerlerine güzel ahlâkı tesis edebilirsiniz?

Bu soruya cevap vermeden önce şunları da bir düşününüz!

Bir baba, öz evladındaki kötü bir ahlâkı onlarca nasihatine rağmen bazen değiştiremiyor.

Bir öğretmen, o kadar çabasına rağmen bazen bir öğrencinin köt ü ahlâkını yok edemiyor.

Bunca kanun koyucu, şiddetli cezalara rağmen hırsızlık gibi bir suçu önleyemiyor.

Bir doktor, sigara gibi küçük bir alışkanlığı bir tiryakiye bıraktıramıyor. Hayati tehlikesi olduğunu söylemesine rağmen sigaradan onu vazgeçiremiyor.

Hatta nice padişahlar gelmişler, o kadar kuvvet ve ihtişamlarıyla, ufak tefek adetleri kaldıramamışlar. Ne kadar yasaklasalar ve ceza verseler de o işin önüne geçememişler.

Şimdi, acaba siz büyük bir hâkim olsaydınız, inatçı ve âdetlerine son derece bağlı küçük bir topluluktan kaç âdeti, ne kadar zamanda kaldırabilirdiniz?

Evet Büyük bir hâkim, inanç ve adetlerine bağlı küçük bir topluluktan, küçük bir âdeti ve zayıf bir hasleti kolaylıkla kaldıramaz.

Peki siz bir zatı görseniz: Hâkim değil. Maddi hiçbir imkânı ve zorlayıcı hiçbir kuvveti yok. Hem öyle bir kavim ki, bu kavim hem gayet kalabalık, hem de inanç ve adetlerine son derece bağlı. Hatta bu inanç ve adetler onların ikinci fıtratı olmuş.

Şimdi, hâkim olmayan ve zorlayıcı hiçbir kuvveti bulunmayan bu zat, bu kavmin inançlarını tamamen değiştirse; onların kötü ahlâklarını yok edip, yerlerine en güzel ahlâkı tesis etse ve bunu çok kısa bir zamanda yapsa, bu zatın harikulade bir zat olduğundan şüphe eder misiniz?

İşte Hz. Muhammed (sav) bunu yapmıştır. O, küçük bir kuvvet ve küçük bir himmetle, asırlarca devam eden birçok büyük âdeti, hem de inatçı ve âdetlerine aşırı derecede bağlı bir kavimden, az bir zamanda kaldırmış ve yerlerine öyle yüksek bir ahlâkı yerleştirmiştir ki, bunun tarihte emsali yoktur.

Öyle bir asırdan bahsediyoruz ki, vahşetin en kötüsü sıradan bir adet gibi işleniyor: Kızlar diri diri toprağa gömülüyor…

Bu gömme işlemindeki metotlardan birinde bu işi bizzat anne yapıyor. Şöyle ki: Nikâh sırasında verilen karara göre, anne doğumunu, çölde açılan bir çukurun yanında gerçekleştiriyor. Çocuk eğer erkek ise kundaklayıp alıyor, fakat kız doğduğu takdirde hemen çukura atıp üzerine toprak dolduruyor ve kabilenin diğer kadınları da bu olaya tanıklık ediyorlar.

En yaygın uygulama ise, kız çocuğunun yedi yaşına geldiğinde öldürülmesi… Baba, anneye ölüm şifresini, “Kızı hazırla da dayısına götüreyim.” şeklinde veriyor. Hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı kız çocuğu, en güzel elbisesini giyip süslendikten sonra babasının elinden tutarak çöle doğru yol alıyor. Bir akraba ziyaretinin sevinci ve neşesiyle…

Daha önceden hazırlanmış ölüm kuyusunun başına geldiklerinde, baba bir şey arıyormuş gibi kuyuya eğiliyor, onunla beraber 7 yaşındaki masum kız da… Sonra kendi babası tarafından bir çöl kuyusuna savrulan kız çocuğunun feryatları… Ve babanın, çocuğunun üzerini toprakla doldurması… Tarihler Asım oğlu Kays isminde bir bedevinin bu vahşeti tam 12 kez tekrarladığını anlatıyor.

Bir kısım ana-babalar ise, kız çocuğunun utancıyla yaşamayı seçiyor ve nesiller bu şekilde devam ediyor.

Şimdi bir düşünün, bir anne, bir baba, kızını diri diri toprağa gömebiliyor. Böyle bir vahşet ve böyle bir merhametsizliğin hâkim olduğu zamanda, Hz. Muhammed (sav) peygamber olarak gönderiliyor. Ve çok kısa bir zaman sonra bu kavim, bir karıncayı incitemeyecek derecede merhamete sahip oluyor. Adeta her biri bir şefkat kahramanı kesiliyor. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılâp hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi?

Bu emsalsiz icraatın sahibi olan zatın peygamberliğini nasıl kabul edilemez? Ve bu kabul edilmediğinde O’nun bu icraatını neyle izah edilebilir?

İslam öncesi Arap toplumunun vahşet düzeyi için söyleyeceğimiz her söz eksik ve her örnek yavan kalır. Ama bu vahşeti biraz daha iyi anlayabilmek için devam etmeliyiz ta ki Hz. Muhammed S.a.v in bu toplumda yaptığı o muhteşem inkılabı daha iyi anlayalım.

Savaş ve baskınlarda esir alınan insanlar ya satılıyor ya da zevk için diri diri yakılıyor.

Suçun kişiselliği diye bir kavram bilinmiyor. Suçlu yakalanamamışsa, ceza ele geçen yakınlarına veriliyor.

Boğarak öldürme gibi suçlarda hem suçlu hem de onun yakınlarından üç kişi daha öldürülüyor. Bu gibi uygulamalar da doğal olarak kan davalarını başlatıyor. Kan davaları her yeri kuşatmış…

Ölmek üzere olan biri, eğer 50 kişiyi kendi yerine öldürmeyi adamışsa, bu adak onun yakınları için mutlaka yerine getirilmesi gereken bir şart oluyor. Ve bir kişiye karşılık elli kişi öldürülüyor.

Hayvanlar canlı canlı kesiliyor ve etleri bu şekilde yeniliyor. Kanları akıtılarak olduğu gibi içiliyor. Bazen de kan önce kaynatılıp, bazı tatlandırıcı bitkiler de üzerine eklenerek içiliyor. İçecekleri kan olan bir kavimden bahsediyoruz…

Çıplaklık yaygın ve ayıp kabul edilmeyen bir olay… Yol ortasında ihtiyaç gidermek, herkesin gözü önünde yıkanmak, mahrem yerlerinin açılmasına aldırmamak normal kabul ediliyor. İbadetler bile bu sapkınlıktan nasibini almış. “İçinde günah işlediğimiz elbiselerle Tanrımıza ibadet edemeyiz.” anlayışıyla Kâbe’de anadan doğma tavaf ediliyor.

İçki alışkanlığı o boyutlara varmış ki, lisanlarında hepsi de içkiyi ifade etmek üzere kullanılan kelimelerin sayısı 100’ün üzerinde.

Kumara gelince, böyle bir toplumsal çürüme içerisinde kumarın da müstesna bir yeri olacağı belli. Bazıları her şeyini kaybettikten sonra son olarak kendini oyuna koyuyor ve o kez de kaybettiği takdirde kazanan tarafın kölesi haline geliyor. Yani köle olma kabullenilerek kumar oynanıyor…

Putperestlik son derece hâkim… Mekke dışına çıkması gereken biri, şehrine ve Kâbe’ye duyduğu bağlılığın eseri olarak yanında Kâbe duvarından alınmış bir taş götürüyor. Sonraları dışarıdan başka taşlar da Mekke’ye getirilmeye başlanıyor, Kâbe bunlarla dolu…

Araplar şeklini beğendikleri her taşa “Bu bizim Tanrımızdır.” diyerek tapınıyor. Daha güzelini bulduklarında ise eskisini bırakıp onu Tanrı yapıyorlar. Kazara çölde putsuz kaldıkları zaman koyun sütüyle çöl kumunu harç yaparak güneşte kurutuyor ve ona tapınmaya başlıyorlar. Ya da uzun yolculuklara çıkacakları zaman küçük heykelcikler şeklinde un helvası yapıp, yol boyunca onlara tapınıyor ve yiyecekleri tükendiğinde ise oturup o helvadan Tanrıları yiyorlar.

Yanlarında taşıdıkları oyulmuş Tanrıları -kazara- deveden düşürdükleri zaman da inip almaya üşeniyor ve birbirlerine “Tanrınız düştü, kendinize yeni bir tanrı bulun.” diyorlar.

Mola verdikleri yerde ilk iş olarak dört tane iri taş buluyorlar. Bu taşlardan üçünü ocak yakmakta kullanıp, en güzel olanını da başköşeye oturtuyor ve Tanrı olarak etrafında tavaf ediyorlar.

Her evin putu başka başka… Aile üyeleri evden çıkarken son olarak putlarını selamlıyor ve geri döndüklerinde de ilk iş olarak yine puta saygılarını sunuyorlar. Bir de kabilelerin ortak putları var ki, bunlar genellikle Mekke’de Kâbe civarında. Sayıları 360’tan fazla.

İnanç biçimleri bütünüyle saçma… Ölünün mezarına bir deve bağlayıp hayvan açlıktan ölünceye kadar orada tutuyorlar. Sözde, Kıyamet günü ölü mezardan kalkınca o deveye binecek!

Kuraklık zamanlarında ise, bir ineğin kuyruğuna bir demet çalı bağlayıp tutuşturarak ineği dağlara salıyorlar ve böylece yağmurun yağacağına inanıyorlar.
Konumuzun odak noktası, o asırda Arapların durumu olmadığından bu kadar örneğin bir nebze de olsa o asrın durumunu anlamaya yeteceğini düşünüyoruz. Tüm tarih ve siyer kitapları o asrın resmini bizlere böyle çiziyor.

Şimdi soruyoruz: Evlatlarını diri diri toprağa gömebilecek kadar merhametsiz, her türlü kötü ahlâkı icra edebilecek kadar vahşi ve batıl adetlerde mutaassıp olan o asrın insanları, Hz. Muhammed (sav)’in dersiyle ve terbiyesiyle, kısa bir zamanda öyle bir değişime uğradılar ki, âleme rehber ve muallim; insanlara mürşid ve imam oldular. Acaba böyle harikulade icraatı yapabilen bir zatın, Allah’ın peygamberi olmamasına hiç imkân ve ihtimal var mıdır?

Bu öyle bir hadisedir ki O zatın peygamberliğine başlı başına bir delildir ve tarihte böyle bir inkılâbı kimse yapamamıştır. Batılı bilim adamları ve bir çok filozof dahi dahi bu noktada ittifak etmiş ve Hz. Muhammed (sav)in kemalini ve alemde yapmış olduğu bu müthiş inkılabı kabul etmiştir. Kimsenin yapamadığını yapan bu zat, eğer peygamber değilse nedir?

Bizler bir çocuğa bile sözümüzü geçiremezken Hâlbuki bu zat, düşmanlarına bile sözünü geçirmiş ve onları kendine itaat ettirmiş. Kalplerinin sevgilisi ve akıllarının muallimi olmuştur. Onlardan kötü ahlakı def etmekle kalmayıp yerine en güzel ahlakı tesis etmiştir.

Hz. Muhammed (s.a.v)in alemde yaptığı bu inkılabı görmeyenlere ve peygamberliğini kabul etmeyenlere sesleniyoruz.

Haydi en büyük filozoflardan yüz taneyi seçip o asra gidiniz ve orada ahlâkın ve mâneviyatın inkişafı hususunda çalışınız. Muhammed-i Arabînin (a.s.m.) o vahşetler zamanında o vahşî bedevîlerde yaptığı bu icraatı, sizin filozoflarınız, şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde yapabilirler mi?

Asla yapamazlar. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v)in yaptığı bu muhteşem icraat, ilahidir ve onun en büyük mucizelerinden biridir.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
5- Ahlakının güzelliği doğruluktandır

Güzel ahlakın hakikat zeminiyle olan bağı doğruluktur. Doğruluk, adeta kalbin vücuda kanı pompalaması gibi, güzel ahlakın her hasletine kan pompalar. Bütün güzel hasletler, ancak sıdk ve doğruluk ile hayat bulabilirler. Bir kişide doğruluk yoksa, güzel ahlak o kişide yerleşmez ve bütün güzel hasletler ölür gider.

Güzel ahlakı bir ağaca benzetsek ve her güzel haslet bu ağacın bir meyvesi olsa; sıdk ve doğruluk bu ağacın suyu ya da kökü olurdu. Nasıl ki ağaca su verilmezse ya da kökü kesilirse ağaç kuru gider ve meyveleri çürür; aynen bunun gibi, güzel ahlak ağacının suyu ve kökü olan sıdk ve doğruluk olmazsa, diğer bütün hasletler yok olup gider. Bütün güzel hasletlere hayat veren, kuvvet veren, onların devamını sağlayan yalnız sıdk ve doğruluktur.

Siz yalan söyleyen ve insanları aldatan birisinde; takva, zühd, samimiyet, cesaret gibi sıfatları bulabilir misiniz? Bulamazsınız, nerde kaldı, bütün güzel hasletler, hem de zirve seviyede onda olacak…

Bu genel kaideyle, şimdi Hz. Muhammed (sav)’e bakalım, O, güzel ahlakın bütün hasletleriyle donatılmıştı. Bu da O’nun sıdkına ve doğruluğuna işaret eder. Zira doğru olmasaydı, o güzel hasletler onda asla gözükmeyecekti. Zira doğruluk gittiği zaman, güzel ahlak kurur ve meyveleri çürür gider. O zaman:
  • Madem O zat, güzel ahlakın her hasletiyle donatılmıştır o halde mutlaka sıdk ve doğruluk sahibidir. Zira öğrendiğimiz bu kaideye binaen, doğru olmasaydı, ahlakı bu derece güzel olamazdı.
  • Ve madem sıdk ve doğruluk sahibidir, o halde her dediği doğrudur ve yalanı olamaz.
  • Ve madem her dediği doğrudur, o halde bu zat Allah’ın peygamberi olmalıdır. Zira bu zat, “Ben Allah’ın peygamberiyim.” diyor. Her halinde son derece sadık ve doğru olan birinin böyle bir meselede yalan söylemesi mümkün değildir.
Şu noktaya da dikkatinizi çekmek istiyoruz: Eğer bu zat doğru söylemiyorsa, o zaman -hâşâ yüz bin defa hâşâ- Allah’a iftira ediyor ve yalan söylüyordur.
Öyle ya, bu ikisinin ortası yoktur. O, ya doğruların en doğrusudur. Ya da -hâşâ yüz bin defa hâşâ- Allah’a iftira edebilecek kadar haddi aşmış, yalancıların en yalancısıdır. Bu ikisinin ortası yoktur.

Şimdi siz, güzel ahlakın her neviyle donatılan bu zatın, yalancıların en yalancısı olmasına ihtimal verebiliyor musunuz? Buna, Şeytan bile ihtimal verdiremez.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
6- Güzel sıfatların tamamına zirve seviyede sahiptir.

Hz. Muhammed (sav)’in sahip olduğu vasıfları ve zatının kemalini tahlil edeceğiz. Yani Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğine, güzel ahlakını ve zatının kemalini delil yapacağız. Öyle ya, Güneş’in varlığını ispat etmek için, Güneş’in kendisi yeter. Başka şeylere müracaat edip yorulmaya gerek yoktur. Kim başını kaldırıp semaya baksa, âleme nurunu saçan Güneş’i çıplak gözüyle görebilir.

Aynen bunun gibi, kim de Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğini görmek isterse, O’nun zatına bakması yeterlidir. Zira sahip olduğu sıfatlara ancak bir peygamber sahip olabilir.

Sözün özü şudur: Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğine; Allah’a olan sarsılmaz imanı, takvası, dünyaya karşı zühdü, cesareti, ibadeti, tevazusu, cömertliği, affı, merhameti, güvenilirliği, metaneti ve güzel ahlakın diğer bütün hasletleri delildir. Bütün bu güzel hasletler bu zatta zirve seviyede bulunuyordu. Güzel ahlakın böyle her nevine zirve seviyede sahip olmak ve bu hasletleri zıtlarına inkılâp ettirmemek, ancak bir peygambere nasip olabilir.
  • Yani hem çok cömert olacak, hem de asla israf yapmayacak.
  • Hem çok cesur olacak, hem de asla zulmetmeyecek.
  • Hem çok tevazu sahibi olacak, hem de asla zillete düşmeyecek.
  • Hem çok affedici olacak, hem de Allah’ın hakkını asla çiğnetmeyecek…
Bunlar gibi, bir kimsenin bir sıfata zirve seviyesinde sahip olup, o zirveye yakın duran kötü bir haslete düşmemesi çok zordur. Kişi tek bir sıfat da bile bunu zor yakalar. Mesela, çok cömerttir, ama israf da yapar. Çok cesurdur, ama cesareti sebebiyle zulüm de işler. Çok ibadet eder, ama ibadetini beğenerek riyaya veya ucba düşer. Hâlbuki Hz. Muhammed (sav) böyle değildi. O hem güzel ahlakın her hasletinin zirvesindeydi, hem de asla o zirveye yakın kötü bir haslete düşmezdi.

Bu delilin hakkını vermek çok uzun zaman ister. Bu sözümüze binlerce siyer ve tarih kitapları şahittir. Zira Peygamberimizin güzel ahlakını anlatan ciltler dolusu kitap yazılmıştır. Meselenin detayını bu kitaplara havale ederek sadece bu zatın Allah’a imanındaki kuvvetine bakalım:

Nasıl bir iman ki bu, diğer semavi din mensupları O’na karşı; kendi kavim ve kabilesi, hatta amcaları O’na karşı; bütün devletler ve dünya O’na karşı; ama bu durum zerre miktar O’nu davasından vazgeçiremiyor. Zerre miktar telaşa ve tereddüde düşüremiyor.

“Dünyayı önüne serelim, sen bu davadan vazgeç.” diyorlar, O: “Bir elime Güneş’i, diğer elime Ay’ı verseniz ben bu davadan vazgeçmem.” diyor. Bütün sıkıntılara sabrediyor. Kimse O’nu, imanından zerre miktar çeviremiyor.

Bırakın sahip olduğu diğer sıfatları, sadece onun imanını anlatmak için bile saatlerce konuşmak lazımdır.

Bütün güzel sıfatları kendinde toplayan bu zat, “Ben Allah’ın peygamberiyim.” diyor ve peygamberliğini yüzlerce mucize ile teyit ediyor; Şimdi şunu soruyoruz: Bu zatın sözüne nasıl inanılmaz ve o yalancılıkla nasıl itham edilebilir.

Peki Bütün bu güzel sıfatlara sahip olduğunu nereden biliyoruz ki? diyebilirsiniz.

Evet Biliyoruz, çünkü tarih ve siyer bunları bize naklediyor. Tarih ve siyer kitapları ortada, siz de araştırın, eğer O zatın kemaline dair farklı bir şey bulursanız, gelip gösterin. Ama bütün tarihi didik didik etsenizde, böyle bir şey bulamazsınız.

Peygamber Efendimizin hâl ve hareketleri İslam’ın kaynağıdır. Bu sebeple Sahabeler Peygamberimizin her hareketini ve hâlini kaydetmişlerdir. Daha sonra bu kayıtlar senetleriyle birlikte bizlere kadar ulaşmıştır.

Bu hakikate İngiliz bilim adamı olan John Davenport şöyle diyerek dikkat çekiyor: “Meşhur peygamberler ve fatihler arasında, tarih-i hayatı, Hz. Muhammed’in tarihi gibi, en ince teferruatına kadar, en sağlam şekilde kayıt ve zapt olunan bir kimse gösterilemez.”

Bırakın İslam âlimlerini, John Davenport bile Peygamberimizin hayatının titiz bir şekilde kaydolduğunu ve tarihte hiç kimsenin hayatının böyle en ince teferruatına kadar kaydedilmemiş olduğunu söylüyor. Yani tarih, Peygamberimizin aldığı nefesleri bile kaydetmiştir.

Hadi öyle diyelim. Ama sadece güzel ahlaka sahip diye birisine peygamber diyemeyiz ki? Güzel ahlaka sahip olan bunca insan var, hepsi peygamber mi? diyebilirsiniz.

Ama Peygamberimizin onlardan farkları var. İlk önce, Peygamberimiz güzel sıfatların tamamına, hem de zirve seviyede sahip. Diğer güzel insanlar ise sadece bir iki sıfata sahip olabiliyor. Ayrıca bu zat, “Ben Allah’ın peygamberiyim.” diyor, diğerlerinin ise böyle bir iddiası yok. Yine bu zat, iddiasını yüzlerce mucize ile teyit etmiş, diğerlerinde ise bu mucizeler yok.

Yani biz sadece, “Güzel ahlâkı var, o halde peygamberdir.” demiyoruz. O zat “Ben peygamberim.” dediği için, sözünün doğruluğunu, hayatıyla mukayese ediyoruz. Acaba yalan söyler mi? Acaba dünyaya düşkün mü? Acaba zulmeder mi? diye sıfatlarına bakıyoruz. Sonra görüyoruz ki, kötü ahlakın zerresi O’nda yok, güzel ahlakın her hasleti ise O’nda zirve seviyede bulunuyor. Sonra bütün diğer delilleri de üst üste koyuyor ve bu zatın peygamberliğine öyle hükmediyoruz. Yoksa hükmümüz, sadece bu zatın güzel ahlakına dayanmamaktadır.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
7- Güzel ahlak ile kötü ahlak birarada bulunmaz

Birbirine uygun işlerde birbirlerine karşı bir meyil ve yakınlaşma vardır. Birbirine zıt işlerde ise, birbirinden kaçış ve uzaklaşma vardır.

Mesela: Gece ve gündüz birbirine zıttır. Bu sebeple ikisi aynı anda var olmaz. Gece gelirse, gündüz gider; gündüz gelirse, gece gider.

Yine açlık ve tokluk birbirine zıttır. Tokluk gelirse açlık gider; açlık gelirse tokluk gider.

Yine yaz ve kış birbirine zıttır. Yaz geldiğinde kış gider; kış geldiğinde de yaz gider. İkisi yan yana bulunamaz.

Yine bu kaideye binaen, Şeytanlar Meleklere karışamaz ve onlarla dost ve arkadaş olamaz.

Maddiyatta cereyan eden bu kural, maneviyatta da geçerlidir. Şimdi bu kaideyle Hz. Muhammed (sav)e bak:
  • Madem zıtlar bir arada toplanamıyor; o halde güzel ahlak ile kötü ahlak da bir insanda bir arada bulunmayacaktır.
  • Ve madem tarih ve siyerin şehadetiyle, Hz. Muhammed (sav) güzel ahlaka ve doğruluğa zirve seviyede sahiptir, o halde asla yalana tenezzül etmeyecek ve yalan onda bulunmayacaktır.
  • Ve madem yalan onda bulunmayacaktır, o halde söylediği her söz hak ve her işi doğru olacaktır.
  • Ve madem söylediği her söz doğru olacaktır, o halde o zat Allah’ın peygamberi olmalıdır. Zira 23 sene boyunca ısrarla “Ben Allah’ın peygamberiyim.” demiş ve bütün davasını bu söz üzerine bina etmiştir.
Evet Zıtlar bir arada cem olamıyor. Yani bir insan hem sadık hem yalancı, hem takva sahibi hem günahkâr, hem cömert hem cimri, hem merhametli hem merhametsiz, hem imanı var hem imanı yok, hem zühd sahibi hem dünyaya düşkün olamıyor. Yani iki farklı sıfata aynı anda sahip olunamıyor. Gece geldiğinde gündüzün gitmesi gibi, kötü bir haslet geldiğinde güzel haslet gidiyor, güzel haslet geldiğinde de kötü haslet gidiyor.

Bundan da şu anlaşılıyor: Ya bu zat dünyanın en doğru insanıdır ya da en yalancı insanı… Doğru insanı dediğimizde, peygamberliğini de kabul etmek zorunda kalıyoruz. Yalancı insanı dediğimizde de karşımıza tarih ve siyerin naklettikleri güzel ahlakı çıkıyor. Tarih ve siyer bizi yalanlıyor.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
8- Davasında tam bir metanet ve sebat göstermesi

Küçük bir kavimde ve küçük bir meselede, insanların adet ve inançlarına muhalefet etmek, bilhassa onların hadsiz inadına karşı tam bir metanet ile sebat göstermek çok nadir bir şeydir ve ancak müstesna insanlarda gözükebilir.

Bu kaideyi biraz açalım: Mesela, siz bir üniversitede okuyorsunuz… Üniversitenin kuralları ve bütün öğrencilerin görüşleri de size muhalif… Siz bu durumda, inandığınız şeyleri orada ne kadar haykırabilir ve gelecek baskılara ne kadar dayanabilirsiniz?

Ya da siz bir mahallede yaşıyorsunuz… Bu mahallenin sakinleriyle birbirine tamamen zıt fikirleriniz ve hayat görüşleriniz var. Mahallenin her sakini sana karşı ve sana, hakaret ediyor. Bu durumda sen görüşlerini ne kadar savunabilir ve onları ne kadar yaşayabilirsin?

Biz sadece bir okul ve bir mahalleden örnek verdik. Şimdi gelin, Hz. Muhammed (sav)’e bakalım, o ne yapmış?
  • Bir okul ya da bir mahalle değil; Arap yarımadası ve bütün dünya kendisine düşman…
  • Öyle küçük bir dava değil; onların damarlarına dokunan ve kabullenmeleri son derece zor olan büyük bir dava ile ortaya çıkmış.
  • Sadece birkaç âdete muhalefet etmiyor; inançlarında ve damarlarına kadar işlemiş adetlerinde onlara muhalefet ediyor.
  • İnançlarının batıl olduğunu ve adetlerinin sapıklık olduğunu onlara haykırıyor.
  • Ve bunu yaparken zerre miktar tereddüt, telaş, korku eseri göstermeyip, tam bir metanet ve kalp huzuruyla bu davayı neşrediyor.
  • Ve tek başına onları mağlup edip, büyük devletleri ve imparatorlukları kendisine itaat ettiriyor.
  • Acaba, böyle bir zatın müstesna bir zat olduğundan ve “Ben Allah’ın peygamberiyim.” diyorsa, O’nun Allah’ın peygamberi olduğundan şüphe edilir mi?
İnsanlar küçücük meselelerde ve küçücük topluluklarda insanlara muhalefet edip fikirlerini açıkça söyleyemiyorlar. Söylediğinde de, ufacık bir muhalefet görse, hemen geri çekilip davasından vazgeçiyor. Bizler bunu kendi hayatımızda çok defa yaşamışızdır. En yakınlarımıza, “Sigarayı bırak, zararlıdır.” gibi onların da yararına olan bir sözü söylemiyoruz. Onlardan gelecek tepkiden çekinerek söylemekten vazgeçiyoruz.

Bir de düşün: Dinini değiştir, dinin sapıklıktır. Adetlerini bırak, bu adetler insan olanda bulunmaz, gibi sözler edeceksin. Ve onların her eziyetine karşı dayanıp zerre miktar tereddüt göstermeyecek ve sözünden dönmeyeceksin. Bunu her insanın yapması mümkün değildir.

İşte zor olan bu işi, Hz. Muhammed (sav) kolayca yapmış. Kimse O’nu davasından vazgeçirememiş. Düşmanlarının arasında yaşamış, ama bildiğini haykırmış. Ve haykırmakla da kalmayıp, söylediği her şeyi bizzat kendisi yaşamış. Bu zatın peygamber olduğuna inanmayacağız da kimin peygamberliğine inanacağız?
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
9- İlahi bir ihsan olan ilmi risaletini tasdik eder

Okuma-yazma bilmeyen bir zat, bir ilmin ve fennin âlimleri arasında olsa ve o ilim ve fende fikir beyan etse; onların ittifak noktalarında onlara muvafık olsa, ihtilaf ettikleri noktalarda ise onlara muhalefet edip, onların hatalarını düzeltse ve yanlışlarını gösterse; bu onun ilminin çalışarak tahsil edilmediğine, aksine Allah’ın ona bir ihsanı ve vehbi bir ilim olduğuna delildir.

Yani birisini düşünün… Okuma-yazma bile bilmiyor ve bu haliyle fiziğe damgasını vurmuş bilim adamlarının arasında bulunuyor. Bilim adamlarının ittifak ettiği noktalarda, onlara: “Siz doğrusunuz.” diyerek katılıyor. İhtilaf ettikleri noktalarda ise onların karşısına çıkıp: “Doğrusu budur.” diyerek onların hatalarını düzeltiyor ve doğruyu onlara gösteriyor. Herhalde bu işi yapan kişinin ilmi ve bilgisi, okumak ve çalışmakla kazanılmamış olup, ilahi bir hediyedir. Bunda şüphe edilmez.

Şimdi bu kaideyi Hz. Muhammed (sav) hakkında düşünelim:

Okuma-yazma bilmiyor, yani ümmi… Din hususunda ilim tahsil etmiş olan Yahudi ve Hıristiyan âlimlerin arasında. Bir de Allah inancı olmasına rağmen Allah’a yaklaşmak için putları aracı yapan putperestler var… Bu zat, onların ittifak ettiği; Allah vardır, Cennet ve Cehennem vardır, Melekler vardır, Allah peygamberler göndermiştir gibi hususlarda onları tasdik ediyor ve onlarla muvafakat içinde. Aralarında ihtilaf olan konularda ise; Hz. İsa peygamber midir? Hz. Meryem masum mudur? Allah’ın isim ve sıfatları nelerdir gibi konularda, onlara doğrusunu göstererek onları irşad ve ıslah ediyor.

Acaba okuma-yazma bilmeyen bir zatın kendi başına bunu yapması mümkün müdür? Onun bu hâli, O’na verilen ilmin ilahi bir ihsan olduğunu göstermez mi? İlahi bir ihsan olan bu ilmi de O’nun peygamberliğini ispat etmez mi?
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
10- Şeriat denilen hukuk sisteminin mükemmelliği onun peygamberliğini ispat eder

Bu delilde, bu zatın getirmiş olduğu, adına şeriat denilen İslam’ın dinî, ahlâkî ve hukukî sistemini inceleyeceğiz. Bu delile bir soruyla giriş yapmak istiyoruz:

Okuma-yazma bilmeyen birisi örneğin bir hukuk kitabı yazabilir mi? Elbette Yazamaz … Daha hukukun ne olduğunu bilmeyen, kitabını nasıl yazacak!

Peki, siz okuma-yazma bilmeyen bir kişinin, -bir hukuk kitabı yazdığını değil- bir hukuk sistemini ortaya koyduğunu görseniz, ne dersiniz? Bir de ortaya koyduğu bu sistemde tamamen orijinal hükümler bulunsun ve hiçbir sistemi taklit etmemiş olsun, buna ne dersiniz? Tabiki hayret edersiniz…

Peki, bir de şunu görseniz: Okuma-yazma bilmeyen bu kişinin ortaya koymuş olduğu hukuk sistemi sadece teorik bir sistem değil. Toplumların ve ülkelerin uyguladığı ve uyguladıklarında adaleti tam manasıyla sağladıkları bir sistem… Öyle bir sistem ki, en vahşi toplumlar bu sistemi kendilerine rehber yaptıklarında, birden en medeni toplumlara yetişiyor, hatta onları geçiyorlar. Bu sistemle yönetilen toplumlarda en küçük bir kargaşa ve en ufak bir hak kaybı olmuyor. İnsanların can ve mal güvenliği tam manasıyla sağlanıyor. Yani bu sistemin işlediği toplumlarda kediyle kuş arkadaş oluyor ve boynuzsuz koyun boynuzlu koyundan hakkını alabiliyor.

Okuma-yazma bilmeyen bir kişiden böyle bir sistemin çıkması mümkün müdür?

Asla mümkün değildir. Bırakın okuma-yazma bilmeyen birini, bin tane hukuk profesörünü bir araya getirsek bunu yine da yapamazlar. Zaten yaptıkları da ortada. Kargaşadan başka bir şeye sebep olmuyor.

Peki, bu hukuk sistemine bir özellik daha ekleyelim: Bu öyle bir sistem ki, zamanın ihtiyarlamasıyla ihtiyarlamıyor. Yaşam tarzları farklı bütün asırların ihtiyacını görüyor. Yani okuma-yazma bilmeyen o kişi, bugün bir hukuk sistemi ortaya koyuyor, bin sene sonra yaşayan insanlar bile o hukuk sistemini uygulayarak saadete ulaşıyor. Malumdur ki, kanunların tabii bir ömrü vardır. İnsan gibi, o da vakti geldiğinde ölür. Ancak bu zatın ortaya koyduğu sistem ölmüyor. Her asrın ihtiyacını karşılıyor. Masal gibi bir şey anlatıyorsunuz dediğinizi duyar gibiyiz. Gerçi bu hal masallar da bile olmaz.

Ama biz masal değil, Hz. Muhammed (sav)’in icraatını anlatıyoruz. Bakınız şimdi dikkatle dinleyiniz: Hz. Muhammed (sav) okuma-yazma bilmiyordu.
Kur’an’ın beyanıyla, ne tek bir harf yazmış ne de tek bir kelime okumuştu. Ama bu haliyle adına şeriat denilen öyle bir hukuk sitemini ortaya koydu ki, 14 asrı ve her asırda insanların dörtte birini adaletle ve hakkaniyet üzere idare etmiş ve ediyor. Bunun yeryüzünde tek bir emsali yoktur. Göz ile görüyoruz ki, yıllarca hukuk eğitimi alan onlarca hukukçunun bir araya gelmesiyle yapılan kanunlar 3-5 sene bile yaşayamıyor ve eskiyor. Adaletle idare edememesi ise cabası…

Acaba ümmi olan yani okuma-yazma bilmeyen bu zatın, tek başına bu kanunları yapması ve bu kanunların hiçbir değişikliğe uğramadan tam 14 asrı ve her asırda insanların en az dörtte birini adaletle ve hakkaniyet üzere idare etmesi mümkün müdür? Buna kim imkân verebilir?

Şimdi, O zattan sudur eden bu hukuk sistemini, Allah’ın O’na vahyetmesiyle ve bu zatın vahye mahzar olmasıyla izah etmezsek ne ile izah edeceğiz? Yol ikidir:

Ya diyeceksiniz ki: Bu hukuk sistemini bizzat o zatın kendisi yapmıştır. Bunu kabul ettiğinde, bu işin nasıllığını da izah etmek zorundasınız. Yani okuma-yazma bilmeyen birisi bunu nasıl yapabilir, bunu açıklamalısınız.

Ya da diyeceksiniz ki: Bu zat vahye mazhardır, Allah’ın elçisidir, bu sistemi O’na Allah öğretmiş ve vahiyle bildirmiştir. Bu zat, bu sistemin sahibi değil, sadece tebliğ edicisidir.

Bu şıklardan hangisini seçiyor ve kabul ediyorsunuz? Elbette ikinci şıkkı kabul etmekten başka bir yol yoktur.

Biz, şeriat denilen bu hukuk sisteminin mükemmel olduğunu nereden biliyoruz diyebilirsiniz. Şimdi biz size yüzlerce İslam âliminin bu konudaki sözlerini nakletsek bu sözleri kabul etmeyip ve “Bunlar taraftır.” diyebilirsiniz. Bu sebeple bu konuda batılı bilim adamlarının sözlerini nakledeceğiz. Hem “Kemal odur ki, dost değil; düşman onu takdir etsin.” İşte bakınız, bu konuda onlar ne demişler:

1927 Hukuk Kongresi Başkanı Shebol şöyle diyor: Hz. Muhammed’in insan olması itibariyle bütün insanlık muhakkak iftihar eder. Çünkü O zat, okuma-yazma bilmemesiyle beraber, 13 asır evvel öyle kanunlar ve esaslar getirmiş ki, biz Avrupalılar 2.000 sene sonra onun kıymetine ve hakikatine yetişsek en mesut ve en saadetli nesiller oluruz.

Prens Bismarc şöyle diyor: Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için Allah tarafından geldiği iddia olunan bütün indirilmiş semavî kitapları tam ve etrafıyla tetkik ettimse de, tahrif olundukları için hiçbirisinde aradığım hikmeti ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedîlerin Kur’an’ı bu kayıttan azadedir. Ben Kur’an’ı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm.

Alman Şair ve Yazar Johann Wolfgang von Goethe şöyle diyor: Hiç kimse Hz. Muhammed’in prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa’ya nasip olan bütün başarılara rağmen, bizim bütün kanunlarımız İslâm medeniyetine bakarak çok eksiktir. Biz Avrupa milletleri, büyük medenî imkânlarımıza rağmen, Hz. Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız.

Harvard Üniversitesi’nde hukuk profesörü olan Noah Feldman şöyle diyor: İslam hukuku, tarihinin büyük bölümünde, aslında dünya üzerinde var olan en liberal ve hümanistik hukuk ilkelerini sunmuştur… Şeriat; mahkemelerde kayırmayı yasaklamış, fakir ve zengine eşit muamele yapılmasını emretmiş, hatta bugün bazı Ortadoğu ülkelerinde yaşanan namus cinayetlerini lanetlemiştir… Zaten Osmanlı’da sarayı protesto ederken kullanılan “şeriat isteriz” sözünün manası, adalet isterizdir.

İrlandalı dramatist, sosyalist düşünür ve 20.yüzyılın önde gelen tiyatro yazarlarından George Bernard Shaw ise şöyle diyor: İnsanlığın sorunlarının üst üste yığılarak neredeyse çözülmez hal aldığı günümüzde Hz. Muhammed’e her zamankinden daha fazla muhtacız. Eğer O aramızda olsaydı, bütün bunları oturup bir fincan kahve içme rahatlığı ile çözerdi.

İslam’ın hukuk sisteminin mükemmelliği hakkında daha bunlar gibi yüzlerce beyanat var. Hepsini nakletmeğe kalksak saatlerce bu konuyu konuşuruz. Bu sebeple kısa kesiyoruz.

Hem İslam’ın hukuk sisteminin doğruluğunu şuradan da anlamalıyız ki, Müslümanlar şeriata yapışma nispetinde yükselmiş ve ondan uzaklaşma nispetinde alçalmıştır.

Ayrıca şu noktayı da kaçırmamanızı istiyorum: İki asır evvel harika sayılan bir keşif, bu zamanda sıradan işlerden sayılıyor. Yani iki asır evvel insanları hayrete düşüren ve sahibini tarihe not düşürten bir keşif, o gün yapılmayıp gizli kalsayd ı, bugün bir çocuk dahi onu keşfedebilirdi.

Mesela, Galileo’yu tarihe geçiren Dünya’nın yuvarlaklığı keşfi, o gün yapılmayıp bugüne kadar gizli kalsaydı, bugün bu keşfi küçük bir çocuk bile yapabilirdi. Hatta astronomiye biraz merakı olan bir çocuk, tarihte seyahat edebilse ve Galileo’ya uğrasaydı, O’na bilmediği çok şeyleri öğretebilirdi.

Bu kaideyi şunun için söylüyoruz: Hz. Muhammed (sav)’in ortaya koyduğu hukuk sisteminin, bir beşerin ne derece gücünün fevkinde olduğunu görmek için, bu asırdan o asra bakmak hatadır! On üç asır geriye gidip. Bu zamanın bize verdiği bilgi ve beceriden kendimizi soyutlamalıyız. Ve insanların kız evlatlarını diri diri gömdüğü Arap yarımadasında oturmalıyız. Sonra bu zatın yaptığı icraatı temaşa etmeliyiz. Göreceğiz ki, okuma-yazma bilmeyen, tecrübesi olmayan, zaman ve zemin kendisine yardım etmemiş, tek bir zat; öyle bir nizam ve adaleti tesis ediyor ki, onunla iki âlemin saadeti temin ediliyor.

Bunu gördükten sonra, eğer biraz insafınız varsa diyeceksiniz ki: Böyle bir nizamı ve adaleti, bir beşer kendi başına, kendi zekâ ve yeteneği ile tesis edemez. Böyle bir icraatı; değil o asırda, bu asırda dahi hiçbir beşer tek başına yapamaz. Bu durum da ispat eder ki: Adaleti ve nizamı sağlayan bu hükümler, O’na ait değildir. O ancak bu hükümlerin tebliğ edicisi ve insanlara ders verenidir. Bu hükümler doğrudan doğruya Allah’tan gelir ve O’nun emir ve yasaklarıdır. Bu zat da Allah’ın elçisi ve peygamberidir.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
11- Kuran’ın hak kelam oldugunu ispat eden deliller onun risaletini tasdik eder

Bu delilin odak noktası Kur’an-ı Kerim dir. Nasıl ki ateş, dumanın varlığına; duman da ateşin varlığına delildir. Yani ateş varsa, duman da olacaktır. Ve duman varsa, muhakkak ateş de vardır. Dolayısıyla, ateşin varlığı ispat edildiğinde, dumanın varlığı da ispat edilmiş olur. Ya da tam tersi, dumanın varlığı ispat edildiğinde, ateşin varlığı da ispat edilmiş olur. Zira ateş dumansız, duman da ateşsiz olamaz.

Bunu daha iyi anlayabilmek için biraz açacağız. Çünkü delilimizi bu kaideye bina edeceğiz:

Mesela, bir tepenin arkasından yukarı doğru yükselen bir duman görsek, “Bu tepenin arkasında bir ateş vardır.” deriz. Bize, “Ateşi görmediniz ki, neyle varlığına hükmettiniz?” denilse, deriz ki: “Duman ancak bir ateşten gelebilir. Ateş olmaksızın dumanın varlığı mümkün değildir. Madem gözümüzle görüyoruz ki bir duman var, o halde ateş de olacaktır.”

Aynen bunun gibi, Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğini ispat eden bütün deliller, aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in de Allah’ın kitabı olduğunu ispat eder. Şöyle ki:
  • Madem bu zat Allah’ın peygamberidir; o halde yalan söylemez ve yalana tenezzül etmez.
  • Ve madem yalana tenezzül etmez; elbette Allah’a iftira etmez ve buna cüret edemez.
  • Ve madem Allah’a iftira etmez; o halde “Allah’ın kelamıdır.” dediği ferman, elbette Allah’ın kelamı olacaktır.
  • Dolayısıyla bu zatın peygamberliğini ispat eden bütün deliller, aynı zamanda Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu da ispat eder.
Aynen bunun gibi, Kur’an-ı Kerim de bütün mucizeleriyle ve Allah’ın kelamı olduğunu ispat eden bütün delilleriyle, Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğini ispat eder. Zira Allah’ın kitabını, ancak Allah’ın peygamberi tebliğ eder. Kur’an Allah’ın kelamıysa, bu kitabı tebliğ eden zat da Allah’ın peygamberi olmalıdır. Başka bir şey olamaz.

O hâlde şöyle bir söz söylesek: “Kur’an Allah’ın kelamıdır, zira Hz. Muhammed (sav) birçok mucizeler göstermiştir.” Yani Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğuna, Peygamberimizin mucizelerini delil yapsak, bu son derece doğrudur. Zira:
  • Madem mucize göstermiştir, o hâlde Allah’ın peygamberi olmalıdır.
  • Ve madem peygamberdir, elbette yalan söylemez ve yalana tenezzül etmez.
  • Ve madem yalan söylemez, o halde elindeki kitap Allah’ın kitabı olmalıdır. Zira bu zat, “Bu kitap Allah’ın kitabıdır.” demektedir.
Gördüğünüz gibi, bu zatın peygamberliğine iman etmek, Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğunu kabullenmekle neticeleniyor.

Aynen bunun gibi, şöyle bir söz daha söylesek: “Hz. Muhammed (sav) Allah’ın peygamberidir. Zira:
  • Kur’an gibi bir kitap getirilememiştir.
  • Kur’an’ın geçmişten ve gelecekten verdiği haberler doğru çıkmış, tarih ve arkeoloji bu haberlerin doğruluğunu tasdik etmiştir.
  • Kur’an bundan 1400 sene önce birçok bilimsel gerçeği haber vermiş, bu haberlerin doğruluğu bu asırda bizzat bilim adamları tarafından tasdik edilmiştir.
  • En inatçı düşmanları dahi Kur’an’ın ifadesine hayran olmuş, düşmanları dahi onun güzelliğini kabul etmiştir.
  • Kur’an; hem şahsi, hem siyasi, hem de sosyal alanda birçok inkılâplar yapmış ve bu inkılâplar sosyologları hayrette bırakmıştır.
  • Kur’an’ın koymuş olduğu hükümlerin hakkaniyeti hukukçular tarafından da tasdik edilmiştir…”
Yani bizler, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu ispat eden delilleri, Hz. Muhammed’in peygamberliğine delil yapsak, bu söz son derece doğrudur. Zira:
  • Madem Kur’an, saydığımız ve sayamadığımız delillerin tasdikiyle Allah’ın kelamıdır.
  • Elbette onu tebliğ eden zat da Allah’ın resulü olmalıdır. Zira Allah’ın kitabının, O’nun resulünden başkasına inmesi mümkün değildir.
  • Kur’an Allah’ın kitabı iken, onu tebliğ eden zatın Allah’ın resulü olmaması mümkün değildir.
Şimdi biz, Kur’an’ın hak kelam olduğunu ispat eden yüzlerce delile dayanarak deriz ki: Hz. Muhammed (sav) Allah’ın peygamberidir. Zira elindeki Kur’an, binler delilin tasdikiyle Allah’ın sözüdür.

O hâlde Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğini inkâr edebilmek için, ilk önce elindeki fermanın yani Kur’an’ın Allah’ın kelamı olmadığını ve onun bir beşer sözü olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise mümkün değildir. Hatta şeytan bile şeytanlıkta yüz derece ileri gitse buna imkân verdiremez. Bozulmamış hiçbir aklı kandıramaz.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
12- Ölü bir ağacın dallarında meyve olur mu?

Bu delile yine bir soruyla başlamak istiyoruz: Bir ağacın, hayatının olup olmadığına ne ile hükmedersiniz? Yani iki kişi bir ağacın hayatı hususunda tartışsa… Biri: “Bu ağacın hayatı vardır.” derken; diğeri: “Bu ağaç ölüdür.” dese, hangisinin haklı olduğuna nasıl karar verirsiniz?

Hemen ağacın dallarına bakarız. Dallarında yaprak, çiçek ya da meyve varsa, ağacın hayat sahibi olduğuna hükmederiz. Bu durumda kökü incelemeye hiç gerek yoktur. Çünkü daldaki bu hayat, kökten gelir. Ölü olan bir ağacın dallarında meyve ve çiçek olmaz.

Yani ağacın hayatı hakkında tartışıldığında; daldaki meyve, çiçek ve yapraklar, ağacın hayatını gösteren delillerdir. Ve bunlar, ağacın hayat sahibi olduğunu savunan kişiyi tasdik ederler. Yani bunlar hâl lisanıyla derler ki: “Ey ağacımızı ölü zanneden kişi! Bizim hayatımızı görmüyor musun? Eğer senin dediğin gibi ağacımızın hayatı olmasaydı, biz nasıl var olurduk? Bizim varlığımız ve hayatımız, ağacımızın hayatına delildir…”

O zaman şimdi dikkatle dinleyiniz: Hz. Muhammed (sav) -temsilde hata olmasın- nurani bir ağaçtır. Biz bu nurani ağaç hakkında tartışıyoruz. Biz bu ağacın hayat sahibi olduğunu iddia ederken, bazıları ölü olduğunu iddia ediyor. Hangimizin doğru olduğunu bulmanın bir yolu da, bu nurani ağacın dallarına bakmaktır. Eğer dallarında meyveler ve çiçekler varsa, bu, ağacın hayat sahibi olduğuna delildir. Dallarında meyveler ve çiçekler olmasına rağmen siz bu nurani ağacın hayatını inkâr ederseniz, o zaman dallardaki bütün meyve ve çiçekler, hayatlarıyla sizi yalanlar ve parmaklarını gözünüze sokar.

İşte bakın, bu nurani ağacın bir dalında, bu zatın terbiye ve talimiyle hakka ulaşan, keşif ve keramet sahibi olan milyonlarca evliya var. Abdulkadir-i Geylani, Şah-ı Nakşibendî, Mevlana Hâlid-i Bağdadi gibi, her biri asırlarını aydınlatmış milyonlarca evliya bu ağacın dalında asılı duruyor. Şimdi siz, bu meyveleri nasıl inkâr edip bunları yok kabul edeceksiniz? Bu zatların tamamı, sahip oldukları kemal ve makama, Hz. Muhammed (sav)’in dersiyle ve yol göstermesiyle ulaşmıştır. Demek, şecere-i Muhammediyye denilen, Peygamberimizin nurani ağacının bu dalında milyonlarca evliya var. Bu daldaki bütün meyveler; kemalleriyle, keşifleriyle, kerametleriyle, üstatları olan bu zatın hakkaniyetine şehadet ediyorlar.

Şimdi bu nurani ağacın 2. dalına bakalım: Bak bu dalda İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, İmam-ı Malik, Ahmed İbni Hanbel, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi, âlim ve asfiya denilen yüz binlerce meyve var. Bu allamelerin tamamı, sizin inkâr ettiğin zattan ders almış; ilim ve fikirlerinde kuvvetle asırlarının yıldızları olmuştur. Hatta nurları sadece asırlarını değil, kendilerinden sonraki asırları da aydınlatmış; insanlar onların nurlarıyla yollarını bulmuştur. Bu zatlardan sadece birisinin hayatını okusanız, ondaki ilim ve fikir kuvvetini görür ve ona hayran olurdunuz. Şimdi bu zatlardan birini bile inkâr edemezken, nasıl olur da bu dalın tamamındaki yüz binlerce meyveyi inkâr edip, onları yok sayacaksınız? İlim ve irfanlarıyla tarihe not düşen bu zatları nasıl görmezden geleceksiniz?

Şimdi de bu nurani ağacın 3. dalına bakalım: Bu dalda İslam’ın hak ilimleri duruyor. Fıkıh, Akaid, Tefsir, Hadis, Kelam gibi İslam’ın bütün hak ilimleri, bu zatın talim ve öğretmesiyle vücut bulmuştur. Bu ilimlerden birinde bile mütehassıs olmak için bir ömür çalışmak lazım. Çoğu zaman bir ömür yeterli bile olmaz. Eğer Hz. Muhammed (sav) -hâşâ- Allah’ın peygamberi değilse, bu daldaki meyveler hükmünde olan İslamî ilimler nasıl var olmuş. Hak olmayan bir zattan, böyle hakikatli ilimler çıkar mı? Bu derya gibi ilimleri, bir kişinin kendi başına bulması ve bütün bu ilimlerde kaynak olması mümkün müdür?

Biz bu nurani ağacın sadece 3 dalını gösterdik. Bu ağacın daha çok dalı ve her dalında milyonlarca meyvesi var. Bir dalı, bu hayatın saadetini temin eden kurallar dalıdır. Her bir hüküm, bir çiçek gibi bu dala asılmış. Bu dalda, bu kurallara uyarak saadete ulaşan yüz milyonlarca mümin meyvesi var.

Bu ağacın başka bir dalı, uhrevi saadet dalıdır. Bu dalda ahiretin saadetini temin eden hükümler var. Temiz fıtratlar ve salim vicdanlar, bu hükümlerin doğruluğunu tasdik ediyorlar.

Ve daha birçok dal ve her dalda milyonlarca meyve ve çiçekler var. Eğer siz bu zatın peygamberliğini inkâr etmek istiyorsanız, bu dallardaki bütün meyve ve çiçekleri koparmalısınız.

Heyhat! Daha tek bir meyveye eliniz yetişmezken, nerede kaldı, milyarlarca meyveyi koparmak ve dalları kırmak…

Bu delilde ağaç misalinden yola çıktık. Delilimizi tamamlamadan, anlattıklarımızı bir de çekirdek misaliyle kısaca tekrar etmek istiyoruz. Konu uzayınca bazen fikir dağılabiliyor. Ayrıca unutmayalım ki, bunlar sadece basit birer misal değil, hakikati yaklaştıracak dürbünlerdir.

Bir çekirdeğin, elma ağacının çekirdeği mi yoksa zakkum ağacının çekirdeği mi olduğu hususundaki ihtilaf, çekirdeğin eseri görülmediği müddetçe devam edebilir. Yani o çekirdek toprağa atılmaz ve öylece bırakılırsa, kimin haklı olduğuna karar verilemeyebilir.

Eğer o çekirdek toprağa atılıp sümbüllense; dal, budak, meyve ve çiçek verse, artık onun hakkında ihtilaf edilmez ve hangi ağacın çekirdeği olduğu husussunda tartışılmaz.

Aynen bunun gibi, Hz. Muhammed (sav) de bir çekirdektir. Bu çekirdekten İslam ağacı çıkmıştır. Her bir asrı bir dala benzetsek, bu ağacın 14 büyük dalı vardır ki, her dalda milyonlarca meyve ve çiçek vardır. Evet, her bir sahabe, evliya, asfiya, sıddıkîn, muhakkikîn ve dâhi allameler bu ağacın birer meyvesidir.

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in düsturlarıyla ve terbiyesiyle ve ona tabi olup arkasından gitmeleriyle hakka, hakikate, kemalâta, keramete, keşfiyyata ve müşahedeye yetişen binlerce evliya ve makbul zatlar, bu ağacın birer meyvesidir.

İslami bütün ilimler bu ağacın birer meyvesidir.

Dünya hayatının ve ahiretin saadetini temin eden bütün kurallar bu ağacın çiçekleri, bu kurallara uyarak saadete ulaşan müminler de bu ağacın birer meyvesidir.

Bu ağaçta daha birçok dal ve milyonlarca çiçek ve meyve vardır.

Eğer Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliği inkâr edilecek ise, ilk önce bu çekirdekten çıkan İslam dini ve bu çekirdeğin meyveleri inkâr edilmelidir.
Kim, bu nurani ağacın çekirdeği hükmündeki Hz. Muhammed (sav)’e ilişmek istese, bu ağacın meyvelerinin her biri kendine mahsus bir lisan ile şöyle diyecek: “Ey kendini bilmez! Çekirdeğimize hangi hak ile saldırıyorsun. Bizlere bak! Eğer çekirdeğimiz -hâşâ- çürük olsa idi, biz böyle hayat sahibi olabilir miydik? Bizim hayatımız, ondan geliyor. Bize üflenen hayatın sebebi olan çekirdeğimizi inkâr etmek istiyorsan, ilk önce gücün bize yetmeli, bizim sesimizi kısmalı ve kemalimize gölge düşürmelisin. Bunu yapmak ise ne sizin ne de başkasının haddi değildir!”
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
13- Mucize Delili

Bu delilimizin odak noktası mucizeler… Hz. Muhammed (s.a.v.) binden fazla mucize göstermiştir. Bir parmağının işaretiyle ayın ikiye yarılması; düşman askerlerine bir avucuyla toz atıp, tozun düşmanların gözüne kaçması; parmaklarından suların akması; hayvanların Onunla konuşması; gelecekte olacak hadiseleri haber vermesi ve haber verdiği gibi aynen vukua gelmesi; ağaçların O’nun emriyle konuşması ve O’nun peygamberliğini tasdik etmeleri gibi yüzlerce mucize O’nunla gösterilmiştir.

Biz mucizelerin detayına girmeyeceğiz. Bu mucizeleri öğrenmek istersen Bediüzzaman hazretleri 300 tanesini senetleriyle birlikte 19. Mektup isimli eserinde nakletmiştir. Yine bu mucizeleri diğer siyer kitaplarında bulabilir ve merakınızı giderebilirsiniz.

Bu mucizelerin hepsi bize tevatür ile nakledilmiştir. Tevatür kelimesini bu delilde çok kullanacağız, onun için bu kelimenin anlamını izah edelim:

Tevatür: Yalan söylemesi mümkün olmayan kalabalık bir cemaat tarafından, elden ele ve senetleriyle nakledilmiş doğru ve gerçek haberdir. Hz. Muhammed (sav)’in mucizeleri tevatür ile nakledilmiş haberlerdir. Bu zatın binden fazla mucizesi, senetleriyle birlikte siyer ve hadis kitaplarında nakil edilmiştir.

Bizler bu mucizelere dayanarak deriz ki: Bu kadar güzel ahlak ve kemalat ile beraber, bu kadar apaçık mucizeleri bulunan bir zat, elbette Allah’ın peygamberi olmalıdır.

Şimdi hiçbir mucizeyi gözümle görmedim. Ben gözümle görmediğim bir şeye inanmam diyenler olabilir.

Biz mucizelerin meydana geldiğini size ispat edebiliriz.

Nasıl ispat edeceksiniz ki… O zamana yolculuk mu yaptıracaksınız diyorsunuz belkide?

Zamanda yolculuğa gerek yok. Sizler tarih ilmine inanıyor musunuz?

Yani geçmişteki olayları, yer-zaman ve faillerini göstererek, kaynaklara dayalı bir biçimde inceleyen bilim dalına

Hani okulda Selçuklu tarihi, Osmanlı tarihi gibi konular Hatta taş devri, maden devri gibi devirleri bize anlatılmıştır

Eğer siz tarih ilmine inanıyorsanız, bir şeyi kabul etmek için ille de görmek gerekmediğini kabul etmişsindir. Öyle ya, biz ne taş devrini gördük ne de Roma’nın kuruluşunu; ama bunlar hakkında anlatılan şeyleri kabul ediyoruz.

Hâlbuki kabul ettiğimiz bu haberlerin hiçbiri tevatür kuvvetinde değildir. Hatta birçoğu bulgulara dayanır ve kazılar sonunda ele geçen tahmini bilgilerdir. Siz bu bilgileri hiç sorgulamadan gözünüzle görmüş gibi kabul edebiliyorsunuz. Tarih okurken, mucizeler hakkında söylediğiniz “Gözümle gördüm mü ki inanayım” sözünü hiç kullanmıyorsunuz. Demek, bir şeye inanmak için, ille de gözle görme şartını aramıyorsunuz.

Madem gözle görme şartını aramıyorsunuz, o halde mucizelerin varlığını da kabul etmek zorundasınız. Çünkü mucizelerin meydana geldiği bilgisi, tevatür kuvvetiyle bize ulaşmıştır, tarihi bilgilerde ise bu kuvvet yoktur.
Yani yol ikidir:
  • Ya tarih ilmini kabul ettiğiniz gibi mucizelerin varlığını da kabul edeceksiniz.
  • Ya da tarih ilmini inkâr edip, bugüne kadar kitaplardan öğrendiğiniz her şeyi yok sayacaksınız. Bunu yaparsanız mucizeleri de inkâr edebilirsiniz.
  • Yoksa birine inanıp diğerini inkâr etmek olmaz. Bu, kişinin kendisiyle çelişmesidir.
Şimdi soruyoruz tarih ilmini kabul ediyor musunuz?

Etmiyorum deyip de kendime mi güldüreyim dediğinizi duyar gibiyim.

O zaman gözünüzle görmediğiniz şeylere de inanabiliyorsunuz. Yeter ki, ehli o konuda ittifak etmiş olsun. Hatta sadece kazı neticelerinde ulaşılan bilgilere bile itimat ediyorsunuz ve bunları hiç sorgulamıyorsunuz. Peki, durum böyle iken, mucizeler hakkında niye itiraz ediyorsunuz?

Mucizeler daha sonra insanların uydurduğu haberlerdir de diyemezsiniz

Bakınız, İngiliz bilim adamı olan John Davenport ne diyor? O diyor ki: “Meşhur peygamberler, fatihler arasında tarih-i hayatı; Hz. Muhammed’in tarihi gibi, en ince teferruatına kadar, en sağlam şekilde kayıt ve zapt olunan başka bir kimse gösterilemez.”

Evet, bir İngiliz bilim adamı bile Hz. Muhammed’in hayatının son derece sağlam bir şekilde kaydedildiğini ve tarihte hiçbir kimsenin hayatının bu şekilde kaydedilmediğini söylüyor. Bunun sebebi şu: Peygamberimizin hal ve hareketleri, İslamî hükümlerde kaynaktır. Bu sebeple Sahabeler Peygamberimizin her halini, neredeyse aldığı nefesi kaydetmişlerdir. Bu kadar dikkatli gözler altında, eğer bu zat mucize göstermeseydi, uydurma haberlerle bu mucizeler O’nun siyerine girebilir miydi?

Hem “Mucizeler tevatür kuvvetindedir.” dedik. Tevatür de bir olaya şahit olan büyük bir topluluk vardır. Her biri bu olayı gördüğü şekliyle anlatır ve onlardan dinleyenler de bir başkasına; bir başkası bir başkasına derken, kim kimden dinlemişse, isimleri kaydedilerek ta bize kadar ulaşır. Haklarında yalan söyleme ihtimali olmayan bu zatların haberlerine inanmayacaksın da, taş devrini, demir devrini anlatan tarihçilerin sözüne mi inanacaksınız?

Şu noktayı iyi anlamak lazım Mucizeleri inkâr edebilmenin tek yolu, tarih ilmini inkâr etmektir. Eğer, “Tarih ilmini inkâr ediyorum.” derseniz, size söyleyecek sözümüz olmaz.

Eğer mucizeye inanan fakat Hz Muhammed S.av i inkar eden semavi dinlere mensup bir Yahudi veya Hıristiyan ise onun inanmama gibi bir durumu hiç olamaz. Zira onlara

Siz Hz. İsa’nın Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu nereden biliyorsunuz? Yani nereden biliyorsun ki, o zat -hâşâ- yalancı ve hilekâr değildir?

Bu soruya karşı şu cevabı vereceklerdir: Onun Allah tarafından gönderildiğini biliyorum; çünkü o zat mucizeler göstermiştir. Mesela: Duasıyla ölüleri diriltmiş, hastaları iyileştirmiş, çamurdan yaptığı kuş heykeline üflemiş ve kuş canlanarak uçmuştur. Ve bunlar gibi daha birçok mucizeler göstermiştir.

Bizde bu cevaba karşı şöyle deriz: O hâlde siz tevatüre, yani içinde yalan ihtimali olmayan ve kuvvetli bir cemaat tarafından nakledilen haberlere inanıyorsunuz. Zira biraz önce saydığın, Hz. İsa’dan zuhur eden mucizeleri görmediniz ve o mucizelere bizzat şahit olmadınız, ama bu mucizelere inanıyorsunuz. Demek siz tevatür kuvvetindeki haberleri kabul ediyorsunuz.

Öyleyse Hz. Muhammed’in peygamberliğine de inanmak zorundasınız. Zira Hz. Muhammed’in elinde gözüken mucizeler de bize tevatür yolu ile gelmiştir. Madem tevatüre inanıyorsunuz, o hâlde bu haberlere de inanmak zorundasın. Yok, eğer “Ben tevatüre inanmam.” derseniz, o hâlde iman ettiğiniz Hz. İsa’nın mucizeleri hakkında söyleyecek hiçbir sözünüz olamaz. Çünkü siz onun hiçbir mucizesini gözünüzle görmediniz ve mucizeleri esnasında Hz. İsa’nın yanında değildiniz.

O hâlde yol ikidir:
  • Ya tevatürü inkâr eder ve “Gözümle görmediğime inanmam, bu haberler uydurmadır.” dersiniz. Bu durumda Hz. İsa’yı da inkâr etmeniz gerekir.
  • Ya da tevatürü delil kabul eder ve bu kabulün neticesi olarak Hz. İsa’nın mucizelerine inandığın gibi, Hz. Muhammed’in mucizelerini de inanırsınız.
  • Üçüncü bir yol olan; tevatürü Hz. İsa hakkında kabul etmek, Hz. Muhammed hakkında ise kabul etmemek, ancak kişinin kendisiyle çelişmesidir ki, bu insaf ve vicdan ile tarif edilemez. Bu durumda kendi peygamberinin mucizeleri için de söyleyecek bir sözünüz olmaz. Yani kendi peygamberinizin peygamberliğini de ispat edemezsiniz.
Hem geçmiş peygamberlerde peygamberliğe esas tutulan ne kadar mucize var ise Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da daha mükemmeli, daha yükseği bulunmakta olduğu inkar edilemeyecek bir hakikattir.

Yani mucizeyi Hz. İsa, Hz. Musa ve diğer peygamberler hakkında kabul etmek ama o Allahın izniyle o mucizelerden daha üstününü gösteren Hz. Muhammed sav i inkar etmek insaf ehlinin gösteremeyeceği bir tavırdır.

Biz mucize delilini burada tamamlıyoruz. Peygamberimizin binden fazla mucizesini öğrenmek isteyenleri ilgili tarih ve siyer kitaplarına havale ediyor, bilhassa Bediüzzaman hazretlerinin 19. Mektup isimli eserini tavsiye ediyoruz.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
14- Büyük bir devleti kısa zamanda teşekkül ettirmesi

Bu delilin odak noktası, Hz. Muhammed (s.a.v)’in kurmuş olduğu devlettir. Şimdi size iki genel kural söyleyeceğiz.

1- Bir devletin teşekkülü ve büyümesi son derece yavaştır. Adeta insanın doğup büyümesine benzer. Çok uzun zaman emekler, sonra ayağa kalkar durur, sonra yavaş yavaş yürür, sonra adımları hızlanır, sonra da koşar gider.

2- Yeni teşekkül eden bir devletin büyük devletlere galip gelmesi için büyüyüp güçlenmesi gerekir, bu da, çok zaman gerektirir.

Peki, siz bir zat görseniz, bu kuralları ayaklarının altına almış çiğniyor… Bir devlet kurmuş ve kurduğu bu devlet kısa bir zamanda büyüyerek bütün dünyaya meydan okumuş, büyük devletleri kendisine itaat ettirmiş… Böyle bir zatı görseydiniz ne derdiniz?

Herhalde ona hayretle bakar ve onun harikulade bir zat olduğunu söylerdiniz. Çünkü ancak çok özel bir insan bu dediğimizi yapabilir. Herkese nasip olmaz…

Şimdi Hz. Muhammed (sav) e bakalım. Kurmuş olduğu devlet 10 yıl içerisinde tüm Arap yarımadasını kapsarken. Raşid halifeler devrinde daha da büyümüş. Emeviler zamanında ise batıda Afrika’nın kuzeyinden ispanyaya ve doğuda Afganistan’a kadar ulaşmıştır. Bir devletin teşekkülü ve büyümesi son derece yavaştır demiştik. O bir kral veya hükümdar değildi. Tek başına başlamış olduğu davasında kendi öz yurdu olan Mekke’den çıkartılmış. Bir avuç Müslüman ile Medine’ye sığınmıştı. Büyük devletler ve imparatorluklar kuran krallar gibi mevcut bir devletin ve gücün arkasında ilerlememişti. İşte tarihte görülmemiş bir şekilde Allah’ın yardımıyla kısa bir zamanda büyük bir devleti teşekkül ettirmesi ve o devletin yine kısa bir zamanda büyük ve köklü devletlere galip gelmesi onun risaletinin delillerindendir.

Şimdi bakınız, size Hz. Muhammed (sav)’in 10 yılda oluşturduğu devletten bahsedeceğiz. Bu zat peygamberliğinin 13 yılını Mekke’de, insanları Allah’a imana davet etmekle geçirdi. Daha sonra Mekke’deki baskılar çoğalınca Medine’ye hicret etti ve 10 yılını da Medine’de geçirdi. Şimdi size bu 10 senenin yıl yıl çetelesini sunacağız. Dikkatle dinleyiniz:

Hicretin 1. yılında Medine’de “Medine Şehir Devleti’ni kurdu. Bu devletle, Medine ile Kızıldeniz arasındaki bölgede yaşayan kabilelerle dostluk alanı oluşturdu. Özellikle Cuheyne kabilesiyle…

Hicretin 2. yılında Benu Damralılarla yapılan savunma anlaşmaları sonucunda bu ilişkiler Medine’nin güney ve güneybatı bölgelerine doğru pekiştirilerek yayıldı. Aynı yıl Medine’nin doğusunda Suleym ve Gatafanlıların arazisi üzerindeki Karkaratu’l-Küdr üzerine kendi komutasında bir sefer düzenledi.

Hicretin 3. yılında Medine’nin doğusundaki Necd bölgesinde, Zatu’r-Rika’ya, Karade’ye ve çevresine birçok askeri seferler düzenledi.

Hicretin 4. yılında daha da doğuda, Necd’deki Feyd bölgesine kadar birçok sefer düzenlendi.

Hicretin 5. yılında Arabistan’ın en kuzey taraflarındaki Dûmetu’l-Cendel bölgesine ve güneyde, Mekke’ye fazla uzak sayılmayan Mureysi bölgesindeki Benu Müstalikler üzerine birer sefer düzenledi. Bu kabilelerin de Müslüman olmasıyla İslam ülkesi Mekke sınırlarına kadar genişlemiş oldu.

Hicretin 6. yılında Medine’nin doğusundaki Necd bölgesine birçok sefer düzenlendi. Ayrıca, Mekke’nin hemen yakınlarındaki Usfan’a ve Kura’l-Gamim’e de birer sefer düzenlendi.

Hicretin 7. yılında Medine’nin kuzeyinde uzanan Hayber, Vadi’l-Kurâ ve Fedek düzlükleri de İslam topraklarına dahil edildi. Necd üzerine daha birçok askerî sefer düzenlendi. Yarımadanın doğu ve güneydoğusunda uzanan Bahreyn ve Umman bölgeleri de İslam Devletine bağlandı.

Hicretin 8. yılında Mekke ve daha güneyde, Kızıldeniz kıyıları üzerinde bulunan Tihame fethedilerek, aralarında Mute ve Zat Atlah gibi şehirlerin de bulunduğu Filistin topraklarına birçok askerî seferler düzenlendi.

Hicretin 9. yılında Yarımadanın güney bölgelerinde bulunan Yemen ile kuzeyde Dûmetu’l-Cendel’den Filistin’e kadar uzanan topraklardaki Makna, Eyle, Cerba, Ezruh vb. şehirler ülke sınırlarına katıldı. Bu yıl, “Âmu’l-vüfûd” (Elçiler Yılı) adıyla ün kazandı. Hz. Muhammed (s.a.v) o yıl Arabistan’ın her yöresinden gelen heyetleri ayrı ayrı huzuruna kabul etti. Irak’ın güneyi ile Filistin’deki bazı bölgelerin fethedilerek itaat altına alınmasıyla, Yarımada’nın fetih ve itaat altına alınma işlemi tamamlanmış oldu.

Hicretin 10. yılında Yemen’den Aden’e kadar uzanan bazı dağlık bölgeler tamamen ve kesin bir biçimde itaat altına alındı. Hz. Muhammed (sav), Mekke’ye yaptığı Veda Haccı sırasında, Arabistan’ın çeşitli bölgelerinden gelmiş 120.000’i aşkın Müslümana hitap etti. Hicretin 11. yılının üçüncü ayında Hz. Muhammed (sav) bu fani dünyadan göç ederek Refîk-i A’lâ’ya kavuştu.

Şimdi şu noktaya dikkat ediniz: Arabistan Yarımadası 3 milyon km2 lik bir yüzölçümüne sahiptir. Hz. Muhammed s.a.v.’in gerçekleştirdiği fetih hareketinin 10 yıllık bir süre içinde tamamlandığı nazara alındığında, günde ortalama 821 km2 lik bir toprağı fethettiği anlaşılmaktadır. Evet, bu zat günde yaklaşık 821 km2 lik bir toprağı fethetmiş ve bu toprakları İslam Devleti’nin sınırlarına dâhil etmiştir.

Acaba, şu âlemde böyle büyük bir başarıya imza atan başka birisi var mıdır? Belki aklınıza diğer büyük krallar ve hükümdarlar gelebilir. Fakat gözden kaçmaması gereken en mühim nokta şudur. Hz. Muhammed’ sav Kral ve hükümdar değildi ve var olan bir devletin başına geçip hazır bir güç ile fetihler yapmadı. Kral ve hükümdar olmadığı halde kim bu kadar kısa bir zamanda böyle büyük fetihler yapmış ve günde yaklaşık 821 km2 lik bir toprağı ülkesinin sınırlarına dâhil etmiştir? Tarihte bunu yapabilen, Hz. Muhammed (sav)’den başka bir zat gösterebilir misiniz? Bir devletin teşekkülü ve büyümesi son derece yavaşken nasıl olur da Kral ve hükümdar olmadığı halde kurduğu devlet hızla büyüyüp kemal buldu?

Şu noktayı da gözden kaçırmamak gerekir. Devlet kurmak sadece toprak genişletmek değildir. Hz. Muhammed (s.a.v) sadece ülkeleri fethetmemiş aynı zamanda gönülleri fethederek gittiği her yere İslam’ın yüce adaletini ve yüksek ahlakını götürmüştür. Bu sebeptendir ki kurduğu devlet kendisinin vefatıyla yıkılmamış bilakis Kur’an’a tabi olmakla daha da büyümüş ve yükselmiştir.

Bir devletin çok kısa bir zaman içinde kurulup, sonra büyük devletlere galip gelerek, dünyaya hükmedecek bir vaziyete gelmesi, tedricîdir. Zamana bağlıdır. Tabiat ve adetullah noktasından mümkün değildir.

Öyleyse bu devletin kurucusu, ancak ve ancak harikulade özelliklere sahip ve Allah’ın yardımı daima üzerinde olan bir Peygamber olabilir. Çünkü maddeten ve manen hakim, hem de gayet büyük bir devletin kısa zamanda teşekkülü hem de geçmiş kuvvetli devletlere galip gelmesi adetullahın pek üstünde harikulade bir haldir.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in Asr-ı saadette kurmuş olduğu İslam devletinin kısa bir müddet içinde büyümesi ve zamanın iki büyük gücü olan Sâsâni ve Bizans imparatorluklarına galip gelmesi bir mucize olup onun hakkaniyetini ispat etmektedir.

Bu anlattıklarımızı belki hiç duymadınız ve bilmiyorsunuz. Zaten O’nu inkâr edenlerin ortak noktası, bilmemeleridir. O’nun hakkında biraz araştırma yapsalar ve bu zatı biraz tanısalardı, O’nun hakkındaki zanlarından hemen vazgeçeceklerdi. Bakınız, O’nu biraz araştırmış bilim adamları, O’nun bu özelliğine nasıl dikkat çekiyorlar:

Fransız yazar ve şair Lamartine, Hz. Muhammed sav hakkında şöyle diyor: Düşünür, hatip, arkadaş, kanun koyucu, mücadeleci, fikirleri fetheden, rasyonel inançları onaran, resimlere ve putlara tapmaya son veren, yirmi tane dünyevi devletin kurucusu olan ve bir tane manevi devlet kuran, işte bu Muhammed’dir. Bir insanın büyüklüğünü tespit edebilmek için kullanılan bütün kıstaslara göre, Muhammed’den daha büyük birisinin olabileceğini hiç düşünebilir miyiz?

Yine İskoç asıllı büyük tarihçi W. Thomas Carlyle şöyle diyor: Bir insan, tek başına, yirmi seneden az bir zaman içinde, nasıl olur da birbirleri ile savaşan kabileleri ve Yörük olarak gezen bedevileri, kuvvetli ve çağdaş bir topluluğa kenetleyebilir?

Bakınız, bunlar biraz araştırmışlar ve Hz. Muhammed sav’in kısa zamanda teşekkül ettirdiği devletin büyüklüğü karşısında hayrete düşmüşler. Ve bunun tarihte emsalinin olmadığını beyan etmişlerdir.

Şimdi siz, bu zat hakkında sadece “zeki” deyip geçecek misiniz? O Allah’ın peygamberi olmasaydı, tek başına bu büyük icraatı yapabilir ve günde 821 km2 lik bir toprağı fethedebilir miydi?

Unutmayınız ki, başta iki kuralı kabul etmiştiniz: 1- Bir devletin teşekkülü ve büyümesi son derece yavaştır. 2- Yeni teşekkül eden bir devletin büyük devletlere galip gelmesi aşama aşamadır, çok zaman gerektirir.

Bakınız, Hz. Muhammed (sav) bu kuralları ezmiş geçmiş. Yaşadığı her bir gün 821 km2 lik bir toprağı fethetmiş.

Evet, yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galip gelmesi, zamana bağlıdır. Acaba, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın, kısa bir zamanda teşkil ettiği bir devletle dünyanın büyük devletlerine galebe edip maddî-manevi hâkimiyetini muhafaza ve devam ettiren, onun harikuladeliği değil midir?
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
15- Hz. Muhammed (s.a.v.)’in gönüllerde yaptığı fetih

Bu delilde, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kalplerde ve ruhlarda yaptığı fetihlerden bahsedeceğiz. O’nun kalplerde ve ruhlarda yaptığı fetihler, maddi fetihlerinden çok daha harikadır.

Şunu unutmayınız ki: Maddi kuvvetle ve zorlamayla sadece bedenlere hâkim olunabilir; kalplere, ruhlara ve fikirlere hâkim olunamaz. Yani bir zorbanın büyük bir kuvveti varsa, bu kuvvetle insanları korkutarak sözüne itaat ettirebilir. Dilediği her şeyi onlara yaptırabilir. Ama kalpleri, ruhları ve fikirleri ele geçirmek; yani kalplerin sultanı, ruhların sevgilisi ve fikirlerin mürşidi olmak ve hâkimiyetini vicdanlar üzerinde kurmak, baskı ve zorlamayla ile mümkün değildir.

Bu kaideyi öğrendikten sonra, şimdi bu zatın yaptığı manevi fetihlere bakalım! Bakınız, nasıl kalpleri, ruhları, fikirleri ve vicdanları ele geçirmiş. Kalplerin sevgilisi, ruhların sultanı olmuş. Fikirlerin mürşidi ve vicdanların hâkimi olmuş. Şimdi size, bu zatın arkadaşları olan sahabelerin bu zatı nasıl sevdiğine dair örnekler vereceğiz. Bu örnekler sayesinde, en azından bu zatın kalplerin nasıl sevgilisi olduğunu anlar ve diğer manevi fetihlerini buna kıyas edebiliriz.

Hz. Ali’ (r.a.)’a: “Siz Resulullah’ı ne kadar seviyordunuz?” diye sorulduğunda, O şu cevabı vermiştir: “Resulullah bize, malımız mülkümüz, çoluk çocuğumuz, anamız ve babamızdan daha sevgili idi. Ona, susadığımızda soğuk suya duyduğumuz arzudan daha çok arzu duyar, daha çok severdik.”

Bedir Muharebesi öncesi Sa’d bin Muâz hazretleri şöyle diyordu: “Ya Resulullah! Biz sana iman ettik ve seni tasdik ettik. Getirdiklerinin hak olduğuna şehadet ettik. Dinlemek ve itaat etmek için de sana kesin söz verdik. Ya Resulullah! Nasıl isterseniz öyle yapınız. Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, bize denizi gösterip de dalsan, hiçbirimiz geri kalmaksızın seninle birlikte dalarız!”

Hz. Ebubekir’in babası Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olmuştu. Hz. Ebubekir babasının kolundan tutarak onu Hz. Muhammed’in yanına götürdü. Babası orada kelime-i şehadet getirdi. Hz. Ebubekir birden ağlamaya başladı. Peygamberimiz ona: “Neden ağlıyorsun? Hâlbuki baban iman etti. Bu gün senin en mutlu günün olması gerekmez mi?” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebubekir şöyle dedi: “Ya Resulullah, keşke şu an iman eden benim babam değil de senin amcan Ebu Talib olsaydı. Şu an benim gönlüm hoşnut olacağına senin gönlün hoşnut olurdu.”

Şimdi bir düşünün! Hz. Ebubekir, Peygamberimizin, amcası Ebu Talib’e olan düşkünlüğünü ve Ebu Talib iman etmeden öldüğü için ona olan üzüntüsünü biliyor ve diyor ki: “Keşke benim babam yerine senin amcan Ebu Talib imana gelseydi de, benim yerime sen mutlu olsaydın…” Herhalde bir insan ancak bu kadar sevilebilir. Sahabeler, O’nun mutluluğunu bile kendi mutluluklarına tercih etmişler.

Şimdi de Abdullah b. Zeyd hazretlerinin Peygamber sevgisine bakalım: Bu zat, Peygamber Efendimiz vefat edince ellerini semaya kaldırır ve şöyle dua eder: “Ya Rabbi! Artık benim gözlerimi kör et! Kör et ki, artık ben O’nun olmadığı bu dünyada hiç bir şey görmeyeyim?” Bu zatın duası anında kabul edilir ve oracıkta kör olur.

Bu nasıl bir sevgidir ki, O’nun olmadığı bir dünyaya görmek istemiyor ve kör olmayı istiyor. Onsuz bir dünyaya bakmaktansa, O’nun olmadığı bir dünyada körlüğü tercih ediyor. Dünyada kimse böyle sevilmiş midir?

Şimdi de Hubeyb b. Adiyy hazretlerinin Peygamber sevgisine bakalım: Hz. Hubeyb düşmana esir düşmüştü. Mekkeli müşrikler belli bir süre onu esir ettikten sonra idamına karar verirler.

Müşrikler, Hz. Hubeyb’i tutup darağacına bağladılar. Yönünü ise Medine’ye çevirdiler. Belki ölümden korkar da inancından vazgeçer düşüncesiyle son olarak şu teklifte bulundular: “Muhammed’in dinini terk et, sana eman verip serbest bırakalım.”

Hz. Hubeyb, hiç böyle bir teklif beklemiyordu. Bunu kabul etmek, onun için ölümlerin en kötüsüydü. Vakur bir sesle gürledi: “Hayır, vallahi dinimden dönmem, hattâ bütün dünyayı da bana verseniz vazgeçmem!” Alay dolu bir teklif daha yaptılar: “Doğru söyle, şimdi senin yerine Muhammed’in öldürülmesini, senin de evinde çoluk çocuğunun arasında sağ salim yaşamanı isterdin, değil mi?”

Kalbi Peygamber sevgisiyle dolup taşan Hz. Hubeyb’in verdiği cevap, canileri ürkütmüştü: “Vallahi Peygamberimin ayağına bir diken batmaktansa, canımdan olmaya razıyım!” Daha sonra şöyle devam etti: “Allah yolunda olunca, hayatımın hiçbir ehemmiyeti yoktur. Vallahi ben imanımdan dolayı öldürülecek olduktan sonra, vurulup hangi yanım üzerine düşersem düşeyim, gam yemem. Çünkü bunların hepsi Allah uğrunadır.

Bu nasıl bir sevgidir! Kendi ölümüne razı oluyor, ama Peygamberinin ayağına diken batmasına razı olmuyor!

Şimdi de Zeyd bin Desine hazretlerine bakalım. Müşrikler onu idam etmeden önce

Ebû Süfyân yaklaşarak Hz. Zeyd’e sordu: “Ey Zeyd, Allah’ını seversen doğru söyle! Şimdi burada senin yerine Muhammed bulunup da, onun boynunu vurmamızı, sen de çoluk çocuğunun arasında sağ salim yaşamayı arzu etmez miydin?”

Hz. Zeyd şu cümleyle cevap verdi: “Vallahi ben ailem içinde rahatça oturup da Peygamberim Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, değil sizin yanınızda, hattâ şimdi bulunduğu yerde bile bir dikenin ayağına batıp incitmesine gönlüm razı olmaz!” Bu susturucu sözler karşısında şaşkına dönen Ebû Süfyân, “Ben insanlar içinde, Muhammed’in Ashâbının, Muhammed’i sevdikleri kadar, hiç kimsenin hiçbir kimseyi sevdiğini görmedim.” demekten kendisini alamamıştı.

Şimdi de Sevban hazretlerinin Peygamber sevgisine bakalım: Sevban hazretleri bir gün mahzun ve boynu bükük bir şekilde, yüzünün rengi atmış, beti-benzi sararmış bir vaziyette Resulullah’ın huzuruna girer. Onun bu halini gören iki cihanın güneşi: “Ey Sevban! Ne oldu sana?” diye sorar. Sevban hazretleri der ki: “Ey Allah’ın Resulü! Sizi o kadar çok seviyorum ki, bir an görmesem dayanamıyor, hasretinizden ölecek gibi oluyorum. O zaman evde duramıyor, koşup sizi görmeye geliyorum.”

Hz. Sevban bu sözün akabinde ağlamaya başlar. Peygamber Efendimiz ona niçin ağladığını sorunca, Sevban hazretleri şöyle der: “Ya Resulallah! Birden ahiret aklıma geldi de onun için ağlıyorum. Dünyada istediğim zaman senin nur-u cemalini görüp hasretimi dindirebiliyorum. Lakin ahirette, siz Cennet’in en yüksek makamlarında olacaksınız. Oysa ben Cennet’e girsem bile aşağı makamlarda olacağım. Hâl böyle olunca, sizi görmek arzu ettiğim zaman eğer göremezsem, hasretinize nasıl dayanacağım? İşte bu aklıma geliyor da, onun için ağlıyorum.”

Bu olay üzerine Peygamberimiz (sav) şöyle der: “Kişi, sevdiği ile beraberdir.” Hz. Sevban’ı ancak bu söz teskin eder.

Şimdi de Hz. Sümeyra’nın Peygamber sevgisine bakalım: Hz. Sümeyra Uhud günü eşi ve üç çocuğunu Uhud meydanına gönderirken onlara şöyle der:
“Siz gidin, Uhud’un meydanında canınızı verin; ama Resulullah’a bir şey olmasın. Eğer siz sağ olarak gelir de O’na bir şey olursa vallahi sizi eve almam. Siz, Resulullah’ı koruma uğruna kendi canlarınızı O’na feda edin.” Hz. Sümeyra kendisi de Uhud’a gidip, Müslümanların yaralılarına yardımcı olmaya ve su dağıtma işini yapmaya karar verir. Bir ara ortalıkta şu acı haber yayılmaya başlar: ”Muhammed öldürüldü, Muhammed öldürüldü…”

İşte bu haber Hz. Sümeyra’yı derinden etkiler. Bunun üzerine savaş meydanına gidip bu haberin doğruluğunu araştırmaya başlar. Onu tanıyan biri: ”Bak, şurada yatan babandır.” deyince; “Allah babamın şehadetini kabul etsin. Siz bana Allah’ın resulünden haber verin! O nasıl? O’na bir şey oldu mu?” der.
Savaş meydanında Resulullah’ı aramaya devam ederken, onu tanıyan biri: “Sümeyra! Oğlun Muaz ve Muavviz şehid oldu.” deyince; “Evlatlarım! Size de bu yakışırdı. Size Allah yolunda ölmek yakışırdı. Size verdiğim süt helal olsun. Size hakkımı helal ediyorum.” der. En son Resulullah’ı görünce şu veciz sözü söyler: “Ya Resulullah! Sen hayattasın ya, senden sonra bütün musibetler bana çok hafif gelir.”

İşte sahabeler Hz. Muhammed (sav)’i b öyle seviyorlardı. O’nun sevgisi; canlarına olan sevgiden, eşlerine, ana-babalarına ve evlatlarına olan sevgiden daha büyüktü. Bu konuda size nakletmek istediğimiz o kadar çok hadise var ki, ama hangisini anlatayım! İnanın, bu meseleyi günlerce konuşsak bitiremeyiz. Çünkü sahabelerin hepsi O’na âşıktı. O’nu canlarından daha çok severlerdi.

Şimdi Hz. Muhammed (sav)’in kalplerde yaptığı bu müthiş icraatı görmeyenlere şunları sormak istiyoruz:
  • Tarihte hiç kimse, bu zat kadar sevilmiş midir?
  • Sahabelerin bu zatı, bu kadar çok, canlarını feda edecek seviyede sevmelerinin sebebi nedir?
  • Muhammed (sav) nasıl bir insandı ki, onların kalplerinin sevgilisi, ruhlarının maşuku, akıllarının mürşidi ve vicdanlarının hâkimi oldu?
  • Peygamber olmayan birisi bunları yapabilir mi?
  • Bu zatın peygamberliğini kabul etmeyen, bakınız nasıl bir hurafeyi kabul etmek zorunda kalır: Eğer bu zat peygamber değilse, -hâşâ yüz bin defa hâşâ- dünyanın en yalancı insanıdır. Bunun ortası yoktur. Acaba dünyanın en yalancı insanının bu kadar sevilmesi mümkün müdür?
  • Bütün sahabelerin ve ondan sonra gelen nesillerin, bu zata karşı olan, canlarını feda edecek seviyedeki sevgisini, O’nun peygamberliğinden başka ne ile izah edilebilir?
Delilimizin başında şu kaideyi beyan etmiştik: Maddi kuvvetle ve zorlamayla sadece bedenlere hâkim olunabilir; kalplere, ruhlara ve fikirlere hâkim olunamaz. Yani bir zorbanın büyük bir kuvveti varsa, bu kuvvetle insanları korkutarak sözüne itaat ettirebilir. Dilediği her şeyi onlara yaptırabilir. Ama kalpleri, ruhları ve fikirleri ele geçirmek; yani kalplerin sultanı, ruhların sevgilisi ve fikirlerin mürşidi olmak ve hâkimiyetini vicdanlar üzerinde kurmak, baskı ve zorlamayla mümkün değildir.

Şimdi bu kaideyi göz önüne alarak, Hz. Muhammed’in kalplerde, ruhlarda, akıl ve vicdanlarda yaptığı bu muhteşem fetih O’nun Allah’ın resülü olmasından başka ne ile izah edilebilir?
 
Üst