Şiir:
Anlamaz Leylâ yazık âvâre Mecnun halini,
Halini Mecnun'un ancak sadece Mecnun bilir.
(M. 69) «Sen divane misin?» deyince, misafir derviş, «Böyle söyleme!» dedi. Zâhid, «O halde tövbe ettim, hakkını
bana helâl et!» diyerek dervişin ayağına kapandı. Misafir derviş, kendi kendine, «Senin bu sözünden bana bir zevk kokusu
geldi,» dedi. Bu, tövbenin, gönül alçaklığının bereketinden hasıl olan bir zevk idi. Zâhid, «Bu dağda bir Allah adamı var da
onun ziyaretine geliyorlar,» dedi. Mevlânâ'nın buyurduğu gibi, eğer sözü kudretimizin kemâliyle söylesek bu insana daha hoş
gelir. Gönülden, ruhtan, mânâdan ibretle söylenen sözler daha hoştur. Ama bazan da aldatmacadır. Yoksa susayım daha iyi!
Cevap verdi: «Eğer susarsan konuşman da daha aydınlık olur. Çünkü sükutta, hem sessizliğin ışığı, hem de konuşmanın
faydası gizlidir.»
Yüz bin rahmet senin o hatırana olsun ki, bütün âlem asla o hatırdan geçmez; hiç bir tarafa da iltifat etmez. Bu saat
benim âlemimde onun hatırı böyledir. Benim düşüncemde de, zahirde işimin doğruluğunu anlarım. Derviş Padişahın huzuruna
gitti, selâm verdi. «Benden bir söz dinle,» dedi. Padişah dervişin tatlı konuşması üzerine atının dizginini çekti, gönlü kabardı,
atından indi, kendi kendine, «Bu derviş her ne isterse vereyim. Mal, mülk, hatta en güzel kızımı bile istese feda ederim ona ve
hatta nikâhlı karımı bile istese boşayarak kendisine sunayım,» dedi. Sonra, hemen sordu: «Ey derviş benden ne dileğin var?
Her ne istiyorsan söyle hemen vereyim. Pek tatlı bir nefesin var.» «Evet,» dedi derviş, «hoş nefes dervişlik gereğidir. Sen
benimle bir kaç söz konuştun. Benim sözüm senin sözünle öylesine tatlılaştı ki, seni atından indirdi ve öylece bana boyun
eğdin! Eğer beni dinlemek şerefini esirgemezsen, söz senin varlığınla tamam olur.»
Ey Şah! Halk içinde olduğun halde bir saat olsun halkı kendinden uzaklaştır. Tâ ki, Şah, dervişin ziyaretine gitti
desinler. Hem öyle bir eve gidelim ki, orada Şah hangisi, derviş hangisi belli olmasın.
Bu bir hikâye değildir. Bu sözdür ama onu asla seninle konuşmak istemem, ancak sen çok merhametlisin. Hani o gün
bana, «Senden bir şey istediğime pişmanım,» demiştin. Seninle kıl keçe üstünde bile oturmak hoştur. Ama bu bir ödünçtür,
borç değil. O geçen günler bir şey değildir. Biribirini tutmayan şeylerde ya bir taraf yalandır, ya öteki taraf. Eğer o taraf yalan
ise şu halde benim tarafımı tutarsın. (M. 70) Bazan o âlemden, bazan öteki âlemden acayip sözler anlatırlar. Ariflerden,
büyüklerden bir şeyler naklederler. Şu âlimden bir şey işitir hayret ederler. Yani bu âlem halkının işi, hep bu aşağılık ve
bilgisizlik yüzündendir. Henüz zayıf sözleri öğüt yoluyla mı söylerler? Yoksa sen henüz bu noktada mı kalmışsın, burada kalma
derler. Bu saat tamam oldu, ne söylesin? Her kim olursa olsun mimberin üzerinden verilen bu emirlerin karşısında cevaptan
âciz kalır. Geçmişi hatırlatmak istemem diyorsun; onlara faydalı olan filân mesele hakkında söylüyorum yoksa mecburî bir iş
değil. Zaman zaman emri terkediyorsun. Zorluk olmazsa o başka! Bugün zorluk olunca, kadı bile mahkeme kapısından geri
dönüyor. Allah, peygamberlere, velilere göstermedik zorlukları bana gösterdi, diye şikâyetlenme! Sen emri yerine getirmekte
kusurlusun. Sen umuyorsun ki ömür boyunca bu böyle olacaktır. Halbuki emirler, yerine getirilmesi mümkün ve senin de ona
elverişli olduğun için gelmiştir. Ama bugün sen emri yerine getirecek güce sahip değilsen, nasıl emre uyabilirsin? Hazreti
Peygamber bile emrin ağırlığı karşında, «Hud sûresi ve buna eşit emirler, beni ihtiyarlattı,» buyurmuştur. Eğer, «O emirlere
uymakta Peygamber için çok fayda vardı,» diyorsan; sana da hiç bir zararı yoktur. Çünkü, «Yazık olsun bana dersin.» Ama o
hayıflanma öğünmekten daha aşağı bir çene kavaflığıdır.
O cömert yeni müslüman için, «Tövbe etmiştir,» demeğe gönlüm razı olmuyor. O derece düşkünlük ve kırgınlık,
kendini aşağı görmek gerekmezdi ona. Onların hepsini duygusuz bir kesek parçası sanırsın. Benim karşımda da o korkuyu
duymazlar, benimle birlikte oldukları zaman da. Ancak onları yola getirmek maksadı ile yedi başlı aslan masalım nasıl
anlatayım? O sözler kimin kaderini değiştirmeye yarar? Sana vehim ve korku gelir. «Aman, o ben olmayayım!» dersin. «Hayır
sen değilsin,» diyorum. Benden ve senden sonra gerçek bir istekli gerektir ki, o öğütlerin etkisi görünsün. Bugün her ne kadar
bu emirler başkalarına zor gelse bile, en uygun olan cihet hiç bir emrin sana çetin gelmemesidir. Bayezid, benim sohbetime
dayanamaz. Ne bir gün, ne beş gün. Ama bir kimseye ki gönlüm yönelmiş, sohbeti hoşuma gitmiştir, onunla öğüt bahsinde
konuşurum. Bir şeyde ki kök ve temel vardır, iyi bakarsan kolayca görebilirsin. Sana hoş gelir o temaşa. Bunun sebebi şudur:
Eğer siz geniş ölçüde bir dünya adamı olsaydınız, size başkalarının yardımı gerekmezdi. Ancak böyle değilseniz bu yardım
gerekli olur. Bu saatte Peygamberin şafaatindeki sırrı anlayabilirsiniz.
Gece yarısından sonra yüzümü onun tarafına çevirdim. Umduğuna kavuşmuş bir umutsuz gibi, bende bir umut
belirdi. Ama sen, «Senin yanında konuşmak bana haramdır,» demiştin. Evet bizim yanımızda söz haramdır, ama izinsiz olursa.
(M. 71) Eğer benim iznimle olursa o zaman konuşmak helâldir.
Ayaz, Sultan Mahmud'a bir kere sövmüştü. Ama Sultan onu öldürmedi. Çünkü Sultan daima, «Nerede o kurban ki,
Ayaz'ın ayakları altında keseyim,» derdi. Bunlar gibi bin tanesi bile, onun yolunda ölmeye lâyık değildir. Sultan Mahmud,
Ayaz'ın aylığını kesti. Bu imanın sırrıdır, ruhun azığıdır. Ancak onun nasibi olan sevgideki sıcaklığın, ondaki zevkin arkası
kesildi. Kezervanî, Hocendî'den daha güzel vaiz ederdi. Daha tatlı ve sıcak konuşurdu. Meselâ her hangi biri için, «Ben ona
inanırım,» derdi; bu olgun bir gençtir, böyle söylemez, böyle düşünmez; O, Mevlânâ'nın sustuğu gibi susmaz, belki ona uygun
cevap verirdi. Allah hakkı için onun gibi bin tanesi Mevlânâ'nın bir tüyüne bile değmez. Bütün fenlerde, Allahya yemin ederim
ki Hazreti Musa bile onun dengi olamaz. Mevlânâ, yaradılıştan hazırcevaptır. Karşısındakini susturur, bütün bu olan biten
şeyler sana benim tarafımdan ve hep senin susman yüzünden olmuştur. Ne güzel bir iftira bu! Aydınlatıcı bin doğru sözden
daha parlak, daha hoş, daha kutlu. İmad sözümü dinlemedi, acele etti. Zaten çok defa inanarak dinlese bile soğuk davranırdı.
İşte onda ilk defa görülen bu eğilim, ömründen bir gün dahi kalsa, her hangi bir şeyi anlayabilmek için onu tevil etmesinden,
yorumlamak istemesindedir.
Ona bir gün sordum: Tebriz'den ne zaman çıktın? O zahir ehli kişilerden, yani tahkik ehli olmayan zahir ulemasından
kimseyi görmedin mi? Bunları sormaktan maksadım, o zahir ehli kişiler, bir gün suyu azalır diye denize acırlar. Onun hangi
deniz olduğunu anla! Ona cevap verirsin. Çünkü sen ona inanırsın. Bu cevapta dolayı onun ululuğu seni sarar. Ama senin
cevabın onları doyurmaz ve etkilemez. Çünkü sen ululama ve yüceltme yolunda beni anmazsın. Her hangi bir şey hakkında bu
sözü kapalı söylemek gerektir. Bu söz, tulumdan sızan su gibi akar gider, dersin.
Batın bahsi bütün bunların dışındadır. Ben kendi halimde devam edip gitmekteyim. Asla bu halden daha ileri
geçmem. Ben, nasıl olur da senin beni düşündüğün gibi zaman zaman seninle birlikte geçirdiğimiz o âlemi anmam? Sen de
bilirsin ki, her ikimiz de aynı şehirdeniz. Bana dedi ki: «Sen şüphe yok ki, Haktan sarhoş olarak geldin, ama şaraptan sarhoş
olanlar gibi değil.» «Evet, ben gerçi içtim. Fakat halk içinde iki kadeh içip de sarhoş olanlar da vardır, binlerce kadeh boşalttığı
halde, yüzü kıpkırmızı oluncaya kadar içip de ayık kalan, kendi çevresini bilen, aklı başında insanlar da vardır,» dedim ve
kendi kendime, «En iyisi, bu bahiste karşındaki 'hayır' demeden sen de itirazı kes, 'evet' deyiver,» diye düşündüm.
«Ey iyisi bu bindiğimiz eşek; bize bağlı kaldıkça ona bir şeyler gerek,» dedim. Onlar için tek başına kalmaktansa, bir
yabancı ile birlikte olmak daha hayırlı görünür. Halkın yabancısı sanır ki, bu kısaltmalar tamahkârlıktandır. Ant içerim ki
kardeşlerimiz beni bilselerdi, çok güzel ve tatlı olurdu.
Hazreti Ali buyurmuştur ki, erkeklik üç yerde belli olur: 1. Savaşta, 2. Kadın koynunda yatakta, 3. Aldanmamak için
alışverişte. Halbuki Hazreti Ali'nin cömertliği yanında hazinelerin beş para değeri yoktur. Fakat o bunu öğüt olarak söyler
geçer. Ben de sözü özetleyerek söyler geçerim. Açık konuşurum ve geçmiş büyüklerin ruhlarını hasretle anarım.
Sizinle bir sır konuşurum ki, bunu ne Mevlânâ ne de daha önce gelip geçmiş büyükler işitmiştir. Çünkü son yetişenler
arasında Hazreti Muhammed'den (S.A.) sonra Allaha da iftira edenler, onların söylemediklerini söyleyenler vardır. Şu halde
işitmediğin şeyi konuşma. Önce söze başlayıp da bu söz açıklandığı ve neticede filân kişinin buna karşı olduğu meydana
çıkacaktır. Eğer önceden böyle vaiz etmeseydi, seni hiç kimse bilmeyecekti. Ama işin sonunda, «O büyük âlimdir, üstün bir
zattır,» diyeceklerdir.
Mevlânâ hararetli konuşmadığı zaman da onu severler. Fakat onda «(o zaman için) fesahat (düzgün konuşma) neşesi
yoktur,» derler. Ama daha sıcak konuşmaya başladı mı, o vakit onun gerçek değeri anlaşılır; sözlerindeki tatlılığa, gençler de
yaşlılar da âşık olur. Onu severler. Onun benden ve benimle beraber olduğunu bilirler; benim onların inandığına inanmadığım
yoludaki sözümün mânasını da anlarlar.
Mevlânâ bu dereceye inmiştir. Lâkin biliyorum ki, bende de bir hal var. Ben buna bakmıyorum ve bizi kınayanlara
karşı asla aldırış etmem. Bu bencilliktir. Şüphesiz ben bunu söyleyince sen de aynı şeyi söylüyorsun, ikimiz de bu konuda
birleşiyoruz. Ama bana gelince, daha söylemediğim şeyler kat kat fazladır. Bu noktadaki kuşkularım sonsuzdur. Bundan dolayı
sözü çok özetliyorum, konu dışına da çıkamıyorum. Bazan vaz geçiyorum, söze yalvarıyorum. Beni şüpheli duruma düşürme
diyorum. Allahı arayanlardan hiç bir talip yoktur ki, aradığı yolda olgunlaşmış olmasın. Talip isteğinde kemale ermiş, aranılan
sevgili sevilmek bahsinde henüz olgunlaşmamış ise, o kararsızdır. Ama sevgili, sevilmek bahsinde olgun hale gelmişse, her
ikisi birbirleriyle anlaşmış ve kaynaşmış demektir. Bu bakıma göre, ariften daha üstün bir şey yoktur. Ama (diğer bakıma
göre) ondan da üstün bir şey vardır.'
Diyelim ki, bir vezir vardır. Sultanın her halinden anlar. Huyunu, mizacını, öfkelendiği ve hoşlandığı şey leri bilir. Bunu
kimseye sormadan kavramıştır. Ama o vezir bütün bu yakınlığı ile beraber canından güvenli değildir'. Çünkü nice vezirlerin
boynu vurulmuştur.
Ayaz (Gazneli Sultan Mahmud'un gözdesi), canından güvenli idi, rahattı, hiç bir şeyden korkusu yoktu. Bir suç
işlediği, her hangi bir şeyi kırıp döktüğü, yahut üstünü başını ıslattığı, elbisesini yemek dökerek kirlettiği zamanlarda bile
suçluluğuna rağmen sultanı oyalar, onu bütün gün neşelendirir, eğlendirirdi. Sultan da onun bütün zararlı işlerini hoş görürdü.
Çünkü Ayaz, çok sevimli ve sevgili bir çocuktu. Vezir, onun bütün bu zararlı hareketlerini bildiği halde nasıl olur da ona göz
ucu ile bakabilirdi? Çünkü, Sultan binlerce kelleyi onun uğruna feda ederdi.
Sultan, vezire bir sır emanet ettiği zaman, onu hiç kimseye açıklamamasını tembih etmeye bile lüzum görmez, vezir
de bu sırrı saklamakta çok dikkatli davranır, onu mezara kadar götürür.
Hazreti Muhammed'le birlikte otururken Musa'yı görmek istersen aldanırsın, isa'yı görmek de böyledir. O, avların en
büyüğünü avladı. Ama Musa'yı görsey-din onu Hazreti Muhammed'den bulurdun. Ne zaman onun adı üzerinde sana bir şeyler
söylerler ve onun gayretinden bahsederlerse, onu Hazreti Muhammed (S.A.) söylemiştir. Eğer Tevrat'ı okur da onun vasfını o
kitaptan dinler ve Hazreti Muhammed'i (S.A.) dilersen, Hazreti Musa'nın bin kere: «Yarabbi ne olurdu o Peygamberliği bana
vermeseydin, yahut bir zaman yerimde oturup da onun dış görünüşünü görebilmek için biraz geciktirseydin!» dediğini
görürdün. O halde gel sen ve ben altı ay efendimizle birlikte oturup ah ve feryad edelim. (M. 73) Dünyada gönül açıcı Yasin
sûresini dinle, Dünyadan konuşanları dinleme. Ben ya sadığım şehirden ayrıldım. Kendi kendime, «Yürü! Kendi âlemine bak!»
dedim.
Bana sordular: «Ne iş yaparsın? Bu âlemden sana haber verdiler mi? Bunu gördün mü?» «Elbette gider görürüm,»
dedim. Bu yola geldiğim zaman, «İşte senin âlemin,» dediler. Bu âlemden ne anladın? Sana bir bilgi vermediler mi? Yine dedi
ki: Siz o âleme lâyık değilsiniz, o hamam külhanından vazgeçiniz. Ama burada senin bana tarif ettiğin bir ülke olduğunu
gördüm. «Orada ne işin var, anlat bize!» dedi. «Bu âlemi sen bilmiyor musun?» dedim. «Nasıl bilmem; sen de bilirsin,» dedi.
«Ama ben bilmiyorum,» dedim. O halde yürüyelim ki gözün, gönlün açılsın. Burada ne bekliyoruz? Ergeç her topluluk bu kabir
tarafından geçer. Şüphe yok ki dünya, etrafında ateş yanan bir kabirdir, içindekilerin iyi yanabilmesi için onları yumuşatır.
Kezervanî dedi ki: «Allanın bir kulu vardır ki, başına bir hal geldiği vakit kabirler üzerine yüzüstü kapanır ve başı
yerden kaldırılıncaya kadar öylece kalır.» Bu kimse bir belâya uğradığı vakit, «Bu adam zayıftır, güçsüz ve biçaredir,» dersin.
Ama nasıl diyebilirsin ki, bu adam, Hazreti Muhammed'e (S.A.) ümmet olmaktan vazgeçti de Nuh Peygamber'in ümmeti oldu.
Dedi ki: «Gerçi peygamberlere uymak vaciptir.» «Düşün bir kere,» dedim. «Bu caiz olur mu? Sonra 'Benim cevabım bu
değildir,' dersen, sorduğun soruları düşün bir kere; benim cevabımı düşünme korkunçtur,» dedim. Güldün ve dedin ki:
«Cevabını düşündüm, onun için bende bir korku belirdi.»
Bunu benim hamlığıma verirsin. Çok konuşmak isteği ancak sözü manâlı ve düzgün söyleyince hoşa gider. Çünkü
istek fazla olunca söze perde olur. Ama bu hep böyle oluyor.
Bir kâğıt düşün ki bir yüzü sana, öteki yüzü de sevgiliye dönüktür. Yahut her yüzü bir başkasına çevrilmiştir. Kâğıdın
sana dönük olan yüzünü okuyabilirsin, ama asıl dosta ve sevgili tarafına dönük olan yönünü okumak gerek.
Hep pişirdiğini yeme. Ekşimiştir, soğuktur, mideni de üşütür. Senin için tatlılık ekşilikten daha iyidir. «Ah, ah, ah!»
diye ağlayan hoş ağlar, ama «ha, ha, ha!» diye gülen öyle gülmez. Daha ne kadar, «ha, ha, ha!» diye güleceksin? Öyle
gülmek sana göz ağrısı getirir. Üç kere, «Haykanko Kokor» (Bu sözlerin hangi dilden olduğunu ve anlamını
öğrenemedik (Ç.)) söyle. Sana konuşmak gerekse böyle yaparsın, ama bizim o sağır kediciklerimize bunun ne faydası olur?
Halep'deki halk arasında yazacak bir şeyler, yeni bir haber yok mu? Senin için düşünecek, üzülecek ne sebep var ki! Orada
benim yerimde, benim gibi bin tanesini bulursun.
Bana şimdi Ebu Said Ebül Hayr'dan şu anlamdaki bir beyti nakletmek gerekiyor:
Beyit:
Çok utanmaz, açık saçık insanlardı, hep böyle idiler.
Adlarını söylerler, rezil olurlar, büyüklerini de rezil ederlerdi.
Bu yol çok acayip ve gizli bir yoldur. İşte şahneler oturmuş size, «Yol bu yol değil, asla buradan geçmeyin,» diyorlar.
(M. 74) Altı yön de Allah nuru ile aydındır. Zavallı felsefeci, yedi feleğin dışında kalmıştır. Uzayda, boşluk içinde
görünen her şeyin elbette bir hakikati, gerçek bir tarafı vardır. Nasıl ki Kuran'da, «Dağları yeryüzünün kazıkları yapmadık
mı?» (Nebe sûresi, 7) buyurulmuştur. Bu âyetteki sözü geçen kazıklar, ne dağlar, ne de taşlardır. Ancak bunlar birer birer
zikredilmiştir. Görmez misin ki bu dağlar yerlerinde dururken semânın cadın kurulmuştur. Ama eğer bunlar yerin kazıkları
olsaydı o çadır havada nasıl kurulurdu? Ben, «ulu Allah Mevlânâ'ya uzun ömür versin!» diyeyim; sen de, «Âmin!» deyiver.
Allah onu bize, bizi de ona bağışlasın. Hepimize de uzun ömürler versin! Âmin!
Her kim için, «Allah uzun ömürler!» versin diye dua ederlerse, sen de «Âmin!» deyiver.
Yüce Allahm, âlemin Doğusundan Batısına kadar, o testi su ile dolmuştur. Dediler ki; Duacı ile bu dualar nereye
sığar? Bu kap su ile dopdolu iken, o su göndermiştir. Beni andın mı hiç? Ant içerim ki sen beni anlayamadın. Eğer anlasaydın,
bütün vücudundaki organlar titrer, kalbin çarpar, sarsılırdın, içinden gelen bir ses sana: «Bu, Velidir! Bu, yeri ve göğü,
aralarındaki varlıkları yaratan yüce Allah dostlarının en güçlüsüdür!» diye haykırırdı ve, «Bu, işte burada hazır olan velidir!»
derdi.
Bu sevgili dost işte şurada oturan kişidir. Şüphe yok ki, sevgili neredeyse, seven de oradadır. Ama bu gafletde bir
sebep vardır. Lâkin bu derecede değil. Ben, senden daha korkuncum. Bundan önce benimle birlikte olduğun zaman yaptığın
hizmetlerden utanırdım. Şimdi ise hiç çekinmiyorum. Çünkü arifle bulunmak hoş şeydir. O beraberlik benlik davasından
uzaktır.
Hazreti Peygamber, «Yarabbi biz sana senin ululuğuna yaraşan ölçüde 'kulluk edemedik!» buyurdu. Bayezid-i Bistamî
ise, «Kendimi kutlarım şanım ne yücedir!» diye öğündü. Her çağda tek bir gerçek vardır. Lâkin şeyhin gerçek müridi daima
kendisi ile birlik olandır. Üst tarafı rüzgarla gelen, esinti ile savrulan tozlar gibidir. Ama sen üzülme! O biricik dost sen ol!
Çünkü o günahkârlardan binlerce gerçek dost arasında ancak bir tane bulunur ki, yabancı sayılmaz, perde arkasına alınabilir.
Yolculuk bittiği zaman o, ışıklı aklının nuru ile kanadı dünyayı yakan bir melek gibidir. Ama nerede o gerçek dost?
Şu şehvetler çamurunda iyiyi kötüyü seçebilen o er nerede? Bıyıklarını yolsan bile dudağını kıpırdatmaz.
Konuşulmaya, şakalaşmaya lâyık bir kişidir o. Halk arasında onun sözleri, «Bu, filân zatın sözüdür,» diye söylenir. Çok kere
kendisinden faydalanırlar, onunla çok kere doğru yolu bulurlar. Onların sözünde hak âleminden bir koku vardır. Öyle bir zatın
nefesi şüphe yok ki cennet nefesidir. Belki de Hak nefesidir. Dilerseniz, ona, halkın en azizlerindendir deyiniz. Ey Hakka yakın
kardeşler. Bu erenlere saygı gösteriniz!
Meclistekilerden biri, «Evet,» dedi. Öteki atıldı: «Ne demek 'evet,' 'eyvallah' de; 'öyledir* deyiver.»
Biz Allahın gönderdiği o biricik dost olmak davasında değiliz; sevilen, kat kat faydalı olanlardan da değiliz.
Mevlânâ dedi ki: «Üç şeye mânâ verilemez. Bunlardan biri gönül hoşluğundaki korku, ikincisi huzur alemindeki korku,
üçüncüsü de gereği gibi menfaat eksikliğidir.»
Gerçek Allah adamı, kapısından geçen köpeğe bile cevap vermekte saygı gösterir. Heybet, ululuk konusuna gelince;
bendeki irade kuvveti, heybete üstün gelir. İkincisi; düşünceli, ağırbaşlı hareket eder; her iki tarafı da korur. Yer uygunsuz,
oradakiler kabiliyetsiz olunca o yerde konuşmak zulümdü!. Kitaplar bu ko nuda bir şey söylemez, belki H söyler. Lâkin H de
bu konuda konuşmaz ancak benim çağımda ve zamanımda bunu birçokları yalanlar. Biri benim yanımda esrar içmeye, yalan
söylemeye tövbe etti ama şimdi unuttu.
(M. 75) Dün bana komşu cariyeler getirdiler. Yüzümü onlardan saklayarak dedim ki, eğer H'yi birlikte getirseydiniz
biz de Allahya yakın meleklerin kapışmak istedikleri nohut daneleri saçardık. O danele-ri sana şefaat dilemek için getirdiler.
«Bize o varlıktan bir bilgi ver,» derler. Kendilerine Allah katından bilgi verilmiş olanlar, başka bir deyimle İlmiledün erbabı iki
bölüme ayrılırlar. Biri o ilimde perişan bir sel gibi akar gider. Onlar ilim yolcularıdır. Bu toplum içinde ancak bir kaç kişi söz
söyleyebilir. Sende suret ve mânâ yönünden düzgün bir hal var derler. Kendilerinde belirli bir hal görmediğim ve evvelki
bölümün karşı cihetinde yer alan bir bölüm daha vardır ki, bütün Allah dostları, veliler, peygamberler bunlarla buluşmak,
yüzlerini görmek arzusundadırlar. Bir kimse ki, bu noktada yüz velinin bile bir peygamberin ayak tozuna değişilemeyeceği
inancında duraklamıştır, umulur ki o, başlangıçta da öyledir. Bir kimse ki son inancı bu noktaya gelmiştir, onun sonu nereye
varır?
Bir kimse ki, Kuran'ın Allah kelâmı, hadisin Peygamber sözü olduğuna gönülden inanmıştır, ondan ne umulur?
Başlangıcı böyle olursa onun son durağı nereye varır? Gerektir ki o bunları küçük yaştayken öğrenmiş olsun. Ama o, bu
daracık yerde mi kalmak? Hak âlemi çok geniş bir alandır. Bazılarına göre bu konu son derece sade ve basittir. Ama çok zor,
çok çetindir. Bazılarına göre de çok kolay ama o kadar kolaydır 'ki, bu kolaylıktan ötürü hayrette kalmışlardır. Bu bahiste söz
söyleyenler şu noktada duraklamışlardır :
Hadiste, «Kuran'ın yediye kadar zahirî, batini, batının batını manaları vardır,» buyur ulmuştur. Bu manalardan zahirî
manayı âlimler, batini manayı veliler, batını mana içinde gizli olan manasını da Peygamberler bilirler. Ama o üçüncü
derecedeki manayı Allahtan başkası bilemez. O halde ademoğlu bundan nasıl faydalanabilir? Hadislerdeki sırlar da Kuran'da
olduğu gibi çoktur. Nasıl ki, yüce Allah (Necm sûresinin ll'nci âyetinde), «Onun Miraçta gördüğü gerçek tecellileri, kalbi
yalanlamadı,» buyurmuştur. «Kulaklar duymadı, gözler görmedi,» nüktesindeki mana da şüpheli kalmıştır. Eğer Kuran'da
esrar olsaydı neden o, her gün Kuran'daki kesin hükümleri okuduğu halde kendinden geçmiyordu? Halbuki o, esrara dair tek
bir kelime işitse kendinden geçerdi ve o fitneler de açığa çıkardı. Bundan dolayıdır ki, Beyazid (Bistamî), öyle anlaşılıyor ki bir
takım kapalı sözleri ile kendi sırlarını söylemek istemiştir.
Hazreti Peygamber, kapalı söz konuşmadı. Sahabeler adına nakledilen öğütlerde de açıklamayı gerektirecek üstü
kapalı bir söz yoktur. Nasıl ki en olgun kişiler de onların hallerine dair bir şey söylememiştir. Onlar kendilerini apaçık
göstermişler, bu suretle tanıtmışlardır. Allah dostu gerçek veli ise kapalı ve gizli kalmıştır. Hazreti Muhammed (S.A.), onları
görmek arzusu ile yanıp tutuştu. Ama kendilerini görmeğe fırsat elvermedi. Ancak onların hasretini terennüm etti. Bayezid'in
bundan haberi olaydı, asla «ben» sözünü ağzına almazdı. Nasıl ki o, son zamanda «zün-nar» istemişti. Hakîm Senâîciğin son
günleri, Seyyid Burhaneddin'den, Seyyid Burhaneddin'in son günleri Mevlânâ'dan daha mı iyiydi? Senâî'nin hoşça bir hali,
Burhaneddin'in geniş bilgisi vardı. Bunları görüyorsun, îmad ve başkaları gibi geçmiş gitmiş olanların yüzlercesini de göz
önüne getir. Nasıl ki buğday çuvalından alınacak bir avuç örnek, çuval içindeki binlerce buğday tanesinin niteliğini gösterir.
Nihayet onların hepsi de bu cinstendir.
(M. 76) Yüzünde yüz bin safa ve evliyalık nuru parlıyan bir veli, sözü geçen erenlerden birini bir çöl ortasında görse
ve içinden o bildiği velinin bu olduğunu sezmiş olsa, derhal başı araya gider, helak olur. Bütün hali alt üst olur, damdan
düşer ayağı kırılır. Ama o toplu anlayışın manası ondan uzaklaşır; imanı gider donuk bir hal alır. Meğer ki o, velinin diled ği
kimse olsun! Çünkü o kimse, artık Allahnın da dilediği has kullardan biri demektir. Soruyorsun: «Şeytan o makama erişir mi?»
«Evet erişir.» Çünkü Şeytan, Allah ile konuşmak mertebesine ermiş olan Musa'nın haline erişti ki, o yüzden, Hızır, Musa'ya,
«Sen benimle birlikte bulunmaya sabredemezsin!» dedi. Çünkü Musa, soru sormakta acele etti. Acele ise Şeytandandır.
Ama başka yönden onun makamına asla erişemez. Çünkü onun gibi yüzlercesi Musa'nın ayak tozuna erişemedi.
Mevlânâ izin vermez ki ben işimi göreyim. Bana bütün âlemde öyle bir dost gerektir ki, onu bütün isteklerinden
yoksun bırakayım; onu dinleyeyim ama isteğini yerine getirmeyeyim.
Siz benim dostum değilsiniz. Siz nerede, benim dostluğum nerede? Bu ancak Mevlânâ'nın bereketiyledir. Benden bir
söz işiten herkes, zaman zaman beni dinliyenler de bir şey konuştuğum vakit dikkatle dinlemelidir.
Sen bir İbrahimsin ki, kitapla geldin. Ama beni bir öğretmen olarak görüyorsun. Çok kerre görülmüş Bir kimse,
tanımadığı yabancı bir kapıda da hizmet eder. «Bu yabancı kapı hangisi?» diyeceksin. Halk ile konuştuğum vakitlerde dikkatle
dinlersen anlarsın ki, onların sözleri hep kapalı sözlerdir, esrar doludur'. Halk ile konuşmaktan beni vaz geçirmek istiyenler, bu
açık sözden, «Kolaydır,» diyenler benden ve benim sözlerimden hiç bir şey anlamamış olanlardır. Onlar benden hiç bir nasip
alamazlar. Çünkü bir çok sırlar o toplum içinde konuşulan sözlerde saklanmıştır.
Büyük bir sır vardır ki, gayret yönünden ancak bir lâtife arasına karıştırılarak söylenebilir. Seni başkaları
göndermeden önce kendi arzunla ziyarete gelmek yaraşır. Aşk böyle olur. Eğer bu sefer gidersem beni bulabilir misin?
«Eğer,» diyorum; bunu kesin olarak söylemiyorum. Bu şarta bağlı «Eğer» den bahsetmek dosta çok zor gelir. Eğer, meğer,
keski, zannedersem gibi sözler hep böyledir.
Fahreddin-i Razî'nin bir çömezi ölürken insaf yönünden şu anlamdaki beyti söylemişti:
Beyit:
Aklın varacağı son durak ayak bağıdır.
Bilginlerin çok çalışmalarının sonucu da sapkınlıktır.
Sonra şu anlamdaki mısrada da:
Ruhlarımız, bedenlerimizden (irkmektedir, deniliyor.
Nefisten ve nefsin isteklerinden uzak kaçanlara o anda bir sır açıklanır. Onlar mahrum kalmazlar. Şu anlamdaki beyte
de bakınız:
Beyit:
Nice yüksek dağlar var ki, tepeleri yüce ve sivri şerefelerdir,
O tepeler, zamanla aşınır ama dağ yine dağ olarak kalır.
(M. 77) Bu sözden âlemin başlangıcı olmadığı manası sezilmektedir. Meğer ki bu dağlardan maksat Allah kulları
olsun! Ama onun maksadı bu değildir. O bundan uzaktır. O bu işin adamı değildir.
Mevlânâ'ya gelince; onun, bu saatte dünyanın hiç bir yerinde eşi ve benzeri yoktur. Bütün fenlerde, temel bilgilerde,
din bilgisinde, gramer, sentaks, mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır. Onlardan daha üstün,
onlardan daha zevkli, onlardan daha güzeldir. Gerekirse, gönlü isterse üzüntüsü engel olmazsa, konunun tatsızlığı buna sebep
olmazsa, hepsinden daha yetkili konuşur. Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu bahislerde yüz yıl çalışsam ondaki ilim ve
hünerin onda birini elde edemem. O kendisini bilmez sanır ve öyle zanneder. Benim önümde, beni dinlerken; nasıl anlatayım
ayıptır söylemesi, babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk, yahut Müslümanlığa dair hiç bir şey işitmemiş dönme bir
Müslüman gibi öylesine utangaç bir hal alır.
Bir sabah erkenden o mana âleminden konuşuyordum. Dedi ki: «Bu kulak, kulak olalı bu nükteyi işitmemiştir.» Çok
etkilenmişti.
Bir kerre de Pir, Mevlânâ'nın yanında idi. Ona, Seyyid Burhaneddin'in hüccetini anlattı. «Ona, Mevlânâ'ya ve bana
hüccet delil olamaz,» dedi. Benim maksadım armut istemek değil. Biri benim huyumu bilseydi ne iyi olurdu. Benim maksadım
ona teselli vermektir ki, o sayede sükûna kavuşsun. Bugün kurt masalı gibi sözlerin; yeşil, 'kırmızı hayallerin modası
geçmiştir. Bugün bunlar ne işe yarar? Bunlar b:rer aldatmacadır. Bunu nasıl bilmem? Bunlar ancak nefis ve murakabeyi
sükûna kavuşturmak içindir. Bunların başka bir işe yaramadığını mı sanırsın? Düşünüyorum da öyle değil!
Ev boştur ama kimse gelmiyor. Düşünürsem bana ne hizmetler ettiler. Uykudan uyanırken gül şerbeti yastığımın
üzerine konurdu. Dostum yanımdadır, ama susmuştur. Söz söylerken de havadan, sudan bahsetmez. Bütün yorumlamalarda
büyük adamdır o. Eğer sende aşk ve sevda galip ise, ona baktığın zaman sana bambaşka bir deniz görünür. Sende aşk galip
ise, Allanın da galip olduğunu anlarsın. Dağ gibi büyük bir adam. Senin hakkında ben güzel bir deyim bilirim.
Hazreti Ebubekr, söz yorumlardı. Sade bu yorumlama değil, söylediği her şey yorumladığı sözün anlamına uymasa
bile Allah onu doğruya çıkarırdı. Hazreti Muhammed (S. A.), hem söz yorumlardı hem de Hazreti îsa gibi körleri ve abraşlı
hastaları tedavi etmek kudretine sahipti.
(M. 78) Hazreti Muhammed'in (S. A.), yüz binlerce propagandacısı vardır. İsa bütün çömleklerin tuzunu önceden
koymuştur. Ama Hazreti Muhammed (Ş. A.), tuzu sonradan katmıştır ve Peygamberlerin sonuncusudur. Başka bir deyimle
Peygamberlik kapısını kapayan, onu mühürleyen zattır. Bir tuz saçan (lezzet veren) biri gerektir. Ama Mısır tuzu gibi
olmamalıdır o tuz. Sen beni serbest bırak da kendim söyleyeyim. Ondan sorma, sana ben söylüyorum. Başka bir saatte daha
iyi söylerim, daha tatlı konuşurum. Çünkü bu sohbet, o günahı işlemeden tatsız düşer. Ama o halin niyeti ile diyorum ki: Yazık
ki aşk, ayrılık gününde de bedenimi sırsıklam etti. Yalnız alçak gönüllü olanlar benimle dostluk kurabilirler. Gerektir ki o alçak
gönüllülük ve o kulluk duygusu, günah işlememek eğilimini artırsın. Bu güne kadar haram'dan perhiz ediyorsan, bundan sonra
helâl'dan da perhiz yaraşır sana. Ama bu tutum sana yorganı sattıracak dere ceye kadar gelirse, hoş olmaz. Onlar öyle
yaparlar ki H'yi benim gönlümden soğutsunlar, isterler ki bu gidişle benden bir şey koparsınlar. Yahut, «Ona verdiğin değer
akla uygun değildir, başka bir baha biçsey-din iyi olurdu,» diyerek buna benden başkasının hüküm vermesini isterler. Onlara
dedim ki, «Ondan hoşlanıyorum. O, ne bu cihandan ne o cihandandır.» Bu gönül hoşluğu ve sevinç ancak senin varlığınladır.
Dedi ki: O, bu cihan halkından başkadır. Ancak bunlardan o cihana utanç gelir. Ama kendisinde hiç utanç duygusu olmayan
kimseye göre, o cihan bu cihana geliyor. Öyle bir insan için altı yön de Allah nurudur. Ama gizli değildir ki, öyle bir kimsede de
gönül hoşluğu yoktur.
Benim, hiç kimseden dünya ile ilgili bir isteğim yoktur. Bende ancak Hazreti Peygamberin armağan kabul etmesi
âdetine uygun davranışta bulunmak arzusu vardır. Senin içi altın dolu şu kalede yüz binlerce altın ve gümüşün olsa da onları
başına saçsan, ben aşağıdan senin yüzüne bakarım. Eğer alnında bir nur, göğsünde bir niyaz ışığı göremezsem, o altın ve
gümüşler bana göre bir gübre yığınından başka bir şey değildir.
Bende bir tamah varsa sadece Mevlânâ yeter bana. Unutmayın ki, siz hep kendi mektubunuzu okudunuz hele dostun
mektubundan da bir şeyler okuyun. Size bu daha faydalı olur. Bütün bu sıkıntılarınız, sizin hep kendi mektubunuzu okuyup da
sevgilinin nâmesini okumamanızdan ileri geliyor. O hayal, ilimden, marifetten doğuyor. O hayalden sonra da başka bir ilim ve
marifet vardır. O ilim ve marifetin de başkaca uzun hayalleri vardır. Bunlardan daha kısa, ayrı bir yol daha vardır ki, hiç
bunlara benzemez. Ama o kestirme yolun da adını kötüye çıkardılar. Ona başka bir ad bulmak gerekiyor, îyi bir kanun
konulmuştur. (M. 79) Bir gün yanar bir gün yanmaz. Ama en iyi kanun hiç kimseden bir para istememektir ki, alanın hatnnı
dünya tarafına çekmesin. O tarafa dönüp bakmasın. Ancak şimdi benim pişmanlık duyduğum bir nokta var: Keski binlerce
altınım olsaydı da onun uğruna feda etseydim, diyorum. Bu, tıpkı şuna benzer: Bir kimsenin evler, ambarlar dolusu çömleği
olsa da bunlardan biri eksik olsa, ne lâzım gelir? Sahibinin gönlünde bunları sarfetmekten başka ne arzu olabilir? Bunun gibi
belki yüz defa sayıklayanlar olmuştur. Ah ne yazık şimdi Emir sağ olsaydı bize ne büyük bağışlarda bulunurdu! O, hep
kendisinden dilediğim şeyi vermek isterdi! diye hasret çekenler vardır.
Dünkü gün, dedi ki: Bediuddin, Allah cemalidir. Ondan bir görünüştür. Bu söz onu kayırma yönünden doğru görünür.
Mevlânâ dedi ki: Ben Bediuddin'i bu güne kadar seviyordum, ama bu gün gördüm ki O da niyaza, bir takım isteklere
kapılmıştır. Allah hakkı için ona inanırdım. Şimdi sanki kıyamet kopmuş, gizli âlem açığa çıkmıştı. Evet ant içerim ki gizli âlem
açıktır, perde aralanmıştır. Ama bu, gözleri açık olanlara göredir. Bundan sonra bana kazanç haramdır. «Bunu ancak onun
ayakları altına saçmak için isterim,» diyen o adama dedim ki: «Öyle ise senin onunla görülecek bir işin vardır. Bana bu
hususta hayır demekle sözümü kabul etmiyorsun. Eğer senin maksadın onu yüceltmek ise, onu ululamak benim sözlerimi
kabul etmemekle olmaz. Gerektir ki emrimi kırmayasm. Senin bu yaptığın, evvelce sana anlattığım Ayaz ve kadeh hikâyesini
andırıyor.» O zaman unuttum buraya kadar benimle birlikte gelmişti. «Elbette ben çıplağım, bulduğum her cinsten elbiseyi
bana giydir,» dedi.
İmad dedi ki: «O söylediği söz, sentaks yönünden doğru değildir. Sentaks bilgini Sibeveyh de bu konuda pek az
bilgiye sahiptir.» Ben o kadar demiyorum. Ancak şunu soyuyorum: Bu hal, Hazreti Muhammed'e (S. A.) uymak hususunda,
«Yarabbi beni Ahmed'in ümmetinden kıl!» diye dua etmekle, «Yarabbi beni Hazreti Muhammed'in ümmetinden kıl!» demek
arasında mana bakımından eşitlik olamayacağını anlatır. Çünkü burada değişik bir mana vardır. Bu duayı eden kimse, onun
makam ve mertebesini istiyor, onun cemalini özlüyor demektir. Yani başka bir deyimle, bu sözde hiç cehennem arzusu yoktur.
Onun en ufak işareti budur. Bu değişiklik nisbete göredir. Sen bu aslı kurmaya bak ki, sana hiç bir zorluk olmasın. O sofa
yüksektir denildiği zaman bu yükseklik tavana göre değil, tabana göredir.
Mevlânâ'ya açık söyledim: Ben onların önünde konuşurken sözlerimi kendilerine anlatamıyorsam bari sen anlat
onlara. Benim ulu Allahdan bir fermanım mı var ki, o aşağılık uydurma şeyleri onlara anlatayım. Ben işin aslından, temelinden
bahsediyorum, onlara zor geliyor. Halbuki ona benzer başka bir asıldan bahsederken de sözün üstünü örttükçe örterim; kapalı
konuşurum. Tâ ki sonunda her söz başka sözün üstünü kapatsın.
(M. 80) Hak bahsinde Mevlânâ hiç kapalı konuşmaz. Çünkü onunla çok derinlere daldım, ona her şeyi açıktan açığa
anlattım. Bu nasıl olur? Mevlânâ konuşmaya başlayınca kabul ederler, özür dilerler, dervişçe başlarını eğer giderler.
Şimdi, «Fakr mertebesi tamam olan ancak Allahdır,» gibi binlerce beyhude sözlere gelelim. Yani «Fakr tamam olunca
Allah yüz gösterir, onu bulur ve görürsün,» sözünde küfür yoksa, bu sözün manası o değilse, seninle Hıristiyan arasında ne
fark olabilir? Nihayet Hazreti İsa, Hallacı Mansur'dan da Bayezid'den de, ötekilerden de daha lâtif bir zat idi. Şu halde
Hıristiyanı «İsa Allahdır veya Allahnın oğludur,» dediği için kınamak neden? Halbuki sen de aynı şeyi söylüyorsun. Şu halde,
«Fakr tamam olunca Allahyı bulursun,» sözünün manası, «Her kimin nefsi ölürse, Şeytanı da ölür; kötü huylardan
temizlenerek Allaha kavuşur,» sözündeki mana gibidir. Ama bu kavuşma hâşâ Allahın zatına kavuşmak değil, belki onun
yoluna girmektir. Kul, Allahın kendisine kavuşmadığını, ancak Allah yoluna girdiğini anlar. Aksi halde Allah yolundan sapmış
olur. Sonra onun nefsi de dirilir, Şeytanı da! Allah yolunun nuru ile Allahın zatının ruhunu ayıramayan, daima karanlıktadır ve
körleşmiştir.
Yüce Allahnın nurdan yedi yüz perdesi, yahut nurdan yedi yüz örtüsü vardır; bunlardan biri açılsa, hem dünyayı, hem
içindekilerin! yakar, denildiği vakit o hangi perdedir" ki, yavaş yavaş kalkınca zat nuruna varılabilir, zatdan parlayan ruha
erişilebilir? sorusu hatıra gelir.
Abdest üzerine abdest almak, doğuşta, yaratılışta temiz ve abdestli olanın üzerine nur üstüne nur iner. O, iki defa
abdest almış demek değildir. O, benim okumadığım bir meseleden bahsetti, İzzeddin onu kabul etmedi, yalanladı. Nasıl olur
da, «Evet ben onu okudum,» diyebilir? Mevlânâ'dan bir işaret aldım; sandım ki Mevlânâ da bunu anlatmak istiyor. (Kendi
kendime) «Bugün Mevlânâ da o türlü sözler söylüyor ki ben şimdiye kadar asla bahsetmedim,» dedim. Sana güvenerek
söyledim ki, sen hem kadıya, hem de adalet bakanına karşı savunasın. O demiştir ki: «Eğer benden bir şey götürmez ve
gelmezse onun kuvvet ve kudretini hiçe indiririm. Bu tıpkı şuna benzer: Bir köle var mıdır ki, Sultana karşı, «Sen ki
Padişahsın, meclise gel de seni göreyim,» diyebilsin; bu nasıl olur? Biz bu nefsi ne Aksaray'dan, ne de Kaymaz
Kervansarayından getirdik. Eğer sen bu fikirde isen, Halep' te oturmuş, bir ülkeden başka bir ülkeyi seyrediyorsun demektir.
Zavallı ihtiyar! Başında bu teslim taşı ve aramızda bu yakınlık olmasaydı. Hele senin, «On beş seneden beri sende bu
ne sabır» deyişin yok mu; bunda azıcık bir samimiyet kokusu olmakla beraber taşınca yüz bin misli artar. Bu hal ve sözler bir
soru sormak maksadı ile değildir. (M. 81) Ancak bu da hakikatte bir soru olabilir. Yani iş böyle olunca hemen cevap vereyim.
İyi dikkat edin ki, sual daima cevap cinsinden olur. Mevlânâ ona lâyıktır. Bana dost olan bir kul, onun bütün sıfatları ile
vasıflanmış olur. Bu takdirde onun kahrı da, sabrı kadar sonsuz olur. Sen onun sabrını başkalarının sabrı ile karşılaştırdığın için
ondaki bu sabır, sana çok görünüyor. Ama onun sabrını bir de Allahın sabrı ile karşılaştır. On beş sene çok kısa kalır. Ne on
beş sene ne bin sene!
Allahın misk ve amber kokusunu andıran, her zaman burunlarda tüten bir kokusu vardır. Ama hiç misk ve amber
kokusuna benzer mi o? Allah tecelli etmek, yani kendini kuluna göstermek isteyince o koku önceden duyulur. İnsanı mest
eder, baygın hale getirir. Böylece, o sözün de arkası kesilmez. Hazreti Muhammed (S.A.) buyurur ki: «Ey Hıristiyan! Sen
İsa'yı tamyamadın, bari beni tanı. Eğer onu tanımış olsaydın beni daha çok tanırdın!» Bugün Hazreti Peygamberi, bütün
peygamberlerin sonuncusu olarak anlatırlar. Derler ki: Onun «Her kim benim nefsimi bildi ise Rabbimi de bildi,» ve ayrıca
«Kendi nefsini bi len Allahsını da bilir!» buyurması utancından mı ileri geldi? Onun, «Her kim nefsini bildi ise,» sözünü, herkes
nefsinden habersizlikle yorumladı. Akıllı kişiler kendi kendilerine dediler ki: «Bu alçak, murdar, azgın ve karanlık nefisciğimizi
tanıyoruz; ama bundan, Allahyı bilme marifeti elde edilebilir mi?» Sırra erenler onun ne dediğini anladılar. Kendi kendime
dedim ki: Benim için yemenin, içmenin, uyumanın ne yeri var? Ulu Allah beni bu iş için mi yarattı? Benimle hiç bir aracı
olmadan konuşmaz mı? Ben ondan bir şeyler sor amam. O da bu yemenin, uyumanın ne olduğunu söylemez. Acaba ben
körükörüne yiyip içmek için mi geldim bu âleme? Eğer iş böyle olsa ve ben onunla karşı karşıya konuşup anlaşabilseydim, şu
yiyip içtiğimden dolayı buraya nasıl geldiğimi, nereye gideceğimi, beni kurtaracak olanın kim olduğunu; sonumun nereye
varacağını anlar ve kaygısız yaşardım. Bu, akıl yönünden nasıl olur? dedim; yüzümü ona çevirdim. Nasıl ki bir annenin âlemde
bir tek çocuğu vardır. Çok güzel, yakışıklı bir yavru! Elini yanan ateşe sokmuştur. Bunu gören anne nasıl yerinden fırlar ve
çocuğunu nasıl kaparsa, Hak kokusu da beni öylece ateşten kaptı.
Kadı Şemseddin'in dediği gibi, nasıl olur da Yusuf'un o cihanı aydınlatan güzelliğine gölge düşer, onun gül renkli
yanakları solar? Bu ilim kızmadıkça o ilimlerdeki soğukluk anlaşılmaz. Sıcaklık soğukluğa, soğukluk sıcaklığa karışır.
Bu sözümüz Mevlânâ'ya değildir. O, bu türlü insanlardan değildir. (M. 82) Kuran'da, «Semadaki bulut dağlarından
dolular yağdırır, onu dilediğine isabet ettirir, dilediğine ettirmez,» (Nur sûresi, 43) buyurulmuştur. İşte Kuran'da bulduğumuz
bir deyimdir bu. Başkalarının başına gelen her kötülük yorumlanırken, Allah yolunun yolcuları hakkında iyilik olarak
yorumlanır.
Allahın güzel isimlerinden biri de Mürid'dir nihayet bu müridin bir M ura d'ı olacaktır. Onun bir adı da Talib olunca bir
Matlub'u olmak gerektir. Biri sordu: «Bu herkes için midir? Nihayet ben de önce talip idim.» Dedim ki: «Herkes talip değildir,
o talepten âlem halkı üzerine bir ışık düşse hiç kimse takat getiremez hepsi yanar, mahvolur gider.» Bu taliplerden biri Musa
Peygamberdir. Dağda, Allahdan bir iz aradı; kendinden geçti, geri döndü. Şu halde rastgele herkes nasıl matlub yani aranan
kişi olabilir? Manası pek lâtif olan şu beyitdeki nükteye asla itirazın yeri yoktur. Şair:
Bizi şehrimizden kovarlarsa ne çıkar? Şehir dışındaki kırlar bizimdir, demiştir.
Allah başarı verirse, ben de öyle bir yere gideceğim ki, hiç ses seda gelmesin oraya. Çeşitli yönlerden esen rüzgârlar
birbirini kovalasın. Ben bir şey okuyayım, onların kulaklarına üfleyeyim; sen de oraya kulaklarını tutasın.
Senedi, .dayanağı olan kişinin gönlü şendir, arkası kuvvetlidir, hiç bir şeyden gam yemez.
«Şeyh İbrahim burada olaydı,» dedim, «bana iftiharla hizmet eder, gönül hoşluğu ile yoldaşlık yapardı.» Diyorlardı ki:
«Biz de hizmet için kalmıştık, ama sen kendinden geçmiş unutmuşsun.»
Şimdi kapalı bir sırrı açıklıyorum. Diyordum ki: «Siz bir konak ilerden gidin ki, ben de arkadan geleyim.» Onlar
bundan başka manalar çıkararak, «Sen bizimle beraber olmaktan rahatsız mı oluyorsun?» di yorlardı. Ben kendi kendime «Siz
her vakit kendinizle cenkleşiyorsunuz, nefisleriniz dipdiri. Yol işidir bu,» dedim. Dediler ki: «Eğer şunu yap bunu yapma gibi
sözler size ağır geliyorsa, bu şundan bundan konuşma ne oluyor? O kadar niyazlarımızı da mı boş lâf sanıyorsunuz?» Ancak
ben İsrar ediyordum: «Ben sizin peşinizden gelirsem arada bir konak farkeder. Hem acemi mekkâreci (hayvan sahibi) beni ne
tanır. Ona ben teklifsizce hükmederim, onunla istediğim gibi pazarlık ederim. Bu işten bir o anlar, bir de hayvanı. Ben
hayvandan iner bir köşede dinlenirim.» «Hiç olacak bir şey mi bu!» dediler. «Biz bir menzil ileri gidelim de sen on menzil geri
kalasın!» O zaman gözümün rahatsızlığından bahsettim. Şimdi bu benim elimde değil, bu gaip âleminden gelen bir engeldir.
Siz gidin! Bana yalnız Mevlânâ'mn mektubu kâfidir. Bana gönderdiği oğlu (Sultan Veled) dedi ki: «O zaman Mevlânâ bana ne
der? Bana, 'Behey ahmak, behey eşek, behey apdal akılsız! Ben seni gönderdim ki, o zatı geüresin. Mademki sen de gittin,
(M. 83) onu buldun, sana gözünün ağrıdığını söyledi; o zaman sana yaraşan orada beklemek, ona hizmet etmek, iyice afiyete
kavuşuncaya kadar orada kalmaktı,' demez mi?» Delikanlının bu sözlerinden anladım ki o güzel bahaneleri ona Mevlânâ
öğretmiştir. O sözleri, o alçak gönüllüğü Mevlânâ öğretmiştir. O sözler, o incelik o lâtif cevaplar hep Mevlânâ'mn öğretmesi ile
olmalıdır ki, bana bu hususda olağanüstü bir ilgi gösterdi. Bundan daha üstün bir sözün misalini söylesem bilgisiz halkın
kafasına girmez. O anladı ki, kendi sözünü henüz karısı bile kavrayamadığı gibi oğlu da anlayamaz! Ne güzel sıfatlar ki hiç biri
ötekiyle çelişmez; bu onunla, o da bununla uyuşma halindedir. O sıfat, bu sıfatı artırınca bu da ötekini artırır. Bir aralık bir
sıfat ötekilerden ileri geçse bile yine aralarında düzenlik ve adalet bulunur.
Şimdi sen diyorsun ki: Bu karanlık sözlerden benim sorduğum şeylere bir karşılık gelmedi. Onun kapısında karanlık
ne oluyor? O aynı zamanda nefsin pusu kurduğu bir yerdir. Nasıl ki Attar buyurdu: «Yüz yıl gece gündüz çile doldursan,
perhizler yapsan bile, senden, o günde, ne bu çileyi, ne de bu halveti sorarlar. Sen ilerisini düşün, oraya bak! Bu istiyor ki o
düğümleri kendine engel saymayasın. Mademki o engel oluyor, o halde bu ayrılığın sebebi nedir?»
Bir gün gelecek ki, «Haber, gözle görmek gibi değildir,» nüktesi açıklanacak. O gözle görmek, sana göredir. Onlara
dedi ki: Bir işin seninle ilgisi yoksa bırak onu. Yolculukta sana yük olur, ölüm korkusu vardır onda. Çünkü bu yolculukta bir
çok perdeler kapanır.
Sana deseler ki: Elinde bulunan yüz altım ya bana ver, yahut da birlikte kadıya gidelim. Sana, o yüz altını bana
vermek mi daha hoş gelir, yoksa «Hayır bu bana lâzımdır,» mı dersin? İşte asıl maksat budur. Eğer hayır bana gerekmez
diyorsan o da der ki: «Sen, bizim aradığımız, bizim matlubumuzsun. Sizin gelmenizden başlıca umudumuz bize yardım
etmeniz, şu veya bu dileğimizin yerine getirilmesinde bize yararlı olmanızdır.» îşte bu söz hiç yorum götürmez.
Biri der ki: «Filan zatın oğlu, Tebriz'li bir yabancının arkasından niçin yürüsün? Horasan toprağı, Tebriz toprağına mı
uyruk ve bağlı olsun?» O sofuluk ve safa ehli olmak davasındadır. Onda bu kadar akü yoktur ki toprağa itibar olmadığını
anlasın.
Bir İstanbullu, «Mekke bu âlemden, madde âlemindendir; iman ise öteki âlemden yani mana âlemindendir,» dese,
burada Mekkeliye düşen vazife İstan bulluya uymaktır. «Vatan sevgisi imandandır,» hadisinde Hazreti Muhammed'in maksadı
nasıl Mekke sevgisi olabilir ki, Mekke bu âlemdendir, iman ise bu âlemden değildir. Şu halde iman konusundan olan şeyler bu
âlemden değildir; öteki âlemdendir. Nasıl ki, «İslâm garip olarak başladı, garip olarak da geri dönecektir,» hadisinde de
maksat aynıdır. Mademki İslâm gariptir, o başka âlemden gelmiştir; nasıl Mekke'ye mahsus olabilir? Bunun sadece Mekke'ye
ait olacağını söyleyenler sevginin ilk basamağında kalmış olanlardır.
(M. 84) Bu anlayıştan kurtulmak da çok zordur. Bu sevgi sarhoşluğundan kurtulmak için çok koşmak gerek. Bundan
sonra da ruh âleminin sarhoşluğu gelir. Ruh, henüz görünmemiştir, ama sarhoşluğu büyüktür. Nasıl ki, Allah erleri son derece
sarhoşluklarından ona bakamazlar. Peygamberler de böyledir. Söze başlarken onun hatırına âyetten, hadisten başka hiç bir
şey gelmez. Ona şundan bundan işitilmiş sözleri aktarmak da utanç verir. Meğer ki halka bir konuyu anlatmak için olsun.
Aşkın bu ikinci mertebesinden geçmek zor ve çetindir. Ancak ulu Allah, tek yarattığı sevgili kullarından birini gönderir de ona
ruhun iç yüzünü gösterirse, onu hak yoluna yöneltir, maksadına eriştirir.
Allah yolunun sarhoşluğu üçüncü mertebede de belirir. Bunda da büyük sarhoşluk vardır, ama ayıklığa yakındır.
Çünkü her neyi, odur sanırsa, Allah onu, o şüphenin dışına çıkarır. Bundan sonra da dördüncü mertebe gelir. Bu da, doğrudan
doğruya Allahdan sarhoş olmaktır. Bu mertebe, kemal mertebesidir. Bundan daha sonra da ayıklık ve akıl mertebesi gelir.
Aşkın yorumuna gelince; önce bilmelidir 'ki, aşk deyince, kadın, altın, dünya sevgisi gibi şeylerden söz etmek
istemiyoruz. Belki, bu sevgi sarhoşluğu azalır korkusu ile dünya çevresinde dolaşmak da gerekmez. Pek çok rahiplerde de bu
aşk sarhoşluğu vardır. Bundan dolayıdır ki içlerindeki duyguları açığa vururlar.
İmad ve onun gibiler aşk sarhoşluğunda olgun kişilerdi. Onlarda ruh sarhoşluğundan da bir 'koku vardı; ona yol
bulmuşlardı. Evhad (Kirmanî), aşkın son mertebesine daha yakın idi. Firavunun sihirbazları aşkda tamam olmuşlardı. Şüphe
yok ki onlar, ruh kokusu almışlardı. Ama Firavun, aşkda tamam değildi. O mantıkçı idi; o yolun adamı idi. Sihirbazlarda bir
hüner vardı ki, bu Firavunda yoktu. Seyyid'de (Burha-neddin) ruh kokusu, ruh sarhoşluğu fazla idi. Mev-lânâ'nın da, onun da
bilgileri çoktu. Ama o sarhoşluk hiç bir şey ile ilgili değildir.
O Şeyh Ebûbekr'in (Sellabâf) sarhoşluğu, Allahdandı. Ama o sarhoşluktan sonra gelen ayıklık onda yoktu. Bu nokta,
bana ilim yönünden bildirildi. Bu kulun kendi saadeti de belli oldu, ama yakın ve kesin değildi. Has kullarından birini
gönderdiler ki, ona saadetini yakın olarak öğretsin, onu okşayıcı eliyle terbiye etsin. O azıcık kendi hakkında uygunsuz sözler
söylerdi; kendini incitir ama Allahyı nasıl incitebilir? Onların ağızlarından böyle sözler nasıl çıkabilir? Meğerki Allahyı bilmemiş
olsun. Nasıl ki Hakîm Senâî şu anlamdaki mısrada: «Ey taptığı Allahlar, Allahyı inciten zavallı!» diyor.
Hadiste, «Benim Allah ile öyle bir vaktim olur ki aramıza ne en yakın bir melek ne de kitapla gönderilmiş bir
peygamber girebilir,» buyurulmuştur. Bu onun tertemiz ruhu, kitapla gönderilmiş peygamber ise onun tertemiz bedenidir.
Mademki melek ile peygamber araya giremiyor, bu perdeyi açmak kimin haddine düşmüştür? Bu Tebriz'li oğlundan başkası bu
konuda konuşamaz.
(M. 85) Bu, Hazreti Muhammed'in (S. A.) makam ve hal mertebesi değildir; bu davettir. Bu konuda bir çok sözler
söylenmiştir. Sözü geçen hadisteki mana, nasıl Hal deyimi ile ifade edilebilir? Ben de diyorum ki bu, onun Hal mertebesi
değildir.
Bir insan ki hakkı aramaktadır, talep davasında-dır. Sevgi ve heves çevresinden dışarı çıkar, ruh kokusuna erişir. Bu
davacılardan bazıları acaba gerçek midir, değil midir; şüphelenirsek bakarız. I^.ğcr onun eğilimi dünya işlerine daha çok
dönük ise yalancıdır; sadece kuru davacıdır. Bu söz her ne kadar sıcak bir sözdür, ama benim açıklamak istediğim sözün
sıcaklığı yanında soğuk ve donuk kalır. Bugün burada biz ve siz varız. Zannediyoruz ki, kıyamet günleri gelmiştir. Dervişte,
Allah kullarında, öyle bir inanç var ki, sanki bu saat kıyamet saatidir, son gündür.
Bir gün, Eba Yezid, mimber üzerinde şu sözleri «oyuyordu: «Ben, içinde söz konuşulan (tartışılan) bir meclis
istiyorum. Yoksa bu tahta mimberdc konuşmaktan ne çıkar?» O sırada bir kadın ayağa kalktı yüzünü ona çevirdi. Vaiz hemen,
«Otur ey avrat!» dedi. Kadın atıldı, «Ey şeyh! Ey kuru davacı! Biliyorsun ki, şu senin halin ilk defa Jeğil! Her ne kadar sözün
doğrudur, ama sen kimsin? Bu sözler mademki senin sözlerin değil, bu iş senin işin değil; kıyametin belirtisi odur ki heybetten
ve siyasetten erkekle kadını ayırmak mümkün olmasın. Her ikisi birbirine karışmış olsun.» dedi. Eba Yezid sustu.
Bu âleme seyir ve temaşa için gelmiştim. Her harf siz, işaretsiz sözü, her sessiz kelâmı dinliyor; bu taraftan da sözler
işitiyordum. Diyordum ki, «Ey harf-siz söz! Sen söz isen söyle, bunlar nedir?» «Bana kalırsa bu oyuncaktır,» dedi. «O halde,
beni oyuncak için mi gönderdin?» dedim. «Hayır, sen istiyorsun ki, her şey kendi arzuna göre olsun. Suda, toprakta bir yerin
olsun da, ben bilmeyeyim ve görmeyeyim,» dedi.
Şimdi her sözü işitiyor, ibretle her tarafa bakıyor, her sözün derecesini anlıyorum.
Hazreti Peygamber Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: «Bir din bilgini bir gün bir sokaktan geçse, o sokaktan kırk gün
Şeytan geçemez.» Burada, Peygamberimiz sadece bilgin demiyor din bilgini diyor.
İsa'ya. Allahnın oğludur diyenler, onun birleşme yolu ile Allahdan kopmuş olduğunu söylemezler. Belki o, çeşitli
doğuş örneklerinden bir örnektir. Diyelim ki, bu s;z filandan çıkmıştır. Bu, bilinen manada doğmuş demek değildir.
Sultanı görmekte benim için bir zarar yoktur. Ama onun için bu şeyhleri görmekte ve emirlerle konuşmakta fayda
vardır. Onlar eğer Allanın has kulu iseler, bir havuzdan veya ırmaktan demiyorum, denizden bile geçseler etekleri ıslanmaz.
(M. 86) Ama bunlar onlardan değildir. Bunların etekleri ıslanmak değil, belki baştan ayağa suya batar; boğulur giderler, işte
bu sebeple, sultanlara onları görmekten ancak ziyan gelir. Çünkü onlardaki yetenek ve iş yapmak ar/usu, o din vurguncuları
yüzünden kapalı kalır. Mademki bizde de bir eğilim var, bu doğuştaki beraberliktendir. Nasıl ki herkesin kendisi ile birlikte
doğan bir Perisi veya Şeytanı vardır, derler, tnsan onu sever ve fazla sevgisinden bir eser bırakır; bir şeyler koparır. Bir kimse
vardır ki, bizden uzak kaçar, ama başka biri de bizimle sohbete, dostluğa lâyıktır. Bizim hoşnutluğumuzu ister sırasında,
ferman senindir, der. Ama onun gösterdiği bu bağlılıktan bizden razı olmadığı sezilir. Her ne kadar, ferman senindir dese bile
yine bizden hoşlanmadığı anlaşılır; bu yüzden duraklamalar görülür onda. Başka bir yorum: Âleme gelen herkesin kendisi ile
birlikte gelen bir yoldaşı vardır. Bazılarına hevesler, sevgiler yoldaş olur, bazılarına da aşk. Aşk, denildiği gibi, ezelden beri
vardır. Ama ruh hakkında fikir ayrılığı başgöstermiştir. Bazı filozoflar, ruh ezeldendir, kadîm'dir, diyorlar. Bazıları da sonradan
yaratılmıştır görüşünü ileri sürüyorlar. Yani önce yoktu sonradan var oldu. Hele ruhlar topluluğu daha sonradır. Hadisde,
«Ruhlar toplanmış ordulardır,» buyurulmuştur. Ama bu topluluk da çeşitlidir. Meyhane düşkünlerinin de bir topluluğu vardır,
bozguncuların da. Biz ancak ruhla ilgili olan o topluluktan bahsedeceğiz. «Allah bilgisi her şeyi kaplamıştır,» dediğimiz zaman,
bu toplulukta Allah vardır. Nasıl ki âyette, «Allah takva ehli kişilerle beraberdir,» (Nahil sûresi, 128) ve ayrıca, «Allah bizimle
beraberdir,» (Tövbe sûresi, 41) buyurulmuştur.
Şu hale göre Tatarlar, ilk yaratılışta bizimle birlikte (aynı topluluk içinde) tanışmış olsalardı bu gün ve bu saatte de
bizimle birlik olur, barışık yaşarlardı. Böylece îmad ile o H'ye Allah, «Topraktan ve sudan yarattığım âlemde bir Halife
yaratacağım, sizi de o toprak ve su âleminin Halifesi olan zatın soyundan üreteceğim,» diye hitap etti. Onlar, «Yarabbi! Biz bu
topluluk âleminde seninle birlikte rahat ve mutluyuz. Korkarız ki sonra dağılalırn, bu mutluluktan uzak kalalım!» dediler. Tann
buyurdu: «Ben biliyorum, siz bu sözü itiraz ve edepsizlik yönünden söylemediniz. Ancak bana sığındığınız için, topluluğunuzun
dağılmasından korkuyorsunuz. Halbuki benim gücüm her şeye yeter, benim kudretimde eksik bir taraf yoktur. Ben sizi yine
toplarım, hep birbirinizle;. hep bir arada, aynı kılıkda yeniden yaratırım!»
Hiç şüphe yok ki, şu âlemin yaratılışında bir maksat ve sebep vardır. Bir mutlu kimse vardır ki, bu sarayın içi dışı,
onun için döşenmiştir. Geri kalan ne varsa onun uyruğu, onun kölesidir. Her şey onun içindir. Bu kâinat (M. 87) binası onun
için yaratılmış, o bu kâinat için yaratılmamıştır. Nasıl ki, bir zenginin aziz bir konuğu vardır, onun şerefine güzel bir konak
yaptırmış, döşemiştir. Sonra o başka bir yere göçmüştür. Bu konak boş kalır mı hiç? Aradığımız Allah yolunun yolcuları vardır.
Ama onu akıl aracılığı ile arayanlar, bulmak istiyenler asla yol bulamazlar. Meğer ki, aradığı zat doğrudan doğruya ona yolunu
göstersin. Bu yolcu isterse bütün âlemi ayağına çeksin, her yana ve her yöne başvursun, bilgiyi kendisine kılavuz edinsin ve
kendinden daha üstün, daha yetkili ve gerçeğe susamış bilginlerle düşüp kalksın. O aradığı sevgili kendini göstermezse, şüphe
yok ki hiç bir şey elde edemez.
Allah yolunun bilgisi mücahede ile, çalışmakla da elde edilemez. Bir kimse bu bilgiye ermek için yerde, gökte
durmadan uğraşsa bile eli boş kalır. Karanlığa gömülür. Meğer ki Allah bilgisine ermiş erenlerden birinin eteğine yapışsın da
onunla birlikte çalışsın. Zaten, o Allah velisinin arzusu da bu maksadı gerçekleştirmek değil midir?
Bugün, size, aradığınız o Allah adamı, benim dersem, Mevlânâ bizden uzakta mı kalır? Onun için ne mutluluktur ki,
aradığını bulmuş, ona erişmiştir. Yoksa aksilik aksilik üstüne olurdu. Bugün size vereceğim öğüt şudur: Önümüzde bir gün var
ki, o güne Tegabün yani Kıyamet günü derler. O gün, «Ah, biz ne yaptık!» demenin hiç bir faydası olmaz. Ama Kıyamet bu
saatte faydalıdır. Hazreti Peygamber buyurmuştur: «Size gelecek olan o zatın yüzünün rengini hatırmızda tutun. O, gam
vaktinde bana sevinç verecektir.» Bulunduğunuz topluluk derin bir uykuya dalmıştır. O evde, sende hoş ve yüksek bir hal
vardı, yüzün kızarmıştı. Sarhoşluk ediyordun. Ben de sana, «Şimdi sarhoşluk etmenin yeri var mı?» diyordum. O sırada oraya,
beni ziyaret için başka bir cemaat geldi. Ben önlerine çıktım, gelmesinler diye oyaladım, îmad da onlarla beraberdi.
Sultan o kişidir ki, Sultan olduğunu bilir. H, nefsine düşkün bir sofudur, isterse gelir isterse gelmez. Geciken vaatler
unutulur derler. Âşıkın hali böyle değildir, îşe önceden başlamak gerektir. Bu günün işi, yarına bırakılmamalıdır, îşe başlarken
de Allahdan yardım dilemelidir. Artık bundan daha açık söz, bundan daha beyaz yoğurt olamaz. Kadı işaret yolu ile şöyle
demiştir: «Diken asla yenilmez, kendin de yiyemezsin.»
Şeyh ibrahim'e dedim ki: «Bu tatsızlık hep senden mi?» Onu kendime muhatap ettim. Ahvalin ne olduğunu zaten
biliyor-dum. O kimdir ki, onun gönlüne perdeler çekilsin. Ona bizim âlemimizden bir hayal, o hayalden de başka bir hayal
doğsun.
(M. 88) Ben bu mânâları öylesine söylüyorum ki, Hazreti Peygamber Aleyhisselâm bile bu kadar açık söylemez. Gerçi
bu onun güçsüzlüğünden değil, belki onun bu sözü "fazla uzatmak ve incelemek için yeterli vakti olmadığındandır. Çünkü o
çok meşguldü. Ama benim için o mânâyı olduğu gibi, açıkça söylemekte hiç bir engel yoktur. Ben her ne kadar kendimi sözle
oyalamaktaysam da, o mânâ bana şu beyitten geliyor'.
Anlamaz Leylâ yazık âvâre Mecnun halini,
Halini Mecnun'un ancak sadece Mecnun bilir.
(M. 69) «Sen divane misin?» deyince, misafir derviş, «Böyle söyleme!» dedi. Zâhid, «O halde tövbe ettim, hakkını
bana helâl et!» diyerek dervişin ayağına kapandı. Misafir derviş, kendi kendine, «Senin bu sözünden bana bir zevk kokusu
geldi,» dedi. Bu, tövbenin, gönül alçaklığının bereketinden hasıl olan bir zevk idi. Zâhid, «Bu dağda bir Allah adamı var da
onun ziyaretine geliyorlar,» dedi. Mevlânâ'nın buyurduğu gibi, eğer sözü kudretimizin kemâliyle söylesek bu insana daha hoş
gelir. Gönülden, ruhtan, mânâdan ibretle söylenen sözler daha hoştur. Ama bazan da aldatmacadır. Yoksa susayım daha iyi!
Cevap verdi: «Eğer susarsan konuşman da daha aydınlık olur. Çünkü sükutta, hem sessizliğin ışığı, hem de konuşmanın
faydası gizlidir.»
Yüz bin rahmet senin o hatırana olsun ki, bütün âlem asla o hatırdan geçmez; hiç bir tarafa da iltifat etmez. Bu saat
benim âlemimde onun hatırı böyledir. Benim düşüncemde de, zahirde işimin doğruluğunu anlarım. Derviş Padişahın huzuruna
gitti, selâm verdi. «Benden bir söz dinle,» dedi. Padişah dervişin tatlı konuşması üzerine atının dizginini çekti, gönlü kabardı,
atından indi, kendi kendine, «Bu derviş her ne isterse vereyim. Mal, mülk, hatta en güzel kızımı bile istese feda ederim ona ve
hatta nikâhlı karımı bile istese boşayarak kendisine sunayım,» dedi. Sonra, hemen sordu: «Ey derviş benden ne dileğin var?
Her ne istiyorsan söyle hemen vereyim. Pek tatlı bir nefesin var.» «Evet,» dedi derviş, «hoş nefes dervişlik gereğidir. Sen
benimle bir kaç söz konuştun. Benim sözüm senin sözünle öylesine tatlılaştı ki, seni atından indirdi ve öylece bana boyun
eğdin! Eğer beni dinlemek şerefini esirgemezsen, söz senin varlığınla tamam olur.»
Ey Şah! Halk içinde olduğun halde bir saat olsun halkı kendinden uzaklaştır. Tâ ki, Şah, dervişin ziyaretine gitti
desinler. Hem öyle bir eve gidelim ki, orada Şah hangisi, derviş hangisi belli olmasın.
Bu bir hikâye değildir. Bu sözdür ama onu asla seninle konuşmak istemem, ancak sen çok merhametlisin. Hani o gün
bana, «Senden bir şey istediğime pişmanım,» demiştin. Seninle kıl keçe üstünde bile oturmak hoştur. Ama bu bir ödünçtür,
borç değil. O geçen günler bir şey değildir. Biribirini tutmayan şeylerde ya bir taraf yalandır, ya öteki taraf. Eğer o taraf yalan
ise şu halde benim tarafımı tutarsın. (M. 70) Bazan o âlemden, bazan öteki âlemden acayip sözler anlatırlar. Ariflerden,
büyüklerden bir şeyler naklederler. Şu âlimden bir şey işitir hayret ederler. Yani bu âlem halkının işi, hep bu aşağılık ve
bilgisizlik yüzündendir. Henüz zayıf sözleri öğüt yoluyla mı söylerler? Yoksa sen henüz bu noktada mı kalmışsın, burada kalma
derler. Bu saat tamam oldu, ne söylesin? Her kim olursa olsun mimberin üzerinden verilen bu emirlerin karşısında cevaptan
âciz kalır. Geçmişi hatırlatmak istemem diyorsun; onlara faydalı olan filân mesele hakkında söylüyorum yoksa mecburî bir iş
değil. Zaman zaman emri terkediyorsun. Zorluk olmazsa o başka! Bugün zorluk olunca, kadı bile mahkeme kapısından geri
dönüyor. Allah, peygamberlere, velilere göstermedik zorlukları bana gösterdi, diye şikâyetlenme! Sen emri yerine getirmekte
kusurlusun. Sen umuyorsun ki ömür boyunca bu böyle olacaktır. Halbuki emirler, yerine getirilmesi mümkün ve senin de ona
elverişli olduğun için gelmiştir. Ama bugün sen emri yerine getirecek güce sahip değilsen, nasıl emre uyabilirsin? Hazreti
Peygamber bile emrin ağırlığı karşında, «Hud sûresi ve buna eşit emirler, beni ihtiyarlattı,» buyurmuştur. Eğer, «O emirlere
uymakta Peygamber için çok fayda vardı,» diyorsan; sana da hiç bir zararı yoktur. Çünkü, «Yazık olsun bana dersin.» Ama o
hayıflanma öğünmekten daha aşağı bir çene kavaflığıdır.
O cömert yeni müslüman için, «Tövbe etmiştir,» demeğe gönlüm razı olmuyor. O derece düşkünlük ve kırgınlık,
kendini aşağı görmek gerekmezdi ona. Onların hepsini duygusuz bir kesek parçası sanırsın. Benim karşımda da o korkuyu
duymazlar, benimle birlikte oldukları zaman da. Ancak onları yola getirmek maksadı ile yedi başlı aslan masalım nasıl
anlatayım? O sözler kimin kaderini değiştirmeye yarar? Sana vehim ve korku gelir. «Aman, o ben olmayayım!» dersin. «Hayır
sen değilsin,» diyorum. Benden ve senden sonra gerçek bir istekli gerektir ki, o öğütlerin etkisi görünsün. Bugün her ne kadar
bu emirler başkalarına zor gelse bile, en uygun olan cihet hiç bir emrin sana çetin gelmemesidir. Bayezid, benim sohbetime
dayanamaz. Ne bir gün, ne beş gün. Ama bir kimseye ki gönlüm yönelmiş, sohbeti hoşuma gitmiştir, onunla öğüt bahsinde
konuşurum. Bir şeyde ki kök ve temel vardır, iyi bakarsan kolayca görebilirsin. Sana hoş gelir o temaşa. Bunun sebebi şudur:
Eğer siz geniş ölçüde bir dünya adamı olsaydınız, size başkalarının yardımı gerekmezdi. Ancak böyle değilseniz bu yardım
gerekli olur. Bu saatte Peygamberin şafaatindeki sırrı anlayabilirsiniz.
Gece yarısından sonra yüzümü onun tarafına çevirdim. Umduğuna kavuşmuş bir umutsuz gibi, bende bir umut
belirdi. Ama sen, «Senin yanında konuşmak bana haramdır,» demiştin. Evet bizim yanımızda söz haramdır, ama izinsiz olursa.
(M. 71) Eğer benim iznimle olursa o zaman konuşmak helâldir.
Ayaz, Sultan Mahmud'a bir kere sövmüştü. Ama Sultan onu öldürmedi. Çünkü Sultan daima, «Nerede o kurban ki,
Ayaz'ın ayakları altında keseyim,» derdi. Bunlar gibi bin tanesi bile, onun yolunda ölmeye lâyık değildir. Sultan Mahmud,
Ayaz'ın aylığını kesti. Bu imanın sırrıdır, ruhun azığıdır. Ancak onun nasibi olan sevgideki sıcaklığın, ondaki zevkin arkası
kesildi. Kezervanî, Hocendî'den daha güzel vaiz ederdi. Daha tatlı ve sıcak konuşurdu. Meselâ her hangi biri için, «Ben ona
inanırım,» derdi; bu olgun bir gençtir, böyle söylemez, böyle düşünmez; O, Mevlânâ'nın sustuğu gibi susmaz, belki ona uygun
cevap verirdi. Allah hakkı için onun gibi bin tanesi Mevlânâ'nın bir tüyüne bile değmez. Bütün fenlerde, Allahya yemin ederim
ki Hazreti Musa bile onun dengi olamaz. Mevlânâ, yaradılıştan hazırcevaptır. Karşısındakini susturur, bütün bu olan biten
şeyler sana benim tarafımdan ve hep senin susman yüzünden olmuştur. Ne güzel bir iftira bu! Aydınlatıcı bin doğru sözden
daha parlak, daha hoş, daha kutlu. İmad sözümü dinlemedi, acele etti. Zaten çok defa inanarak dinlese bile soğuk davranırdı.
İşte onda ilk defa görülen bu eğilim, ömründen bir gün dahi kalsa, her hangi bir şeyi anlayabilmek için onu tevil etmesinden,
yorumlamak istemesindedir.
Ona bir gün sordum: Tebriz'den ne zaman çıktın? O zahir ehli kişilerden, yani tahkik ehli olmayan zahir ulemasından
kimseyi görmedin mi? Bunları sormaktan maksadım, o zahir ehli kişiler, bir gün suyu azalır diye denize acırlar. Onun hangi
deniz olduğunu anla! Ona cevap verirsin. Çünkü sen ona inanırsın. Bu cevapta dolayı onun ululuğu seni sarar. Ama senin
cevabın onları doyurmaz ve etkilemez. Çünkü sen ululama ve yüceltme yolunda beni anmazsın. Her hangi bir şey hakkında bu
sözü kapalı söylemek gerektir. Bu söz, tulumdan sızan su gibi akar gider, dersin.
Batın bahsi bütün bunların dışındadır. Ben kendi halimde devam edip gitmekteyim. Asla bu halden daha ileri
geçmem. Ben, nasıl olur da senin beni düşündüğün gibi zaman zaman seninle birlikte geçirdiğimiz o âlemi anmam? Sen de
bilirsin ki, her ikimiz de aynı şehirdeniz. Bana dedi ki: «Sen şüphe yok ki, Haktan sarhoş olarak geldin, ama şaraptan sarhoş
olanlar gibi değil.» «Evet, ben gerçi içtim. Fakat halk içinde iki kadeh içip de sarhoş olanlar da vardır, binlerce kadeh boşalttığı
halde, yüzü kıpkırmızı oluncaya kadar içip de ayık kalan, kendi çevresini bilen, aklı başında insanlar da vardır,» dedim ve
kendi kendime, «En iyisi, bu bahiste karşındaki 'hayır' demeden sen de itirazı kes, 'evet' deyiver,» diye düşündüm.
«Ey iyisi bu bindiğimiz eşek; bize bağlı kaldıkça ona bir şeyler gerek,» dedim. Onlar için tek başına kalmaktansa, bir
yabancı ile birlikte olmak daha hayırlı görünür. Halkın yabancısı sanır ki, bu kısaltmalar tamahkârlıktandır. Ant içerim ki
kardeşlerimiz beni bilselerdi, çok güzel ve tatlı olurdu.
Hazreti Ali buyurmuştur ki, erkeklik üç yerde belli olur: 1. Savaşta, 2. Kadın koynunda yatakta, 3. Aldanmamak için
alışverişte. Halbuki Hazreti Ali'nin cömertliği yanında hazinelerin beş para değeri yoktur. Fakat o bunu öğüt olarak söyler
geçer. Ben de sözü özetleyerek söyler geçerim. Açık konuşurum ve geçmiş büyüklerin ruhlarını hasretle anarım.
Sizinle bir sır konuşurum ki, bunu ne Mevlânâ ne de daha önce gelip geçmiş büyükler işitmiştir. Çünkü son yetişenler
arasında Hazreti Muhammed'den (S.A.) sonra Allaha da iftira edenler, onların söylemediklerini söyleyenler vardır. Şu halde
işitmediğin şeyi konuşma. Önce söze başlayıp da bu söz açıklandığı ve neticede filân kişinin buna karşı olduğu meydana
çıkacaktır. Eğer önceden böyle vaiz etmeseydi, seni hiç kimse bilmeyecekti. Ama işin sonunda, «O büyük âlimdir, üstün bir
zattır,» diyeceklerdir.
Mevlânâ hararetli konuşmadığı zaman da onu severler. Fakat onda «(o zaman için) fesahat (düzgün konuşma) neşesi
yoktur,» derler. Ama daha sıcak konuşmaya başladı mı, o vakit onun gerçek değeri anlaşılır; sözlerindeki tatlılığa, gençler de
yaşlılar da âşık olur. Onu severler. Onun benden ve benimle beraber olduğunu bilirler; benim onların inandığına inanmadığım
yoludaki sözümün mânasını da anlarlar.
Mevlânâ bu dereceye inmiştir. Lâkin biliyorum ki, bende de bir hal var. Ben buna bakmıyorum ve bizi kınayanlara
karşı asla aldırış etmem. Bu bencilliktir. Şüphesiz ben bunu söyleyince sen de aynı şeyi söylüyorsun, ikimiz de bu konuda
birleşiyoruz. Ama bana gelince, daha söylemediğim şeyler kat kat fazladır. Bu noktadaki kuşkularım sonsuzdur. Bundan dolayı
sözü çok özetliyorum, konu dışına da çıkamıyorum. Bazan vaz geçiyorum, söze yalvarıyorum. Beni şüpheli duruma düşürme
diyorum. Allahı arayanlardan hiç bir talip yoktur ki, aradığı yolda olgunlaşmış olmasın. Talip isteğinde kemale ermiş, aranılan
sevgili sevilmek bahsinde henüz olgunlaşmamış ise, o kararsızdır. Ama sevgili, sevilmek bahsinde olgun hale gelmişse, her
ikisi birbirleriyle anlaşmış ve kaynaşmış demektir. Bu bakıma göre, ariften daha üstün bir şey yoktur. Ama (diğer bakıma
göre) ondan da üstün bir şey vardır.'
Diyelim ki, bir vezir vardır. Sultanın her halinden anlar. Huyunu, mizacını, öfkelendiği ve hoşlandığı şey leri bilir. Bunu
kimseye sormadan kavramıştır. Ama o vezir bütün bu yakınlığı ile beraber canından güvenli değildir'. Çünkü nice vezirlerin
boynu vurulmuştur.
Ayaz (Gazneli Sultan Mahmud'un gözdesi), canından güvenli idi, rahattı, hiç bir şeyden korkusu yoktu. Bir suç
işlediği, her hangi bir şeyi kırıp döktüğü, yahut üstünü başını ıslattığı, elbisesini yemek dökerek kirlettiği zamanlarda bile
suçluluğuna rağmen sultanı oyalar, onu bütün gün neşelendirir, eğlendirirdi. Sultan da onun bütün zararlı işlerini hoş görürdü.
Çünkü Ayaz, çok sevimli ve sevgili bir çocuktu. Vezir, onun bütün bu zararlı hareketlerini bildiği halde nasıl olur da ona göz
ucu ile bakabilirdi? Çünkü, Sultan binlerce kelleyi onun uğruna feda ederdi.
Sultan, vezire bir sır emanet ettiği zaman, onu hiç kimseye açıklamamasını tembih etmeye bile lüzum görmez, vezir
de bu sırrı saklamakta çok dikkatli davranır, onu mezara kadar götürür.
Hazreti Muhammed'le birlikte otururken Musa'yı görmek istersen aldanırsın, isa'yı görmek de böyledir. O, avların en
büyüğünü avladı. Ama Musa'yı görsey-din onu Hazreti Muhammed'den bulurdun. Ne zaman onun adı üzerinde sana bir şeyler
söylerler ve onun gayretinden bahsederlerse, onu Hazreti Muhammed (S.A.) söylemiştir. Eğer Tevrat'ı okur da onun vasfını o
kitaptan dinler ve Hazreti Muhammed'i (S.A.) dilersen, Hazreti Musa'nın bin kere: «Yarabbi ne olurdu o Peygamberliği bana
vermeseydin, yahut bir zaman yerimde oturup da onun dış görünüşünü görebilmek için biraz geciktirseydin!» dediğini
görürdün. O halde gel sen ve ben altı ay efendimizle birlikte oturup ah ve feryad edelim. (M. 73) Dünyada gönül açıcı Yasin
sûresini dinle, Dünyadan konuşanları dinleme. Ben ya sadığım şehirden ayrıldım. Kendi kendime, «Yürü! Kendi âlemine bak!»
dedim.
Bana sordular: «Ne iş yaparsın? Bu âlemden sana haber verdiler mi? Bunu gördün mü?» «Elbette gider görürüm,»
dedim. Bu yola geldiğim zaman, «İşte senin âlemin,» dediler. Bu âlemden ne anladın? Sana bir bilgi vermediler mi? Yine dedi
ki: Siz o âleme lâyık değilsiniz, o hamam külhanından vazgeçiniz. Ama burada senin bana tarif ettiğin bir ülke olduğunu
gördüm. «Orada ne işin var, anlat bize!» dedi. «Bu âlemi sen bilmiyor musun?» dedim. «Nasıl bilmem; sen de bilirsin,» dedi.
«Ama ben bilmiyorum,» dedim. O halde yürüyelim ki gözün, gönlün açılsın. Burada ne bekliyoruz? Ergeç her topluluk bu kabir
tarafından geçer. Şüphe yok ki dünya, etrafında ateş yanan bir kabirdir, içindekilerin iyi yanabilmesi için onları yumuşatır.
Kezervanî dedi ki: «Allanın bir kulu vardır ki, başına bir hal geldiği vakit kabirler üzerine yüzüstü kapanır ve başı
yerden kaldırılıncaya kadar öylece kalır.» Bu kimse bir belâya uğradığı vakit, «Bu adam zayıftır, güçsüz ve biçaredir,» dersin.
Ama nasıl diyebilirsin ki, bu adam, Hazreti Muhammed'e (S.A.) ümmet olmaktan vazgeçti de Nuh Peygamber'in ümmeti oldu.
Dedi ki: «Gerçi peygamberlere uymak vaciptir.» «Düşün bir kere,» dedim. «Bu caiz olur mu? Sonra 'Benim cevabım bu
değildir,' dersen, sorduğun soruları düşün bir kere; benim cevabımı düşünme korkunçtur,» dedim. Güldün ve dedin ki:
«Cevabını düşündüm, onun için bende bir korku belirdi.»
Bunu benim hamlığıma verirsin. Çok konuşmak isteği ancak sözü manâlı ve düzgün söyleyince hoşa gider. Çünkü
istek fazla olunca söze perde olur. Ama bu hep böyle oluyor.
Bir kâğıt düşün ki bir yüzü sana, öteki yüzü de sevgiliye dönüktür. Yahut her yüzü bir başkasına çevrilmiştir. Kâğıdın
sana dönük olan yüzünü okuyabilirsin, ama asıl dosta ve sevgili tarafına dönük olan yönünü okumak gerek.
Hep pişirdiğini yeme. Ekşimiştir, soğuktur, mideni de üşütür. Senin için tatlılık ekşilikten daha iyidir. «Ah, ah, ah!»
diye ağlayan hoş ağlar, ama «ha, ha, ha!» diye gülen öyle gülmez. Daha ne kadar, «ha, ha, ha!» diye güleceksin? Öyle
gülmek sana göz ağrısı getirir. Üç kere, «Haykanko Kokor» (Bu sözlerin hangi dilden olduğunu ve anlamını
öğrenemedik (Ç.)) söyle. Sana konuşmak gerekse böyle yaparsın, ama bizim o sağır kediciklerimize bunun ne faydası olur?
Halep'deki halk arasında yazacak bir şeyler, yeni bir haber yok mu? Senin için düşünecek, üzülecek ne sebep var ki! Orada
benim yerimde, benim gibi bin tanesini bulursun.
Bana şimdi Ebu Said Ebül Hayr'dan şu anlamdaki bir beyti nakletmek gerekiyor:
Beyit:
Çok utanmaz, açık saçık insanlardı, hep böyle idiler.
Adlarını söylerler, rezil olurlar, büyüklerini de rezil ederlerdi.
Bu yol çok acayip ve gizli bir yoldur. İşte şahneler oturmuş size, «Yol bu yol değil, asla buradan geçmeyin,» diyorlar.
(M. 74) Altı yön de Allah nuru ile aydındır. Zavallı felsefeci, yedi feleğin dışında kalmıştır. Uzayda, boşluk içinde
görünen her şeyin elbette bir hakikati, gerçek bir tarafı vardır. Nasıl ki Kuran'da, «Dağları yeryüzünün kazıkları yapmadık
mı?» (Nebe sûresi, 7) buyurulmuştur. Bu âyetteki sözü geçen kazıklar, ne dağlar, ne de taşlardır. Ancak bunlar birer birer
zikredilmiştir. Görmez misin ki bu dağlar yerlerinde dururken semânın cadın kurulmuştur. Ama eğer bunlar yerin kazıkları
olsaydı o çadır havada nasıl kurulurdu? Ben, «ulu Allah Mevlânâ'ya uzun ömür versin!» diyeyim; sen de, «Âmin!» deyiver.
Allah onu bize, bizi de ona bağışlasın. Hepimize de uzun ömürler versin! Âmin!
Her kim için, «Allah uzun ömürler!» versin diye dua ederlerse, sen de «Âmin!» deyiver.
Yüce Allahm, âlemin Doğusundan Batısına kadar, o testi su ile dolmuştur. Dediler ki; Duacı ile bu dualar nereye
sığar? Bu kap su ile dopdolu iken, o su göndermiştir. Beni andın mı hiç? Ant içerim ki sen beni anlayamadın. Eğer anlasaydın,
bütün vücudundaki organlar titrer, kalbin çarpar, sarsılırdın, içinden gelen bir ses sana: «Bu, Velidir! Bu, yeri ve göğü,
aralarındaki varlıkları yaratan yüce Allah dostlarının en güçlüsüdür!» diye haykırırdı ve, «Bu, işte burada hazır olan velidir!»
derdi.
Bu sevgili dost işte şurada oturan kişidir. Şüphe yok ki, sevgili neredeyse, seven de oradadır. Ama bu gafletde bir
sebep vardır. Lâkin bu derecede değil. Ben, senden daha korkuncum. Bundan önce benimle birlikte olduğun zaman yaptığın
hizmetlerden utanırdım. Şimdi ise hiç çekinmiyorum. Çünkü arifle bulunmak hoş şeydir. O beraberlik benlik davasından
uzaktır.
Hazreti Peygamber, «Yarabbi biz sana senin ululuğuna yaraşan ölçüde 'kulluk edemedik!» buyurdu. Bayezid-i Bistamî
ise, «Kendimi kutlarım şanım ne yücedir!» diye öğündü. Her çağda tek bir gerçek vardır. Lâkin şeyhin gerçek müridi daima
kendisi ile birlik olandır. Üst tarafı rüzgarla gelen, esinti ile savrulan tozlar gibidir. Ama sen üzülme! O biricik dost sen ol!
Çünkü o günahkârlardan binlerce gerçek dost arasında ancak bir tane bulunur ki, yabancı sayılmaz, perde arkasına alınabilir.
Yolculuk bittiği zaman o, ışıklı aklının nuru ile kanadı dünyayı yakan bir melek gibidir. Ama nerede o gerçek dost?
Şu şehvetler çamurunda iyiyi kötüyü seçebilen o er nerede? Bıyıklarını yolsan bile dudağını kıpırdatmaz.
Konuşulmaya, şakalaşmaya lâyık bir kişidir o. Halk arasında onun sözleri, «Bu, filân zatın sözüdür,» diye söylenir. Çok kere
kendisinden faydalanırlar, onunla çok kere doğru yolu bulurlar. Onların sözünde hak âleminden bir koku vardır. Öyle bir zatın
nefesi şüphe yok ki cennet nefesidir. Belki de Hak nefesidir. Dilerseniz, ona, halkın en azizlerindendir deyiniz. Ey Hakka yakın
kardeşler. Bu erenlere saygı gösteriniz!
Meclistekilerden biri, «Evet,» dedi. Öteki atıldı: «Ne demek 'evet,' 'eyvallah' de; 'öyledir* deyiver.»
Biz Allahın gönderdiği o biricik dost olmak davasında değiliz; sevilen, kat kat faydalı olanlardan da değiliz.
Mevlânâ dedi ki: «Üç şeye mânâ verilemez. Bunlardan biri gönül hoşluğundaki korku, ikincisi huzur alemindeki korku,
üçüncüsü de gereği gibi menfaat eksikliğidir.»
Gerçek Allah adamı, kapısından geçen köpeğe bile cevap vermekte saygı gösterir. Heybet, ululuk konusuna gelince;
bendeki irade kuvveti, heybete üstün gelir. İkincisi; düşünceli, ağırbaşlı hareket eder; her iki tarafı da korur. Yer uygunsuz,
oradakiler kabiliyetsiz olunca o yerde konuşmak zulümdü!. Kitaplar bu ko nuda bir şey söylemez, belki H söyler. Lâkin H de
bu konuda konuşmaz ancak benim çağımda ve zamanımda bunu birçokları yalanlar. Biri benim yanımda esrar içmeye, yalan
söylemeye tövbe etti ama şimdi unuttu.
(M. 75) Dün bana komşu cariyeler getirdiler. Yüzümü onlardan saklayarak dedim ki, eğer H'yi birlikte getirseydiniz
biz de Allahya yakın meleklerin kapışmak istedikleri nohut daneleri saçardık. O danele-ri sana şefaat dilemek için getirdiler.
«Bize o varlıktan bir bilgi ver,» derler. Kendilerine Allah katından bilgi verilmiş olanlar, başka bir deyimle İlmiledün erbabı iki
bölüme ayrılırlar. Biri o ilimde perişan bir sel gibi akar gider. Onlar ilim yolcularıdır. Bu toplum içinde ancak bir kaç kişi söz
söyleyebilir. Sende suret ve mânâ yönünden düzgün bir hal var derler. Kendilerinde belirli bir hal görmediğim ve evvelki
bölümün karşı cihetinde yer alan bir bölüm daha vardır ki, bütün Allah dostları, veliler, peygamberler bunlarla buluşmak,
yüzlerini görmek arzusundadırlar. Bir kimse ki, bu noktada yüz velinin bile bir peygamberin ayak tozuna değişilemeyeceği
inancında duraklamıştır, umulur ki o, başlangıçta da öyledir. Bir kimse ki son inancı bu noktaya gelmiştir, onun sonu nereye
varır?
Bir kimse ki, Kuran'ın Allah kelâmı, hadisin Peygamber sözü olduğuna gönülden inanmıştır, ondan ne umulur?
Başlangıcı böyle olursa onun son durağı nereye varır? Gerektir ki o bunları küçük yaştayken öğrenmiş olsun. Ama o, bu
daracık yerde mi kalmak? Hak âlemi çok geniş bir alandır. Bazılarına göre bu konu son derece sade ve basittir. Ama çok zor,
çok çetindir. Bazılarına göre de çok kolay ama o kadar kolaydır 'ki, bu kolaylıktan ötürü hayrette kalmışlardır. Bu bahiste söz
söyleyenler şu noktada duraklamışlardır :
Hadiste, «Kuran'ın yediye kadar zahirî, batini, batının batını manaları vardır,» buyur ulmuştur. Bu manalardan zahirî
manayı âlimler, batini manayı veliler, batını mana içinde gizli olan manasını da Peygamberler bilirler. Ama o üçüncü
derecedeki manayı Allahtan başkası bilemez. O halde ademoğlu bundan nasıl faydalanabilir? Hadislerdeki sırlar da Kuran'da
olduğu gibi çoktur. Nasıl ki, yüce Allah (Necm sûresinin ll'nci âyetinde), «Onun Miraçta gördüğü gerçek tecellileri, kalbi
yalanlamadı,» buyurmuştur. «Kulaklar duymadı, gözler görmedi,» nüktesindeki mana da şüpheli kalmıştır. Eğer Kuran'da
esrar olsaydı neden o, her gün Kuran'daki kesin hükümleri okuduğu halde kendinden geçmiyordu? Halbuki o, esrara dair tek
bir kelime işitse kendinden geçerdi ve o fitneler de açığa çıkardı. Bundan dolayıdır ki, Beyazid (Bistamî), öyle anlaşılıyor ki bir
takım kapalı sözleri ile kendi sırlarını söylemek istemiştir.
Hazreti Peygamber, kapalı söz konuşmadı. Sahabeler adına nakledilen öğütlerde de açıklamayı gerektirecek üstü
kapalı bir söz yoktur. Nasıl ki en olgun kişiler de onların hallerine dair bir şey söylememiştir. Onlar kendilerini apaçık
göstermişler, bu suretle tanıtmışlardır. Allah dostu gerçek veli ise kapalı ve gizli kalmıştır. Hazreti Muhammed (S.A.), onları
görmek arzusu ile yanıp tutuştu. Ama kendilerini görmeğe fırsat elvermedi. Ancak onların hasretini terennüm etti. Bayezid'in
bundan haberi olaydı, asla «ben» sözünü ağzına almazdı. Nasıl ki o, son zamanda «zün-nar» istemişti. Hakîm Senâîciğin son
günleri, Seyyid Burhaneddin'den, Seyyid Burhaneddin'in son günleri Mevlânâ'dan daha mı iyiydi? Senâî'nin hoşça bir hali,
Burhaneddin'in geniş bilgisi vardı. Bunları görüyorsun, îmad ve başkaları gibi geçmiş gitmiş olanların yüzlercesini de göz
önüne getir. Nasıl ki buğday çuvalından alınacak bir avuç örnek, çuval içindeki binlerce buğday tanesinin niteliğini gösterir.
Nihayet onların hepsi de bu cinstendir.
(M. 76) Yüzünde yüz bin safa ve evliyalık nuru parlıyan bir veli, sözü geçen erenlerden birini bir çöl ortasında görse
ve içinden o bildiği velinin bu olduğunu sezmiş olsa, derhal başı araya gider, helak olur. Bütün hali alt üst olur, damdan
düşer ayağı kırılır. Ama o toplu anlayışın manası ondan uzaklaşır; imanı gider donuk bir hal alır. Meğer ki o, velinin diled ği
kimse olsun! Çünkü o kimse, artık Allahnın da dilediği has kullardan biri demektir. Soruyorsun: «Şeytan o makama erişir mi?»
«Evet erişir.» Çünkü Şeytan, Allah ile konuşmak mertebesine ermiş olan Musa'nın haline erişti ki, o yüzden, Hızır, Musa'ya,
«Sen benimle birlikte bulunmaya sabredemezsin!» dedi. Çünkü Musa, soru sormakta acele etti. Acele ise Şeytandandır.
Ama başka yönden onun makamına asla erişemez. Çünkü onun gibi yüzlercesi Musa'nın ayak tozuna erişemedi.
Mevlânâ izin vermez ki ben işimi göreyim. Bana bütün âlemde öyle bir dost gerektir ki, onu bütün isteklerinden
yoksun bırakayım; onu dinleyeyim ama isteğini yerine getirmeyeyim.
Siz benim dostum değilsiniz. Siz nerede, benim dostluğum nerede? Bu ancak Mevlânâ'nın bereketiyledir. Benden bir
söz işiten herkes, zaman zaman beni dinliyenler de bir şey konuştuğum vakit dikkatle dinlemelidir.
Sen bir İbrahimsin ki, kitapla geldin. Ama beni bir öğretmen olarak görüyorsun. Çok kerre görülmüş Bir kimse,
tanımadığı yabancı bir kapıda da hizmet eder. «Bu yabancı kapı hangisi?» diyeceksin. Halk ile konuştuğum vakitlerde dikkatle
dinlersen anlarsın ki, onların sözleri hep kapalı sözlerdir, esrar doludur'. Halk ile konuşmaktan beni vaz geçirmek istiyenler, bu
açık sözden, «Kolaydır,» diyenler benden ve benim sözlerimden hiç bir şey anlamamış olanlardır. Onlar benden hiç bir nasip
alamazlar. Çünkü bir çok sırlar o toplum içinde konuşulan sözlerde saklanmıştır.
Büyük bir sır vardır ki, gayret yönünden ancak bir lâtife arasına karıştırılarak söylenebilir. Seni başkaları
göndermeden önce kendi arzunla ziyarete gelmek yaraşır. Aşk böyle olur. Eğer bu sefer gidersem beni bulabilir misin?
«Eğer,» diyorum; bunu kesin olarak söylemiyorum. Bu şarta bağlı «Eğer» den bahsetmek dosta çok zor gelir. Eğer, meğer,
keski, zannedersem gibi sözler hep böyledir.
Fahreddin-i Razî'nin bir çömezi ölürken insaf yönünden şu anlamdaki beyti söylemişti:
Beyit:
Aklın varacağı son durak ayak bağıdır.
Bilginlerin çok çalışmalarının sonucu da sapkınlıktır.
Sonra şu anlamdaki mısrada da:
Ruhlarımız, bedenlerimizden (irkmektedir, deniliyor.
Nefisten ve nefsin isteklerinden uzak kaçanlara o anda bir sır açıklanır. Onlar mahrum kalmazlar. Şu anlamdaki beyte
de bakınız:
Beyit:
Nice yüksek dağlar var ki, tepeleri yüce ve sivri şerefelerdir,
O tepeler, zamanla aşınır ama dağ yine dağ olarak kalır.
(M. 77) Bu sözden âlemin başlangıcı olmadığı manası sezilmektedir. Meğer ki bu dağlardan maksat Allah kulları
olsun! Ama onun maksadı bu değildir. O bundan uzaktır. O bu işin adamı değildir.
Mevlânâ'ya gelince; onun, bu saatte dünyanın hiç bir yerinde eşi ve benzeri yoktur. Bütün fenlerde, temel bilgilerde,
din bilgisinde, gramer, sentaks, mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır. Onlardan daha üstün,
onlardan daha zevkli, onlardan daha güzeldir. Gerekirse, gönlü isterse üzüntüsü engel olmazsa, konunun tatsızlığı buna sebep
olmazsa, hepsinden daha yetkili konuşur. Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu bahislerde yüz yıl çalışsam ondaki ilim ve
hünerin onda birini elde edemem. O kendisini bilmez sanır ve öyle zanneder. Benim önümde, beni dinlerken; nasıl anlatayım
ayıptır söylemesi, babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk, yahut Müslümanlığa dair hiç bir şey işitmemiş dönme bir
Müslüman gibi öylesine utangaç bir hal alır.
Bir sabah erkenden o mana âleminden konuşuyordum. Dedi ki: «Bu kulak, kulak olalı bu nükteyi işitmemiştir.» Çok
etkilenmişti.
Bir kerre de Pir, Mevlânâ'nın yanında idi. Ona, Seyyid Burhaneddin'in hüccetini anlattı. «Ona, Mevlânâ'ya ve bana
hüccet delil olamaz,» dedi. Benim maksadım armut istemek değil. Biri benim huyumu bilseydi ne iyi olurdu. Benim maksadım
ona teselli vermektir ki, o sayede sükûna kavuşsun. Bugün kurt masalı gibi sözlerin; yeşil, 'kırmızı hayallerin modası
geçmiştir. Bugün bunlar ne işe yarar? Bunlar b:rer aldatmacadır. Bunu nasıl bilmem? Bunlar ancak nefis ve murakabeyi
sükûna kavuşturmak içindir. Bunların başka bir işe yaramadığını mı sanırsın? Düşünüyorum da öyle değil!
Ev boştur ama kimse gelmiyor. Düşünürsem bana ne hizmetler ettiler. Uykudan uyanırken gül şerbeti yastığımın
üzerine konurdu. Dostum yanımdadır, ama susmuştur. Söz söylerken de havadan, sudan bahsetmez. Bütün yorumlamalarda
büyük adamdır o. Eğer sende aşk ve sevda galip ise, ona baktığın zaman sana bambaşka bir deniz görünür. Sende aşk galip
ise, Allanın da galip olduğunu anlarsın. Dağ gibi büyük bir adam. Senin hakkında ben güzel bir deyim bilirim.
Hazreti Ebubekr, söz yorumlardı. Sade bu yorumlama değil, söylediği her şey yorumladığı sözün anlamına uymasa
bile Allah onu doğruya çıkarırdı. Hazreti Muhammed (S. A.), hem söz yorumlardı hem de Hazreti îsa gibi körleri ve abraşlı
hastaları tedavi etmek kudretine sahipti.
(M. 78) Hazreti Muhammed'in (S. A.), yüz binlerce propagandacısı vardır. İsa bütün çömleklerin tuzunu önceden
koymuştur. Ama Hazreti Muhammed (Ş. A.), tuzu sonradan katmıştır ve Peygamberlerin sonuncusudur. Başka bir deyimle
Peygamberlik kapısını kapayan, onu mühürleyen zattır. Bir tuz saçan (lezzet veren) biri gerektir. Ama Mısır tuzu gibi
olmamalıdır o tuz. Sen beni serbest bırak da kendim söyleyeyim. Ondan sorma, sana ben söylüyorum. Başka bir saatte daha
iyi söylerim, daha tatlı konuşurum. Çünkü bu sohbet, o günahı işlemeden tatsız düşer. Ama o halin niyeti ile diyorum ki: Yazık
ki aşk, ayrılık gününde de bedenimi sırsıklam etti. Yalnız alçak gönüllü olanlar benimle dostluk kurabilirler. Gerektir ki o alçak
gönüllülük ve o kulluk duygusu, günah işlememek eğilimini artırsın. Bu güne kadar haram'dan perhiz ediyorsan, bundan sonra
helâl'dan da perhiz yaraşır sana. Ama bu tutum sana yorganı sattıracak dere ceye kadar gelirse, hoş olmaz. Onlar öyle
yaparlar ki H'yi benim gönlümden soğutsunlar, isterler ki bu gidişle benden bir şey koparsınlar. Yahut, «Ona verdiğin değer
akla uygun değildir, başka bir baha biçsey-din iyi olurdu,» diyerek buna benden başkasının hüküm vermesini isterler. Onlara
dedim ki, «Ondan hoşlanıyorum. O, ne bu cihandan ne o cihandandır.» Bu gönül hoşluğu ve sevinç ancak senin varlığınladır.
Dedi ki: O, bu cihan halkından başkadır. Ancak bunlardan o cihana utanç gelir. Ama kendisinde hiç utanç duygusu olmayan
kimseye göre, o cihan bu cihana geliyor. Öyle bir insan için altı yön de Allah nurudur. Ama gizli değildir ki, öyle bir kimsede de
gönül hoşluğu yoktur.
Benim, hiç kimseden dünya ile ilgili bir isteğim yoktur. Bende ancak Hazreti Peygamberin armağan kabul etmesi
âdetine uygun davranışta bulunmak arzusu vardır. Senin içi altın dolu şu kalede yüz binlerce altın ve gümüşün olsa da onları
başına saçsan, ben aşağıdan senin yüzüne bakarım. Eğer alnında bir nur, göğsünde bir niyaz ışığı göremezsem, o altın ve
gümüşler bana göre bir gübre yığınından başka bir şey değildir.
Bende bir tamah varsa sadece Mevlânâ yeter bana. Unutmayın ki, siz hep kendi mektubunuzu okudunuz hele dostun
mektubundan da bir şeyler okuyun. Size bu daha faydalı olur. Bütün bu sıkıntılarınız, sizin hep kendi mektubunuzu okuyup da
sevgilinin nâmesini okumamanızdan ileri geliyor. O hayal, ilimden, marifetten doğuyor. O hayalden sonra da başka bir ilim ve
marifet vardır. O ilim ve marifetin de başkaca uzun hayalleri vardır. Bunlardan daha kısa, ayrı bir yol daha vardır ki, hiç
bunlara benzemez. Ama o kestirme yolun da adını kötüye çıkardılar. Ona başka bir ad bulmak gerekiyor, îyi bir kanun
konulmuştur. (M. 79) Bir gün yanar bir gün yanmaz. Ama en iyi kanun hiç kimseden bir para istememektir ki, alanın hatnnı
dünya tarafına çekmesin. O tarafa dönüp bakmasın. Ancak şimdi benim pişmanlık duyduğum bir nokta var: Keski binlerce
altınım olsaydı da onun uğruna feda etseydim, diyorum. Bu, tıpkı şuna benzer: Bir kimsenin evler, ambarlar dolusu çömleği
olsa da bunlardan biri eksik olsa, ne lâzım gelir? Sahibinin gönlünde bunları sarfetmekten başka ne arzu olabilir? Bunun gibi
belki yüz defa sayıklayanlar olmuştur. Ah ne yazık şimdi Emir sağ olsaydı bize ne büyük bağışlarda bulunurdu! O, hep
kendisinden dilediğim şeyi vermek isterdi! diye hasret çekenler vardır.
Dünkü gün, dedi ki: Bediuddin, Allah cemalidir. Ondan bir görünüştür. Bu söz onu kayırma yönünden doğru görünür.
Mevlânâ dedi ki: Ben Bediuddin'i bu güne kadar seviyordum, ama bu gün gördüm ki O da niyaza, bir takım isteklere
kapılmıştır. Allah hakkı için ona inanırdım. Şimdi sanki kıyamet kopmuş, gizli âlem açığa çıkmıştı. Evet ant içerim ki gizli âlem
açıktır, perde aralanmıştır. Ama bu, gözleri açık olanlara göredir. Bundan sonra bana kazanç haramdır. «Bunu ancak onun
ayakları altına saçmak için isterim,» diyen o adama dedim ki: «Öyle ise senin onunla görülecek bir işin vardır. Bana bu
hususta hayır demekle sözümü kabul etmiyorsun. Eğer senin maksadın onu yüceltmek ise, onu ululamak benim sözlerimi
kabul etmemekle olmaz. Gerektir ki emrimi kırmayasm. Senin bu yaptığın, evvelce sana anlattığım Ayaz ve kadeh hikâyesini
andırıyor.» O zaman unuttum buraya kadar benimle birlikte gelmişti. «Elbette ben çıplağım, bulduğum her cinsten elbiseyi
bana giydir,» dedi.
İmad dedi ki: «O söylediği söz, sentaks yönünden doğru değildir. Sentaks bilgini Sibeveyh de bu konuda pek az
bilgiye sahiptir.» Ben o kadar demiyorum. Ancak şunu soyuyorum: Bu hal, Hazreti Muhammed'e (S. A.) uymak hususunda,
«Yarabbi beni Ahmed'in ümmetinden kıl!» diye dua etmekle, «Yarabbi beni Hazreti Muhammed'in ümmetinden kıl!» demek
arasında mana bakımından eşitlik olamayacağını anlatır. Çünkü burada değişik bir mana vardır. Bu duayı eden kimse, onun
makam ve mertebesini istiyor, onun cemalini özlüyor demektir. Yani başka bir deyimle, bu sözde hiç cehennem arzusu yoktur.
Onun en ufak işareti budur. Bu değişiklik nisbete göredir. Sen bu aslı kurmaya bak ki, sana hiç bir zorluk olmasın. O sofa
yüksektir denildiği zaman bu yükseklik tavana göre değil, tabana göredir.
Mevlânâ'ya açık söyledim: Ben onların önünde konuşurken sözlerimi kendilerine anlatamıyorsam bari sen anlat
onlara. Benim ulu Allahdan bir fermanım mı var ki, o aşağılık uydurma şeyleri onlara anlatayım. Ben işin aslından, temelinden
bahsediyorum, onlara zor geliyor. Halbuki ona benzer başka bir asıldan bahsederken de sözün üstünü örttükçe örterim; kapalı
konuşurum. Tâ ki sonunda her söz başka sözün üstünü kapatsın.
(M. 80) Hak bahsinde Mevlânâ hiç kapalı konuşmaz. Çünkü onunla çok derinlere daldım, ona her şeyi açıktan açığa
anlattım. Bu nasıl olur? Mevlânâ konuşmaya başlayınca kabul ederler, özür dilerler, dervişçe başlarını eğer giderler.
Şimdi, «Fakr mertebesi tamam olan ancak Allahdır,» gibi binlerce beyhude sözlere gelelim. Yani «Fakr tamam olunca
Allah yüz gösterir, onu bulur ve görürsün,» sözünde küfür yoksa, bu sözün manası o değilse, seninle Hıristiyan arasında ne
fark olabilir? Nihayet Hazreti İsa, Hallacı Mansur'dan da Bayezid'den de, ötekilerden de daha lâtif bir zat idi. Şu halde
Hıristiyanı «İsa Allahdır veya Allahnın oğludur,» dediği için kınamak neden? Halbuki sen de aynı şeyi söylüyorsun. Şu halde,
«Fakr tamam olunca Allahyı bulursun,» sözünün manası, «Her kimin nefsi ölürse, Şeytanı da ölür; kötü huylardan
temizlenerek Allaha kavuşur,» sözündeki mana gibidir. Ama bu kavuşma hâşâ Allahın zatına kavuşmak değil, belki onun
yoluna girmektir. Kul, Allahın kendisine kavuşmadığını, ancak Allah yoluna girdiğini anlar. Aksi halde Allah yolundan sapmış
olur. Sonra onun nefsi de dirilir, Şeytanı da! Allah yolunun nuru ile Allahın zatının ruhunu ayıramayan, daima karanlıktadır ve
körleşmiştir.
Yüce Allahnın nurdan yedi yüz perdesi, yahut nurdan yedi yüz örtüsü vardır; bunlardan biri açılsa, hem dünyayı, hem
içindekilerin! yakar, denildiği vakit o hangi perdedir" ki, yavaş yavaş kalkınca zat nuruna varılabilir, zatdan parlayan ruha
erişilebilir? sorusu hatıra gelir.
Abdest üzerine abdest almak, doğuşta, yaratılışta temiz ve abdestli olanın üzerine nur üstüne nur iner. O, iki defa
abdest almış demek değildir. O, benim okumadığım bir meseleden bahsetti, İzzeddin onu kabul etmedi, yalanladı. Nasıl olur
da, «Evet ben onu okudum,» diyebilir? Mevlânâ'dan bir işaret aldım; sandım ki Mevlânâ da bunu anlatmak istiyor. (Kendi
kendime) «Bugün Mevlânâ da o türlü sözler söylüyor ki ben şimdiye kadar asla bahsetmedim,» dedim. Sana güvenerek
söyledim ki, sen hem kadıya, hem de adalet bakanına karşı savunasın. O demiştir ki: «Eğer benden bir şey götürmez ve
gelmezse onun kuvvet ve kudretini hiçe indiririm. Bu tıpkı şuna benzer: Bir köle var mıdır ki, Sultana karşı, «Sen ki
Padişahsın, meclise gel de seni göreyim,» diyebilsin; bu nasıl olur? Biz bu nefsi ne Aksaray'dan, ne de Kaymaz
Kervansarayından getirdik. Eğer sen bu fikirde isen, Halep' te oturmuş, bir ülkeden başka bir ülkeyi seyrediyorsun demektir.
Zavallı ihtiyar! Başında bu teslim taşı ve aramızda bu yakınlık olmasaydı. Hele senin, «On beş seneden beri sende bu
ne sabır» deyişin yok mu; bunda azıcık bir samimiyet kokusu olmakla beraber taşınca yüz bin misli artar. Bu hal ve sözler bir
soru sormak maksadı ile değildir. (M. 81) Ancak bu da hakikatte bir soru olabilir. Yani iş böyle olunca hemen cevap vereyim.
İyi dikkat edin ki, sual daima cevap cinsinden olur. Mevlânâ ona lâyıktır. Bana dost olan bir kul, onun bütün sıfatları ile
vasıflanmış olur. Bu takdirde onun kahrı da, sabrı kadar sonsuz olur. Sen onun sabrını başkalarının sabrı ile karşılaştırdığın için
ondaki bu sabır, sana çok görünüyor. Ama onun sabrını bir de Allahın sabrı ile karşılaştır. On beş sene çok kısa kalır. Ne on
beş sene ne bin sene!
Allahın misk ve amber kokusunu andıran, her zaman burunlarda tüten bir kokusu vardır. Ama hiç misk ve amber
kokusuna benzer mi o? Allah tecelli etmek, yani kendini kuluna göstermek isteyince o koku önceden duyulur. İnsanı mest
eder, baygın hale getirir. Böylece, o sözün de arkası kesilmez. Hazreti Muhammed (S.A.) buyurur ki: «Ey Hıristiyan! Sen
İsa'yı tamyamadın, bari beni tanı. Eğer onu tanımış olsaydın beni daha çok tanırdın!» Bugün Hazreti Peygamberi, bütün
peygamberlerin sonuncusu olarak anlatırlar. Derler ki: Onun «Her kim benim nefsimi bildi ise Rabbimi de bildi,» ve ayrıca
«Kendi nefsini bi len Allahsını da bilir!» buyurması utancından mı ileri geldi? Onun, «Her kim nefsini bildi ise,» sözünü, herkes
nefsinden habersizlikle yorumladı. Akıllı kişiler kendi kendilerine dediler ki: «Bu alçak, murdar, azgın ve karanlık nefisciğimizi
tanıyoruz; ama bundan, Allahyı bilme marifeti elde edilebilir mi?» Sırra erenler onun ne dediğini anladılar. Kendi kendime
dedim ki: Benim için yemenin, içmenin, uyumanın ne yeri var? Ulu Allah beni bu iş için mi yarattı? Benimle hiç bir aracı
olmadan konuşmaz mı? Ben ondan bir şeyler sor amam. O da bu yemenin, uyumanın ne olduğunu söylemez. Acaba ben
körükörüne yiyip içmek için mi geldim bu âleme? Eğer iş böyle olsa ve ben onunla karşı karşıya konuşup anlaşabilseydim, şu
yiyip içtiğimden dolayı buraya nasıl geldiğimi, nereye gideceğimi, beni kurtaracak olanın kim olduğunu; sonumun nereye
varacağını anlar ve kaygısız yaşardım. Bu, akıl yönünden nasıl olur? dedim; yüzümü ona çevirdim. Nasıl ki bir annenin âlemde
bir tek çocuğu vardır. Çok güzel, yakışıklı bir yavru! Elini yanan ateşe sokmuştur. Bunu gören anne nasıl yerinden fırlar ve
çocuğunu nasıl kaparsa, Hak kokusu da beni öylece ateşten kaptı.
Kadı Şemseddin'in dediği gibi, nasıl olur da Yusuf'un o cihanı aydınlatan güzelliğine gölge düşer, onun gül renkli
yanakları solar? Bu ilim kızmadıkça o ilimlerdeki soğukluk anlaşılmaz. Sıcaklık soğukluğa, soğukluk sıcaklığa karışır.
Bu sözümüz Mevlânâ'ya değildir. O, bu türlü insanlardan değildir. (M. 82) Kuran'da, «Semadaki bulut dağlarından
dolular yağdırır, onu dilediğine isabet ettirir, dilediğine ettirmez,» (Nur sûresi, 43) buyurulmuştur. İşte Kuran'da bulduğumuz
bir deyimdir bu. Başkalarının başına gelen her kötülük yorumlanırken, Allah yolunun yolcuları hakkında iyilik olarak
yorumlanır.
Allahın güzel isimlerinden biri de Mürid'dir nihayet bu müridin bir M ura d'ı olacaktır. Onun bir adı da Talib olunca bir
Matlub'u olmak gerektir. Biri sordu: «Bu herkes için midir? Nihayet ben de önce talip idim.» Dedim ki: «Herkes talip değildir,
o talepten âlem halkı üzerine bir ışık düşse hiç kimse takat getiremez hepsi yanar, mahvolur gider.» Bu taliplerden biri Musa
Peygamberdir. Dağda, Allahdan bir iz aradı; kendinden geçti, geri döndü. Şu halde rastgele herkes nasıl matlub yani aranan
kişi olabilir? Manası pek lâtif olan şu beyitdeki nükteye asla itirazın yeri yoktur. Şair:
Bizi şehrimizden kovarlarsa ne çıkar? Şehir dışındaki kırlar bizimdir, demiştir.
Allah başarı verirse, ben de öyle bir yere gideceğim ki, hiç ses seda gelmesin oraya. Çeşitli yönlerden esen rüzgârlar
birbirini kovalasın. Ben bir şey okuyayım, onların kulaklarına üfleyeyim; sen de oraya kulaklarını tutasın.
Senedi, .dayanağı olan kişinin gönlü şendir, arkası kuvvetlidir, hiç bir şeyden gam yemez.
«Şeyh İbrahim burada olaydı,» dedim, «bana iftiharla hizmet eder, gönül hoşluğu ile yoldaşlık yapardı.» Diyorlardı ki:
«Biz de hizmet için kalmıştık, ama sen kendinden geçmiş unutmuşsun.»
Şimdi kapalı bir sırrı açıklıyorum. Diyordum ki: «Siz bir konak ilerden gidin ki, ben de arkadan geleyim.» Onlar
bundan başka manalar çıkararak, «Sen bizimle beraber olmaktan rahatsız mı oluyorsun?» di yorlardı. Ben kendi kendime «Siz
her vakit kendinizle cenkleşiyorsunuz, nefisleriniz dipdiri. Yol işidir bu,» dedim. Dediler ki: «Eğer şunu yap bunu yapma gibi
sözler size ağır geliyorsa, bu şundan bundan konuşma ne oluyor? O kadar niyazlarımızı da mı boş lâf sanıyorsunuz?» Ancak
ben İsrar ediyordum: «Ben sizin peşinizden gelirsem arada bir konak farkeder. Hem acemi mekkâreci (hayvan sahibi) beni ne
tanır. Ona ben teklifsizce hükmederim, onunla istediğim gibi pazarlık ederim. Bu işten bir o anlar, bir de hayvanı. Ben
hayvandan iner bir köşede dinlenirim.» «Hiç olacak bir şey mi bu!» dediler. «Biz bir menzil ileri gidelim de sen on menzil geri
kalasın!» O zaman gözümün rahatsızlığından bahsettim. Şimdi bu benim elimde değil, bu gaip âleminden gelen bir engeldir.
Siz gidin! Bana yalnız Mevlânâ'mn mektubu kâfidir. Bana gönderdiği oğlu (Sultan Veled) dedi ki: «O zaman Mevlânâ bana ne
der? Bana, 'Behey ahmak, behey eşek, behey apdal akılsız! Ben seni gönderdim ki, o zatı geüresin. Mademki sen de gittin,
(M. 83) onu buldun, sana gözünün ağrıdığını söyledi; o zaman sana yaraşan orada beklemek, ona hizmet etmek, iyice afiyete
kavuşuncaya kadar orada kalmaktı,' demez mi?» Delikanlının bu sözlerinden anladım ki o güzel bahaneleri ona Mevlânâ
öğretmiştir. O sözleri, o alçak gönüllüğü Mevlânâ öğretmiştir. O sözler, o incelik o lâtif cevaplar hep Mevlânâ'mn öğretmesi ile
olmalıdır ki, bana bu hususda olağanüstü bir ilgi gösterdi. Bundan daha üstün bir sözün misalini söylesem bilgisiz halkın
kafasına girmez. O anladı ki, kendi sözünü henüz karısı bile kavrayamadığı gibi oğlu da anlayamaz! Ne güzel sıfatlar ki hiç biri
ötekiyle çelişmez; bu onunla, o da bununla uyuşma halindedir. O sıfat, bu sıfatı artırınca bu da ötekini artırır. Bir aralık bir
sıfat ötekilerden ileri geçse bile yine aralarında düzenlik ve adalet bulunur.
Şimdi sen diyorsun ki: Bu karanlık sözlerden benim sorduğum şeylere bir karşılık gelmedi. Onun kapısında karanlık
ne oluyor? O aynı zamanda nefsin pusu kurduğu bir yerdir. Nasıl ki Attar buyurdu: «Yüz yıl gece gündüz çile doldursan,
perhizler yapsan bile, senden, o günde, ne bu çileyi, ne de bu halveti sorarlar. Sen ilerisini düşün, oraya bak! Bu istiyor ki o
düğümleri kendine engel saymayasın. Mademki o engel oluyor, o halde bu ayrılığın sebebi nedir?»
Bir gün gelecek ki, «Haber, gözle görmek gibi değildir,» nüktesi açıklanacak. O gözle görmek, sana göredir. Onlara
dedi ki: Bir işin seninle ilgisi yoksa bırak onu. Yolculukta sana yük olur, ölüm korkusu vardır onda. Çünkü bu yolculukta bir
çok perdeler kapanır.
Sana deseler ki: Elinde bulunan yüz altım ya bana ver, yahut da birlikte kadıya gidelim. Sana, o yüz altını bana
vermek mi daha hoş gelir, yoksa «Hayır bu bana lâzımdır,» mı dersin? İşte asıl maksat budur. Eğer hayır bana gerekmez
diyorsan o da der ki: «Sen, bizim aradığımız, bizim matlubumuzsun. Sizin gelmenizden başlıca umudumuz bize yardım
etmeniz, şu veya bu dileğimizin yerine getirilmesinde bize yararlı olmanızdır.» îşte bu söz hiç yorum götürmez.
Biri der ki: «Filan zatın oğlu, Tebriz'li bir yabancının arkasından niçin yürüsün? Horasan toprağı, Tebriz toprağına mı
uyruk ve bağlı olsun?» O sofuluk ve safa ehli olmak davasındadır. Onda bu kadar akü yoktur ki toprağa itibar olmadığını
anlasın.
Bir İstanbullu, «Mekke bu âlemden, madde âlemindendir; iman ise öteki âlemden yani mana âlemindendir,» dese,
burada Mekkeliye düşen vazife İstan bulluya uymaktır. «Vatan sevgisi imandandır,» hadisinde Hazreti Muhammed'in maksadı
nasıl Mekke sevgisi olabilir ki, Mekke bu âlemdendir, iman ise bu âlemden değildir. Şu halde iman konusundan olan şeyler bu
âlemden değildir; öteki âlemdendir. Nasıl ki, «İslâm garip olarak başladı, garip olarak da geri dönecektir,» hadisinde de
maksat aynıdır. Mademki İslâm gariptir, o başka âlemden gelmiştir; nasıl Mekke'ye mahsus olabilir? Bunun sadece Mekke'ye
ait olacağını söyleyenler sevginin ilk basamağında kalmış olanlardır.
(M. 84) Bu anlayıştan kurtulmak da çok zordur. Bu sevgi sarhoşluğundan kurtulmak için çok koşmak gerek. Bundan
sonra da ruh âleminin sarhoşluğu gelir. Ruh, henüz görünmemiştir, ama sarhoşluğu büyüktür. Nasıl ki, Allah erleri son derece
sarhoşluklarından ona bakamazlar. Peygamberler de böyledir. Söze başlarken onun hatırına âyetten, hadisten başka hiç bir
şey gelmez. Ona şundan bundan işitilmiş sözleri aktarmak da utanç verir. Meğer ki halka bir konuyu anlatmak için olsun.
Aşkın bu ikinci mertebesinden geçmek zor ve çetindir. Ancak ulu Allah, tek yarattığı sevgili kullarından birini gönderir de ona
ruhun iç yüzünü gösterirse, onu hak yoluna yöneltir, maksadına eriştirir.
Allah yolunun sarhoşluğu üçüncü mertebede de belirir. Bunda da büyük sarhoşluk vardır, ama ayıklığa yakındır.
Çünkü her neyi, odur sanırsa, Allah onu, o şüphenin dışına çıkarır. Bundan sonra da dördüncü mertebe gelir. Bu da, doğrudan
doğruya Allahdan sarhoş olmaktır. Bu mertebe, kemal mertebesidir. Bundan daha sonra da ayıklık ve akıl mertebesi gelir.
Aşkın yorumuna gelince; önce bilmelidir 'ki, aşk deyince, kadın, altın, dünya sevgisi gibi şeylerden söz etmek
istemiyoruz. Belki, bu sevgi sarhoşluğu azalır korkusu ile dünya çevresinde dolaşmak da gerekmez. Pek çok rahiplerde de bu
aşk sarhoşluğu vardır. Bundan dolayıdır ki içlerindeki duyguları açığa vururlar.
İmad ve onun gibiler aşk sarhoşluğunda olgun kişilerdi. Onlarda ruh sarhoşluğundan da bir 'koku vardı; ona yol
bulmuşlardı. Evhad (Kirmanî), aşkın son mertebesine daha yakın idi. Firavunun sihirbazları aşkda tamam olmuşlardı. Şüphe
yok ki onlar, ruh kokusu almışlardı. Ama Firavun, aşkda tamam değildi. O mantıkçı idi; o yolun adamı idi. Sihirbazlarda bir
hüner vardı ki, bu Firavunda yoktu. Seyyid'de (Burha-neddin) ruh kokusu, ruh sarhoşluğu fazla idi. Mev-lânâ'nın da, onun da
bilgileri çoktu. Ama o sarhoşluk hiç bir şey ile ilgili değildir.
O Şeyh Ebûbekr'in (Sellabâf) sarhoşluğu, Allahdandı. Ama o sarhoşluktan sonra gelen ayıklık onda yoktu. Bu nokta,
bana ilim yönünden bildirildi. Bu kulun kendi saadeti de belli oldu, ama yakın ve kesin değildi. Has kullarından birini
gönderdiler ki, ona saadetini yakın olarak öğretsin, onu okşayıcı eliyle terbiye etsin. O azıcık kendi hakkında uygunsuz sözler
söylerdi; kendini incitir ama Allahyı nasıl incitebilir? Onların ağızlarından böyle sözler nasıl çıkabilir? Meğerki Allahyı bilmemiş
olsun. Nasıl ki Hakîm Senâî şu anlamdaki mısrada: «Ey taptığı Allahlar, Allahyı inciten zavallı!» diyor.
Hadiste, «Benim Allah ile öyle bir vaktim olur ki aramıza ne en yakın bir melek ne de kitapla gönderilmiş bir
peygamber girebilir,» buyurulmuştur. Bu onun tertemiz ruhu, kitapla gönderilmiş peygamber ise onun tertemiz bedenidir.
Mademki melek ile peygamber araya giremiyor, bu perdeyi açmak kimin haddine düşmüştür? Bu Tebriz'li oğlundan başkası bu
konuda konuşamaz.
(M. 85) Bu, Hazreti Muhammed'in (S. A.) makam ve hal mertebesi değildir; bu davettir. Bu konuda bir çok sözler
söylenmiştir. Sözü geçen hadisteki mana, nasıl Hal deyimi ile ifade edilebilir? Ben de diyorum ki bu, onun Hal mertebesi
değildir.
Bir insan ki hakkı aramaktadır, talep davasında-dır. Sevgi ve heves çevresinden dışarı çıkar, ruh kokusuna erişir. Bu
davacılardan bazıları acaba gerçek midir, değil midir; şüphelenirsek bakarız. I^.ğcr onun eğilimi dünya işlerine daha çok
dönük ise yalancıdır; sadece kuru davacıdır. Bu söz her ne kadar sıcak bir sözdür, ama benim açıklamak istediğim sözün
sıcaklığı yanında soğuk ve donuk kalır. Bugün burada biz ve siz varız. Zannediyoruz ki, kıyamet günleri gelmiştir. Dervişte,
Allah kullarında, öyle bir inanç var ki, sanki bu saat kıyamet saatidir, son gündür.
Bir gün, Eba Yezid, mimber üzerinde şu sözleri «oyuyordu: «Ben, içinde söz konuşulan (tartışılan) bir meclis
istiyorum. Yoksa bu tahta mimberdc konuşmaktan ne çıkar?» O sırada bir kadın ayağa kalktı yüzünü ona çevirdi. Vaiz hemen,
«Otur ey avrat!» dedi. Kadın atıldı, «Ey şeyh! Ey kuru davacı! Biliyorsun ki, şu senin halin ilk defa Jeğil! Her ne kadar sözün
doğrudur, ama sen kimsin? Bu sözler mademki senin sözlerin değil, bu iş senin işin değil; kıyametin belirtisi odur ki heybetten
ve siyasetten erkekle kadını ayırmak mümkün olmasın. Her ikisi birbirine karışmış olsun.» dedi. Eba Yezid sustu.
Bu âleme seyir ve temaşa için gelmiştim. Her harf siz, işaretsiz sözü, her sessiz kelâmı dinliyor; bu taraftan da sözler
işitiyordum. Diyordum ki, «Ey harf-siz söz! Sen söz isen söyle, bunlar nedir?» «Bana kalırsa bu oyuncaktır,» dedi. «O halde,
beni oyuncak için mi gönderdin?» dedim. «Hayır, sen istiyorsun ki, her şey kendi arzuna göre olsun. Suda, toprakta bir yerin
olsun da, ben bilmeyeyim ve görmeyeyim,» dedi.
Şimdi her sözü işitiyor, ibretle her tarafa bakıyor, her sözün derecesini anlıyorum.
Hazreti Peygamber Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: «Bir din bilgini bir gün bir sokaktan geçse, o sokaktan kırk gün
Şeytan geçemez.» Burada, Peygamberimiz sadece bilgin demiyor din bilgini diyor.
İsa'ya. Allahnın oğludur diyenler, onun birleşme yolu ile Allahdan kopmuş olduğunu söylemezler. Belki o, çeşitli
doğuş örneklerinden bir örnektir. Diyelim ki, bu s;z filandan çıkmıştır. Bu, bilinen manada doğmuş demek değildir.
Sultanı görmekte benim için bir zarar yoktur. Ama onun için bu şeyhleri görmekte ve emirlerle konuşmakta fayda
vardır. Onlar eğer Allanın has kulu iseler, bir havuzdan veya ırmaktan demiyorum, denizden bile geçseler etekleri ıslanmaz.
(M. 86) Ama bunlar onlardan değildir. Bunların etekleri ıslanmak değil, belki baştan ayağa suya batar; boğulur giderler, işte
bu sebeple, sultanlara onları görmekten ancak ziyan gelir. Çünkü onlardaki yetenek ve iş yapmak ar/usu, o din vurguncuları
yüzünden kapalı kalır. Mademki bizde de bir eğilim var, bu doğuştaki beraberliktendir. Nasıl ki herkesin kendisi ile birlikte
doğan bir Perisi veya Şeytanı vardır, derler, tnsan onu sever ve fazla sevgisinden bir eser bırakır; bir şeyler koparır. Bir kimse
vardır ki, bizden uzak kaçar, ama başka biri de bizimle sohbete, dostluğa lâyıktır. Bizim hoşnutluğumuzu ister sırasında,
ferman senindir, der. Ama onun gösterdiği bu bağlılıktan bizden razı olmadığı sezilir. Her ne kadar, ferman senindir dese bile
yine bizden hoşlanmadığı anlaşılır; bu yüzden duraklamalar görülür onda. Başka bir yorum: Âleme gelen herkesin kendisi ile
birlikte gelen bir yoldaşı vardır. Bazılarına hevesler, sevgiler yoldaş olur, bazılarına da aşk. Aşk, denildiği gibi, ezelden beri
vardır. Ama ruh hakkında fikir ayrılığı başgöstermiştir. Bazı filozoflar, ruh ezeldendir, kadîm'dir, diyorlar. Bazıları da sonradan
yaratılmıştır görüşünü ileri sürüyorlar. Yani önce yoktu sonradan var oldu. Hele ruhlar topluluğu daha sonradır. Hadisde,
«Ruhlar toplanmış ordulardır,» buyurulmuştur. Ama bu topluluk da çeşitlidir. Meyhane düşkünlerinin de bir topluluğu vardır,
bozguncuların da. Biz ancak ruhla ilgili olan o topluluktan bahsedeceğiz. «Allah bilgisi her şeyi kaplamıştır,» dediğimiz zaman,
bu toplulukta Allah vardır. Nasıl ki âyette, «Allah takva ehli kişilerle beraberdir,» (Nahil sûresi, 128) ve ayrıca, «Allah bizimle
beraberdir,» (Tövbe sûresi, 41) buyurulmuştur.
Şu hale göre Tatarlar, ilk yaratılışta bizimle birlikte (aynı topluluk içinde) tanışmış olsalardı bu gün ve bu saatte de
bizimle birlik olur, barışık yaşarlardı. Böylece îmad ile o H'ye Allah, «Topraktan ve sudan yarattığım âlemde bir Halife
yaratacağım, sizi de o toprak ve su âleminin Halifesi olan zatın soyundan üreteceğim,» diye hitap etti. Onlar, «Yarabbi! Biz bu
topluluk âleminde seninle birlikte rahat ve mutluyuz. Korkarız ki sonra dağılalırn, bu mutluluktan uzak kalalım!» dediler. Tann
buyurdu: «Ben biliyorum, siz bu sözü itiraz ve edepsizlik yönünden söylemediniz. Ancak bana sığındığınız için, topluluğunuzun
dağılmasından korkuyorsunuz. Halbuki benim gücüm her şeye yeter, benim kudretimde eksik bir taraf yoktur. Ben sizi yine
toplarım, hep birbirinizle;. hep bir arada, aynı kılıkda yeniden yaratırım!»
Hiç şüphe yok ki, şu âlemin yaratılışında bir maksat ve sebep vardır. Bir mutlu kimse vardır ki, bu sarayın içi dışı,
onun için döşenmiştir. Geri kalan ne varsa onun uyruğu, onun kölesidir. Her şey onun içindir. Bu kâinat (M. 87) binası onun
için yaratılmış, o bu kâinat için yaratılmamıştır. Nasıl ki, bir zenginin aziz bir konuğu vardır, onun şerefine güzel bir konak
yaptırmış, döşemiştir. Sonra o başka bir yere göçmüştür. Bu konak boş kalır mı hiç? Aradığımız Allah yolunun yolcuları vardır.
Ama onu akıl aracılığı ile arayanlar, bulmak istiyenler asla yol bulamazlar. Meğer ki, aradığı zat doğrudan doğruya ona yolunu
göstersin. Bu yolcu isterse bütün âlemi ayağına çeksin, her yana ve her yöne başvursun, bilgiyi kendisine kılavuz edinsin ve
kendinden daha üstün, daha yetkili ve gerçeğe susamış bilginlerle düşüp kalksın. O aradığı sevgili kendini göstermezse, şüphe
yok ki hiç bir şey elde edemez.
Allah yolunun bilgisi mücahede ile, çalışmakla da elde edilemez. Bir kimse bu bilgiye ermek için yerde, gökte
durmadan uğraşsa bile eli boş kalır. Karanlığa gömülür. Meğer ki Allah bilgisine ermiş erenlerden birinin eteğine yapışsın da
onunla birlikte çalışsın. Zaten, o Allah velisinin arzusu da bu maksadı gerçekleştirmek değil midir?
Bugün, size, aradığınız o Allah adamı, benim dersem, Mevlânâ bizden uzakta mı kalır? Onun için ne mutluluktur ki,
aradığını bulmuş, ona erişmiştir. Yoksa aksilik aksilik üstüne olurdu. Bugün size vereceğim öğüt şudur: Önümüzde bir gün var
ki, o güne Tegabün yani Kıyamet günü derler. O gün, «Ah, biz ne yaptık!» demenin hiç bir faydası olmaz. Ama Kıyamet bu
saatte faydalıdır. Hazreti Peygamber buyurmuştur: «Size gelecek olan o zatın yüzünün rengini hatırmızda tutun. O, gam
vaktinde bana sevinç verecektir.» Bulunduğunuz topluluk derin bir uykuya dalmıştır. O evde, sende hoş ve yüksek bir hal
vardı, yüzün kızarmıştı. Sarhoşluk ediyordun. Ben de sana, «Şimdi sarhoşluk etmenin yeri var mı?» diyordum. O sırada oraya,
beni ziyaret için başka bir cemaat geldi. Ben önlerine çıktım, gelmesinler diye oyaladım, îmad da onlarla beraberdi.
Sultan o kişidir ki, Sultan olduğunu bilir. H, nefsine düşkün bir sofudur, isterse gelir isterse gelmez. Geciken vaatler
unutulur derler. Âşıkın hali böyle değildir, îşe önceden başlamak gerektir. Bu günün işi, yarına bırakılmamalıdır, îşe başlarken
de Allahdan yardım dilemelidir. Artık bundan daha açık söz, bundan daha beyaz yoğurt olamaz. Kadı işaret yolu ile şöyle
demiştir: «Diken asla yenilmez, kendin de yiyemezsin.»
Şeyh ibrahim'e dedim ki: «Bu tatsızlık hep senden mi?» Onu kendime muhatap ettim. Ahvalin ne olduğunu zaten
biliyor-dum. O kimdir ki, onun gönlüne perdeler çekilsin. Ona bizim âlemimizden bir hayal, o hayalden de başka bir hayal
doğsun.
(M. 88) Ben bu mânâları öylesine söylüyorum ki, Hazreti Peygamber Aleyhisselâm bile bu kadar açık söylemez. Gerçi
bu onun güçsüzlüğünden değil, belki onun bu sözü "fazla uzatmak ve incelemek için yeterli vakti olmadığındandır. Çünkü o
çok meşguldü. Ama benim için o mânâyı olduğu gibi, açıkça söylemekte hiç bir engel yoktur. Ben her ne kadar kendimi sözle
oyalamaktaysam da, o mânâ bana şu beyitten geliyor'.