Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Makalat Şems-i Tebrizi Bölüm 7

Kunduz

MFC Üyesi
Konum
Dünya
  • Üyelik Tarihi
    5 Kas 2012
  • Mesajlar
    228
  • MFC Puanı
    1
Şiir:
Dürüstlük bir şehirdir, ben de o şehrin sultanıyım,
Onda kendim yaşayayım, kendim öleyim, kendim korunayım.
(M. 46) Böyle bir adam şaka yaparsa bildiklere onun şakasından bir heybet gelir. Ama ciddî sözden o kadar heybet
gelmez. Şüphe yok ki şakada o derece sertlik ve korkutma olmazsa daha hoş olur.
Bir köylü ile alaya başladılar, adamı çırıl çıplak soydular ki, elbisesini satsınlar. Onu ahmak yerine koyarak,
çamaşırlarını ortaya attılar. Fütüvvet ehli büyüklerden her birinin, Âdem Peygambere varıncaya kadar fütüvvetleri nasıl oldu?
diye sordular. Fütüvvet, Âdeme gelince nasıl oldu? ibrahim'e gelince nasıl oldu? Müminler ulusu Ali'ye gelince nasıl oldu? Her
biri kendi ölçüsünde bir şey söyledi. Sıra bana gelince ne kadar ısrar ettilerse bir şey söylemedim. Söylemiyordum. Orada bir
derviş vardı, başını önüne eğdi, hiç konuşmuyordu, içimden onunla konuşmak arzusu geldi bana. Dedim ki: cÂdemoğlu
gerektir ki ömründe bir kere bir günah işlesin ve bütün ömrü boyunca onun pişmanlığını çeksin. Babasının geleneğine uyarak,
Allahdan mağfiret dilesin. Babasına benzeyen zulmetmez,» dedim ve Âdem'in günahını ve onun özür dileyerek tövbe etmesini
anlattım. Bana sordular: «İnnâ Fetahnâ' sûresinin indirilmesindeki sebep ne idi?» Dedim ki: «'Benimle ve sizinle ne
yapacaklarını bilemem,' anlamındaki âyet indiği vakit onlar bu âyetin zahir mânasından başka bir mânası daha olduğunu
anlayamadılar. Şu suretle söylenmeye baş laddar. Dediler ki: «Yüzünüzü öyle birine çevirin ki o kendisinin ve kavminin ne işe
yaradığını bilmiş olsun. İşte bunun üzerine Fetih sûresi indirildi.» Tekrar sordular: «Bu onlara nasıl bir cevap oldu?» «Sözün
gelişi böyle olur,» dedim. Sözü geçen âyetteki 'bilmiyorum' sözünde cehalet veya şaşkınlık yoktur. Belki şu mânaya gelir:
Acaba bana Padişah ne kaftan giydirecek veya hangi mülkü bağışlayacak? Bir daha sordular: «Bu sözde de yine bir şüphemiz
var,» dediler1. «Onun gibi bir zatın kendisine nasıl bir hilat giydirileceğim bilememesi bir noksan değil mi? Mademki ona bazı
kaftanlar, ihsanlar verilmiştir kalanını nasıl olur da bilemez? Çünkü az çoğu gösterir.» «Bu, bilgisizlik değildir,» dedim. Belki, o
ihsanın büyüklüğünü ve sonsuzluğunu belirtmek içindir. Nasıl ki başka bir yerde de, «Bilir misin? Geçit nedir?» (Beled sûresi,
12) ve ayrıca, «Bilir misin din günü (Kıyamet günü) nedir?» buyurulmuştur. Bu sözün hakikati onlara erişmez, ancak mânası
erişir ki onların renkleri başkalaş-sm. İnsanın değişmesinde bir sebep vardır. Her ne zaman onlara anlatmak için sözü
tekrarlasan, hakkında kötü düşünürler. «Sermayesizlikten, sözlerini tekrarlar durur,» dediler. Onlara dedim ki: «Bu ancak
sizin sermayesizliğinizdendir yoksa benim sözlerim çok iyidir, ama size anlatmak zordur. Yüz kere de söylesem her defasında
başka bir mânâ anlaşılır ve o asıl mânâ böylece el değmemiş bir mânâ olur.» îşte bu diyordu ki: «Söz meydanı çok geniştir.»
Ona cevap vermek istedim ve dedim ki: «Belki mânâ alanı çok geniştir ama söz alanı çok dardır.» Onunla ancak nifak
yönünden konuşuyorum. Şu sebeple ki, nifakı da bilmediğini anlasın! Ona, «Bu sözü başka bir kulakla dinle,» dedim.
«Şeyhlerin sözlerini işitmiş olan kulakla dinleme! Bu sözün konuşulduğu yerde Bayezid-i Bistamî'nin ve onun, 'Kendimi takdis
ederim, sânım ne yücedir!' gibi sözlerinin ne yeri var?»
(M. 47) Müslümanın biri bir gâvur kızına gönül verdi; yalvardı yakardı. Gâvur kızı, «Ben kâfirim, sen müslümansın, bu
olmaz; benim dinime gir,» dedi. Adam gâvur oldu bundan sonra ona kâfir yahut Müslüman kâfir dediler. Bunun tersine olarak
bir kâfir de, ay gibi güzel bir müslüman kızına âşık olmuştu. Kız, «Eğer benimle evlenmek istersen Müslüman ol,» dedi. Adam
Müslüman oldu. Ona her kim, «Müslüman değildir,» derse kâfir olur, yani ona, «Bu kâfirdir,» diyen kâfir olur. Ondan niçin
bahseder?
Bu gün dünya, güzel bir dilberdir. Kâfir, Allahyı görünce âşık oldu, Müslüman oldu, ahiret oldu. Şeytanını, Müslüman
etti. «Hayırlı mal hayırlı insana yaraşır,» sözü gerçeklendi. Nefis, yavaş yavaş müslüman olayım, der; artık iyi insan olayım,
der. Bu, çilenin ve arıklık yolu aramanın tam kendisidir. O arıklaş-mıştır, başka çaresi yoktur, artık yaltaklanmaya başlamıştır.
Nasıl ki hadisde Nefsi Mutmainne'nin yani ha-kikata kanmış olan nefsin Nefsi Levvame'den yani kendini kınayan nefisten daha
hayırlı ve daha aziz olduğu buyurulmuştur. Şu halde Allah, niçin Nefsi Lev-vame üzerine yemin ediyor? Ve «Kendini ayıplayan
nefisle yemin ederim,» (Beled sûresi, 2) buyuruyor da daha yüce olan Nefsi Mutmainne ile ant içmiyor? Onu bahis konusu
etmek istemiyor, son derece gizli tutuyor. Nasıl ki, biri şöyle der: «Ey şah ayağının toprağı hakkı için!» Eğer onun cam aziz ise
başka bir cevap söylenir. Nasıl ki şu, «Allah dilediğini rahmetine idhal eder, zalimlere de elemli azap hazırlamıştır,» (Dehir
sûresi, 31) anlamındaki âyetin tefsirinde, o Şeyh, Tebriz'de diyordu ki: «Bunu cenazenin önünde ne diye söylerler?
“Ben ölmeyen o diri Allahı kutlarım. Onlar zannederler ki yüce Allah adına söylüyorlar. Halbuki Allah öyle bir ulu
Allahtır ki, onun adını ölümle birlikte anarlar ve ölüye hitap ederler.” Yani öyle diri yaşayın ve öyle diri ölün ki, bir daha
ölmeyesiniz! Gün ışığı parladığı zaman aramızı birleştirir. Hangi nimet vardır ki, zamane onu bulandırmasın? Şeyh diyordu ki:
«Müslümanlık gerektir Müslümanlık!» Halbuki kendisinin hiç de Müslümanlıktan haberi yoktu. Müslümanlığın dış yüzünü bile
bilmiyordu. Diyorlar ki: Filânın sözü serttir. Bir ay, iki ay, arka arkaya onun sözlerini dinlerler ama bir koku alamazlar. Hele bir
takım başı boş sözler' de söyler o. Allah bana öyle büyük bir şey vermiştir, yahut Allahtan öyle büyük bir şey bulmuşum ki,
bunu bilmiyorlar. Ne önce gelenler, ne de sonuncular bunu anlayabildiler. Halbuki biz diyoruz ki, Allah bize pek az bir şey
vermiştir. Buna delil de gösteriyoruz. O, Mevlânâ'ya diyor ki: «Ben, seni seviyorum; başkalarını da senin hatırın için
seviyorum.» Buna, Mecnun'un şu şiirini tanık getiriyor:
Şiir:
Onu sevdiğim için bütün karaları seviyorum,
Onun sevgisi ile kara köpekleri bile seviyorum.
Bunu, Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'den başkaları için mi söylüyorsun? Eğer beni onun için seviyorsan çok iyi olur,
benim de hoşuma gider. Onu benim için seviyorsan, niçin, «Sevilenlerin yanında sevilmeyenler de hoşa gider,» diyorsun? Bu
böyledir. Sevgili razı olduktan sonra başkalarını da onunla birlikte severler'. (M. 48) Dedi ki: Dervişin birisinin bir hırkası vardı.
Bu hırka kendisiyle konuşurdu. O da, hırkasıy-la meşveretlerde bulunur, ona sorular sorardı. O, Allahnın ilâhî kanunudur,
dilerse insandan başkalarını da konuşturur. Peygamberlerin mucizeleri tevatürle sabit olmuştur. Şimdi, sen ki insan oğlusun,
nasıl olur da sen de konuşmazsın? Dile gelmezsin? Ancak bütün sözlerin, bazı kocakarı hikâyeleri; Arap şiirleri! Hep bu! Şimdi
kendi sözlerin nerede?
«Bu, fakirlik icabıdır,» dedi. Fakirden üstün bir şeyh vardır, şeyhten üstün, kutup, kutuptan önce de falan şey.
Şunları söylemek istedim: «Sen, bu fakirlikten hiç kimseye bir şey anlattın mı? Bu fakirlik mertebesi için o gafil şeyhlerden bir
haber getirdin mi? Dünyanın en büyüğü, âlemin ve Âdem'in ulusu Cenabı Peygamber, 'Âdem ve başkaları benim sancağımın
ardından yürürler, ben Arap ve Acemin en düzgün konuşan insanı olmakla iftihar ederim; fakirlik mertebesinin benim için bir
öğünç vesilesi olması ile de öğünürüm;' buyurmuştur. Sen bu fakirlik mertebesinden ne bekliyorsun ki, onu bir şeyhden daha
geri bir sıraya atıyorsun?» Ama hiç bir şey söylemedim, onun cevabı da sadece susmak oldu. Sonra dedi ki: «Eğer onlar diken
gibi oldularsa içlerini ateşlemek lâzımdır.» «Nuh'a mı uyacaksın, yoksa Mustafa'ya mı?» dedim. Çünkü Nuh Peygamber,
«Yarabbi, yeryüzünde kâfirlerden tek kişi bırakma!» (Nuh sûresi, 26) diye yalvardı. Hazreti Mustafa (S.A.) ise, «Allahım
ümmetimi doğru yola yönelt! Çünkü onlar bilmezler,» buyurdu. Bu çile dolduranlar Musa'ya uyanlardır. Çünkü onlar Hazreti
Huhammed'e uymaktan bir zevk duymazlar. Hâşâ, belki de Muhammed'e uymayı şart bilmezler ise Musa'ya uymaktan da pek
az zevk duyarlar ve onun yolunu tutarlar. Diyorsun ki: «Veli tek bir insandır, daima onların nazarı dünyayadır.» Yani onunla
herkes beraber yürür, önünde ardında dolaşırlar. Nasıl ki, bazıları Padişahın kapısını hor görürler, ona bayağı bir süvari
gözüyle bakarlar. Ama ases başının makamını daha yüce sayarlar. Çünkü önünde, arkasında değnekçileri vardır.
Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'nin (Allah Bereketini Ebedî Kılsın) 642 Senesi Cemaziyel - Ahir
Ayının Yirmi Altıncı Pazar Günü Sabahı Konya'ya Gelişi
Önce, kendi kendine kararlaştırmış olduğun bir fikirden biraz ayrılırsan, bu senin daima kararlarından döneklik ettiğini
göstermez. Biri, karanlık bir gecede kalabalık bir yerden dışarı çıkmak ister; ayağına bir başkasının pabucu geçer ve bu
pabucun bir tarafı yırtılır. Şimdi onun yanlışlıkla bulduğu pabucu giyip gitmesi gerekmez. Burada, özür dilemek gerçektir.
Çünkü karanlık vardır. Ama herkesin de böyle bir zamanda kendi pabucunu koruması lâzımdır. Nasıl ki, köylüler dürüst
insanlardır. Sofuların âdetleri gereğince herkes kendi yemeğini ayrı yer. Yemek yerken aralarında bir haksızlık olmasın,
sıkılganlık yüzünden kimse aç kalmasın diye, hep teker teker" yerler.
Bir gün, bir yolculuk sırasında yemek vakti gelmişti. Herkes kendi azığının başına oturup yemeye başladı. Bu arada
ansızın bir Türk atlısı çıkageldi. Türkler cesur, konusever ve 'kaynaşık insanlardır. Bunlara sordu: «Niçin ayrı ayrı yiyorsunuz?
Niçin ekmeklerinizi beraberce toplu bir halde yemiyorsunuz?» Adamlar, «Bizim köyümüzün eski âdeti böyledir,» dediler. Atlı
kamçısını kaldırdı, «Şimdi o âdeti koyanın da canını yakarım, onu kabul edenin de! Çarçabuk yemeklerinizi toparlayın, birlikte
yiyin,» dedi. Yolcular korkularından onun dediği gibi yaptılar, yola düştüler. Köyün ihtiyarı onların diliyle, «Eğer ekmeklerinizi
birlikte yedinizse, Allah kendi ekmeğim seçip yiyeni af etsin, ötekileri değil!» diyordu.
Bir zümre vardır M, seci'li, kafiyeli sözlere değer verirler. Hep öyle konuşurlar. Bir zümre, hep şiir söylerler. Bir
başkası da daima nesir söyler. Bunlardan her biri kelâm'ın bir parçasını, bir dalım seçerler. Allah kelâmı ise küllî'dir, bütündür.
Elini bütüne uzat ki, bütün parçalar senin olsun. Daha başka bir şey isteyip de parçaya uzanma ki, o zaman bütünün elden
gitmesi tehlikesi vardır.
(M. 49) Birinin evinin kapısında, bir ağaç peydan oldu, serpildi. Gerektir ki, ev sahibi ağacın tamamını korusun; bütün
dalları da onun olsun, gövdesi de. Ama eğer elini tek bir dala atarsa, ağacın gövdesi artık elden çıkar; o dalın kırılmasında
tehlike vardır. Dal elden giderse kök de gider.
Dedi ki: İblis'in mânası hadis yani sonradan meydana gelmiş değildir. Her ne kadar İblis'in sureti hadis ise de, manası
kadîm'dir. O dedi ki: «Bu küfürdür.» Öteki, «Hayır, küfür değil bilâkis îslâmdır. Çünkü ben, İblis'in mânası kadim'dir sözü
üzerine ne söyleyebilirim? Şunu demek istiyorum ki, İblis'in varlığı ilâhî bilgide mevcuttu.» dedi. O dedi ki: «Hayır, ilâhî ilimde
senin vücudun da mevcut değildi. İlâhî bilgide ancak onun bir gün var olacağı malûm idi. Her halde İblis'in mânası, onun
yaratılmasından daha önce; onun suretinden evvel var idi.» Nasıl ki, Âdem oğullarının ruhları da onların suretlerinden önce
yaratılmıştır. Ruhlar toplanmış ordulardır. Allah ruhlara hitaben, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» (Araf sûresi, 172) diye
buyurdu. Onlar da, «Evet, Rabbimiz-sin,» dediler. Bu macera henüz ruhların birer kalıba girmelerinden önce idi. Şimdi Hazreti
Mustafa (S.A.) ne buyuruyor? «İblis, âdemoğullarının damlarlarında dolaşır, damar içinde dolanan kan gibidir,» diyor. İblis
sureti diye yaptıkları o çirkin resim, insanın damar larında nasıl dolaşır? İblis'in insanoğlunun damarına girmesi reva değildir.
O, dervişin sözüne göre gelmez. Ama nihayet, konuşan derviş değildir. Bu mahvolmuş bir derviştir. Söz öte baştan geliyor.
Nasıl ki keçi derisini tulum (gayda) yaparsın, ağzına koyar üflersin, ondan çıkan her ses artık senin sesindir; keçi sesi değildir.
Gerçi keçi derisinden çıkar ama, burada keçi aradan çıkmış, fâni olmuştur. Keçiden çıkardığın sesin mânası da fâni olmuştur.
Böylece o deriyi davul da yaparsın. Davul da çalarsın ondan; yine bir sos çıkar. Halbuki, hayvan sağken bu deriye vursaydın
ondan ancak keçi sesi duyardın.
Beyit:
Bunu ancak akıllı kişi bilir,
Bu sesten o sese kadar kaç yıl geçmiştir?
Bu misâl zaruret yönünden söylendi. Çünkü kemâle ermiş olan derviş, Hakkın dilinden konuşur. Bugün derviş sözüne
nasıl itiraz olunur. O dedi ki: «Soruyu işitmemek ve sorudan üzüntü duymak eksiklik olur.» Ona dedim ki: «Tam bir anlayışa
sahip olan kimse bilir ki, bu kemâle, Allah yönünden eksiklik gelmez. Eksiklik onun sabırsızlığından ileri gelir.» Nihayet, bu
'lenterâni!' (Beni göremeyeceksin!) teranesi, Musa'nın sabırsızlığından ileri geldi. Biraz daha ağır ve sabırlı davransaydı, hem
sorusuna cevap alırdı, hem de cevap veren bulurdu. Cevabı dinlemesen ve gelmezse mânâ kime gelir? Sabır dinleyene kuvvet
verir. Senin bilgine başka bir bilgi daha yardım eder ki, şimdiye kadar her zor soruya karşı bir cevap söyleyesin. Bundan
sonra yüz cevap söyler; o meclis de hoş olur. Dervişin gözü önünde o meclisin hayali hoş geçmiştir. Onun o topluluğa karşı
ilgisi uyanır, o ilgi de etkiler yapar; yemişler verir. Nihayet bu derviş, bu taraftan bir şey öğrenmedi, onun öğrenimi öte taraftanmış.
Allahnın lütfü ile öte tarafın öğretilmesi bu tarafa düştü. Bu taraf sözü ile ona hangi çetin nükte ifade edilebilir?
Allah, «Onu gözler kavrayamaz,» buyurdu ki, bu umutsuzluk tarafıdır. Sonra da, «O gözleri kavrar,» buyurdu. Bu da tam
umut yönüdür. Görüşün hakikati Musa'ya yüz tutunca onu alaşağı etti ve bu görüş içinde boğuldu. «Kendini bana göster,»
dedi ve Allah diliyle cevap aldı: (M. 50) «Beni göremeyeceksin!» Yani böyle (dünya gözü ile) görmek istiyorsan asla
göremezsin! Bu ifade inkârda mübalâğa ve hayrettir. Çünkü sen zaten beni görmekten boğulmuş bir haldesin. Daha nasıl
diyorsun ki, bana görün de, sana bakayım? Yoksa biri, Musa hakkında nasıl şüpheye düşebilir? Allahın sevgilisi, onun
konuştuğu Peygamberi ki, Kuran'ın birçok yeri onun zikriyle doludur. Nasıl ki, bir kimse bir şeyi severse onu çok anar derler.
Allah da Musa'ya beni göremeyeceksin dedikten sonra, «Dağa bak!» dedi. O dağ, Musa'nın benliğidir ki, ululuğu ve sarsılmaz
sebatı dolayısiyle Allah ona, «Dağ» dedi. Bu, sen kendi nefsine bakarsan beni görürsün, demektir. Bu, «Nefsini bilen
Rabbini bilir», nüktesine de yakın bir sözdür. Nasıl ki, Musa da kendine baktı, Allahsını gördü, onun varlığı belirince kendisi
arada hiçleşmiş oldu. Yoksa nasıl reva görebilirsin ki, Allah Musa gibi kendisiyle konuşan bir Peygamberin duasını reddetsin de
ona cansız bir dağı göstersin? Musa ondan sonra: «Yarabbi! Sana tövbe ettim,» dedi. Yani seni göreyim derken içinde
boğulduğum günahlardan ve seni görmek istediğimden dolayı tövbe ettim, demek istedi.
Allah erlerinin uykuları, uyku değildir. Belki de uyanıklığın tanı kendisidir. Çünkü öyle şeyler vardır ki, uyanıklıkta
insana gösterilmez, inceliği ve zayıflığı dolayısıyla ancak rüyada gösterilir ki ona takat getirilsin. İnsan Kâmil olunca da, ona
artık perdesiz gösterirler. Biri sordu: «Kuldan Allahsına giden yol ne kadarda?» Dedim ki: «Allahtan kula giden yol kadar.»
Buna otuz bin yıl da dense doğru olmaz çünkü sonu yoktur, ölçüsü yoktur. Ölçüsüz bir şeyi ölçü ile ifade etmek, sonsuz bir
şeyin sonundan bahsetmek imkânsızdır, bâtıl sözdür. Sonsuz bir şeyin sonu belli olan şeyden daha uzak olduğunu bilmek de
yersizdir. Bütün bunlar sözün suret yönüdür. Sonsuzlukla ilgisi yoktur. Her nerede söz varsa, orada Allah vardır. Söz, bilinen o
belirli güne kadar uzayıp gidecektir. Derviş söze başlayınca itiraz gerekmez ona. Evet kaide budur ki, medresede söylenilen
her sözün, medresede öğrenilen her düşüncenin bahse de, tartışmaya da faydası çoktur. Ama o söz bu faydadan bu konudan
uzaktır, bu bahisle ilgisi yoktur.
Adamın biri, bir dostuna Hint kılıcı getirmişti. Ona, «Bu Hint kılıcıdır,» dedi. Arkadaşı sordu: «Hint kılıcı nasıl olur?»
Beriki cevap verdi: «Her vurduğu şeyi iki parça eder.» Adamcağız da ona şu karşılığı verdi: «Sofî vaktini kaçırmaz, onu
tecrübe için şu dikili taşa bir vuralım, sınayalım,» dedi ve hemen kılıcı getirdi, taşa vurdu. Ama tersine kılıç iki parça oldu.
Arkadaşına dönerek şöyle dedi: «Hani sen bu Hint kılıcının özelliği vurduğu her şeyi iki parça etmektir diyordun?» Arkadaşı,
«Evet, kılıç Hint kılıcı olmaya Hint !kılıcı idi ama taş ondan daha hünerli imiş,» dedi. Musa, Firavundan daha kuvvetli idi.
Firavun veli idi ama Musa veliden daha üstündü. Dedi ki: «O halde onun sureti ne idi?»
Hazreti Muhammed (S. A.), «Ah kardeşlerimi ne kadar özledim!» buyurdu. Sahabe: «Ey Allah resulü!» dediler. «Biz
kardeşlerini mi arzuladın?» «Hayır, sizler benim dostlanmsınız,» buyurdular. «Ama senin kardeşlerin, (senden önce) gelip
geçmiş peygamberlerdir ki onlar da şimdi dünyadan göçmüşlerdir,» dediler. Hazreti Peygamber, «Hayır, o kardeşlerimi de
istemiyorum, ancak benden sonra gelecek olan nazenin kulları (Allah velilerini) özledim,» buyurdular.
Henüz erginlik çağına erişmek üzere idim ama tamamiyle erginleşmemişüm. Bu aşk üzerinden otuz kırk gün geçtiği
halde hiç bir şey yemek istemiyordum. Biri, Hemadan şehrinde vaiz ediyordu: «Herkes Allahı, varlıklardan birine
benzetiyor,» diye eleştirmeye girişmişti. Şehrin vaizi geldi, kürsüye çıktı ve teşbih ile ilgili âyetleri sıralamaya başladı.
«Rahman Arş üzerine istila ve galebe ile hakim oldu.» (Tâhâ sûresi, 5); sonra yine «Allahın sizi yere geçirmeye-ceğinden
emin mis'hrz?» (Mülk sûresi, 16); daha sonra «Rabbın gelip melekler sıra sıra dizildik de,» (Fecr sûresi, 22); ve yine
«Üslerindeki Rablerinden korkarlar.» (Nahil sûresi, 50) gibi âyetleri kürsünün önünde okumaya başladılar. Vaiz da teşbih
inancasına sapmış kimselerdendi. Bu âyetlerin manalarını teşbih yönünden söylemeye başlamıştı. Hadisler de rivayet
ediyordu: (M. 51) «Rabbınızı gece dolunayı seyreder gibi göreceksiniz,» «Allah Ademi kendi sureti üzerine halk etti,»
«Rabbimi kırmızı bir elbise içinde gördüm» gibi çeşitli manalara gelen hadisleri gayet güzel anlatıyor, teşbih yönünden
manalarını söylüyordu. «Vay o kimselere ki, Allahyı bu sıfatları ile teşbih etmez ve bu suretlerle bilmezler! Onlar ibadet
etseler bile yine cehennemlik olurlar. Onların ibadetleri kabul olunmaz,» diyordu. Bu bahs ile ilgili âyet ve hadisleri
anlatırken, bir kısım halk, Allahnın mutlak varlığını, onun mekânsızlığım da ileri sürerek sorular sordular. Vaizin sözlerine
itirazda bulundular. «Nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir,» «Ona benzer bir şey yoktur,» mealindeki âyetleri de hep
benzetme yolu ile yorumladı ve bütün bunları hep teşbih noktasında birleştirdi. Tenzih yani Allahyı noksan sıfatlardan arı
bilmek hususunda çekingen davrandı. Cemaat evlerine gittiler. Bunları çoluk çocuklarına anlattılar ve hepsine şöyle tavsiye
ettiler: «Allahı arş üzerinde biliniz, gayet güzel bir surette iki ayağını aşağı sarkıtmış bir halde kürsüye oturmuş, şehir vaizinin
dediği gibi melekler de arşın etrafını çevrelemiştir. Her kim onda bu suretler yoktur derse onun imanı yoktur. Vay onun
ölüsüne, vay onun mezarına, vay onun son haline!» Bir hafta sonra garip bir Sünnî vaiz geldi. Hafızlar, tenzih âyetlerini
okudular. «Ona benzer bir şey yoktur, doğurmadı, doğrulmadı, semalar onun eliyle durulmuştur,» mealindeki âyetlerin
tefsirine başladı. Teşbihçilerin derisini yüzmek gerektiğini söyledi. «Her kim teşbihten bahsederse kâfir olur, her kim suretten
söz açarsa cehennemden kurtulamaz. Allaha mekân isnad edenin vay dinine vay mezarına,» dedi. Teşbihe benziyen âyetleri
de hep tevil etti; birer birer yorumladı, o kadar cehennem tehdidi yaptı ve korkuttu ki, her kim suretten söz açarsa onun
ibadeti ibadet değildir, imanı iman değildir, demeye getirdi. «Allanın, mekâna muhtaç olduğunu söyleyen zavallının vay haline!
Vay onun sözlerini dinliye nlere!» dedi.
Sünnî vaizin bu sözlerini işitenler çok korktular, üzgün bir halde evlerine döndüler. Bunlardan biri evine geldiği zaman
iftar bile etmedi, evin bir köşesine çekilerek başını bacakları arasına aldı, çocuklar gibi ağlamaya başladı. Çoluk çocuk etrafına
toplandı. Fakat bunları yanından kovdu, bağırarak tersledi. "Çocuklar annelerinin yanına koştular. Kadıncağız adamın karşısına
oturdu. «Efendi hayırdır inşallah, yemek soğuyor, yemiyecek misin? Çocukları dövüyorsun, beni kovuyorsun, nedir bu hal?
Hep ağlıyorlar,» dedi. Adam, «Çekil karşımdan! Artık bana ilâhî sesler gelmiyor, içime ateş düştü,» dedi. Kadın ona tekrar
sordu: «Kendisine umut bağladığın Allahyı mı bir tarafa bırakıyorsun? Bu ne haldir? Sen sabırlı bir erkektin, şimdiye kadar
başına bir çok çetin işler gelmişti hepsine sabrettin ve kolaylıkla atlattın. Allahya bel bağladın; Allah da bütün o zorluklardan
seni kurtardı, gönlünü hoş etti. O geçen nimetlerin şükran borcu olarak bu günkü sıkıntılarını da yine Allahya havale et, işe
boş ver ki, üstüne rahmet yağdırsın.» Bu sözler üzerine adamın yüreği yumuşadı. «Ne yapayım? Bizi âciz hale getirdiler,
canımız boğazımıza geldi. Geçen hafta âlimin biri tutturdu, 'Allahı arş üzerinde bileceksiniz, onu arş üstünde bilmeyen kâfirdir,
ölürse kâfir olarak ölür,' dedi. Bu hafta da başka bir âlim geldi, kürsüye çıktı, 'Her kim, Allahı arş üzerinde bilir ve böyle bir
şeyi hatırından geçirirse yani onu semada tasavvur ederse o kimsenin ameli ve ibadeti kabul olunmaz. Çünkü Allah,
mekândan münezzehdir,' dedi. Şimdi, bu birbirini tutmayan sözler karşısında biz hangi tarafı tutalım? Nasıl yaşıyalım? Nasıl
öMim? Âciz 'kaldık!» Kadın dedi ki: «Hiç acizlik gösterme, şaşkınlık etme! Allah ister arş üzerinde olsun, ister1 arştan uzak
olsun, ister bir yerde (M. 52) otursun, ister yersiz olsun, her nerede olursa olsun, yeter ki, ömrü uzun olsun, devleti sonsuz
olsun. Sen kendi dervişliğini düşün, dervişlik vazifeni yerine getir.»
Arap dilinde ant içmek için kullanılan harfler üçtür: Vav, Be, Te. Her üç harf ile ant içerim ki, vallahi, billahi, tallahi, şu
medreselerde tahsil görenler, hep bir mansıp sahibi olalım, bir medrese elde edelim, derler, îyi duygularla hareket etmek
gerekirse bunlar o derneklerde bir yer tutmak için çabalarlar. Halbuki bunlara sormalı: Dünya lokması için ne diye ilim tahsil
edersin? Bu ip insanı o kuyudan çıkarmak içindir. Yoksa yapışıp da başka kuyulara inmek için değil. Sen daima, acaba ben
kimim? diye düşün. Hangi cevherdenim, niçin geldim, nereye gidiyorum? Aslım neredendir, şu anda neredeyim, yüzümü
nereye çevireyim? Mevcut olmayanı anmak gıybet etmek demektir. Hazırda olanı anmak da yabancılıktır. Şimdi zikreden,
Allahı anan kimse, bu halin dışında değildir. Ya hazırdır, ya gaiptir. Eğer gaip ise onu anan kimse gıybet etmiş olur, hazır ise
ona yabancılık karıştırır. Nasıl ki, Sultanın önünde oturan kimse, Sultan şöyle buyurdu veya Sultan şöyle yaptı, diye bilir. Ama
gıybet .ederse büyük günahlardandır. Yani gıybet, çirkinliği dolayısiyle başka günahlardan ayrı sayılan dört büyük günahtan
biridir. Sözü geçen dört büyük günahın başında gıybet gelir. İkincisi bühtan (iftira), üçüncüsü kan gütme yani adam öldürme,
dördüncüsü de zulüm'dür. Bunları düşman taraf helâl etmedikçe azaptan kurtulma çaresi yoktur. Padişahın gizli sırlar
söyleştiği kimseye bu iltifat cismin gıdası sayılır. Ruh da, bizim nasibimiz henüz erişmedi, diye bekler. Bu bizim nasibimiz
değildir, bu bizi bırakmaz, boğazımızdan yakalar. Biz nereye gidelim, nasıl kurtulalım? Bir ayranın içine düşmüşüz ama öyle
bir ayran ki, ucu bucağı yok. Bir kâse içinde değil ki bir kenarı olsun. Ayrandan kurtulur, ykıe düşer; «O, baldır,» der. Her ne
kadar kurtulmak için kanat çırparsa da o kadar derine gider.
Ebû Necip (Allah onun ruhunu kutlasın), bir çetin iş dolayısiyle çileye girmişti. Bir kaç defa rüya sında, bu çetin işin, o
olmadan başaramayacağım yani, filan şeyhi görmesi gerektiğini söylediler. «Onu ziyarete gideyim. Ama acaba kendisim
nerede göreyim?» dedi. Bir ses geldi: «Sen onu göremezsin?» «O halde ne yapayım?» Cevap geldi: «Çileden çık, camiye gel,
saflar arasında niyaz ve huzur içinde dolaş! Ola ki, o seni görür, onun gözüne ilişirsin.» Şimdi Ebû Necibin hali böyle olunca,
ben şeyhsiz kalsam bile, kalmamış olurum. Ettiğim o muhalefet, başka bir itimat ile oldu, başka bir şeyi öğrenmiş oldum.
Adamın biri ölmüştü. Nevvahe (kiralık ağlayıcı) getirdiler. Ölü sahiplerinden sordu: «Merhumun hünerlerini söyleyiniz.
Bilgisi var mıydı?» «Hayır,» dediler. «Zâhid, âbid bir adam mı idi?» «Hayır.» Nevvahe yüzünü kıbleye çevirerek tekrar sordu:
«Fakire, fıkaraya, yoksullara, bakış görüş eder mi idi?» «Hayır,» dediler. Hülâsa her ne sordu ise «hayır» dan başka bir cevap
alamadı. Sorduğu şeylerden de bir nişan bulamadı. Şöyle bir ezgi ile ağlamaya başladı: «Ey şaşkın gelip şaşkın giden zavallı!»
Bir gün dervişler, tekkede semaı bir türlü tutturamıyorlardı. Şeyh dedi ki: «Aman dikkat edin, bizim dervişler
arasında bir yabancı var.» Etrafı yokladılar, «Hayır yabancı yok,» dediler Şeyh tekrar etti: «O halde pabuçları yoklayınız.»
«Evet, yabancı bir pabuç var,» dediler, «öyle ise, o yabancı pabuçları dergâhtan dışarı atınız!» Dışarı attılar. Derhal semâ âyini
düzene girdi. Akıl dergâha kadar yol bulur, ama evin içinde yol çıkaramaz. Orada akıl perdedir. Gönül perdedir, sır perdedir.
(M. 53) Adamın biri berbere: «Bıyıklarımdaki şu beyaz kılları ayıkla,» diyordu. Berber, adamın bıyıklarında beyaz
kılların siyahtan daha çok olduğunu gördü, önce sakalını makasla keserek eline verdi ve «Artık bunu sen ayıkla! Çünkü benim
işim var,» dedi.
Sen aslı yakala! Elbise, yiyecek, düşmandan korunma için seçtiğin şeyler nedir? Nasıl, «Beni, hor görüyorlar, yahut
filan bana yabancı geliyor,» dersin? Sen dalı budağı bırak da asıl ve kök için ağla. Aslı düşünerek üzüntü duymaya bak! İnle,
feryat et ki, o dal ve budağın filizlendiğini, ayağına serpildiğini gö-resin. Bütün büyüklenmeler, ululuklar, başkanlıklar, her
fende başta gelen üstatlar, senin önünde başlarını yere koysunlar. Sen onlara hiç dönüp bakma! O zaman, onları yanından
kovsan bile artık gitmezler. Ama sen bu dallara budaklara yapışırsan, aslı ve kökü elden kaçırırsın. Dallardan da bir şey elde
edemezsin.
İstiyorum ki öğütler vereyim, ama kaç kez öğüt verdimse bazıları bundan hoşlandılar, bazıları da incindiler. Onların
incinmeleri bana da sirayet etti ve beni içlendirdi. Dedim ki: Bir yerdeki öğüt uygun düşmez, gerektir ki tekbir çekenlere,
âcizlere duaya baş-lıyalım. Ta ki, ses çıkarmadan buna yanaşsınlar. Her dalın arkasından ağlıyorsun. Nasıl ki, ayağıma
kapanan bir Ahî delikanlısı, ben, «Filanın peşinde bütün varlığımı kaybettim, her işten el çektim,» dedi ve ilâve etti: «Artık
umudum senin bir selâmındadır. Bunu söyle de tekrar evime döneyim. Yahut da böylece bize bir nazar eyle.» Ona dedim ki:
«Ben senin söylediğin şeylerden hiç birini yapamam. Niçin onun gibi bin tanesi senin hizmet kemerini beline bağlamasın.» «O
halde ne yapayım?» dedi. Ben şu cevabı verdim: «Asılla beraber olmalısın, herkesin aradığı aslı bulmalısın. Bütün asılların
aslını, bütün üstatların üstadını aramalısın! Ama bir gün çürük bir dal gibi elinde kalacak aslı değil. Onu aramakta bütün
gücünle çalışmalısın. Kalbine zahmet veren, seni gayeden uzaklaştıran her şeyi önemle hesaba katasın. Eğer bunu elde etmeyi
kolay sayarsan gaye senin nazarında hor görünür.» Âyette, «Kör için güçlük yoktur, topala da güçlük yoktur,» (Fetih sûresi,
17) buyuruluyor. Bunları isterse, öğüt, imanlı kimse içindir. Çünkü ona nisbetle hepsi kör ve topaldır. Çünkü gören odur ve
hoş yürüyüşlü olan da odur ki, Cebrail onun adımına yetişemez. Cebraile, «Gel!» der. O da, «Hayır gelemem eğer bir parmak
daha yaklaşırsam yanarım,» cevabını verir (Miraç'daki rüyet ve müşahede'ye telmih ediliyor: Kabe' den (Kavseyn) sonra Ev
(Ednâ) mertebesinde, Cebrail. Hazreti Muhammed'i (S.A.) yalnız bırakmış, «Daha llert gidemem çünkü kanatlarım yanar!»
demişti. ). Gerçekten sağlam olan da odur. Dürüst renk ve dürüst mizaç ordadır. Bundan dolayı kendisi söyler kendisi dinler,
hiç kimseyle beraber değildir.
Bu yorumlama nasıldır? Bizim cehennemimizde hep arifler, bilginler yanar. Bizim cehennemimiz böyledir. Biri vardır
ki, cehennem ondan feryat eder. O cehennem geldi diye inler; cehennem de onu görünce, «Cehenneme geldi!» diye feryat
eder. Cehennem müminleri arzular ve ona, «Geç ey mümin, nurun ateşimi söndürecek!» der. Hikâye ederler ki: Büyüklerden
biri bir azizin mezarı başına gelir. Onun dünyadan gizlenmiş olduğunu görür. Kırk gün oturur, o mezarın başını bekler. Tâ ki,
işi tamam olsun. Şimdi gel de söyle: Bu gündoğusu, feleklerin dönüşü senin düşüncene göre nasıldır? Müneccimlerin
anlattıkları şeyler Kuran'ın zahirinden nasıl anlaşılır? Gel de araştıralım. (Mümin araştırıcı olur.) Bugün yıldızlar bilgisinden akla
uygun olanları kabul etmek gerektir. Diyelim ki, ben şafiî mezhebindenim, Hanefî mezhebinden bir şey buldum ki, benim işim
onunla daha iyi yoluna girer. Bunu kabul etmezsem inatçılık olur. Bu arif benim halimi hep bilir, işittiği her söze güler ve
bunun hangi makamdan söylendiğini de bilir. O kimseyi ve her birinin makamlarını görür ve şükreder ki, Allah onu o makama
bağlamamıştır. (M. 54) Ondan geçmiştir ve onun bir çok kulları vardır. Her birinden bir mana ve hikmet istemiştir, öteki arif
ise herkesin halini bilir ve onlar da ona malûmdur. Bu arifi bilen başkaları da onu görür ve onda Allahdan başka birini
görmezler.
Dedi ki: Dün anasının karnından çıkmış, «Ben Allahyım!» diyor. O falandan doğmuş olan Allahdan çok üzgünüm. Allah
Allahdır. Diyordu ki: Filan kimse uzun bir yolculukla filan Şeyhin şöhretine koşar. Ona varınca Şeyh sorar: «Niye geldin?»
«Allahyı aramaya,» deyince Şeyh ona şu cevabı verir: «Allah, erkeklik aletini kaldırmış, bir kancıkla birleşmiştir.» Adamı geri
çevirir. Ben, «Soğuk söz söylemiş, küfür etmiştir,» dedim. O zaman ben de soğuk sözlere ve sövüp saymaya başladım,
kovdum. Ama ne Necmeddin-i Kübra'yı, ne Harizm'i ne de Rey şehrini kurtarabildim. Ne üzüleyim!
Ulu Allah kendi sırrını bu kulundan esirgemedi. Hangi sırrı esirger ki? Ama dünya sırlarını kapalı olarak söyler, ondan
dolayı bir korku yoktur, işte bu sebepten dolayı Hazreti Muhammed, «Ben sizin din işlerinizi en iyi bilirim; siz de dünya
işlerinizi daha iyi bilirsiniz!» (Lokman sûresi, 34: Önceden bilinmesi mümkün olmayan beş şey şunlardır: 1. Kıyamet günü, 2.
Yağmurun ne zaman yağacağı, 3. Ana karnındaki çocuğun cinsi, 4. insanın yarın ne kazanacağı, 5. Kişinin nerede öleceği.)
buyurmuştur.
Onun da bir sebebi vardır bunun da. «Bir insan yarın kazanacağı şeyi önceden bilemez,» buyurulmuştur.
O Şeyh diyordu ki: «Filan şeyhin güzel kokusu, Allah kokusundan da üstündür.» Dedim ki: «Bu koku belki senin
karından ve onun oynaşından geliyor.» Bu ne eşektir ki, eşekliği yönünden söylemiştir. Bir başkası da şöyle söyledi: «Bir
gemide idim güneş gibi bir cevher parladı hemen denize baktım nerede ise gözlerimin ışığını kapacaktı. İki elimle gözlerimi
kapadım.» Daha sonra temaşalardan, denizin garip hallerinden bahsediyordu. Ona şöyle dedim: «Temaşaya mı gitmek
istiyorsun? Temaşa mı arzu ediyorsun? Gel benim içimi seyret! Sen hep kendi âlemini temaşa ediyor, kendi içini görüyorsun.
Gel de benim âlemimi, benim içimi seyret!» Öteki de sanmıştı ki, bizim halimizde eksiklik başladı. Diyordu ki: «Bize düşman
olan dostlarımızı görüyor musun? Himmetimizi nasıl kırdılar?»
Ey kara yüzlü! Himmetin ne olduğunu sen ne bilirsin? Git abdest al, namaz 'kıl tövbe et! De ki: «Kâfir idim imana
geldim. Küfürden vaz geçtim.» Git otur yerinde. Pamuğunu eğirmeye bak! Sen kim oluyorsun? Erkekler içinde mert olanlar
istiyorlar ki, kapıma iki desti dolusu su getirsinler. Kuran'dan üstün kitap yoktur; Allah kelâmından üstün söz yoktur. Ama bu
Kuran ki toplum için gelmiştir, emirler ve yasaklarla, halka yol gösteren âyetlerinde başka zevk vardır. Allah erenlerine
açıklanan âyetlerinde daha başka zevk bulunur. En doğrusunu Allah bilir.
 
Üst Alt