Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Osmanlı’daki iman şuuru ve günümüz

AdoniS

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    12 Tem 2014
  • Mesajlar
    639
  • MFC Puanı
    11


osmanlı insanının hayatı “zikir-fikir-şükür” çerçevelidir. Yağmurda “rahmet”, karda “beyaz kefen-ölüm”, baharda “diriliş”, depremde “hikmet”, kazada “rıza”, felakette “saadetin tecellisi”ni görür… Şimdiki gibi yağmura “sel”, kara “felaket”, depreme “kıyamet” gözüyle bakmaz kazaya “isyan” etmezlerdi...

Osmanlı insanının hayata bakışı şimdiki gibi “çıkar eksenli” değil, tümüyle “tevekkül” eksenlidir.

Bu bakış açısı beş “esas nokta”da incelenebilir:

1. Errizku Alellah!

Rızkın mutlak manada Allah tarafından “ihsan” edildiğine, kulların sadece bu “ihsan”ın aracı olduğuna inanılırdı. Bu yüzden yürekler “fail-i mutlak” olan Allah’a yönelirdi. Kula kul olmak, makam-mevki sahipleri, güçlüler ve zenginler karşısında kendini âciz ve miskin hissetmek gibi sakat alışkanlıklar yoktu. Bu yüzden Osmanlı insanın başı dik, alnı açıktı.

“Modern Müslüman”ın sorunlarının başında bu bakış açısından uzaklaşması yatıyor. Çünkü bu “fail-i hakiki”den kopuş anlamına geliyor. Dolayısıyla “esbap” (sebepler) “fail” (esas) gibi gözüküyor. Bu yüzden güven sarsılıyor, huzur bozuluyor, geçimini sağlama uğruna ruhen köleleşmeye kadar varan bir süreç başlıyor.

2. Tevekkeltü Alellah!

Sebeplere tevessül ettikten, yani elden gelen her türlü tedbiri aldıktan sonra neticeyi Allah’ın takdirine bırakmak ve Allah’tan gelene razı olmak şeklinde özetlenebilecek bu bakış açısı, Osmanlı insanının hem maddi, hem de manevi hayatına hakimdi.

Osmanlı insanının hayatla ve ölümle barışık yaşamasının en önemli sebeplerinden biri budur. İlham kaynağı ise ayet ve hadislerdir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni (dünya ve ahiret saadetini) iktiza eder”, dolayısıyla huzur ve mutluluğun kapılarını açardı.

3. Hüve’l-Baki!

Allah’tan başka hiçbir şeyin ve hiç kimsenin ebedi olmadığı inancı, Osmanlı insanın ruhunu dinlendirir, hayatını düzenler, dayanma gücünü artırırdı.

Ne zaman bir haksızlığa uğrasa, dünyanın ölümlü olduğunu, haksızlıkların mahşerde giderileceğini düşünür, teselli bulurdu.

Tabiatıyla ezilmişlik-yenilmişlik duygusuna kapılmaz, çözülmez, çökmezdi.

Modern Müslüman bu düşüncede değil. Gerçi buna inandığını hâlâ söylüyor, söylemde hiçbir fark yok; ancak söylemle eylem arasında dünyalar kadar fark var: Osmanlı insanı o an ölebilirmiş gibi yaşarken Türkiye Müslümanı “hiç ölmeyecekmiş gibi” yaşıyor. Dolayısıyla tüm enerjisini mal-mülk biriktirmeye harcıyor. Çoğunlukla da biriktirdiklerini yiyemeden ölüyor. Yaşam biçimi olarak içselleyemediği o muhteşem kavram mezar taşına yazılıyor: “Hüve’l-Baki”!

4. HasbünAllah!

“Bana Allah yeter, Allah kâfidir” anlamına gelen bu inanç, Osmanlı insanında manevi güç olarak tecelli etti. Sağlam ve minnetsiz yaptı. İntikam alma güdüsünden korudu. Dolayısıyla kavgasız-nizasız bir toplum haline getirdi.

Aynı dönemlerde tüm Avrupa’da cinayete “meşruiyet” kazandıran “düello” gibi “kendi davasını kendi halletme” esasına dayalı uygulamalar geçerli yken, Osmanlı toplumu “HasbünAllah” diyerek, uğradığı tüm haksızlıklar için Allah’a sığınıyor, böylece kanlı hesaplaşmalardan uzak duruyor, psikolojik olarak da rahatlıyordu.

Yabancı gezginler Osmanlı insanının bu tavrına hayrandılar.

Fransız gezginlerden Du Loir, “Türkler herhangi bir intikam hissi beslemekten son derece çekinirler” diyor.

La Baronne Durand de Fontmange ise gözlemlerini şöyle özetliyor:

“Osmanlı’da ne iğfal edilmiş kız hikâyeleri, ne sokakta bulunmuş çocuk, ne düello, ne de intihar var…”

5. Ya Sabur!

Böyle bir hayat tarzının “olmazsa olmaz”ı, “sabır”dır”… Osmanlı insanı ise sabrın zirvesidir. Devr-i Saadet insanı modelindedir.

Sadece sıkıntı, musibet, haksızlık karşısında değil, hayatın tüm getirileri ve götürüleri karşısında da sabırlıdır.

Fakirliğin getirdiği sıkıntıları sabrıyla aşar…

Öfkesini sabrıyla yener…

Arzularını sabrıyla dengeler…

İnsani ihtiraslarını sabrıyla frenler.

Ne başarı karşısında şımarır, kibirlenir, ne de mağlubiyet karşısında umutsuzluğa kilitlenir.

Çünkü hayata “tevhit” penceresinden bakar. Bu pencereden görünen her güzelliğe “Sani-i Zülcelal”ın eseri olarak saygı duyar. Türk-İslam düşmanı Guer’i hayretler içinde bırakıp, “İstanbul’da, sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür...” dedirten çevre duyarlılığının kaynağı da bu bakış açısıdır.

İnsana bakışı da böyledir: “Yaradan’dan ötürü” yaradılanı hoş görür. İnsanların farklılıklarını zenginlik sayar, kimseyi inancından, itikadından, ibadetinden, kıyafetinden dolayı horlamaz.

Hayatın çerçevesi: Zikir, fikir, şükür

Kısacası, Osmanlı insanının hayatı “zikir-fikir-şükür” çerçevelidir. Yağmurda “rahmet”, karda “beyaz kefen-ölüm”, baharda “diriliş”, depremde “hikmet”, kazada “rıza”, felakette “saadetin tecellisi”ni görür…

Şimdiki gibi yağmura “sel”, kara “felaket”, depreme “kıyamet” gözüyle bakmaz kazaya “isyan” etmezlerdi.

Hayata Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın gözüyle bakarlar, “Mevla görelim neyler, n’eylerse güzel eyler” derlerdi.

Hayretleri bile zikirdi: Hayrete düştüklerinde şimdi olduğu gibi “Vaaaav yaaaa!” diye Amerikan kırması çığlıklar atmazlardı…

Duygularını “Allah Allah”, “FesübhanAllah”, “Lailahe İllAllah”, “Tövbe estağfurullah”, “Neuzubillah”, “HasbünAllah” gibi kelimelerle ifade ederlerdi.

Her işe “Bismillah” ile başlar, sakınmak istediklerinde “Neuzubillah” der, öfkelenmeleri halinde “Ya sabur” çeker, haksızlığa uğramaları karşısında “Hasbünallâhü ve ni’me’l-vekil!” diyerek Allah’ı kendilerine “vekil” ederlerdi.

Kızdıklarında en çok, “La havle” (ve lâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azim) çekerler, beddua yerine “Hay Allah derdini alsın!” türünden dua mırıldanırlar, şaşkınlıklarını “FesübhanAllah!” eşliğinde yenerler, damarlarına basıldığında “Ya sabur!” diyerek sabrın kuvvetine sığınırlardı.

Tekke ve zaviyelerin duvarlarında teselli edici levhalar asılıydı: “Edep ya hu!”, “Bu da geçer ya hu!”, “Vazgeç ya hu!”, “Hoş gör ya hu!”

Ticarethanelerin duvarlarını “Errizku Alellah”, “Tevekkeltü Alellah” gibi itikadi levhalar süslerdi…

Kısacası toplum “yaşamak” ve “yaşatmak” temelinde yücelmişti.

Kişisel ve toplumsal ilişkilere “menfaat” hükmetmiyordu. “Kardeşlik” en belirleyici unsurdu. Bu yüzden insanlar arasında kıyasıya bir rekabet oluşmaz, en azından rekabet, kırıcı ve incitici boyutlara ulaşmazdı.

“Tevazu” ve “doğallık” sıradan meziyetler sayılırdı. Hayata şefkat, hamiyet ve infak (yardım) hakimdi.

“Küstahlık” nedir bilinmez, büyüklerin sözü kesilmez, bilgiçlik taslanmaz, ar, namus ve hayâ gibi kutsallar es geçilmezdi.

Onları şimdiki zaman insanıyla karşılaştırın ve nereden nereye geldiğimize kendiniz karar verin.



ForumHatti YÖNETİMİ !
 
Üst Alt