Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Meleklerin Uğramadiği İftar Sofraları

Herkül

Canım Dedem
Admin
Konum
BERGAMA
  • Üyelik Tarihi
    4 Haz 2013
  • Mesajlar
    32,171
  • MFC Puanı
    62,236
Melekler neden bazı iftar sofralarına uğramaz?... Bizim kültür ve geleneğimizde “meleklerin uğramadığı iftar sofraları” tabiri neden kullanılır?

Hâlbuki o sofraları hazırlayanlar, Ramazanın bolluk ve bereketini göstermek istemekte ve iftarda insanların değişik nimetlerle oruçlarını açıp şükretmelerini dilemekte. Gelin bu tezat gibi görünen duruma açıklık getirmek için ilk önce Ramazan orucunun hikmetini irdeleyelim. Belki bu mesele, o zaman hikmetleriyle daha iyi anlaşılır.

Ramazanın hikmeti

Meleklerin, insanların ve hayvanların yaratılışını bize bildiren çokça hadis-i şerif vardır. Bu hadislere göre melekler, saf akıl ve ruhtan yaratılmıştır. Yani topraktan yaratılanlarla aynı özelliklere sahip değiller; maddî, şehevî, asabî boyutları yoktur meleklerin.

Hayvanlar ise meleklerin tam tersine saf topraktan yaratılmışlar. Allah-u Teâlâ’nın Kur'an'da “ilâhî ruh” adıyla zikrettiği ruhtan tamamen mahrumdurlar. Hem meleklerin ve hem de hayvanların sahip olduğu her şeye sahip olan tek mahlûk insandır. Hem ulvî hem süflî bir yaratıktır. Keza Hz. Mevlâna, bu konuda rivayet edilen bir hadis-i şerifi şiir tadında beyan etmiş ve her iki kelimeyi de Mesnevî’de şöyle açıklamıştır: “Hadis-i şerifte şöyle buyrulur: ‘Yüce Allah, mahlûkat âlemini üç türlü yaratmıştır: Bunlardan bir kısmı sırf akıl, bilgi ve cömertlikten yaratılmıştır; bunlar meleklerdir; secdeden, Allah'a itaatten başka bir şey bilmezler. Mayalarında heva ve hevesten, hırs ve tamahtan eser yoktur; Allah aşkıyla yaşayan mutlak nurdurlar.

Diğer kısım ise bilgi denilen şeyden tamamen yoksun olan hayvanlardır. Otlayıp semirirler yalnızca. Süflîliğin ne olduğunu bilmez, ulvîliğin de...

Üçüncü kısmı ise insanoğlu teşkil eder. Yarısı melek, yarısı eşektir onun. Eşek olan yarısı “süfli”liğe (alçaklığa) yatkın, diğer yarısı “ulvî”liğe (yüceliğe) eğilim gösterir.
Çatışma bu ikisinin arasında. Hangisi üstün gelirse insan o olur…”

İnsanlaşma ayı Ramazan

Bu çatışmada hangi tarafı beslerseniz, o taraf güçlü olur. Bir yılın on bir ayında insan, sürekli yer içer ve gündelik hayatını idame eder. Ticaretle uğraşır, çalışır, didinir. Sosyal hayat içinde konuşur, insanlara fikir beyan eder, onlarla tartışır. Vs. vs…

Derken, insan farkına varmadan manen yıpranır, nefsin yani hayvanî tarafın kıskacına girmek üzeredir. Manevî yönünün zayıflaması neticesinde, hâl ve davranışlarına melekî tarafın güzellikleri, artık kalbe yansımamaya başlar. Allah muhafaza, eğer Ramazan imdada yetişmese belki de insanların büyük bir çoğunluğunun, iman ettik dedikleri, İslâm’ın ahlâkî ve nuranî güzellikleri hayatlarına yansımaz olurdu.

Esasında Ramazan, bir insanlaşma ameliyesidir. Yani yukarıda belirttiğimiz çatışma alanında, melekî olan tarafı güçlendirmek ve hayvanî olan tarafı güçsüzleştirip dizginlemek içindir. Hayvanî tarafın güçsüzleştirilmesi, ancak onu besleyen nefsin arzularını ve günahları terk ile mümkündür. Bu günahlar da elbette nefsanî isteklerdir.

On bir ay boyunca işlediğimiz günahlar neticesinde, nefsimiz azgınlaşmış ve nerdeyse bütün hâl ve davranışlarımıza tesir etmek üzeredir. Ramazan boyunca onu, Allah-u Teâlâ’nın farz kıldığı üzere, ilk önce açlıkla dizginleyeceğiz. Geceleri az yatacağız. Kötü fiil ve konuşmalardan uzak, kendimizi tamamen Kur’an’ın edebine teslim edeceğiz. Her Müslümana farz olan emri bil maruf ve nehyi anil münker sorumluluğumuzu yerine getireceğiz.

Melekî yönümüzün güçlendirilmesi

Bize küs olanlarla barışacağız. Bizimle sıla-i rahimi terk edeni, biz ziyaret edeceğiz. Velhâsıl şeytanın hoşuna giden tüm fiillerden uzak duracağız. Böylelikle on bir ay boyunca azgınlaşmış, şımarmış nefsimiz, dizginlenmiş olacak ve nefsanî dürtülerin zayıflamasıyla beraber, hâl ve davranışlarımız onun tesir sahasının dışına çıkmış olacak inşaallah.

Melekî tarafımızın güçlenmesi için yoğun bir çabaya ihtiyaç vardır. Peygamberimiz, Ramazanda çokça Kur’an okurdu. Ondan dolayı Ramazan ayına Kur’an ayı da denmiştir. Zengin Müslümanların Allah yolunda infakta bulunmaları lâzım. Fitre, zekât, sadakanın dışında kendi öz mallarından, sermayelerinden vermeleri lâzım. İslâm’da mal yığmak yoktur. Servete servet katmak yoktur. “Ben zekâtımı veriyorum, arada bir sadaka da veriyorum, geri kalanı benim malım, istediğim gibi harcarım” demek İslâmî bir anlayış değildir. Bu, kapitalist bir zihin bulanıklığıdır.

Oruç açlık değil!

Bir kere, herkesin şunu kesin olarak bilmesi lâzım: Ramazanda oruç tutmak, aç kalmak değildir. İslâm’da oruçlu olmak, Alman orucu “fasten” (açlık orucu) gibi değildir. Peygamberimizin şu hadisi meseleye açıklık getirmektedir: “Kimisine orucundan sadece açlık kalır.” Demek ki aç kalmak yetmiyor, yapmamız gereken başka şeyler var.


Ramazanda her Müslümanın aç kaldığı süre içerisinde kendisini sorgulaması gerekir. Açlık neticesinde bir nebzecik dizginlenmiş nefsimizin tasallutundan kurtulmanın fırsatını değerlendirmemiz lâzım.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde: “Oruç, bütün fenalıklara ve cehenneme karşı bir kalkandır. Sizden biriniz oruçlu olduğu vakit, cahillik edip kötü söz söylemesin. Şayet birisi kendisiyle itişir veya kendisine karşı ta'n eder, çirkin kelimeler kullanırsa (ona) ben oruçluyum, desin.”

Ramazan… Zenginlerin asıl imtihanı

Ramazan ayı her geldiğinde, geleneksel olarak Müslüman zenginler zekâtlarını dağıtırlar. Bayrama az bir süre kala da fitrelerini verirler. Bu, güzel bir davranıştır. Yalnız tasadduk, infak, mal ile mücahedeyi sadece bundan ibaret sanmaları büyük bir yanlıştır. İslâm’a göre zengin çalışır, çabalar, büyük kazanç elde eder ama biriktirmez. Onu Allah yolunda ve Allah’ın mahlûkatının istifadesine harcamalıdır. Hz. Ebubekir’in, Hz. Ebu Zer’in ve İmam Ebu Hanife’nin hayatlarını inceleyen herkes, bunu net bir şekilde görecektir.

Bir insan nasıl olur da hem ben Müslümanım der hem de trilyonluk servete sahip olur. Bu, İslâm’ın ruhuna zıt bir durumdur. Bu anlayış, maalesef tarih boyunca saltanatın, cehaletin ve kapitalizmin tesirinde kalışın gayri İslâmî neticesidir.

Yaklaşık bir yıl önce televizyonlarda konuşan zengin birisi, Müslüman zenginin resmini çiziyordu. Doğrusu ben onu izlerken hayretler içinde kalmıştım. Bu zat şöyle diyordu: “Elbette bir insan zengin ise zengince yaşamalı, yani Allah’ın verdiği o malın bir şükrü olarak onu sosyal hayatına yansıtmalı.” Aman Allahım! Bu nasıl anlayış, yani bir Müslüman zengin, beş yüz milyarlık arabaya binebilir. Hanımı, oğlu, kızı, bütün aile bireyleri ayrı ayrı lüks arabalara binebilirler. Başka Müslümanların ne halde olduğu veya yeryüzünde milyonların açlıktan ölmesi önemli değil, bu anlayışa göre. Bu, çok yanlış bir anlayıştır.

Mimar Şafak ÇAK, daha çok Müslüman zenginlerin evlerini düzenlemekle ünlenmiş. Kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle diyor: “Ev diyemeyeceğim, villâ mı saray yavrusu mu desem daha iyi anlatır, tam bilemiyorum, varaklar, aynalar, pırıltılar… Evde tahtlar var. “Fatih Sultan Mehmed’in tahtından esinlendik” diyor Çak. Tam sekiz taht konmuş eve. Evin içine yerleştirilen plazma ekranlardan 24 saat Boğaz manzarası izleniyor. Mimber hayli şatafatlı. Yani mimber de var evde. Zaten evin her köşesi şatafatlı. Swarovski taşın girmediği nokta yok, tuvaletler bile taşlı.”

Böyle şatafat içinde yaşamak olmaz; İslâm lüksü, israfı men etmiştir. Bu insanların Ramazan adına yaptıkları da dikkat çekici; özellikle düzenledikleri iftar sofraları gerçekten yürek burkan cinsten. Bunun neticesi olarak Ramazanda kilo almak, sadece bizim asrımıza mahsus bir garaiptir.

Meleklerin uğramadığı iftar sofraları

Rivayet edilir ki Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Şeyh Muhammed Sadaka (ks), bir gün komşu bir köye iftara davet edilir. Bu mübarek zat, talebe, müridan ve mollalarını yanına alarak, davete icabet eder.

O köye vardığında, bütün ahali köy odasına toplanmış, iftarı beklemektedir. Şeyh Muhammed Sadaka, köy odasına girdiğinde, bütün kalabalık ayağa kalkar ve adapla onun oturmasını beklerler. Bu ara Şeyh Muhammed Sadaka, durduğu yerde cemaati süzer, bir süre öyle kalır ve sonra: “Nerde falan fakir, nerde falan hasta, nerde falan yoksul?” diyerek uzun uzun bir konuşma yapar.

Daha sonra şöyle devam eder: “Bakıyorum falan ağa burada, falan zengin burada, falan aşiret reisi burada… Vallahi, bu iftar sofrası, meleklerin uğramayacağı bir sofradır ve ben, bu sofrada yemek yemeyeceğim” deyip merdivenlerden aşağı iner ve iftar açmadan atına bindiği gibi oradan uzaklaşır…

Bu menkıbeyi şunun için naklettim: Bugün Ramazanlarda iftar davetiyeleri dediğimiz etkinlikler, maalesef bu minval üzeredir. Zenginlerin iftar sofralarında yine zenginler bulunmakta; kimimiz şirket ortaklarını çağırmakta, kimimiz varlıklı vakıf üyelerini, kimimiz şehir eşraf ve yöneticilerini… Fakirler yine unutulmakta...

Ayrıca sadece zenginlerin değil, çoğumuzun iftar sofrasında çeşit çeşit yemekler vardır. Tıka basa yer, kilo alırız Ramazan’da. Midesini tıka basa, çeşit çeşit yemeklerle dolduranın göğsünden, hiç hikmet sadır olur mu? Bu, çok acı verici bir durumdur. “O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) hâline gelmesin!” (Haşr, 7) diyor Allah-u Zülcelâl.

Bendeniz âcizane Müslüman zenginlerin şu noktaya dikkatlerini çekmek istiyorum: “O mülkü sizlere bahşeden Allah-u Zülcelal’in rızasına muvafık hareket etmeniz, ancak Resulullahın ve Selefi Salihin’in yaşantılarını örnek almanızla mümkündür. Zenginlerin bir arada yaşamaları doğru değildir. Kendi refah alanlarınızın dışına çıkınız. Mütevazı yaşayınız. Şatafattan ve debdebeden uzak durunuz. O malın, Allah’ın bir emaneti olduğunu unutmayınız. Allah yolunda mallarınızı harcayınız, bunu sadece zekât ve fitre ile değil, bizzat kendi öz servetinizi dağıtarak yapınız. Sizin yaşam standardınız, toplumun genel yapısından farklı olmasın.”

İçimizdeki o “süflî” ve “ulvî” hâl çatışmasında, biz hangisini beslersek, insan o olur demiştik. Netice itibarîyle, bizi ancak Nebevî ölçülere göre ve vahyin terbiyesine göre idame edilecek bir hayat, “ilâhî ruh”u taşıyan ve meleklerden üstün olan insan-ı kâmil mertebesine ulaştıracaktır.

Peygamberimiz, hem rehber idi hem de yoksul gibi yaşardı, bunun bir izahatı ve anlamı olmalı değil mi…?
 
Üst Alt