Soru: Selef-i Sâlihîn gibi günde yüz hatta birkaç yüz rekat nafile namaz kılmak bir yana, şimdilerde çoğu insanlar farz namazları bile adeta geçiştiriyorlar? Bu önemli ibadeti yerine getirirken sadece şekle takılıp kalmamak, onun ruhunu formalitelere kurban etmemek ve namazlarımızı derin bir kulluk şuuruyla eda edebilmek için bir kez daha nasihatinize muhtacız?!..
Cevap: İman ve namaz aynı döl yatağında neşet etmişlerdir; namaz, imanın ikiz kardeşidir. İman, dinin ve diyanetin nazarî yanını teşkil eder; o nazarî yanın takviye edilmesi ve tabiatın bir derinliği haline getirilmesi ise ancak başta namaz olmak üzere diğer ibadetlerle mümkün olur. Bu itibarla da, denebilir ki; namaz pratik imandır, iman da nazarî bir namazdır. Dini yalnızca bir vicdanî kabulden ibaret görenler ve ibadet ü tâatı devreden çıkaranlar, mesleklerini din kategorisi içinde mütalaa ettikleri halde hiç farkına varmadan şirke girmekten kurtulamamışlardır. Evet, dinin direği namazdır. Namaz, müminin günde en az beş defa içine girip temizlendiği sonsuzluğa doğru akıp giden bir tevbe ırmağı ve arınma kurnasıdır. O, savaş meydanında mücadelenin kızıştığı en tehlikeli anlarda bile hakkı verilmesi gereken çok önemli bir vazife, emin bir sığınak, mühim bir kurbet vesilesi ve en kısa bir vuslat yoludur. Namazın bu hususiyetlerinden dolayıdır ki, Asr-ı saadetten günümüze kadar Hak dostları onu hayatlarının merkezine koymuş ve farzları ikâme etmekle yetinmeyerek her gün yüzlerce rekat nafile kılmayı itiyad haline getirmişlerdir.
Namaz Âşıkları
Âbidlerin Rehberi Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) namaza göstermiş olduğu alâka, Onun izini takip edenlerin gönüllerinde de ibadetlerin özüne karşı derin bir iştiyak uyarmıştır. Namaz benim gerçek göz aydınlığımdır diyen, başkalarının bir kısım şeylere arzu duymasının çok ötesinde bir istekle namaza karşı arzu duyduğunu her haliyle ortaya koyan, mübarek ayakları şişecek kadar kıyamda duran, bazen bir rekatta bir kaç cüzü birden okumadan rükûya varmayan, haşyetle dolu yüreğinden el değirmeninin ya da kaynayan tencerenin sesi gibi hıçkırıklı ağlama sesi duyulan ve secde ederken Hak karşısındaki saygısından dolayı kıvrım kıvrım kıvranan Rasûl-ü Ekremin (aleyhi ekmelüt-tehâyâ) namaz ibâdeti üzerinde hassâsiyetle durması Ashâb-ı kirâmın da birer namaz âşığı haline gelmelerine vesile olmuştur.
Öyle ki, Fudayl bin İyâzın ifadeleriyle söyleyecek olursak, Sahabe efendilerimiz, benizleri atmış, yüzleri sararmış bir şekilde sabahı karşılarlardı. Çünkü, gecenin çoğunu namazda geçirirlerdi. Bazen dakikalarca kıyamda kalırlar, bazen de uzun müddet secdeye kapanırlardı. Cenâb-ı Hakka içlerini dökerken, rüzgarlı bir günde sallanan ağaçlar gibi sallanır; gözlerinden, elbiselerini ve yeri ıslatacak kadar yaş dökerlerdi. Namazın lezzeti onlara bedenî yorgunluklarını unuttururdu ve o vuslat dakikaları hiç bitmesin isterlerdi. Sabah olunca, yüzlerine yağ sürerler, gözlerine sürme çekerler ve halkın içine sanki geceyi hep uykuyla geçirmiş ve iyice dinlenmiş gibi çıkarlardı.
Huzûr-ı ilâhîde bulunmanın manasını idrak etmiş ve Kuranın tadını almış bir sahabînin şu hali onların namaza karşı iştiyaklarını göstermesi açısından ne kadar müthiştir: Peygamber Efendimiz, Zâtür-Rikâ gazvesinde Ammâr bin Yâsir ile Abbâd bin Bişri bir konak mahallinde gece nöbeti için vazifelendirmişti. Hazreti Ammârın istirahati tercih ettiği bir sırada Abbâd bin Bişr kalkıp namaza durmuştu. O sırada bir müşrik bu iki sahabîyi farketmiş ve hemen üzerlerine ok yağdırmaya başlamıştı. Oklardan iki-üç tanesi Hazreti Abbâdın vücûduna isâbet ettiği halde, o, namazını bozmamış, ancak rükû ve secdesini yaptıktan sonra arkadaşını uyandırmıştı. Hazreti Ammâr, sıçrayıp kalkarken bir taraftan kaçan müşriğin ardından bakakalmış, diğer yandan da merakla ve heyecanla Abbâd bin Bişrin vücudundan akan kanı ve isabet eden okları göstererek kendisini neden uyandırmadığını sormuştu. Hazreti Abbâd ise, ancak bir namaz aşığının söyleyebileceği şu cevabı vermişti: Bir sûre (Kehf) okuyordum, (ayât-ü beyyinât o kadar tatlı idi ki) onu bitirmeden namazı bozmak istemedim. Fakat, oklar peşpeşe atılınca namazı tamamlayıp seni uyandırdım. Allâha yemin ederim ki, Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) korunmasını emrettiği bu gediği kaybetme endişesi olmasaydı, sûreyi yarıda bırakarak namazı kesmektense ölmeyi tercîh ederdim.
Her Gün Yüzlerce Rekat Namaz
Evet, sahabe efendilerimiz ibadete, özellikle de namaza asla doymuyorlardı. Onların rahlesine oturmuş Hak erleri de birer namaz kahramanı olarak yetişiyorlardı. Mesela, Atâ ibn-i Ebî Rebâh (radiyallahü anh) yaşlandığı, zayıfladığı ve tâkatsiz düştüğü günlerde bile bir rekatta Bakara sûresinden yüz ayet okuyordu. Namazdaki konsantrasyonu ona bedenindeki yorgunluğu hiç hissettirmiyordu.
Müslim b. el-Ferâhidî tebe-i tabiînin büyük imamlarından Şube b. Haccac (radiyallahü anh) hakkında şunu ifade ediyor: Ne zaman Şubenin yanına girdiysem -kerahet vakitleri dışında- onu hep namaz kılıyorken gördüm. Ebû Katan da şu ilavede bulunuyor: Şubenin rükûda beklediği süreye şahit olsaydınız herhalde secdeye gitmeyi unuttu derdiniz; onu iki secde arasında otururken izleseydiniz bu defa da galiba ikinci secdeyi unuttu diye düşünürdünüz.
İşte, bu namaz sevdalılarının yaşadığı zaman diliminde günde yüz rekat namaz kılmak adeta sıradan bir iş gibiydi. Onlar o kadar çok namaz kılıyorlardı ki, çoğunun ötelere yolculuğu bile seccadede başlıyordu; meselâ, tabiîn neslinden Ebû Ubeyde el-Basrî vefat ettiğinde kıyamdaydı ve namaz kılıyordu.
O dönemde, otuz-kırk sene, yatsının abdestiyle sabah namazını eda eden Vehb b. Münebbih, Tâvus b. Keysân, Saîd b. Müseyyeb ve İmam-ı Azam gibi Hak dostlarının sayısı hiç de az değildi.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, otuz sene cemâatle namazı ve hatta ilk tekbiri hiç kaçırmamıştı. Kalbine biraz da olsa dünyâ düşüncesinin dolduğunu ve namazın hakikatini duyamadığını hissetse, o namazı tekrar kılardı. Her gün dört yüz rekat nafile kılmayı adet edinmişti. Otuz yıl boyunca yatsı namazından sonra hiç uyumadan ibâdetle meşgûl olmuştu. Muhadramûndan (Allah Rasûlünün çağına yetişmesine rağmen Onu göremeyenlerden) Ebû Osman en-Nehdî de akşam ile yatsı arasında yüz rekat namaz kılardı.
Bişr b. el-Mufaddal ve Bişr b. Mansur gibi gönül aleminin sultanları da her gün dört-beş yüz rekat nafile kılanlar arasındaydı. Dahası, onca dünyevî ve idarî işle meşgul olması gereken Abbasi Devletinin seçkin halifelerinden Harun Reşidin de hilafet süresi dahil ölene kadar her gün yüz rekat namaz kıldığı nakledilmektedir ki, bu, o devirlerde ruhları saran ibadet iştiyakını göstermesi açısından önemli ve çok güzel bir misaldir.
Aslında, tabakâta (Hak dostlarını derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplara) bakılsa, bu konuda daha pek çok örnek bulmak mümkün olacak ve selef-i salihîn arasında günde yüzlerce rekat namaz kılanların sayısının hiç de az olmadığı açıkça görülecektir.
Bir Seviye ve Gönül İşi
Bu arada, şu hususu da ifade etmeliyim: Tabiî ki, dinde asla zorluk yoktur; İslam yüsr (kolaylık) üzere vaz edilmiştir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhis-salatü vesselam) kendisi ayakları şişene kadar namaz kıldığı halde ümmetine hep güçlerinin yettiği kadarını teklif etmiş ve onlara ibadet nevinden bile olsa altından kalkamayacakları işleri üzerlerine almamaları tavsiyesinde bulunmuştur. Bu açıdan, hem namazı tam duyma hem de çokça namaz kılma meselesi bir seviye ve gönül işidir. Bütün müminler, ibadet konusunda hem keyfiyet hem de kemmiyet itibarıyla her zaman daha ileri ufuklara teşvik edilirler ama bu hususta bir zorlama söz konusu değildir.
Nitekim, Nur Müellifi, Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. derken dinin özündeki bu kolaylığa işaret etmiş ve objektif olan kaideyi göstermiştir. Yani, bütün insanları bağlayan bir hüküm söz konusu olduğunda, en zor şartlar altındaki kimselerin de nazar-ı itibara alınması gerektiği esasına binaen, nâmüsâit şartlara maruz kalan bazı müminlerin abdest de dahil bir saate sıkıştırmak suretiyle de olsa namazlarını mutlaka kılmaları gerektiğini ifade etmiştir. Ayrıca, Hazreti Üstad, Sakın deme, Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede! Zira bir hurma çekirdeği, mânen bir hurma ağacı gibidir. buyurarak, namaz kılarken onun manasını anlamayan ve gönlünde hissetmeyen âmi bir insanın bile amel defterine bir ibadet hissesi kaydolacağını belirtmiştir. Bir hurma çekirdeğinden tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar pek çok mertebeler bulunduğu gibi, namazın da derece derece olduğunu ama her mertebedeki namazın mutlaka ibadetin nurundan pay aldığını söylemiştir. Hazreti Bediüzzamanın bu ifadeleri, bizim gibi ümmîlerin ümidini bütün bütün kırmamak, insanları yese düşürmemek ve objektif olanı öne çıkarmak içindir. Evet, Cenâb-ı Hak herkesin namazına bir mükâfât ihsan eder; fakat, bizim burada üzerinde durduğumuz husus namazın hakikati, ruhu ve özüdür.
Bu itibarla, bir mümin hiç olmazsa farz namazlarını mutlaka ikâme keyfiyetiyle eda etmelidir. Yani, İşaretül-İcazda da belirtildiği üzere, namazda lâzım olan tâdil-i erkâna riayet etmek, ibadetin özündeki müdavemet ve muhafaza manalarını gözetmek suretiyle namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usulüne uygunca yerine getirmeli, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmalıdır. Günde en az beş defa namaz adlı o tatlı su kaynağına koşmalı, onunla yunup yıkanmalı, hatalarından ve günahlarından arınarak tertemiz bir ruh haletiyle Mevlâ-yı Müteâle yönelmeli ve adeta her vakitte bir kere daha mirac yapmalıdır.
Namazın Özü ve Manası
Namazın özü, Cenâb-ı Hakkı tesbîh, tazîm ve Ona şükürdür. Evet, tesbîh, tekbîr ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedir. Ondandır ki, namazdaki bütün hareketlerde ve zikirlerde Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahu Ekber sözlerinin manaları gizlidir. Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, iftitah tekbîrinden selam vereceğimiz ana kadar biz, hemen her an söz, hal ve tavırlarımızla ya Sübhânallah deyip Cenâb-ı Hakkı takdîs eder, ya Elhamdülillah sözüyle hamd ü senâ hislerimizi seslendirir ya da Allahu Ekber diyerek Ona tazimde bulunuruz. Namaza başlarken söylenen tekbîre, ibadete onunla başlandığı için iftitah tekbîri dendiği gibi; namaz içinde bazı şeylerin yapılması bu tekbîrle haram kılındığı için ona tahrim tekbîri ya da ihram tekbîri de denmiştir. Aslında bu tekbîr, mâsivaya ait her şeyi kendine haram kılarak harem dairesine adım atma, bütün dünyevîlikleri kapının dışında bırakma ve yalnızca Sultan-ı Kâinata teveccühte bulunma adına bir söz vermedir. O andan itibaren, namazın bütün dakikalarına, saniyelerine ve saliselerine tesbîh, tahmîd ve tekbîr ruhunu işleme, bir manada bütün bütün namaz kesilme ve adeta namazlaşma ahdi demektir. Melekler, bu sözün gereğini yerine getirerek namazını ikâme eden bir âbidin âlem-i misâle yansıyan resmini çizseler, ihtimal ortaya namaz çıkar; o insan ancak mücessem bir namaz kesilmiş olarak resmedilebilir.
Evet, namazı hakkıyla ikâme etmek istiyorsanız, tekbîrle beraber mâsivâdan sıyrılmalı ve gönlünüzü sadece Ona açmalısınız. Dudaklarınızdan dökülen her kelimeye şuurunuzun mührünü basmalısınız. Mesela, Elhamdülillah derken, bu sözün ne mana ifade ettiğini iyi bilmeli, onu derinlemesine mülahazaya almalı, Kimden kime olursa olsun bütün hamd ü senâlar, bütün minnet ve şükürler Allaha (Tebâreke ve Teâlâ) aittir; bu hakikati ilan benim vazifem, Hâlık-ı Kâinatın da hakkıdır. diye gürlemelisiniz. Böylece, o söz, Cenâb-ı Allaha yükselirken üzerine yüklediğiniz o derin manalarla beraber yükselmeli. Onun Rahmân ve Rahîm olduğunu ilan ederken, yine aynı derin duygularla dolmalısınız. Mâlik-i yevmid-din hakikatini dile getirirken onun ihtiva ettiği manaları da üzerine bir damga gibi vurmalı ve Cenâb-ı Hakka o yüküyle beraber göndermelisiniz. Namaz sizin için de bir mirac olmalı ve siz Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin Miracda duyduğu hakikatleri kendi idrak ufkunuzdan duymaya çalışmalısınız. Namazın bütün manalarını yudumlayarak adım adım yükselmeli, adeta birinci kat semada Hazreti Ademle, ikinci kat semada Hazreti Yahya ve Hazreti İsa ile, üçüncü kat semada Yusuf Aleyhisselamla, derken diğer katlarda Hazreti İdris, Hazreti Musa ve Hazreti İbrahimle görüşmeli, herbirinin hayatından ibretler almalı, huzurlarının insibağına ermeli ve bir adım daha atınca kendinizi haremgâh-ı ilâhîye girmiş gibi hissetmelisiniz. Namazın sonunda selam verir vermez de huzurun adabına riayet edememiş olma endişesiyle bir kere daha ellerinizi kaldırmalı, yine, tesbîh, tahmîd ve tekbîr cümleleriyle dergâh-ı ilahîye nazar etmeli ve namazın manasını tekid eden o mübarek kelimeleri otuzüçer defa tekrarlamalısınız. İşte, namazı böyle engin duygu ve düşüncelerle ikâme etmek gerekiyorsa, onu geçiştiremezsiniz; öncesinde yapılması icab eden hazırlıkları tam yapmalı ve onu manasına uygun bir tarzda eda etmelisiniz.
İbadetlerimizin Çehresindeki Solgunluk
Diğer taraftan, şayet kendinizi ilâ-yı kelimetullaha adadığınıza inanıyorsanız, böyle bir vazifenin ve ona adanmışlığın ne ifade ettiğini de iyi düşünmeli ve ona göre bir tavır belirlemelisiniz. İlâ-yı kelimetullah, Allaha imana çağrıdır; Peygamber Efendimizi (sallallahu aleyhi ve sellem), sâir erkân-ı imaniyeyi ve İslamiyeti kabule davettir. İlâ-yı kelimetullah, Allahın yüce adının her yerde duyulması, bir bayrak gibi dalgalanması ve ruh-u revân-ı Muhammedînin en karanlık köşelerde bile şehbal açması için çok ciddi cehd ü gayret ortaya koymaktır. İla-yı kelimetullah, zatında yüksek ve pek yüce olan Lâilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah hakikatini yükseltme; onu dünyanın dörtbir yanında gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getirme demektir. Öyleyse, şayet siz, insanları Allahı bilmeye, Onun mesajını dinlemeye, varlığın çehresindeki ilahî tecellileri okumaya ve Mabud-u Mutlaka kulluğa çağırıyorsanız, önce kendiniz o ilahî mesaja kulak vermeli, o tecellileri okumalı, hakiki ve halis bir kul olmalı değil misiniz? Başkalarını kulluğa çağırdınız halde, kulluğun esası ve özü olan namaz gibi bir ibadeti tam eda etmiyorsanız, size yalancı demezler mi? Her defasında hele şu işten bir sıyrılalım düşüncesiyle namaza duruyor ve onu aradan çıkarma duygusuyla sizin için bir kısım formalitelerden ibaret olan hareketleri yapmakla yetiniyorsanız, kendi kendinizi yalanlamış olmaz mısınız? Hemen aradan çıkaracak kadar değersiz gördüğünüz ve ancak bir an önce içinden sıyrılacak kadar değer verdiğiniz bir meseleye başkalarını çağırmanız manasız bir iş sayılmaz mı? Herkesi kendisine çağırdınız bir hakikatin sizin nazarınızda çok ciddi bir mesele olması lazım değil mi? Siz herhangi bir mesele üzerinde kemâl-i ciddiyetle durmuyorsanız, onun kıymetli olduğuna başkalarını nasıl inandıracaksınız ki!..
Zaten, müslümanlar olarak bizim en büyük dertlerimizden birisi ibadetlerimizin çehresindeki bu solgunluktur. Ne acıdır ki, camilerimiz ve oralarda saf tutan insanlar hazan yemiş yapraklar gibi; kimisi esniyor, kimisi uzanmış yatıyor, kimisi mihrapta bile dünya konuşuyor, kimisi bir an önce namazın bitmesini ve kendisini dışarıya atmayı bekliyor. Su-i zan etmek istemiyorum ama dışa akseden görüntü, -istisnalar olsa da genel itibarıyla- Allahla tam alakası olmayan, Peygamberini iyi tanımayan, dedesinin camiye gittiğini gördüğü için mescidin yolunu tutan, babasınının namaz kıldığına şahit olduğundan dolayı onu taklîden safta yerini alan ve sadece şekilde, surette kalan kimselerin halini andırıyor. Bundan dolayı da, caminin ve camideki cemaatin hali başkalarına bir şey ifade etmiyor; ibadet, İslama çağıran bir hal dili olarak vazife görmüyor. Şayet, biz tam bir inanmışlık hali ortaya koysak, Hazreti Pîr-i Mugânın beyanıyla, Ağzımız Kuran-ı Kerimi okurken, hal ve tavırlarımızla da onu temsil etsek, ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını efâlimizle göstersek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler. Fakat maalesef, biz İslamiyeti kendi câzibesiyle yansıtamıyoruz.
Aslında, Müslümanlık bir farklılığın sesi ve soluğudur; hakiki bir mümin namaz kılarken, onun rükûuna bakan ona hayran olmalı, secdedeki halini gören neredeyse bayılmalı, Mevlâ-yı Müteâl karşısında inlemesini duyan kendisinden geçmeli ve onunla beraber secdeye kapanmalıdır. İşte, İslam bu şekilde temsil edilmeyince karşı tarafta da mâkes bulmuyor; hiç kimse şekle bağlı yatıp kalkmalarda namazın ruhunu ve onun kutsî câzibesini göremiyor.
Tesir, Allahla Münasebete Vâbestedir
Ayrıca, ilâ-yı kelimetullah yolunda ortaya konan gayretlerin muvaffakiyetle neticelenmesi ancak Allahü Azimüşşânın kabulüne ve Onun değerlendirmesine vâbestedir. Cenâb-ı Hak, kendisiyle irtibatı kavî olmayanları katiyen tesirli kılmaz. Onunla derin bir münasebet içinde bulunmayanlar, kime ne anlatırlarsa anlatsınlar hiç kimsenin ruhuna giremez, hiçbir kulu doğru yola iletemez ve tek kişiyi bile sıradan bir insan olmaktan çıkarıp kalb ve ruhun hayat derecesine yükseltemezler. Allah (celle celâlühü) yolundakilerin sesine-soluğuna değer atfeder; onların söz ve tavırlarına tesir lutfeder.
Bu açıdan da, Kuranın hâdimleri, Hak nezdindeki kıymetlerini Allahla münasebetlerinde aramalı ve şeklî, sûrî şeylerin dergâh-ı ilahîde bir kıymet ifade etmediğini bilmelidirler. Evet, bir hadis-i şerifte de vurgulandığı gibi, Allah Tealâ sizin şekillerinize, zahirî hallerinize, sûrî yatıp kalkmalarınıza değer vermez; Cenâb-ı Hak, ancak kalbî heyecanlarınıza, iç derinliklerinize ve gönlünüzden nebeân eden, içinizin yansıması olan samimi davranışlarınıza bakar ve onları değerlendirir. Şayet, davranışlarınızda kalbî bir derinlik yoksa ve onlar gönlünüzden kopup amel sahasına dökülmüyorsa, o zaman bütün cehd ü gayretiniz beyhûdedir.
Öyleyse, iman hizmetine adanmış ruhlar, hem Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz? (Saff, 61/2) itâbına (azarlama) muhatap olmamak, hem de Neden insanları çağırdığınız hakikatleri hakkıyla temsil etmemek suretiyle yalancı durumuna düşüyor ve İslamın çehresini karartıyorsunuz? sualine maruz kalmamak için azamî gayret göstermelidirler. Konumuzla alakalı olarak da, farz namazları hakkıyla ikâme etmenin yanı sıra, tam bir namaz kahramanı haline gelebilmek için şu husulara çok dikkat etmelidirler:
Namaz Kahramanı Olabilmenin Üç Şartı
1. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüt-tehâyâ) bize bir hedef gösterirken, Cennette yüz mertebe bulunduğunu ve Firdevsin, makam bakımından en yüksek derece olduğunu belirttikten sonra, Allah Teâlâdan Cenneti istediğiniz zaman, Firdevsi isteyiniz. buyurarak, himmetimizi âli tutmamız gerektiğine işaret etmiştir. Dahası, bize Firdevs talebinden de öte isteklerde bulunma edebini öğretmiş ve Cenâb-ı Haktan neler isteyebileceğimizi gösteren dualar talim buyurmuştur. Ondan öğrendiğimiz dualar sayesindedir ki, sabah-akşam Allahım, Cemâlini seyretme arzusuyla içimizi doldur, Sana kavuşma şevkiyle gönlümüzü coştur ve ötede Cemâlinle bizi serfiraz kıl diyoruz; Cemâlullahı müşahedeye, rıza-yı ilahîyi tahsile ve rıdvâna ermeye talip olduğumuzu ilan ediyoruz. Evet, Peygamber Efendimizden öğrendiğimiz bu dualar, asla dûnhimmet olmamamız ve himmetimizi hep âlî tutmamız gerektiğini salık veriyor.
Dolayısıyla, namazın hakikatini idrak etme hususunda da yüce himmetli olmalı; Cenâb-ı Haktan selef-i salihînin ibadet aşk u iştiyakını, onlardaki kulluk temkinini dilenmeli ve namazı şuurluca ikâme edebilmek için inâyet-i ilahiyeyi talep etmeliyiz. Belki herbirimiz şöyle demeliyiz: Allahım, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz namazı hangi enginlikte ikâme ediyor idiyse, bana da o idraki lutfeyle; namazın manasını benim ruhuma da duyur. Rabbim, ben de Peygamber Efendimizin eda ettiği gibi namaz kılmak ve onu benliğimin bütün zerrelerinde duymak istiyorum.. namaz esnasında Senden başka bütün mülahazalara karşı kapanmayı ve tamamen namazlaşmayı arzu ediyorum.. Ne olur Allahım, bu lütfunu bana da nasip eyle!..
Evet, peygamberâne bir ibadet ufkuna mazhar olmayı istemek peygamberlik istemek demek değildir. Bu talep, her hususta takip edilmesi gereken İnsanlığın İftihar Tablosunu ibadet hayatı itibarıyla da örnek almak ve namazda daha bir derinleşmek talebidir. Sizin bu türlü bir duanız katiyen boşa gitmez. Bu duada istekli ve ısrarlı olursanız, Allah sizi mahrum etmez; inşaallah o sayede maiyyete ulaşırsınız. Siz bu kadarcık bir istek izhar edince Sultan-ı Ezelî de kendi ululuğu, azameti ve rahmetinin enginliği ölçüsünde Zâtına yaraşır bir mukabelede bulunur. Bu açıdan, meâliye müştak olmak ve ulvi hedeflere göz dikmek himmeti âlî tutmanın ifadesidir; namazı ikâme hususunda da insan hep daha yükseklere tâlib olmalıdır.
2. Namazın hakikatini idrak etme isteği kavlî ve kalbî bir duadır; bu duanın fiilî yanını ise, en başta bu mevzuda yazılmış eserleri okumak teşkil eder. Namazı şuurluca kılmak isteyen bir mümin şayet onunla alakalı üç-beş kitap okumamış, büyüklerin bu konudaki mütâlaalarını öğrenme gayretinde bulunmamış ve meselenin nazarî yanını dahi ihmal etmişse, onun bu talebinde samimi olduğu söylenemez. Öyleyse, namaz yolcusu ikinci adım olarak, gönlüne ibadet iştiyakı salacak, onu namazın nurlu iklimlerinde dolaştıracak ve mana aleminin büyüklerinin namazla alakalı engin anlayışlarını, derin duyuşlarını aktararak içine haşyet dolduracak makaleleri ve kitapları okumalıdır. Hazreti Üstad, bazı risaleleri önemli gördüğünden dolayı yüz on beş defa okuduğunu belirtmiştir. Bir mümin, Zât-ı Uluhiyet hakikatıyla, iman esaslarıyla ve ibadetlerin mana buuduyla alakalı birkaç eseri hiç olmazsa birkaç defa gözden geçirmeli değil midir? Evet, Kuran talebeleri, Hazreti Gazalî, Hazreti Mevlânâ ve Hazreti Bediüzzaman gibi Hak dostlarının namazla alakalı mütâlaalarını ve günümüzde kaleme alınmış namaza dair makaleleri mutlaka okumalı ve konuyla alakalı müzakerelerde bulunmalıdırlar.
3. Hem kavlî hem de fiilî duada ısrarlı olma, matlubu elde etme mevzuunda kararlı ve istikrarlı bir tavır ortaya koyma ve aktif sabırla, adım adım hedefe yürüme de neticeye ulaşma yolunda çok önemli diğer bir şarttır. Namaz sevdası tâlibin gönlüne hemen düşmeyebilir; insan birkaç günde, birkaç ayda, hatta birkaç yılda namaz hakikatini duyamayabilir. Dolayısıyla, talepte ve neticeye götürecek sebepleri yerine getirme mevzuunda ısrarlı olmak pek mühimdir.
Şayet, namaz kahramanlığına adaysanız, sizi o ufka taşıyacak bütün argümanları kullanmayı ihmal etmemelisiniz. Hangi ses, hangi soluk sizi şahlandırıyor ve kalbinizi coşturuyorsa, bir kere değil, belki yüz kere aynı vesileye başvurmalısınız. Belki bir kitabı onlarca kez okumalı, bir kaseti birkaç kere dinlemeli, bir büyüğün sözlerine defalarca kulak vermeli ve oturup kalkıp hep gözünüzü diktiğiniz hedefi düşünmelisiniz. Olmuyor! diyerek, yoldan dönmeyi asla aklınıza getirmemeli ve katiyen aceleci davranmamalısınız. Unutmamalısınız ki, bu yolda belki senelerce sular gibi çağlayacak, pek çok kayaya çarpacak, ama her an biraz daha arınacak ve sonunda ummana ulaşacaksınız. Niyetinizin derinliği ve gayret ü himmetinizin yüceliği nisbetinde ötede siz de herbiri bir namaz aşığı olan ilklerin hemen arkasında yerinizi alacaksınız.
Cevap: İman ve namaz aynı döl yatağında neşet etmişlerdir; namaz, imanın ikiz kardeşidir. İman, dinin ve diyanetin nazarî yanını teşkil eder; o nazarî yanın takviye edilmesi ve tabiatın bir derinliği haline getirilmesi ise ancak başta namaz olmak üzere diğer ibadetlerle mümkün olur. Bu itibarla da, denebilir ki; namaz pratik imandır, iman da nazarî bir namazdır. Dini yalnızca bir vicdanî kabulden ibaret görenler ve ibadet ü tâatı devreden çıkaranlar, mesleklerini din kategorisi içinde mütalaa ettikleri halde hiç farkına varmadan şirke girmekten kurtulamamışlardır. Evet, dinin direği namazdır. Namaz, müminin günde en az beş defa içine girip temizlendiği sonsuzluğa doğru akıp giden bir tevbe ırmağı ve arınma kurnasıdır. O, savaş meydanında mücadelenin kızıştığı en tehlikeli anlarda bile hakkı verilmesi gereken çok önemli bir vazife, emin bir sığınak, mühim bir kurbet vesilesi ve en kısa bir vuslat yoludur. Namazın bu hususiyetlerinden dolayıdır ki, Asr-ı saadetten günümüze kadar Hak dostları onu hayatlarının merkezine koymuş ve farzları ikâme etmekle yetinmeyerek her gün yüzlerce rekat nafile kılmayı itiyad haline getirmişlerdir.
Namaz Âşıkları
Âbidlerin Rehberi Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) namaza göstermiş olduğu alâka, Onun izini takip edenlerin gönüllerinde de ibadetlerin özüne karşı derin bir iştiyak uyarmıştır. Namaz benim gerçek göz aydınlığımdır diyen, başkalarının bir kısım şeylere arzu duymasının çok ötesinde bir istekle namaza karşı arzu duyduğunu her haliyle ortaya koyan, mübarek ayakları şişecek kadar kıyamda duran, bazen bir rekatta bir kaç cüzü birden okumadan rükûya varmayan, haşyetle dolu yüreğinden el değirmeninin ya da kaynayan tencerenin sesi gibi hıçkırıklı ağlama sesi duyulan ve secde ederken Hak karşısındaki saygısından dolayı kıvrım kıvrım kıvranan Rasûl-ü Ekremin (aleyhi ekmelüt-tehâyâ) namaz ibâdeti üzerinde hassâsiyetle durması Ashâb-ı kirâmın da birer namaz âşığı haline gelmelerine vesile olmuştur.
Öyle ki, Fudayl bin İyâzın ifadeleriyle söyleyecek olursak, Sahabe efendilerimiz, benizleri atmış, yüzleri sararmış bir şekilde sabahı karşılarlardı. Çünkü, gecenin çoğunu namazda geçirirlerdi. Bazen dakikalarca kıyamda kalırlar, bazen de uzun müddet secdeye kapanırlardı. Cenâb-ı Hakka içlerini dökerken, rüzgarlı bir günde sallanan ağaçlar gibi sallanır; gözlerinden, elbiselerini ve yeri ıslatacak kadar yaş dökerlerdi. Namazın lezzeti onlara bedenî yorgunluklarını unuttururdu ve o vuslat dakikaları hiç bitmesin isterlerdi. Sabah olunca, yüzlerine yağ sürerler, gözlerine sürme çekerler ve halkın içine sanki geceyi hep uykuyla geçirmiş ve iyice dinlenmiş gibi çıkarlardı.
Huzûr-ı ilâhîde bulunmanın manasını idrak etmiş ve Kuranın tadını almış bir sahabînin şu hali onların namaza karşı iştiyaklarını göstermesi açısından ne kadar müthiştir: Peygamber Efendimiz, Zâtür-Rikâ gazvesinde Ammâr bin Yâsir ile Abbâd bin Bişri bir konak mahallinde gece nöbeti için vazifelendirmişti. Hazreti Ammârın istirahati tercih ettiği bir sırada Abbâd bin Bişr kalkıp namaza durmuştu. O sırada bir müşrik bu iki sahabîyi farketmiş ve hemen üzerlerine ok yağdırmaya başlamıştı. Oklardan iki-üç tanesi Hazreti Abbâdın vücûduna isâbet ettiği halde, o, namazını bozmamış, ancak rükû ve secdesini yaptıktan sonra arkadaşını uyandırmıştı. Hazreti Ammâr, sıçrayıp kalkarken bir taraftan kaçan müşriğin ardından bakakalmış, diğer yandan da merakla ve heyecanla Abbâd bin Bişrin vücudundan akan kanı ve isabet eden okları göstererek kendisini neden uyandırmadığını sormuştu. Hazreti Abbâd ise, ancak bir namaz aşığının söyleyebileceği şu cevabı vermişti: Bir sûre (Kehf) okuyordum, (ayât-ü beyyinât o kadar tatlı idi ki) onu bitirmeden namazı bozmak istemedim. Fakat, oklar peşpeşe atılınca namazı tamamlayıp seni uyandırdım. Allâha yemin ederim ki, Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) korunmasını emrettiği bu gediği kaybetme endişesi olmasaydı, sûreyi yarıda bırakarak namazı kesmektense ölmeyi tercîh ederdim.
Her Gün Yüzlerce Rekat Namaz
Evet, sahabe efendilerimiz ibadete, özellikle de namaza asla doymuyorlardı. Onların rahlesine oturmuş Hak erleri de birer namaz kahramanı olarak yetişiyorlardı. Mesela, Atâ ibn-i Ebî Rebâh (radiyallahü anh) yaşlandığı, zayıfladığı ve tâkatsiz düştüğü günlerde bile bir rekatta Bakara sûresinden yüz ayet okuyordu. Namazdaki konsantrasyonu ona bedenindeki yorgunluğu hiç hissettirmiyordu.
Müslim b. el-Ferâhidî tebe-i tabiînin büyük imamlarından Şube b. Haccac (radiyallahü anh) hakkında şunu ifade ediyor: Ne zaman Şubenin yanına girdiysem -kerahet vakitleri dışında- onu hep namaz kılıyorken gördüm. Ebû Katan da şu ilavede bulunuyor: Şubenin rükûda beklediği süreye şahit olsaydınız herhalde secdeye gitmeyi unuttu derdiniz; onu iki secde arasında otururken izleseydiniz bu defa da galiba ikinci secdeyi unuttu diye düşünürdünüz.
İşte, bu namaz sevdalılarının yaşadığı zaman diliminde günde yüz rekat namaz kılmak adeta sıradan bir iş gibiydi. Onlar o kadar çok namaz kılıyorlardı ki, çoğunun ötelere yolculuğu bile seccadede başlıyordu; meselâ, tabiîn neslinden Ebû Ubeyde el-Basrî vefat ettiğinde kıyamdaydı ve namaz kılıyordu.
O dönemde, otuz-kırk sene, yatsının abdestiyle sabah namazını eda eden Vehb b. Münebbih, Tâvus b. Keysân, Saîd b. Müseyyeb ve İmam-ı Azam gibi Hak dostlarının sayısı hiç de az değildi.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, otuz sene cemâatle namazı ve hatta ilk tekbiri hiç kaçırmamıştı. Kalbine biraz da olsa dünyâ düşüncesinin dolduğunu ve namazın hakikatini duyamadığını hissetse, o namazı tekrar kılardı. Her gün dört yüz rekat nafile kılmayı adet edinmişti. Otuz yıl boyunca yatsı namazından sonra hiç uyumadan ibâdetle meşgûl olmuştu. Muhadramûndan (Allah Rasûlünün çağına yetişmesine rağmen Onu göremeyenlerden) Ebû Osman en-Nehdî de akşam ile yatsı arasında yüz rekat namaz kılardı.
Bişr b. el-Mufaddal ve Bişr b. Mansur gibi gönül aleminin sultanları da her gün dört-beş yüz rekat nafile kılanlar arasındaydı. Dahası, onca dünyevî ve idarî işle meşgul olması gereken Abbasi Devletinin seçkin halifelerinden Harun Reşidin de hilafet süresi dahil ölene kadar her gün yüz rekat namaz kıldığı nakledilmektedir ki, bu, o devirlerde ruhları saran ibadet iştiyakını göstermesi açısından önemli ve çok güzel bir misaldir.
Aslında, tabakâta (Hak dostlarını derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplara) bakılsa, bu konuda daha pek çok örnek bulmak mümkün olacak ve selef-i salihîn arasında günde yüzlerce rekat namaz kılanların sayısının hiç de az olmadığı açıkça görülecektir.
Bir Seviye ve Gönül İşi
Bu arada, şu hususu da ifade etmeliyim: Tabiî ki, dinde asla zorluk yoktur; İslam yüsr (kolaylık) üzere vaz edilmiştir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhis-salatü vesselam) kendisi ayakları şişene kadar namaz kıldığı halde ümmetine hep güçlerinin yettiği kadarını teklif etmiş ve onlara ibadet nevinden bile olsa altından kalkamayacakları işleri üzerlerine almamaları tavsiyesinde bulunmuştur. Bu açıdan, hem namazı tam duyma hem de çokça namaz kılma meselesi bir seviye ve gönül işidir. Bütün müminler, ibadet konusunda hem keyfiyet hem de kemmiyet itibarıyla her zaman daha ileri ufuklara teşvik edilirler ama bu hususta bir zorlama söz konusu değildir.
Nitekim, Nur Müellifi, Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. derken dinin özündeki bu kolaylığa işaret etmiş ve objektif olan kaideyi göstermiştir. Yani, bütün insanları bağlayan bir hüküm söz konusu olduğunda, en zor şartlar altındaki kimselerin de nazar-ı itibara alınması gerektiği esasına binaen, nâmüsâit şartlara maruz kalan bazı müminlerin abdest de dahil bir saate sıkıştırmak suretiyle de olsa namazlarını mutlaka kılmaları gerektiğini ifade etmiştir. Ayrıca, Hazreti Üstad, Sakın deme, Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede! Zira bir hurma çekirdeği, mânen bir hurma ağacı gibidir. buyurarak, namaz kılarken onun manasını anlamayan ve gönlünde hissetmeyen âmi bir insanın bile amel defterine bir ibadet hissesi kaydolacağını belirtmiştir. Bir hurma çekirdeğinden tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar pek çok mertebeler bulunduğu gibi, namazın da derece derece olduğunu ama her mertebedeki namazın mutlaka ibadetin nurundan pay aldığını söylemiştir. Hazreti Bediüzzamanın bu ifadeleri, bizim gibi ümmîlerin ümidini bütün bütün kırmamak, insanları yese düşürmemek ve objektif olanı öne çıkarmak içindir. Evet, Cenâb-ı Hak herkesin namazına bir mükâfât ihsan eder; fakat, bizim burada üzerinde durduğumuz husus namazın hakikati, ruhu ve özüdür.
Bu itibarla, bir mümin hiç olmazsa farz namazlarını mutlaka ikâme keyfiyetiyle eda etmelidir. Yani, İşaretül-İcazda da belirtildiği üzere, namazda lâzım olan tâdil-i erkâna riayet etmek, ibadetin özündeki müdavemet ve muhafaza manalarını gözetmek suretiyle namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usulüne uygunca yerine getirmeli, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmalıdır. Günde en az beş defa namaz adlı o tatlı su kaynağına koşmalı, onunla yunup yıkanmalı, hatalarından ve günahlarından arınarak tertemiz bir ruh haletiyle Mevlâ-yı Müteâle yönelmeli ve adeta her vakitte bir kere daha mirac yapmalıdır.
Namazın Özü ve Manası
Namazın özü, Cenâb-ı Hakkı tesbîh, tazîm ve Ona şükürdür. Evet, tesbîh, tekbîr ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedir. Ondandır ki, namazdaki bütün hareketlerde ve zikirlerde Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahu Ekber sözlerinin manaları gizlidir. Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, iftitah tekbîrinden selam vereceğimiz ana kadar biz, hemen her an söz, hal ve tavırlarımızla ya Sübhânallah deyip Cenâb-ı Hakkı takdîs eder, ya Elhamdülillah sözüyle hamd ü senâ hislerimizi seslendirir ya da Allahu Ekber diyerek Ona tazimde bulunuruz. Namaza başlarken söylenen tekbîre, ibadete onunla başlandığı için iftitah tekbîri dendiği gibi; namaz içinde bazı şeylerin yapılması bu tekbîrle haram kılındığı için ona tahrim tekbîri ya da ihram tekbîri de denmiştir. Aslında bu tekbîr, mâsivaya ait her şeyi kendine haram kılarak harem dairesine adım atma, bütün dünyevîlikleri kapının dışında bırakma ve yalnızca Sultan-ı Kâinata teveccühte bulunma adına bir söz vermedir. O andan itibaren, namazın bütün dakikalarına, saniyelerine ve saliselerine tesbîh, tahmîd ve tekbîr ruhunu işleme, bir manada bütün bütün namaz kesilme ve adeta namazlaşma ahdi demektir. Melekler, bu sözün gereğini yerine getirerek namazını ikâme eden bir âbidin âlem-i misâle yansıyan resmini çizseler, ihtimal ortaya namaz çıkar; o insan ancak mücessem bir namaz kesilmiş olarak resmedilebilir.
Evet, namazı hakkıyla ikâme etmek istiyorsanız, tekbîrle beraber mâsivâdan sıyrılmalı ve gönlünüzü sadece Ona açmalısınız. Dudaklarınızdan dökülen her kelimeye şuurunuzun mührünü basmalısınız. Mesela, Elhamdülillah derken, bu sözün ne mana ifade ettiğini iyi bilmeli, onu derinlemesine mülahazaya almalı, Kimden kime olursa olsun bütün hamd ü senâlar, bütün minnet ve şükürler Allaha (Tebâreke ve Teâlâ) aittir; bu hakikati ilan benim vazifem, Hâlık-ı Kâinatın da hakkıdır. diye gürlemelisiniz. Böylece, o söz, Cenâb-ı Allaha yükselirken üzerine yüklediğiniz o derin manalarla beraber yükselmeli. Onun Rahmân ve Rahîm olduğunu ilan ederken, yine aynı derin duygularla dolmalısınız. Mâlik-i yevmid-din hakikatini dile getirirken onun ihtiva ettiği manaları da üzerine bir damga gibi vurmalı ve Cenâb-ı Hakka o yüküyle beraber göndermelisiniz. Namaz sizin için de bir mirac olmalı ve siz Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin Miracda duyduğu hakikatleri kendi idrak ufkunuzdan duymaya çalışmalısınız. Namazın bütün manalarını yudumlayarak adım adım yükselmeli, adeta birinci kat semada Hazreti Ademle, ikinci kat semada Hazreti Yahya ve Hazreti İsa ile, üçüncü kat semada Yusuf Aleyhisselamla, derken diğer katlarda Hazreti İdris, Hazreti Musa ve Hazreti İbrahimle görüşmeli, herbirinin hayatından ibretler almalı, huzurlarının insibağına ermeli ve bir adım daha atınca kendinizi haremgâh-ı ilâhîye girmiş gibi hissetmelisiniz. Namazın sonunda selam verir vermez de huzurun adabına riayet edememiş olma endişesiyle bir kere daha ellerinizi kaldırmalı, yine, tesbîh, tahmîd ve tekbîr cümleleriyle dergâh-ı ilahîye nazar etmeli ve namazın manasını tekid eden o mübarek kelimeleri otuzüçer defa tekrarlamalısınız. İşte, namazı böyle engin duygu ve düşüncelerle ikâme etmek gerekiyorsa, onu geçiştiremezsiniz; öncesinde yapılması icab eden hazırlıkları tam yapmalı ve onu manasına uygun bir tarzda eda etmelisiniz.
İbadetlerimizin Çehresindeki Solgunluk
Diğer taraftan, şayet kendinizi ilâ-yı kelimetullaha adadığınıza inanıyorsanız, böyle bir vazifenin ve ona adanmışlığın ne ifade ettiğini de iyi düşünmeli ve ona göre bir tavır belirlemelisiniz. İlâ-yı kelimetullah, Allaha imana çağrıdır; Peygamber Efendimizi (sallallahu aleyhi ve sellem), sâir erkân-ı imaniyeyi ve İslamiyeti kabule davettir. İlâ-yı kelimetullah, Allahın yüce adının her yerde duyulması, bir bayrak gibi dalgalanması ve ruh-u revân-ı Muhammedînin en karanlık köşelerde bile şehbal açması için çok ciddi cehd ü gayret ortaya koymaktır. İla-yı kelimetullah, zatında yüksek ve pek yüce olan Lâilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah hakikatini yükseltme; onu dünyanın dörtbir yanında gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getirme demektir. Öyleyse, şayet siz, insanları Allahı bilmeye, Onun mesajını dinlemeye, varlığın çehresindeki ilahî tecellileri okumaya ve Mabud-u Mutlaka kulluğa çağırıyorsanız, önce kendiniz o ilahî mesaja kulak vermeli, o tecellileri okumalı, hakiki ve halis bir kul olmalı değil misiniz? Başkalarını kulluğa çağırdınız halde, kulluğun esası ve özü olan namaz gibi bir ibadeti tam eda etmiyorsanız, size yalancı demezler mi? Her defasında hele şu işten bir sıyrılalım düşüncesiyle namaza duruyor ve onu aradan çıkarma duygusuyla sizin için bir kısım formalitelerden ibaret olan hareketleri yapmakla yetiniyorsanız, kendi kendinizi yalanlamış olmaz mısınız? Hemen aradan çıkaracak kadar değersiz gördüğünüz ve ancak bir an önce içinden sıyrılacak kadar değer verdiğiniz bir meseleye başkalarını çağırmanız manasız bir iş sayılmaz mı? Herkesi kendisine çağırdınız bir hakikatin sizin nazarınızda çok ciddi bir mesele olması lazım değil mi? Siz herhangi bir mesele üzerinde kemâl-i ciddiyetle durmuyorsanız, onun kıymetli olduğuna başkalarını nasıl inandıracaksınız ki!..
Zaten, müslümanlar olarak bizim en büyük dertlerimizden birisi ibadetlerimizin çehresindeki bu solgunluktur. Ne acıdır ki, camilerimiz ve oralarda saf tutan insanlar hazan yemiş yapraklar gibi; kimisi esniyor, kimisi uzanmış yatıyor, kimisi mihrapta bile dünya konuşuyor, kimisi bir an önce namazın bitmesini ve kendisini dışarıya atmayı bekliyor. Su-i zan etmek istemiyorum ama dışa akseden görüntü, -istisnalar olsa da genel itibarıyla- Allahla tam alakası olmayan, Peygamberini iyi tanımayan, dedesinin camiye gittiğini gördüğü için mescidin yolunu tutan, babasınının namaz kıldığına şahit olduğundan dolayı onu taklîden safta yerini alan ve sadece şekilde, surette kalan kimselerin halini andırıyor. Bundan dolayı da, caminin ve camideki cemaatin hali başkalarına bir şey ifade etmiyor; ibadet, İslama çağıran bir hal dili olarak vazife görmüyor. Şayet, biz tam bir inanmışlık hali ortaya koysak, Hazreti Pîr-i Mugânın beyanıyla, Ağzımız Kuran-ı Kerimi okurken, hal ve tavırlarımızla da onu temsil etsek, ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını efâlimizle göstersek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler. Fakat maalesef, biz İslamiyeti kendi câzibesiyle yansıtamıyoruz.
Aslında, Müslümanlık bir farklılığın sesi ve soluğudur; hakiki bir mümin namaz kılarken, onun rükûuna bakan ona hayran olmalı, secdedeki halini gören neredeyse bayılmalı, Mevlâ-yı Müteâl karşısında inlemesini duyan kendisinden geçmeli ve onunla beraber secdeye kapanmalıdır. İşte, İslam bu şekilde temsil edilmeyince karşı tarafta da mâkes bulmuyor; hiç kimse şekle bağlı yatıp kalkmalarda namazın ruhunu ve onun kutsî câzibesini göremiyor.
Tesir, Allahla Münasebete Vâbestedir
Ayrıca, ilâ-yı kelimetullah yolunda ortaya konan gayretlerin muvaffakiyetle neticelenmesi ancak Allahü Azimüşşânın kabulüne ve Onun değerlendirmesine vâbestedir. Cenâb-ı Hak, kendisiyle irtibatı kavî olmayanları katiyen tesirli kılmaz. Onunla derin bir münasebet içinde bulunmayanlar, kime ne anlatırlarsa anlatsınlar hiç kimsenin ruhuna giremez, hiçbir kulu doğru yola iletemez ve tek kişiyi bile sıradan bir insan olmaktan çıkarıp kalb ve ruhun hayat derecesine yükseltemezler. Allah (celle celâlühü) yolundakilerin sesine-soluğuna değer atfeder; onların söz ve tavırlarına tesir lutfeder.
Bu açıdan da, Kuranın hâdimleri, Hak nezdindeki kıymetlerini Allahla münasebetlerinde aramalı ve şeklî, sûrî şeylerin dergâh-ı ilahîde bir kıymet ifade etmediğini bilmelidirler. Evet, bir hadis-i şerifte de vurgulandığı gibi, Allah Tealâ sizin şekillerinize, zahirî hallerinize, sûrî yatıp kalkmalarınıza değer vermez; Cenâb-ı Hak, ancak kalbî heyecanlarınıza, iç derinliklerinize ve gönlünüzden nebeân eden, içinizin yansıması olan samimi davranışlarınıza bakar ve onları değerlendirir. Şayet, davranışlarınızda kalbî bir derinlik yoksa ve onlar gönlünüzden kopup amel sahasına dökülmüyorsa, o zaman bütün cehd ü gayretiniz beyhûdedir.
Öyleyse, iman hizmetine adanmış ruhlar, hem Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz? (Saff, 61/2) itâbına (azarlama) muhatap olmamak, hem de Neden insanları çağırdığınız hakikatleri hakkıyla temsil etmemek suretiyle yalancı durumuna düşüyor ve İslamın çehresini karartıyorsunuz? sualine maruz kalmamak için azamî gayret göstermelidirler. Konumuzla alakalı olarak da, farz namazları hakkıyla ikâme etmenin yanı sıra, tam bir namaz kahramanı haline gelebilmek için şu husulara çok dikkat etmelidirler:
Namaz Kahramanı Olabilmenin Üç Şartı
1. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüt-tehâyâ) bize bir hedef gösterirken, Cennette yüz mertebe bulunduğunu ve Firdevsin, makam bakımından en yüksek derece olduğunu belirttikten sonra, Allah Teâlâdan Cenneti istediğiniz zaman, Firdevsi isteyiniz. buyurarak, himmetimizi âli tutmamız gerektiğine işaret etmiştir. Dahası, bize Firdevs talebinden de öte isteklerde bulunma edebini öğretmiş ve Cenâb-ı Haktan neler isteyebileceğimizi gösteren dualar talim buyurmuştur. Ondan öğrendiğimiz dualar sayesindedir ki, sabah-akşam Allahım, Cemâlini seyretme arzusuyla içimizi doldur, Sana kavuşma şevkiyle gönlümüzü coştur ve ötede Cemâlinle bizi serfiraz kıl diyoruz; Cemâlullahı müşahedeye, rıza-yı ilahîyi tahsile ve rıdvâna ermeye talip olduğumuzu ilan ediyoruz. Evet, Peygamber Efendimizden öğrendiğimiz bu dualar, asla dûnhimmet olmamamız ve himmetimizi hep âlî tutmamız gerektiğini salık veriyor.
Dolayısıyla, namazın hakikatini idrak etme hususunda da yüce himmetli olmalı; Cenâb-ı Haktan selef-i salihînin ibadet aşk u iştiyakını, onlardaki kulluk temkinini dilenmeli ve namazı şuurluca ikâme edebilmek için inâyet-i ilahiyeyi talep etmeliyiz. Belki herbirimiz şöyle demeliyiz: Allahım, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz namazı hangi enginlikte ikâme ediyor idiyse, bana da o idraki lutfeyle; namazın manasını benim ruhuma da duyur. Rabbim, ben de Peygamber Efendimizin eda ettiği gibi namaz kılmak ve onu benliğimin bütün zerrelerinde duymak istiyorum.. namaz esnasında Senden başka bütün mülahazalara karşı kapanmayı ve tamamen namazlaşmayı arzu ediyorum.. Ne olur Allahım, bu lütfunu bana da nasip eyle!..
Evet, peygamberâne bir ibadet ufkuna mazhar olmayı istemek peygamberlik istemek demek değildir. Bu talep, her hususta takip edilmesi gereken İnsanlığın İftihar Tablosunu ibadet hayatı itibarıyla da örnek almak ve namazda daha bir derinleşmek talebidir. Sizin bu türlü bir duanız katiyen boşa gitmez. Bu duada istekli ve ısrarlı olursanız, Allah sizi mahrum etmez; inşaallah o sayede maiyyete ulaşırsınız. Siz bu kadarcık bir istek izhar edince Sultan-ı Ezelî de kendi ululuğu, azameti ve rahmetinin enginliği ölçüsünde Zâtına yaraşır bir mukabelede bulunur. Bu açıdan, meâliye müştak olmak ve ulvi hedeflere göz dikmek himmeti âlî tutmanın ifadesidir; namazı ikâme hususunda da insan hep daha yükseklere tâlib olmalıdır.
2. Namazın hakikatini idrak etme isteği kavlî ve kalbî bir duadır; bu duanın fiilî yanını ise, en başta bu mevzuda yazılmış eserleri okumak teşkil eder. Namazı şuurluca kılmak isteyen bir mümin şayet onunla alakalı üç-beş kitap okumamış, büyüklerin bu konudaki mütâlaalarını öğrenme gayretinde bulunmamış ve meselenin nazarî yanını dahi ihmal etmişse, onun bu talebinde samimi olduğu söylenemez. Öyleyse, namaz yolcusu ikinci adım olarak, gönlüne ibadet iştiyakı salacak, onu namazın nurlu iklimlerinde dolaştıracak ve mana aleminin büyüklerinin namazla alakalı engin anlayışlarını, derin duyuşlarını aktararak içine haşyet dolduracak makaleleri ve kitapları okumalıdır. Hazreti Üstad, bazı risaleleri önemli gördüğünden dolayı yüz on beş defa okuduğunu belirtmiştir. Bir mümin, Zât-ı Uluhiyet hakikatıyla, iman esaslarıyla ve ibadetlerin mana buuduyla alakalı birkaç eseri hiç olmazsa birkaç defa gözden geçirmeli değil midir? Evet, Kuran talebeleri, Hazreti Gazalî, Hazreti Mevlânâ ve Hazreti Bediüzzaman gibi Hak dostlarının namazla alakalı mütâlaalarını ve günümüzde kaleme alınmış namaza dair makaleleri mutlaka okumalı ve konuyla alakalı müzakerelerde bulunmalıdırlar.
3. Hem kavlî hem de fiilî duada ısrarlı olma, matlubu elde etme mevzuunda kararlı ve istikrarlı bir tavır ortaya koyma ve aktif sabırla, adım adım hedefe yürüme de neticeye ulaşma yolunda çok önemli diğer bir şarttır. Namaz sevdası tâlibin gönlüne hemen düşmeyebilir; insan birkaç günde, birkaç ayda, hatta birkaç yılda namaz hakikatini duyamayabilir. Dolayısıyla, talepte ve neticeye götürecek sebepleri yerine getirme mevzuunda ısrarlı olmak pek mühimdir.
Şayet, namaz kahramanlığına adaysanız, sizi o ufka taşıyacak bütün argümanları kullanmayı ihmal etmemelisiniz. Hangi ses, hangi soluk sizi şahlandırıyor ve kalbinizi coşturuyorsa, bir kere değil, belki yüz kere aynı vesileye başvurmalısınız. Belki bir kitabı onlarca kez okumalı, bir kaseti birkaç kere dinlemeli, bir büyüğün sözlerine defalarca kulak vermeli ve oturup kalkıp hep gözünüzü diktiğiniz hedefi düşünmelisiniz. Olmuyor! diyerek, yoldan dönmeyi asla aklınıza getirmemeli ve katiyen aceleci davranmamalısınız. Unutmamalısınız ki, bu yolda belki senelerce sular gibi çağlayacak, pek çok kayaya çarpacak, ama her an biraz daha arınacak ve sonunda ummana ulaşacaksınız. Niyetinizin derinliği ve gayret ü himmetinizin yüceliği nisbetinde ötede siz de herbiri bir namaz aşığı olan ilklerin hemen arkasında yerinizi alacaksınız.