- Konum
- ىαкαяyλ
-
- Üyelik Tarihi
- 27 Kas 2009
-
- Mesajlar
- 24,120
-
- MFC Puanı
- 79
Mustafa Kemal Paşa ve Nâzım Hikmet
Selanikte 20 yıl arayla dünyaya gelen iki sarışın Osmanlı, yirminci yüzyılda bu ülkenin tarihine geçti.
1881de doğan Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşının lideri ve Cumhuriyetin kurucusu oldu.
1901 doğumlu Nâzım Hikmet ise Türk dilinin en büyük şairlerinden birisi olarak edebiyat tarihimizde yerini aldı.
Bu iki kişiliğin ilişkisi üzerine çok şey söylendi, çok şey yazıldı.
Dün, Hıfzı Topuz üstadımızın bu konuda verdiği bilgileri okuyunca, değişik kaynaklardan incelemiş olduğum ayrıntıları bir araya getirmeyi yararlı gördüm.
Nâzım Hikmet Mustafa Kemal Paşayla tanışmış mıydı?
Evet tanışmıştı.
Nâzım Hikmet, arkadaşı Vâlâ Nurettinle Milli Mücadeleye katılmak üzere İnebolu üzerinden Ankaraya gittiğinde, Paşayla tanışma fırsatı bulmuştu.
Ali Fuat Paşanın babası olan İsmail Fazıl Paşa ile akraba olmaları, bu takdimi mümkün kılmıştı.
Nâzım Hikmet bu karşılaşmayı, Orhan Karaveliye(*) şöyle anlatır:
Belirlenen saatte meclisteydik. İsmail Fazıl Paşanın beklediğini söyleyince, girişteki koridorun üzerinde bulunan bir küçük odaya aldılar. Biraz sonra kapıda görünen Paşa ayaküstü kısa bir sohbetten sonra bizi peşine takarak, İçtima Salonunun karşısındaki, tozlu caddeye bakan büyükçe bir odaya götürdü.
Pencerelere yakın bir yerde Mustafa Kemal ayakta durmuş, hepsinin de mebus olduğunu sandığım yedi sekiz kişiyle konuşuyordu. Çoğunun başı açıktı ama içlerinde birkaç da sarıklı vardı. Orta boylu olan Paşa bu adamların arasında gene de hemen göze çarpıyordu. Ankaranın şartları düşünüldüğünde inanılmaz derecede şık ve zarifti.
Camlardan süzülüp sanki tam da başının üstüne vuran güneşin ışıklarıyla ikinci bir güneş gibi parlıyordu.
Kalın sayılamayacak bir sesle sakin sakin konuşuyor ve etrafındakiler tek kelimesini kaçırmamak istercesine dikkatle dinliyorlardı. Kendimi bir an büyülenmiş gibi hissettim. Gözlerimi, yıllardır hayalimde yaşattığım bu adamdan ayıramıyordum. İsmail Fazıl Paşa, sağına soluna chester tipi koltuğun serpiştirildiği salonda Reis Paşaya doğru yürüdü. Vâlâ ile ben de bir adım gerisinden.
Mustafa Kemal, Ali Fuat Paşanın yaşlı babasını görünce konuşmasını kesti, kendisini dikkatle dinleyenlere:
Müsaadenizle... dedikten sonra, samimi bir saygı beslediği hemen belli olan İsmail Fazıl Paşaya yöneldi. Paşa da aynı saygılı tavırla:
Size geçen gün sözünü ettiğim İstanbullu genç şairleri takdim ederim diye konuştu. İnebolu üzerinden Ankaraya henüz ulaştılar...
Sağ olsunlar. Hoş gelmişler, memnun oldum.
Dudaklarında dostça bir tebessümle uzattığı, ince, dikkat çekecek kadar uzun parmaklı eli ilk önce İsmail Fazıl Paşa, sonra da Vâlâ hafif bir reveransla sıktılar.
Sıra bana gelince bütün cesaretimi topladım ve karşımdaki, o yaşa kadar benzerini görmediğim bu, arkaya doğru özenle taranmış sarı saçların süslediği delici mavi gözlerin ta içine bakarak:
Ben İstanbullu değilim, Paşam! dedim.
Güldü.
Yaaa! Peki nerelisiniz?
Selanikli! Sizin gibi!..
Demek ki, hemşehriyiz!
Bundan gurur duyuyorum Paşam...
Birden ciddileşti:
Güzel şiirler yazdığınızı
söyledi Paşa hazretleri. Mevzulu şiirler mi bunlar?
Cevap verdim:
Umumiyetle öyleler...
Umumiyetle yetmez. Şu sıralar yalnız mevzulu şiirler yazmalısınız. Memleketin buna ihtiyacı var.
Sohbetimiz tahminimden daha güzel bir mecraya girmeye başlamış, heyecanım da biraz yatışmıştı. Ona -en azından- bir şiirimi okumaya kararlıydım hemen oracıkta. İçimden hangisini okusam acaba? diye geçirmeye başlamıştım bile. İsmail Fazıl Paşanın yakını olmanın bize sağladığı bu fevkalade imkânı akıllıca kullanmalıyız!.. diye düşünürken sivil bir görevli yaklaşarak başıyla selamladığı Mustafa Kemale bir kâğıt uzattı.
Londra Konferansı öncesi Mecliste heyecanlı tartışmaların yaşandığı günlerdi. Herhalde, önemli ve acil bir haber olmalıydı bu. Paşa nazik bir gülümsemeyle ayrılmak zorunda olduğunu belli etti. İsmail Fazıl Paşaya Tekrar görüşelim Paşa Hazretleri dedi. Şair gençlerden desteğinizi esirgemeyin lütfen.
Mustafa Kemalle aramda bu ilk -ve son- konuşma böylece, tam da samimi bir sohbete dönüşürken noktalanıvermişti... Büyük bir üzüntüyle Vâlâya usulca Bizdeki şansa bak!.. dediğimi hatırlıyorum.
Zülfü Livaneli
Selanikte 20 yıl arayla dünyaya gelen iki sarışın Osmanlı, yirminci yüzyılda bu ülkenin tarihine geçti.
1881de doğan Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşının lideri ve Cumhuriyetin kurucusu oldu.
1901 doğumlu Nâzım Hikmet ise Türk dilinin en büyük şairlerinden birisi olarak edebiyat tarihimizde yerini aldı.
Bu iki kişiliğin ilişkisi üzerine çok şey söylendi, çok şey yazıldı.
Dün, Hıfzı Topuz üstadımızın bu konuda verdiği bilgileri okuyunca, değişik kaynaklardan incelemiş olduğum ayrıntıları bir araya getirmeyi yararlı gördüm.
Nâzım Hikmet Mustafa Kemal Paşayla tanışmış mıydı?
Evet tanışmıştı.
Nâzım Hikmet, arkadaşı Vâlâ Nurettinle Milli Mücadeleye katılmak üzere İnebolu üzerinden Ankaraya gittiğinde, Paşayla tanışma fırsatı bulmuştu.
Ali Fuat Paşanın babası olan İsmail Fazıl Paşa ile akraba olmaları, bu takdimi mümkün kılmıştı.
Nâzım Hikmet bu karşılaşmayı, Orhan Karaveliye(*) şöyle anlatır:
Belirlenen saatte meclisteydik. İsmail Fazıl Paşanın beklediğini söyleyince, girişteki koridorun üzerinde bulunan bir küçük odaya aldılar. Biraz sonra kapıda görünen Paşa ayaküstü kısa bir sohbetten sonra bizi peşine takarak, İçtima Salonunun karşısındaki, tozlu caddeye bakan büyükçe bir odaya götürdü.
Pencerelere yakın bir yerde Mustafa Kemal ayakta durmuş, hepsinin de mebus olduğunu sandığım yedi sekiz kişiyle konuşuyordu. Çoğunun başı açıktı ama içlerinde birkaç da sarıklı vardı. Orta boylu olan Paşa bu adamların arasında gene de hemen göze çarpıyordu. Ankaranın şartları düşünüldüğünde inanılmaz derecede şık ve zarifti.
Camlardan süzülüp sanki tam da başının üstüne vuran güneşin ışıklarıyla ikinci bir güneş gibi parlıyordu.
Kalın sayılamayacak bir sesle sakin sakin konuşuyor ve etrafındakiler tek kelimesini kaçırmamak istercesine dikkatle dinliyorlardı. Kendimi bir an büyülenmiş gibi hissettim. Gözlerimi, yıllardır hayalimde yaşattığım bu adamdan ayıramıyordum. İsmail Fazıl Paşa, sağına soluna chester tipi koltuğun serpiştirildiği salonda Reis Paşaya doğru yürüdü. Vâlâ ile ben de bir adım gerisinden.
Mustafa Kemal, Ali Fuat Paşanın yaşlı babasını görünce konuşmasını kesti, kendisini dikkatle dinleyenlere:
Müsaadenizle... dedikten sonra, samimi bir saygı beslediği hemen belli olan İsmail Fazıl Paşaya yöneldi. Paşa da aynı saygılı tavırla:
Size geçen gün sözünü ettiğim İstanbullu genç şairleri takdim ederim diye konuştu. İnebolu üzerinden Ankaraya henüz ulaştılar...
Sağ olsunlar. Hoş gelmişler, memnun oldum.
Dudaklarında dostça bir tebessümle uzattığı, ince, dikkat çekecek kadar uzun parmaklı eli ilk önce İsmail Fazıl Paşa, sonra da Vâlâ hafif bir reveransla sıktılar.
Sıra bana gelince bütün cesaretimi topladım ve karşımdaki, o yaşa kadar benzerini görmediğim bu, arkaya doğru özenle taranmış sarı saçların süslediği delici mavi gözlerin ta içine bakarak:
Ben İstanbullu değilim, Paşam! dedim.
Güldü.
Yaaa! Peki nerelisiniz?
Selanikli! Sizin gibi!..
Demek ki, hemşehriyiz!
Bundan gurur duyuyorum Paşam...
Birden ciddileşti:
Güzel şiirler yazdığınızı
söyledi Paşa hazretleri. Mevzulu şiirler mi bunlar?
Cevap verdim:
Umumiyetle öyleler...
Umumiyetle yetmez. Şu sıralar yalnız mevzulu şiirler yazmalısınız. Memleketin buna ihtiyacı var.
Sohbetimiz tahminimden daha güzel bir mecraya girmeye başlamış, heyecanım da biraz yatışmıştı. Ona -en azından- bir şiirimi okumaya kararlıydım hemen oracıkta. İçimden hangisini okusam acaba? diye geçirmeye başlamıştım bile. İsmail Fazıl Paşanın yakını olmanın bize sağladığı bu fevkalade imkânı akıllıca kullanmalıyız!.. diye düşünürken sivil bir görevli yaklaşarak başıyla selamladığı Mustafa Kemale bir kâğıt uzattı.
Londra Konferansı öncesi Mecliste heyecanlı tartışmaların yaşandığı günlerdi. Herhalde, önemli ve acil bir haber olmalıydı bu. Paşa nazik bir gülümsemeyle ayrılmak zorunda olduğunu belli etti. İsmail Fazıl Paşaya Tekrar görüşelim Paşa Hazretleri dedi. Şair gençlerden desteğinizi esirgemeyin lütfen.
Mustafa Kemalle aramda bu ilk -ve son- konuşma böylece, tam da samimi bir sohbete dönüşürken noktalanıvermişti... Büyük bir üzüntüyle Vâlâya usulca Bizdeki şansa bak!.. dediğimi hatırlıyorum.
Zülfü Livaneli