Şiir:
Hoşgörürlük, gözü ayıpları görmekten körleştlrir
Öfkeli bakışlar her kötülüğü açıkça görür.
Bir şeyi seven, ona karşı kör ve sağır olur, yani sevilenlerin eksik tarafı görülmez ve işitilmez. Sevgisini kaybeden
hemen kusur görmeye başlar. Görmez misin, anne yavrusunu çok sevdiği için çocuğunun yatağını kirletmesini bile hoş görür;
ondan tiksinmez, ona «Afiyet olsun,» der. Bu söz, onun çocuğuna karşı düşkünlüğünü gösterir.
Mevlânâ Şemseddin buyuruyor ki: Bu cevabı önce Mevlânâ söylemişti. Şimdi de benden dinle. Biri topal bir eşeği
tavlaya çeker, iki gün iki gece yem verir. Eşek durmadan sahibine pisler, bu başka mesele, öteki de arapatma binmiştir. At
onu her türlü tehlike ve belâlardan, yol kesen haydutların şerrinden kurtarmıştır. İşte bu misal, o sırrın kuvvetini
göstermektedir. Nihayet insanı taşıyan bineğin de hakkı ortadadır.
Bizi hiç bir istek bir yere götüremez. Ancak niyaz ehlinin niyazı, yalvarışı bize yoldaş olmalıdır. «Şüphe yok ki
sadakalar yoksullar içindir,» buyurulmuştur. Bize de ancak yalnızlık suretinin yalvarışı gerektir. Ancak suret ve mana onun
öyle bir niyazıdır ki, somurtkan ve ekşi suratlı şeyhin yanında olamaz. «Ey ekşi yüzlü efendi! Sen bizimle cenk ediyorsun diye
bize çıkışmışın,» dedim. «Hayır,» dedi, «însan, ekşiliği öyle birine karşı gösterir ki, ondan incinmiştir. Başka biriyle de hoş
geçinir, gülüşür.» Yani evvelkini görür suratını ekşitir, bunu görür gülümser ve bundan hiç bir sıkıntı görmeyince hep hoşlanır.
Eğer bir cefa ve bir ziyan görürse, bu da nefsine ait bir cenkleşmedir. Yüzünü kendi tarafına çevirir, somurtur. Yüzünü bu dost
tarafına çevirince de (M. 17) gülmeye başlar. Bunu bilmek bir olgunluktur. Bunu bilmemek de, olgunluğun olgunluğudur.
Bir kimsenin davasını onun manası için, bir kimsenin manasını da, davası için öğrenmek isterim.
Şaha dediler ki: «Seyis senin atına binmiş,» Şah şu cevabı verdi: «Eğer ben atın üstünde olsaydım o başımın üstünde
oturacaktı, ancak ben şimdi attan inmiş bulunuyorum. Tekrar binecek olsam, seyis bilir, çarçabuk ahıra koşar. Bu gün ben
karıyı bile boşayacak olsam gine o bilir.» Dedi ki: «Sizin derneğinizde bulunacak değerde olmadığımız için hizmette
kusurumuz var.» Bu kimseler' ki büyüklerin yanına gaflet içinde giderler, bunların onlardan haberleri yoktur. Çünkü onların
yanına hazırlıksız gitmişlerdir. Yolda yürüyen bir adam, bir ırmağa rastlar. Hep sert akan bu suya girecek olsa derindir,
boğulacak. Üstünden atlayıp geçmek istese geniştir, içine düşecektir. O halde şu zorluğu ortadan kaldırmak lâzımdır.
Kuran'da, «Nefislerinizi öldürünüz,» (Bakara sûresi, 54) buyurul-madı mı?
Hazreti İbrahim, o dört kuşu öldürdü, hemen dördü birden dirildi. Ama burada o dört kuş hemen diril-mez, ancak
başka yönden dirilir. Çünkü velilerin iç yüzü de bu dört kuş gibidir. O dört kuş ölmüştü, ama başka yönden dirildiler. Nasıl ki,
nefsiyle yaşıyanlar başka, kalbiyle yaşıyanlar başkadır. Kalbiyle yaşıyanlarla, Rabbiyle yaşıyanlar da başka olur. Çare yoktur,
çünkü yol budur.
Kuran'da, Allahya güzel amellerinizle ödünç ve rin,» (Müzemmil sûresi, 20) buyuruluyor. Allahnın ne ihtiyacı olur ki,
ona ödünç veresiniz? Yine Allah Musa'ya buyurdu ki: «Ey Musa acıktım. Beni doyurmayacak mısın? Kapına gelirsem beni nasıl
karşılarsın?» Musa, «Ey Ulu Allahm, sen böyle şeylerden arısın,» dedi. Allah yine tekrarladı: «Ey Musa ya kapına gelirsem?»
Her ne kadar Musa, Allahnın bu cilveleşmesine karşı, «Nasıl olur,» diye düşünüyordu, ama Allah da ona karşılık, «Eğer
gelirsem ne yaparsın?» diyordu. Nihayet dedi ki: «Çok acıktım. Tartışmayı bırak, git yemekler hazırla ki, yarın yine gelirim.»
Erkenden yemekler hazırladı; baktı ki, bunların hepsi hazır ama su eksik. O sırada bir derviş geldi, «Allah rızası için bana
ekmek ver,» dedi. Musa, «Hoş geldin,» dedi; eline iki su testisi verdi, «Su getir,» dedi. Derviş, «Başüstüne,» dedi. Suyu
getirdi. Musa da ekmeği dervişin eline uzattı. Derviş saygı ve teşekkürle ayrıldı. Şimdi Musa'nın Allah yolunda bu zorluklara
düşmesi nasıl olur? Musa kimya bilgisini iyi biliyordu. Çünkü ona, «Tevrat'ı altın suyu ile yaz!» diye emir verilmişti. Vakit
gecikti, Musa beklediği yemekleri komşulanna dağıttı. Fakat, «Bu ilâhî cilvenin sırrı nedir?» diye düşünüyordu. Meğer bunun
sırrı, bu topluluğa bir genişlik vermek yahut anlattığım şekilde, içten kulluk etmekmiş.
Neşeli bir zamanında Musa sordu: «Ulu Allahm! Söz verdin ama gelmedin!» Allah buyurdu ki: «Geldim ey Musa!
Geldim ama sen bize iki testi su taşıtmadan nasıl oldu da ekmek vermedin?»
İki bilgin birbirleriyle övünme ve tartışma yoluyla konuşuyorlardı. Marifet sırlarından, ariflerin meclislerinden ve
sohbetlerinden söz açmışlardı. Biri diyordu ki; «Eşeğe binmiş olduğu halde yanıma gelmekte olan zat Tanındır.» öteki de,
«Hayır, bana göre onun eşeği (hâşâ) Allahdır» (Vücut (Varoluş) birliği taraftarlarına göre, Allahdan ayrı bir varlık yoktur.
Dervişlerin konuşması bu nükteye işarettir. Yani her varlık Allahdan bir görünüş, bir eserdir ama Allahnın kendisi değildir, ama
ondan başkası da değildir. Çünkü o zaman vücut ikileşmiş olur. (Ç.)) diyordu. Nihayet bunlar, bu sözleriyle, cebriye
görüşünün çukuruna düşmüşlerdi.
Bâyezid ve başkaları gibi büyük ariflerin sözlerinden anlaşılıyor ki, onların sözlerinde başka bir mana vardır. Bu
sözlerle uğraşmak bir perdedir. Bu gidiş başka bir gidiştir. Dediler ki: «Bu niçin başka bir şey olsun?» Ben de cevabı verdim:
Diyelim ki, sen bizim sözümüzü dinlerken yüreğine soğukluk geldi. (M. 18) îşte o, böyle bir şeye perde olur. Onlar hulul
inancına yakın bir yoldadırlar. Ruh alemine mensup erenlerin sözleri canlara işler; heva ve hevesle dolu olan sen nasıl
anlayabilirsin. Bu şehvet hevasından bahsetmek istemiyorum. Nihayet bundan önce de heva bahsini yorumlamıştım.
Heva şehveti ve arzuları yok eder demiştim. Aşk ve sevgi öyle bir şeydir ki, kımıldadığı vakit, karşına yüz huri getirseler sana
duvar kerpici gibi cansız görünür. Ne zaman bir hikmet sözü işitir veya bir düşünceye koyulursan, o aşk ve sev* gi harekete
geçer. Nihayet nur perdelerinin ışığı olan aşk, «Allahnın nurdan yetmiş perdesi vardır,» anlamındaki hadis ile işaret buyurulan
kat kat perdelerin nurudur. Şimdi sen aşka batmış olduğun halde nurun ışığından nasıl söz açabilirsin? Eğer söz açarsan o
bütün heva olur.
O sofî îmad sarhoş olur, başını sallar. O baş salma heva olur. Heva nerede, Allah nurunun parıltısı nerede? Zaman
zaman bize, «Nasılsın?» diye sor. Ben sizin kulunuzum. O Allah kulları mal bakımından bir hizmette bulunursa bir muhabbet
uyanır. Onların işleri o muhabbetle gelişir. Fakat gerçek dostun vereceği bir pul, yabancının vereceği yüz bin dinardan
değerlidir. Bu dost yardımını her kim kabul ederse, ona bağlanmış olur. Çünkü o kapalı kapıyı dost vergisi açar. Şeyhin bu
güzel suret ve güzel sözleriyle fiil ve hareketlerine asla rıza göstermeyin! Çünkü onların arkasında bir şey gizlidir. Onu isteyin.
Onun iki sözü vardır. Birini iki yüzlülükle, ötekini de dosdoğru söyler. Ama iki yüzlülükle söylenmiş olan sözü bütün velilerin
canları, ruhları özlemekte ve bunu istemektedir. Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'yi bulmak ve onunla sohbet etmek
arzusundadırlar. Halbuki, o doğru ve nifaksız sözü Peygamberlerin ruhları bile arzulamaktadır. «Keski onun zamanında
olaydık, onun sohbetine ereydik, onun sözlerini işiteydik!» derler. Şimdi bari siz bu fırsatı kaçırmayın ve bu gözle bakmayın.
Ona öyle bir gözle bakın ki, Peygamberlerin ruhları da aynı gözle bakmakta, ona hasret teraneleri yollamaktadır. Nasıl ki bir
gün Harunnurreşid, «Şu Leylâ'yı getirin bir kere göreyim. Mecnun onun aşkı ile bütün belâlara düşmüş; Doğudan Batıya
kadar, onun aşk destanlarını âşıklar kendilerine örnek tutmuşlardır,» dedi. Birçok masraflar ve kurnazlıklarla Leylâ'yı
getirdiler; Halifenin sarayında halvete koydular. Halife erken sabah mumlan yaktırdı, onu dikkatle gözden geçirdi. Saatlerce
başını önüne eğdi, düşündü. Kendi kendine, «Bükere de onu konuşturayım belki söz söylerken yüzündeki güzellik daha çok
belirmeye başlar,» dedi. Harun yüzünü Leylâ'ya çevirdi sordu: «Leylâ sen misin?» «Evet Leylâ benim. Ama Mecnun sen
değilsin. Mecnu'nun başında olan o gözler senin başında yok.»
Şiir:
Başkalarına baktığın gözle, Leylâ'yı nasıl görebilirsin?
Onu göz yaşlarınla tertemiz yıkamadıkça!
Bana Mecnun'un gözüyle bak; sevgiliye, seven gözlerle bakmalı. «Allah onları sever,» buyurulmuştur. Fakat buradaki
eksiklik onların Allahya sevgi gözleriyle bakmamış olmalarındandır. Onlar Allahya bilgi yönünden bakarlar, irfan ve felsefe
yönünden bakarlar. Ama sevgi yönünden bakmak başka bir iştir.
Biri geldi, «Bana bir sır söyle,» dedi. Cevap verdim: Ben sana sır söyleyemem. Ben sırrı öyle birisine söylerim ki, onu
kendi benliğinde değil, kendimi onun benliğinde göreyim. Kendi sırrımı kendime söylemiş olurum. Ama ben sende kendimi
göremiyorum. Sende başkalarını görüyorum. Bir kimsenin yanına gelen başka bir kimse (M. 19) üç ihtimalin dışında
değildir. Ya müriddir ya dostluk için gelmiştir, yahut da kendi ululuğunu göstermek ister. Sen bu üç türlü ziyaretçiden
hangisisin? Nihayet falanın yanına gitmeyecek misin? «Benim nasıl bir insan olduğum sizce belli midir?» dedi. «Evet
belüdir, onu sende görüyorum. O sendedir, ama ben sende değilim, çünkü sendeki benlik ben değilim,» dedim. Bana dedi
ki: «Mert odur ki, içinde ne varsa dışı da öyle görünsün.» Benim içim dışım hep bir renktedir. Bu cihet eğer açıklanır ve bende
velilik ve hikmetler olduğu bilinirse bütün cihan tek renkli olur. Kılıç kalmaz, kahır ve zulüm kalmazdı. Ama alemin böyle
olması Allahnın kanunu değildir. Uzun söz burada kısaldı. Bu sözün mânası şudur: Benim dış yüzüm iç yüzümün dışarıya
vurmuş olan rengidir. Şu hale göre bu âlem var olmasaydı yerinde başka bir âlem olurdu.
Bayezıd'ın halvet hikâyesini anlatmaya başladı. «Bu, Muhammed dininde uydurma bir şeydir. Uydurmacıların sözünü
bırak,» dedim. Bana, kadıdan örnek verdi. O sakat hükümleri, düşünceleri tekrarlardı. Onunla Tokat'ta yaptığımız
tartışmalardaki hükümleri ve araştırmaları anlattı. Artık başka hiç bir karşılık vermedim. «Kalk git! Bir daha böyle şeyler
yapma! Başkalarını dinliyorsun, bir takım sözcülerin sakat ve yanlış haberlerini, Allah kullarına getiriyorsun,» dedim.
Bazıları daha ileriye sıçrayabilmek için geri geri giderler ki suyun öte tarafına atlasınlar. Bunların geri gidişleri, daha
ileriye atlamak için olursa iyidir. Eğer başka bir niyetle gemleniyorlarsa sonu düşkünlüktür. Şüphe yok ki, bu ırmağın suyu
geçilecektir. Kâfir, Müslüman, Yahudi bunu geçecektir. Bundan geri kalırsan, haydutlar seni zebun düşürür. Suyun öte
tarafında haydutlar sana saldıramaz. Öte tarafında sana kuvvet gelir; yardım ve kolaylıklar görürsün. Bugün suyun öte
tarafına atlamak için daha çok gerilenirsen çok geçmeden yorulursun; ancak öyle bir sıçrayış sıçra-malısın ki, iki ayağın birden
karşı tarafa bassın. Eğer ayağının biri suya değer ve su da sert akarsa, öteki ayağın da kayar içine düşersin!
Biri diyordu ki: «Sen eğer fıkıh bilgini olaydın, ne ince konular bulurdun!» Öteki Hıristiyan da dedi ki: «Eğer sen
Hıristiyan olaydın, dinin ışığı olurdun; Hıristiyanlığa parlaklık verirdin.» Yahudi de bundan daha iyisini söyledi: «Eğer bütün
müslümanlar böyle olsaydı, Muhammed'in dini ne mutlu bir din olurdu,» dedi. Nihayet benden şunu diledi ve dedi ki:
«Mademki sen bu kadar iyi bir adamsın, söyleyeceğim hatırayı yazmaz mısın?» Onun kulağını doldurmak gerek. İlim, içten ve
dıştan bir anlayıştır. Eğer iç alemine ait olursa ona hikmet, felsefe derler. Dedi ki: «Bir kere düşün bu nereye sığar? Ev
doludur, iğne atacak yer yok.»
Diyordu ki; «Sabredersen, cefadan şikâyet etmezsin.» O düşünce nereye sığar? Gönül evinde nasıl yer bulur ki, bu
ev iğne sığmayacak derece dopdoludur. Bir külhan ambarını getirmiş, «Buraya yerleştir!» diyor. Nereye yerleştireyim? Yer
kalmadı. Dünyada Allahyı aldatmak nasıl olabilir? Bu, bayağı bir şeydir. Evet, Allah kulu nefsinden nasıl umutsuzluğa düşebilir?
Bir sedef içinde bir inci vardı ki, bütün âlemi dolaşırdı; bir çok incisiz sedeflere rastladı. Ona sedef ve cevher hikâyesini
anlattılar; o da onlara, sedef hikâyesini anlattı. Ötekiler dediler ki: «Bizim onda bulunduğunu işittiğimiz o sedefler, sendeki inci
ve sedeflerin hikâyesi midir?» Dedi ki: «Vallah ben de senin işittiğin kadar işittim.» «Ey dolapçı, yankesici! O sende, ama bizi
yanıltmak istiyorsun,» dediler. Cevap verdi: «Hayır, ant içerim ki o sedef bende yok. O, öyle bir yüce âleme gitti 'ki, bir gün
eşsiz bir inci bulsun.» Ne söyledi ise söyledi. Kuran'da, «O, Allahnın kuluna bildirdiği şeyi bildirdi,» (Necm sûresi, 10)
buyurulmadı mı?
Ona sedef desen bile buna sedef deme! Bir sedef ki, içinde Allah surlarının öz cevheri coşup köpürmeye başlamıştır,
öteki çömlek parçaları ile nasıl eşit sayabilirsin? Her kim senin yanında iyilikten bahseder yahut senden bir kimsenin iyiliğini
sorarsa, senin iyilik hakkındaki düşünceni öğrenmek istiyorlar demektir. Böylece bir kimsenin aleyhinde konuşurlarsa, bil ki
Hak seni iyilik ve kötülük yönünden sorguya çekecektir. Sen de bu hususta (peşin hüküm vermekten) sakın.
(M. 20) Nişabur şehrinde, bir çocuğu doğruluğa alıştırmak, terbiye etmek istediler. Önce ona sordular: «Falan çocuk
hakkında ne dersin? Bize hoş görünüyor. Güzel huylu bir çocuk mudur?» Eğer, «Evet, güzel huyludur, fena değildir,» derse,
kend si de öyledir; eğer, «Bu vasıflardan uzaktır,» derse, «O halde şimdi sen nasılsın?» diye soracaklardı. Bazıları vardır ki,
öğüt dinlerken içleri müslümandır, fakat vaiz meçlisinden çıkınca ateşten çıkmış kalay gibi donar kalırlar. Bazıları da vardır ki
hem vaızda yumuşak huylu olurlar, hem de başka şeyle yumuşatılabilirler. Kimisini de çetin araçlarla ve bazen de daha etkili
bir şeyle yumuşatılır. Nasıl ki, görünüşte her şeyi yumuşatmak bir âlet yardımı ile olur. Bizim yakınımız, semâ vaktinde
hırkasını atan ve bir daha dönmeyen adamdır. O hırka, her ne kadar bin cevher değerinde olsa bile, o semâda ve o halde
aldanmış bulunsa bile, bir kere ben o zevkin o hırkaya değdiğini sandım ve vermiş bulundum. Şimdi tekrar görüyorum ki,
aldanmı-şım. Değmez. Bu söz bir zümreye acı gelir; ancak o acılığa karşı dişlerini sıkarlarsa bir tatlılık belirir. Şu halde acılık
zamanında gülen kimse şu sebepten gülmüştür ki, gözleri sonunda gelecek tatlılığı görmektedir. Demek ki, sabrın manası bu
bakıma göre işin sonunu gözlemek, sabırsızlığın manası da işin sonunu göremeyecek kadar kısa görüşlü olmaktır, îlk saf
daima, işlerin sonunu iyi bilenlere kalır.
Katır, deveye sordu: «Niçin ben çok kere katarın başında gidiyorum da sen arkada yürüyorsun?» Deve dedi ki: «Ben
yokuşun başına geldiğim zaman ileriye bakar sonuna kadar görebilirim. Çünkü yüce başlı yüce himmetliyim, parlak gözlüyüm,
bir bakışla yokuşun sonuna, bir bakışta da ayağımın önünü görürüm.» Burada deveden maksat şeyhtir. Çünkü o olgun
görüşlüdür, ona daha önce yetişen herkes onun huyunu kapar. Şüphe yok ki, kiminle düşer kalkarsan onun huyunu kaparsın;
hangi tarafa baksan sana olgunluk telkin eder. Yeşilliğe güle baksan sana incelik duygusu gelir; çünkü yoldaşların seni kendi
âlemlerine çekerler. Bu yüzdendir ki, Kuran okumak gönüle sefa verir. Peygamberleri dile getirirsin, onların ahvalini
öğrenirsin; onların suretleri senin ruhunla birleşir; sana yoldaş olur. Ben, o büyük ölümsüz ve sonsuz cevherle öyle sıkı ve
sıcak bir bilgi edindim, onunla öyle kaynaştım ki, içim onun ateşiyle doldu. O cevher, yumuşaklığa ve güzel huyluluğa başladı.
Dedi ki: «Nasıl istiyorsan öyle yapayım.» Ben de imkân bulunca, «Bana falanca cevhercinin cevheri gerektir» demeye
başladım, «isterim ki dileğimi kabul edesin ve bunu geciktirmiyesin.» O öfkeye ve sertliğe başladı; ben de yumuşak
davrandım aşağıdan aldım. Çünkü o benim kızgınlığımı yatıştırdı, yumuşattı. Ben de onun öfkesini yumuşak hareketimle
karşıladım. Dedim ki: «Hele tartışmayı bıraktım, hiç bir şey istemiyorum, hüküm senindir.» Tekrar tutturdu, «Sana ne
lâzımdır?» dedi. «Sen bilirsin,» dedim. «Hayır, söyle,» dedi. (M. 21) Dedim ki: «Sebep aynıdır; eğer barış yapmak istiyorsan
barıştım.» «Hayır, açık söyle söz nedir?» dedi. Bu sefer de, «îş, sözden'daha sağlamdır. Ben söyledim sen bırakmadın,»
dedim. Tekrar etti: «Senin sözün bizim için senden daha iyidir, yapacağın işi söyle.» «Bildiğin gibi değil,» dedim. Onu
vurmadıkca bir faydası olmaz sana teslim olmuştur. Sana dünya ehlinin sohbeti ateştir derler, ibrahim gerektir id ateş onu
yakamasın. Nemrut, dışarıdan bir ateş yaktı İbrahim de bir ateş yaktı. «Göreceksin ateş kimi yakacak,» dedi. «Ey Nemrut!
Sen kahırdan doğmuşsun, ben de rahmetten yaratılmışım, görelim kim kimi yakar?» Allah, «Rahmetin öfkemi geçti,» diye
buyurmadı mı?
İbrahim dedi ki: «Ders meydanda, imtihana ne lüzum var?» Öteki, «Hayır, hayır, ancak iş gerektir,» dedi. İbrahim,
«Bismillah!» dedi. Rahmetin ayağı kahrı tepeler; bu takdirde rahmet, kahrı ve öfkeyi yok eder. Rahmetin ayağı böyle olur.
Evet, dostları sınamak gerektir. İbrahim dosttur. Nasıl ki, «Dosta böyle yaparsan, düşmana ne yaparsın?» .derler. O, dostu
ateşe fırlattı gitti, hali ne olacak diye sınadı. Onun halini, onu ancak fırlatıp atan bilir.
Çalgıcıya dediler ki: «Ne nazlanıyorsun, çal! Yoksa ricamızı iki kere mi işitmek istiyorsun?» Şöyle cevap verdi:
«Hatırlıyorum, filan kimse de böyle niyaz ediyordu.» Yani sizde böyle yapın. Öteki, içinden bunu kabul etmiyordu: «Nasıl olur
da bir adam bu ka-darcık hüneriyle öğünebilir? Filan adam bana böyle saygı gösterdi, rica ve niyazda bulundu,» diyebilir. Ben
öğünmüyorum, ben yol gösteriyorum. Gösterdiğim yol da niyaz, yalvarma yoludur. Şah ise niyaz ile doludur.
Diyorlar ki: Ariflerden biri Bağdat'ta yüz hıyarın bir pula satıldığını işitir. Feryada, dövünmeye başlar; kendinden
geçer ve hastalanır. O arif bizlerden değildir. Onun sözünü ve halini bize nasıl örnek gösterebilirsin? Biz de o hal yoktur. Bize
göre Hak yolcusu birdir. Yüz hıyar nereden geldi? öteki dedi ki: «Sen Hak yolcusuna nasıl diyorsun ki hıyarı bir pula satmak
küfür değildir. Bunu niçin söylüyorsun,» diye ona çıkıştı. Hayır, o niçin çıkışsın? O, onları bu gibi şeylerden kurtarmak istedi.
«Bunu bizim sözümüze niçin benzetiyorsun,» demek istedi. Diyelim ki, denizde bir girdap vardır; korkunç bir girdap. Bütün
denizciler bundan kaçarlar. Herhangi birinin bundan sakınmayarak buradan geçerim demesi ne demektir?
Şimdi cansız varlıkların konuşmasından ve onların işlerinden söz açacağız. Bilgeler bunu gerçeklemezler. Şimdi bu
gördüğüm şeyleri nasıl söyleyeyim? înliyen direk hikâyesini nasıl anlatayım.Bu, kişi dilinin kıvrımlarında gizlenmiştir. Hazreti
Ali buyurdular ki. «Bir insan konuşurken kim olduğunu aynı saatte anlarım. Konuşmasa, üç günde anlarım; ancak yeter ki
halinde susma olmasın da, dinleyenlerin anlayışına göre konuşsun.» Yine Hazreti Ali buyurmuştur ki «Perde açılsaydı yakîn
yine artmayacaktı.» Eğer onun hali öyle olsaydı, bu ikinci söz haline uygun düşmezdi.
Büyüklerin meclislerine gelmeye engel olan şey istidat eksikliğidir, istidat, kabiliyet, dünya işlerinden feragat gerektir
ki, büyükleri ziyaretten bir fayda elde edilsin. Ziyaret edenler niyazda, armağan sunmakta ağır davransalar bile, yine
ziyaretleri boşa gitmez. Ama en iyi bir durum içinde çalışmak gerektir. Bazılarında iyilik umudu göremiyorum ki, pişmanlıktan
önce uyanmış olsunlar.
Müşteriden bir pul haraç alan bakkal, kavgaya tutuşmuş, öfkelenmişti. Tablaları dökülmüş, dirhemleri başına atılmış,
halk gelip ayınncaya kadar (M. 22) elli dirheme yakın bir ziyana uğramıştı. Sonunda yaptığı işten çok üzüntü duydu ama o
saatte öfkesi ona öyle galip gelmişti ki. Bu hal şimdi senin başına gelseydi, «Hiç kimseyle tartışmadan korkmam,» demiş
olmana rağmen, «Aman ateş geliyor, beni içine alacak,» derdin. Gerçi bazı kimselerle tartışırım. Onlarda bir ateş vardır.
O saatte, ona öyle bir ateş gelmişti ki, sana gelseydi o gün hamama girmişe dönerdin. Sana ne zaman öfke ateşi
gelse sadece Hak uğrunda değildir. Bu ateş her kime yakın gelse, bil ki yüce Allah buyurur ki, benim tarafımdan ancak cefa
kapısını kapamaktan başka bir şey baki kalmadı. Bir hizmet etmek gerekir ki, o cefa unutulsun. Bağışlamayı unutmak gafleti
unutmak demek değildir. Bir iş yaparken o cefaları hatırlıyorsun. Bu öyle bir girdaptır ki, bu girdaptan herkes kaçar. Ancak
yüzücü kaçmaz. O b'le kendisini bu girdaptan geçmeye sakınır. Çünkü geçeceği yol girdabın içindedir. Ancak başkalarını da
yakalar, birlikte geçerim diye suyun etrafında toplarsa, öteki sanır ki kendisini döndüren girdaptı. Denizde ve girdabın içinde
bir damar ve o arada incecik bir yol da vardır ki, oradan geçilebilir. Çünkü şüphesiz bu girdabın bir yolu olacaktır. Şimdi seri
nasıl söylüyorsun ve bana niçin diyorsun ki, «Düşmanı altetmek tartışmaya engel olmaz, belki çok hoşuma gider, gam
çekmem.» Mademki gam çekmiyorsun, «Ben dünyaya tapanlara söyledim,» diyorsun; dünyaya tapanları benim sözüme örnek
getirebilirsin. Dindar kişiler bile bu nükteler içine sığmaz. Mademki gam çekmiyorsun. Bakkalın biri, bir pabuçcunun karşısında
otururdu. Bu bakkal, her gün hurma yerdi; çekirdeklerini de pabuç-cuya atardı. Pabuçcu bu hurma çekirdeklerini topladı; onu
taş gibi inciten o çekirdekleri bir araya koydu. O gün kendi kendine dedi ki: «Allah, fenalığın cezası misli iledir, buyuruyor. Bu
adam bütün bu ce-fasiyle beraber eğer bu gün bana hurma çekirdeği atmazsa ötekileri af edeceğim.» O gün, bakkal yine
hurma yemeye, çekirdeklerini eskisi gibi pabuçcuya atmaya başladı. Bütün çarşı halkının bu işten haberi vardı. Diyorlardı ki:
«Eğer bu gün de aynı terbiyesizliği yaparsa kendisini alaşağı edelim. Şaha da haber göndererek bunu astıralım.» Şaha haber
gönderdiler; kunduracı bıçağını aldığı gibi eline indirdi; ikinci bir darbeye lüzum kalmadı. Padişah, vezirine dedi ki: «Pabuçcuyu
ziyarete gidelim.» Veziri dedi ki: «Padişahım, onun için teklif tekellüf yoktur. Aşağı in, dükkânın köşesine otur, onun hoş beş
etmesini bekleme: iltifat göstermeyişi oraya yol olmamasından, oranın yasak olmasından değildir. Bütün külhan sakinleri onun
huzuruna yol bulmuşlardır. Kerem ve cömertlik alanında, doğan gibi uçar.» Şah, vezirin anlattığı şekilde pabuçcunun
ziyaretine geldi. Vezir, «Başka suretle ziyarete imkân yoktur,» demişti. İkinci bir küstahlıkta da bulunmuş, elini istemiş ve
öpmüştü. Beraber oturup konuştuktan sonrıa geri döndü. Bu hikâye henüz âleme yayılmamıştı. İster yayılsın, ister yayılmasın
maksat bir öğüttür. Cefaya karşı tedbir almak gerektir. Biz hem tedbir alıyoruz hem yol gösteriyoruz. O yol da dünyayı feda
etmektir. Allah, «Nefsinin cimriliklerinden korunmuş ve arınmış olanlar; işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.» (Haşr sûresi, 9)
buyuruyor. O cefaya karşı tedbir almak için öylesine çalış ki, ilerideki ayrılık gününü korumak için işe yarasın. «Onu göz
önünde tutarsan ortada bir şey kalmaz,» di-yesin. İşte bu insan sıkıntı günlerinde Haktan yüz çevirir. Nimet günlerinde de,
ona saygı gösterir.
Sevgili der ki: «Ben hoş konuşurum, sen de hoş konuşur musun? Ben sıkılırım sen de sıkılır mısın?» Bu o kadar
önemli değil; asıl işin özeti o sıkıntıdadır. (M. 23) Bu sıkıntı tatlılıktır; bu yolun geri dönüşü işte böyledir. Bu öfke
yumuşaklıktır. İşin hoş tarafı benim zındıklıkla birleşmiş olnnamdadır. Benim İslâmlık tarafımda o kadar hoşluk yoktur. Cefa
vaktinde söylediğim sözü ayrılık günlerinde, o cefanın b'.ttiği zamanlarda da söylerim. Aynaya bakar, onu karşımda tutarım.
Kabul edersen yazarsın; gramere vurursun. Şimdi görüyorsun ki, söz başkaları içindir*. Çünkü o sözün, o öğüdün sonucu
ondan sonra ona aykırı bir halin meydana gelmemesindedir. Bu mesele elli kere dünyanın her tarafını gezerek denizleri,
karaları dolaşan mücevher tüccarının hikâyesine benzer. Bu adam bir in-ci arıyordu. Geldiğini haber alan inci dalgıçları birbiri
ardından koşardı. Ama aranılan incin'.n nasıl ve nerede olduğu, tüccar ile dalgıçlar arasında gizli kalmıştı. Tüccar, inciyi
rüyasında görmüş; o rüyaya inanmış ve güvenmişti. Nasıl ki, Yusuf Peygamber (S.A.), rüyaya inandığı ve kendisine Ay'ın,
Güneş'in ve yıldızların secde ettiğini rüyasında görerek bunun yorumunu bildiği için kuyuya atıldığı, zindana tıkıldığı günlerde
bile gecelerini hoş geçiriyordu.
Şimdi dalgıç Mevlânâ'dır; cevahir tüccarı da ben, yani Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî Allah bereketini sonsuzlaştırsın
inci de ikimizin arasındadır. Diyorlar ki: «inciye giden yol sizin aranızdadır. Biz ona yol bulalım.» «Evet,» dedim, «Fakat yol
budur: Ben sana bir şey verin demiyorum, ben Allah yoluna gelin diyorum.» Niyaz yoluyla ve hal diliyle biri sordu: «Allah yolu
hangisidir? Söyler misin?» Ben, «Allah yolu budur,» diyorum. Elbette Aksaray'a gidilirken bir köprüden geçilecektir. Hakka
giden yolun köprüsü de Kuran'ın, «Onlar, malları ile, nefisleriyle savaştılar,» (Tevbe sûresi, 21) âyetinde buyrulduğu gibi önce
malını saçmaktır. Ondan sonra yapılacak işler çoktur. Ancak önce Aksaray'a uğranılacaksa, bu yoldan başka geçit yoktur.
Aksaray'dan sonra da (yolda) ıssız ovalara saparsan yine yolunu şaşırırsın. Kurtlar, gulyabaniler seni görünce yayından
fırlamış ok gibi ardından yakalar bir lokma yaparlar; alaşağı ederler. Şimdi ne yapmak istiyorsun? Ne vereceksin Allah yoluna?
Gönlündeki nedir? Ne düşünüyorsan, söyle. Eğer bir engelin varsa bana anlat ki, o engele karşı yol öğreteyim de sana kolaylık
olsun. Ben yolu senden daha iyi bilirim. Ben inci hikâyesini anlatıyordum; sen bunu bir pula bile almıyorsun. Şimdi ikiyüzlülük
mü yapayım? Yoksa dosdoğru mu konuşayım? Bu Mevlânâ Ay'dır; benim varlığımın Güneşine gözler erişemez. Ancak Ay'a
erişilebilir. Işığının ve aydınlığının son derece parlaklığından dolayı gözler güneşe baba-maz. O Ay güneşe erişemez, ama
Güneş Ay'a yetişebilir. Nasıl ki yüce Allah Kuran'da, «Onu gözler kavrayamaz, ama o gözleri kavrar, (En'** sûresi, 103)
buyuruyor.
Bu ok kimin okudur? Bu söz kimin okluğundan fırlamıştır? Hakkı, kemâl mertebesiyle bilen onun kudretini anlayan
kimdir? Bu okun sonu yoktur, Kuran'da, «Söyle ki, eğer deniz Allahmın yaratıklarını yazmak için mürekkep olsaydı, Allahmın
yarattıklarının sayısı bitmeden önce deniz tükenirdi. Denizi bir kat daha artırsak bile yine yetmezdi.» (Kehf sûresi,109),
anlamındaki âyet, bunu göstermiyor mu? Mutlu odur ki, bu ok kendine isabet eder; onu vurur. Bu ok Hakkı bilenler içindir.
Okluğumda daha nice oklar var ama bunları atamıyorum. Attığım ve atmakta bulunduğum oklar geri tepiyor. Oklukta
kalanların da başka işleri var. Bari nerede olursan ol bizden yüz çevirme. Bizi bırakıp gitmekten dem vurma! Bulunduğun hal
içinde, her neyin varsa ver. Bir şeyin yoksa kazanmaya bak ve çalış ki, bu yüzden başka dostları da yanına toplayabilesin!
Azıcık bizi de gözet; sana vermiş olduğumuz ödünce karşı bir iki lekis hazırla (ayrılık masrafı boştur kişi verilen sözden
sorumludur).
(M. 24) Allah ile olan sözleşme nasıl olur? Borcumuza karşı her şeyden bir parça olsun saklamayı ihmal etme! Eğer
bir lekis kadar olursa (ki ben ondan zengin sayılmam ve onsun da yoksul kalmam) ancak sana bir şeyler açılır. Nihayet bütün
bunlardan el çekeceğin zamana kadar sana görünmeyen âlemden ansızın bir doğuş olacaktır. Böylece bizim tarafı da bir
hamlede unutma! Diyelim ki, akıl bir şey buyurur. Heva ve heves onun aksini ister. Bu şuna benzer ki, efendi, «Turşu getir,»
der; uşak «Hayır,» der; «tatlı getirin. Tatlı daha iyidir.» Bu uygun bir iş değildir. Gerektir ki uşak önce efendinin istediğini
getirmiş olsun. Çünkü gerçekte, turşu efendinin istediğ dir. Sonra efendi, «Ben falan yere gidiyorum,» der. Uşak, «Allah
yoldaşın olsun git, ben gelmiyorum,» der. «Niçin gelmi-yorsun,» deyince, «Dönüş zamanında gelirim, şu saatte mazeretim
var,» diye cevap verr. Bu doğru değildir. Bu ters anlama, işin aksini öğrenmedir. Halbuki bu yolda söz birliği, iş birliği
gerektir. Aksilik yaraşmaz. Hayır, sen bana uyuşmazlık öğret, ben sana söz birliği öğreteyim! Yani sen bana naz öğret, ben
sana niyaz öğreteyim. Nasıl ki adamın biri, bin din bilginine şöyle bir teklifte bulunmuştu. «Sen bana Yasin öğret ben de sana
savaş öğreteyim.» Bilgin de savaşçıya şöyle dedi: «Sen bilimsel tartışmadan anlar mısın? Yoksa bundan yoksun musun?
Tartışma sevdasında değil misin?»
Şeyh Muhammed bunlardan hangisidir? Beni gerçekledi, tartışmadı. Ama tartışmada bulunsaydı çok faydalanırdı.
Çünkü benim onunla tartışmam gerekliydi. Eğer sahabe, Hazreti Muhammed'le (S. A.) karşılıklı konuşsalardı onlar için çok
faydalı olurdu. Şimdi bu hangi nevi dendir ki bahsetmiyorsun? Bu manevî fayda kendine erişir. Ancak tartışma ile elde edilen
bu fayda nedir? Eğer konuşurlarsa siz çok faydalanırsınız. İşte ben sizin hakkınızda bunu düşünüyorum. Siz de bana böyle
yapıyorsunuz. Kederliysen tazelenmek; yaşlı isen gençleşmek gerek. Başıyla, kulağiyle, akliyle oynamak gerek ki nasip alasın;
hem mana isitesin, hem yiyesin. Yani hem ince manalar dinleye-sin, hem başka bir iş yapasm. Şimdi, «Bu saatte başka işim
var,» diyorsun. İki iş'bir arada nasıl olur. Gerek ki iki işi bir arada yapasm. Ulu Allahnın bana öyle bir vergisi var ki birbirine
aykırı yedi sekiz işi bir arada yüklenir, altından çıkabilirim. Allah her şeyden üstündür.
Bazı veliler aceleci oldukları için sana gal'p görünürler, ama o derece galip değildirler. Bazı veliler de yumuşak
görünürler ama çok hareketli ve galip olurlar. Onların diledikleri biraz gecikir. Davacının davasından vazgeçeceği zamana
kadar uzar; onların nişanı, marifetleri kalmamış olmasıdır. Bir marifetten bahsedemezler. Bizim sözlerimiz arasında söz
karıştıran Şeref Lehaverî, gibi kimseler, bulanık suda boğulmuşlardır. Rüyasında büyük bir bulanık suyun içine daldığını; iki
parmağını oynatarak, «Aman Şem-şeddin-i Tebrizî elimi tutsun,» diyerek imdat istediğini görmüştü. Bu rüya ona yeter
derecede bir öğüt olmadı. Tekrar benim yanımda nebilerin mucizeleri ile velilerin kerametleri arasındaki farkı anlatmaya
başladı. Nebiler her ne zaman dilerlerse mucize gösterirler diyordu. Velilerin sözleri nerede, sen nerede? Sonra, bazı rafızîler
devamlı bazıları da devamsız olurlar, bazıları da ihtiyarsız olurlar; bir kısmı da ihtiyar-lanyle rafızîlik ederler diye tutturdu. O,
veliyi kendi haliyle kıyaslayarak tasvir ediyordu. Onun sözlerinden ve işinden (M. 25) yüz çevirince de, «Beni kıskanıyor, bana
hıncı var» diyor. Halbuki benim öyle bir huyum vardır ki Yahudilere bile dua ederim. «Allah hidayet versin, onları doğru yola
yönetsin,» derim. Bana şovenlere de dua ederim. «Ulu Allahm, ona bu halinden daha iyi bir hal ver ki sövüp sayacağı yerde
bir teşbih okusun, seni ansın ve ilâhî âlemle meşgul olsun!» derim.
Onlar bana nereden çattılar da, «Bu velidir veya veli değildir,» diye tartışmaya başladılar? Ben veli olayım,
olmayayım sana ne? Nasıl ki Çuha'ya «Hele şu tarafa bak dediler, tepsiler götürüyorlar.» Çuha şu cevabı verdi: «Bize ne?»
«Ama sizin eve götürüyorlar,» deyince; «O halde size ne?» dedi. Ben de şimdi «Size ne?» diyeceğim. İşte bu sebeptendir iki
halktan çekinmekteyim.
İçimden birçok büyükleri severim. Onlara karşı muhabbetim vardır, ama açığa vurmam. Bir iki kere açıkladım:
Bende, geçim hayatımdan bir tecrübe kaldı. Bir muhabbet vardır ki asla soğumaz, fakat bu dostluğun değerini kimse bilmez
ve takdir etmez. Halbuki benim Mevlânâ'ya açıkladığım sevgi arttı ve eksilmedi, doğrusunu söyleyemiyorum. Ben doğruluğa
başladıktan sonra beni dışan attılar. Eğer tam doğruluk gösterecek olsaydım beni bir hamlede bütün şehirlerden sürer, kapı
dışarı ederlerdi.
Az çoğu gösterir, yani söz az mâna çok olmalı. Diyelim ki oraya bir çuval şeker koymuşlar, ondan azıcık bir örnek
getirmişler; işte bu azıcık örnek o bir çuval şekerin delilidir. Onu 'anlatmaya yeter. Kişinin de biraz doğruluk göstermesi, onun
doğru olduğuna delildir. Yine biraz eğrilik ve ikiyüzlülük de sahibinin eğriliğini gösterir.
Hazreti Peygamberin çağında doğruluğa pek düşkün bir adam vardı. Sahabe, bu adamın doğruluğundan ve doğru
sözlülüğünden, Peygamberin de onu korumasından dolayı incinirlerdi, ama ona bir şey diyemezlerdi. Ancak çok içerlemişlerdi.
Hatırlarından, Hazreti Peygamber, dünyadan göçtükten sonra ondan öç alalım, diye geçiyordu. Adam, Hazreti
Peygamberin dünyadan göçtüğü günlerden sonra da böylece doğru sözlülükte devam etti. Artık dayanamadılar, «Ona
bir darbe vuralım,» dediler; «Olmazsa şehirden sürelim,» dediler. Adamcağızı şehirden dışarı atarken, bu gürültülerin sesi
bir kadının kulağına kadar gelmiş; dam üstüne koşarak sahabeye çıkışmaya başlamıştı. «Bu adam azizlerdendir,
Peygamberin yanında sevilmiş bir kişiydi. Onun yüce ruhundan utanmaz mısınız ki, bunu şehirden sürgün ediyorsunuz,»
diye bağırıyor, onlarla kavga ediyordu. Adam yüzünü yukarı çevirdi, kadına hakarete başladı: «Sen niçin kendi kendine
bunlara çatıyorsun. Allahnın lanetini hem kendine hem de bunların üzerine çekiyorsun!» Kadın kendi kendine, «Evet» dedi,
«Peygamberin dostları yersiz iş yapmazlar, şehirden sürülmeye lâyık olmayanı da dışarı atmazlar. Hazreti Peygamber,
'Ümmetim sapkınlık üzerine fikir ve söz birliği etmezler,' buyurmuştur. İyi yapıyorsunuz. Allah yardımcınız olsun,» dedi.
Doğru sözlü adam bunun üzerine, «Evet, onlar iyi ediyorlar, sen fena etme!» dedi.
Cüneyd'e tavsiye ettikleri Ahmed-i Zındık'ın hikâyesi de şöyledir: Ona denildi ki, falan şehirde bir Ahmed-i Zındık
vardır. Senin karşılaştığın zorlukların düğümü onsuz çözülmez. Sen yüz çile de çıkarmış olsan yine onsuz yapamazsın!
Cüneyd, Bağdat'tan kalktı, o şehre yollandı, kendi kendine Ahmed-i Zındık'ın evi nerededir diye sorsam her halde edebe
yakışmaz dedi. Adım tevil ederek (değiştirerek) Ahmed-i Sıddık diye sordu, içindeki irfan buna (M. 26) engel olmuştu. Ona
rüyasında tevilsiz dosdoğru bir söz söylemişlerdi. Ama o bunu teville yani değişik şekilde dinlemişti. Bu yüzden altmış gün o
şehirde derbeder ve başıboş bir halde dolaşıyor; rastgelene Ahmed-i Sıd-dık'ın evi neresidir diye soruyordu. Kendisine
dosdoğru öğret len bu adı değiştirmiş olmanın yarattığı uğursuzluk yüzünden bir türlü onu bulamıyordu. Nihayet hatırına
ansızın bir çare geldi. «Hele şu yıkık mescidin kapısından geçeyim,» dedi ve oradan geçerek yürümeğe başladı. O sırada
kulağına bir Kuran sesi geldi. Hemen yüreği yerinden hopladı. Yıkık mescitten bir delikanlı çıkıyordu. Artık «Adamı kendi adıyla
sorayım,» dedi ve sordu. Delikanlı: «Şu okunan Kuran' m sesini işitiyor musun,?» dedi Cüneyd bir nağra atarak kendinden
geçti ve yere düştü. Delikanlı ayağına kapandı. Cüneyd doğru sözlülüğünün mükâfatım görmüş, dileğine kavuşmuştu. Kendine
geldiği vakit yıkık mescide girdi. Uzakta bir yere oturdu. Ne Cüneyd selâm ve kelâm vermek suretiyle bir teklifsizlik gösterdi,
ne de o buna imkân ve meydan verdi. Uzun müddet bu şekilde kaldıktan sonra Ahmed-i Zındık merhamete geldi ona tekrar
bakarak söze başladı: «Hoş geldin Cüneyd!» dedi. Cüneyd içinden, «Benim Cüneyd olduğumu nasıl anladın?» diye
düşünüyordu. Ahmed gülümsedi, «Nasıl bilmem,» dedi. «Beni aradığın ilk günden beri o zorluklar içinde kıvranarak bu
bilmecenin düğümünü çözmeğe uğraştığını görüyor ve etrafında dolanıyordum. Bana gelirse kendisiyle ne konuşayım diye
düşünüyordum. Sana söyleyecek bir şey bulamıyorum, şimdi sen konuşacak bir konu varsa üzerine parmağını bas ki
konuşalım. Bir şeyler an. lat ki dinleyelim.»
Cüneyd söze başladı, bir şeyler anlatıyordu. Ahmed-i Zındık bir kaç kere çarh vurdu. Kutsal canlar, etrafım sararak,
«Eğer böyle bir kaç çarh daha vurursan bu çarhın ipini koparacaksın,» dediler. Ahmed ki-zararak yerine oturdu.
Bu öteden beri bir töredir. Doğru bir söz söylersin, onu yorumlamak istersin, biraz gülerler, çok kere de içlenir ve
zevk duyarlar. Hoşa gider o söz, ama yorumlamadan söylersen ne kimse duygulanır, ne de hoşlanır. Meğer ki, Allahnın
doğruyu söylemek için yarattığı seçkin insanlar tarafından söylenmiş sözler olsun. Bu makamda onlara soru sormak
gerekmez. Halk onlara nasıl sorabilir ki, bu sözü söyleyen bile şaşkınlık içindedir. «Ben ne söylüyorum kiminle konuşuyorum,»
diye kendi kendine hayret eder. «Bunlar n'çin anlamıyorlar?» diye düşünceye dalar. Bir adamın evinde biri saz çalıyordu.
Başka biri dedi ki: «Bu evde kimse yoktur, bu çalgıyı kime çalıyorsun?» Adam şu cevabı verdi: «Sus, herkes Allah için
tekkeler, kervansaraylar yaptırıyor. Ben de Allah yolunda saz çalıyorum. Ben bunu Allah için yapıyorum. Sen niçin
soruyorsun? Seninle biz bilir misin neye benzeriz: Adamın biri, ney çalarmış. O arada, bir taraftan da yellenirmiş. Adam neyi
arkasına götürerek eğer sen daha iyi çalacaksan 'al da çal der. Sana yol yürümek gerek. Sana yol yürürken bir şeyden
bahsetmek gerekmez. Yolunu yürü ey eşek! Sen, ne o köprü geçen eşeklerdensin, ne de bir günde bir konak gidip geri dönen
Mısır eşeklerindensin! Sen binlerce dedikoduların ve koşuşmaların sonucunda günde yarım konak bile gidemezsin.»
Ulu Allah buyuruyor ki: «Bir toplum kendi nefişlerindeki özelliği değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimetleri
değiştirmez.» (Ra'd sûresi, 12). Şikâyeti, feryadı kendi nefsinden et! Allah yine Peygamberine, «Şüphe yok ki, sen, sevdiğin
kimseyi doğru yola yöneltemezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola yöneltir. Allah hidayete ermişleri en iyi bilir,» (Kasas
sûresi, 56) buyurdu. «Bunu biliyorum,» dedi. «Bu halin gerçekliği de bana çok şiddetli geldi.» «Ne söylüyorsun,» dedi, «Bana
senden fayda gelmeyecek.» «O halde hangi niyetle bu işin etrafında dolaşıyorsun,» dedim. «Hiç bir niyetim yoktur,» dedi. Ben
bu karışık işleri çok yaptım, doğru sözü evirdim çevirdim şiir söylemeye başladım. (M. 27) Bundan içlendi, ağlamaya başladı.
«Ah şu benim kötü nefsim,» diyordu. Ben «Yoksun kalmasın,» dedim ve ilâve ettim. «O şöyle söyledi, ben şöyle söyledim gibi
dedikoduların şimdi yorumlamasını dinle: Padişahın özel konuk yurdunda olan kimse bir lokma bulur yer, elbette aç kalmaz.
Şimdi böyle b:r adam nerede, köpekler için sokağa dökülen ekmek kırıntıları ve kemik parçalarıyle geçinenler nerede? 'Yer ve
göklerim beni kavrayamadı, ama bir mümin kulunun gönlüne sığdım,' anlamındaki Allah sözünün yorumunu anlat,» dedim.
«Bu nükte, 'Biz emaneti göklere, yerlere, dağlara gösterdik. Onu yüklenmekten kaçındılar, ondan çekindiler. Halbuki insan
bunu yüklendi. Çünkü o çok zalim ve bilgisizdir,' (Ahzab sûresi, 72) anlamında bulunan âyetle aynı manadadır,» dedi. Yani
Allah bilgisidir, bu bilgi de derecelere ayrılmıştır.
Yukarıdaki kutsî hadisin manası da bununla ilgilidir. «Sizce bu hadisin manası hakkında başkaca söylenecek bir şey
var mı?» diye buyurdu. «Buna gerçekten güç yetmez,» dediler ve susmadılar. «Bu konuşulacak bir konudur,» dediler. Ama bu
noktadan kaçıyorlar. Eğer bu cihet konuşulacak olursa faydası çok olur. Dünya fenadır, ama bu dünyanın ne olduğunu
bilmeyen kimselere göre değil. O, dünyanın ne olduğunu nasıl bilsin? Onun dünyası yok ki; ama o, «dünya nedir?» diye sorar.
Öteki, «Ahiretten başka olan âlemdir,» der. «Peki, ahiret nedir?» Öteki, «Yarın,» cevabını verir. Peki ama, «Yarın nedir?»
Hülâsa söz çok darlaşmıştır; dil daralmıştır. Bütün bu din savaşçılarının, pek dar olan dil bağından kurtulamamaları bu
sebeptendir. Onlar sıfatlar âlemine giderler. Allahnın kutlu sıfatları için acaba ne diyorlar. Kelâmcı-lar, «Sıfatlar, Allah zatının
aynı mı yoksa ondan gayrı mı?» diye tartışırlar. Bu nokta üzerinde söz birliği edebilirler mi? Hayır edemezler. Çünkü âlem
binbir renge girmiştir; çeşitlidir. Söz, tek bir ton ile konuşulmaz. Nasıl ki Hakîm Sanaî'yi ziyarete gidip gelen dervişten biri
sordu: «O dönek ne söyledi sana?» Derviş, başını önüne eğerek, «Âlem halkının sözünü söylüyor,» dedi. Meğer bu
dönekliklerden kendini kurtarmış olan kimse yavaş yavaş evinin yolunu tutar, uzaklara gitmez. Yoksa âlem çok dönektir. Biri
Yahudidir, öteki yıldıza tapar, beriki ateşe tapar.
Mutezile (Mutezile, Ehli Sünetten ayrılan ve Vasıl Binata'nın yoluna sapanlardır. Bunlar Hasan.i Basrî'nin kanaat ve
içtihadına aykırı hareket ettiklerinden dolayı bu ismi almışlardır. Lügat mânası «dernekten ayrılmış kimseler* demektir. Bunlar
Eşarî ve Maturidî mezheplerine karşı oldukları için Ehli Sünnet nazarında sapkın bir zümre olarak tanınmışlardır. (Ç.)) diyorlar
ki: «Mademki Allah kelâmının başlangıcı yoktur, o halde bu âlemin de bir başlangıcı olamaz.» Bu yol, Mutezile yolu değildir. Bu
yol gönül kırıklığı, üzüntü ve çaresizlik yolu, kıskançlığı ve düşmanlığı bırakma yoludur. Sana bir sır açıklandı ise, gerektir ki
onun şükrünü yerine getiresin. Şimdi bu şükrün anlamım ikiyüzlülük yönünden mi, yoksa doğruluk yönünden mi söyliyeyim?
Allahya şükürler olsun. Umutsuz olma! Yüzün saf aya, temiz ışığa dönmüştür. Doğruya, huzura, rahata kavuştun. Karanlık,
bulanık günler geçmiştir, insanların hayırlısı halka faydalı olanıdır. Kayırın ne olduğunu bilmeyen nasıl hayır işliyebilir? Yılın ne
olduğunu bilmeyenler, ömrün ne olduğunu anlamayanlar birbirlerine nasıl uzun ömürler dileyebilirler? Bir gönül ehlinin el.ne
geçen bir akça, bir nefis düşkününün eline geçen bin akçadan hayırlıdır. Bunu sana açıklayamam; çünkü senin nefsin diridir,
ayaklanmıştır. Eğer bunu sana söylersem sen de bin söz söylersin; aramızda ayrılık baş gösterir. Belli ki bu pirlerin
düşünceleri halk arasında pek yaygındır. Mimberlerde, derneklerde onların sözleri dolaşır. Bir de Allahnın gizlenmiş kulları
vardır ki, o şöhretli pirlerden daha olgun, daha sevilmiş kimselerdir.
Bazan da, halk arasında bunlardan daha şöhretli erler vardır. Çünkü onların (M. 28) dilini halk anlar. Mevlânâ sanıyor
ki, o insan benim. Ama benim inancım öyle değil. Ben aranan ve istenilen bir kimse değilsem bile, arayandanım. Arayanın
maksadı da aranılanlar arasından baş gösterir. Bana göre arayan Allahdır. Fakat o aranılan sevgilinin hikâyesi hiç bir kitapta
meşhur olmadı. Tarikatlerin, derneklerin anlattıkları şeyler arasında da bunlar yoktur; bu sözler, hep yolu anlatmak içindir.
Bunu yalnız bir kişiden dinliyoruz, başka hiç kimseden duymadık. O gün Cüneyd' in, «On hıyar bir pula satılıyor, biz kaça
satılacağız?» ded'ğini anlatmıştım. O, bu haldeydi. Nasıl ki, on hasta bile bu sözden dolayı onun düştüğü anıklık derecesine
yetişemez; bu bize göre küfürdür.
Ona dedim ki: O değirmeni satma, hem de vakıf yapma! O iki bin dirhemi bana ver ki, senin hesabına döndüreyim.
Öyle döndüreyim ve öylelerine vereyim ki, tarife sığmaz. Görüyorsun ki, bir hasta neler yapar! Yüz riyazat bile bunu arzusu ile
yapamaz. Bana dedi ki; «Bununla alçak gönüllük derecesine erişir» ve ilâve etti: «O alçak gönüllükten bahsetmiyorum.» Belki,
bir yolda kâfirin biri su götürür, onun da suya ihtiyacı vardır. Su ona erişince hiç dönüp bakmaz, ancak onun içi o sudan
rahatlaşır. O kâfir kıyamette yüz bin müslümanın elini tutar. Allahnın işi sebepsizdir. Bir adam vardır ki, devrişler için iki yüz
dirhem sar-feder hiç bir tesiri olmaz. Başka birinin verdiği beş dirhem daha faydalı olur. Bu manaları, öğrenmekle, tartışmayla
anlamak mümkün olsaydı âlemin toprağını başında taşımak yaraşırdı. Bayezid ile Cüneyd'in yüz yıl Fahri Razî'ye çömezlik
etmeleri gerekirdi. Bazan tefsirde bazan Kuran'da ona yetişmeye hasret çekerlerdi. Derler ki: Fahri Razî, tefsir ve Kuran
bilgisinde bin top kâğıt harcamıştır. Bazıları da beş yüz top kâğıt karalamış olduğunu söylerler. Halbuki yüz bin Fahri Razî,
Bayezid'in yolunun toprağına bile erişemez. Halka, kapıya asılır ama o kapı da evin içini göremez ve anlayamaz. Halka kapının
dışındadır, evin iç özelliği ise başkadır. Evin içinde sultan gözdeleri ile has halvette yaşamaktadır. O kapının halkası değil,
penceresinin halkası bile dışardadır. Bu çabalama ve tartışma şuna benzer ki, sen bunu ilim yoluyla öğrenmek istiyorsun.
Halbuki bu yolda yürümek ve savaşmak gerektir. Diyelim ki, yüz yıl Halep ve Şam yolundan söz açmışsın; Halep mallarını asla
buraya getiremezsin. Tâ ki yol zahmetine, tehlikelere katlanacaksın, malını haydutlara kaptırmak korkusu ile üzüleceksin ki,
bu işi yapabilesin. «Bilgin önce tartışma yolunu mu tutmalı ki o zaman o yolda yürümek kolaylaşsın?» diye sordu. Cevap
verdi: «Sana Aksaray yoluna gitmek hikâyesini anlatayım ve bilgi vereyim. Gitmeden o tarafın ahvalini soruyorsun. Ben de
diyorum ki, oraya kadar git, ben seninle beraberim. Bundan sonra dikkat et ki, hangi taraf güvenlidir; hırsızdan, kurttan,
hayduttan ve başka tehlikelerden hangi taraf daha korkusuzdur. Ya Malatya yolu, ya Elbistan yolu nasıldır?»
Mal, bir çok kimsenin kıblesidir. Yolcular onu feda ettiler. Dünyaya tapanlara göre bir pul, tatlı canlarından daha
değerlidir. Sanırsın onların canı yoktur. Eğer canları olsaydı nazarlarında mal canlarından daha değerli olmazdı. (M. 29)
Allahya ant içerim ki, dünyaya tapanların katında bir pul, kıble'dir. ibrahim'in Belâya uğraması hikâyesi, meleklerin gayretindendi.
Yoksa kıskançlık ve inkâr yüzünden değil. Eğer öyle olsaydı, İblis olurdu. Belki şuna hayret ettiler ve dediler ki: «Biz
nur cevheriyiz, nasıl olur da cisimden ibaret olan bir ayak, Allah sevgisinde bizden ileri gidebilir? Dedi ki: «Bunlar sevdadan
vazgeçtiler.» Ona dediler ki: «Veliler için maldan, sürüden birçok arzulara kapılma sebepleri vardır. O ise bundan vaz geçmiş
ve temiz kalmıştır.» «Evet, inandık ve gerçekledik,» dediler. «Fakat bu hayret edilecek bir şeydir, imtihan edin,» dediler. Bu
imtihanda başka bir sır daha açıklanır, sizden hangi sebepten daha ileri gider? «Ben sizin bilmediğinizi, bilirim» dedi Allah.
«Size ufak bir sır daha açıklanır. Ey Cebrail! Sen bir taşın arkasında gizlen ve Sübbu, Kuddus diye teşbih oku!» buyurdu,
ibrahim Halil Peygamber bunu işitince etrafına bakındı, kimseyi göremedi. «Bir daha söyle,» dedi. «Bunu bütün koyunlar sana
tekrar etsin.» Cebrail, taşın arkasından çıktı, kendini gösterdi: «Ben Cebrailim,» dedi. «Benim koyunlara ihtiyacım yok.» Halil
de, «Ben öyle bir sofiyim ki, önce nereden kalktımsa yine oraya dönerim,» dedi. Bazı melekler bu hareketten ibrahim Halil
Peygamberin halini anladılar ve dediler ki: «Az çoğa, delalet eder.» Bazıları da henüz anlayamadılar. Dediler ki: «Mal işi
kolaydır, bir kere de oğulları ile sınayalım.»
Behlûl karıya taş vurdu, «Niçin, vuruyorsun,» dediler. «Çünkü karı yalan söylüyor,» dedi. Bu sözden, şehre bir fitne
düştü. Halife, Behlûl'ü yanına çağırdı. «Ben onun yüzünden bahsediyorum,» dedi. «Sözünden değil.» Halife sordu: «Bu nasıl
sözdür? Onun sözü yüzünden nasıl başka olur?» Behlûl cevap verdi: «Eğer sen Halife isen emir verirsin ve yazarsın ki, falan
semtin gençleri bu fermanı işitince hazır olsunlar, hiç vakit geçirmeden gelsinler.» Ulak bu ferm'anı oraya götürür okur ve her
gün okurlar ama gelmezler. Okumak hususunda gerçektirler. «İşittik, itaat ettik» demekte de yine doğruluk gösterirler.
«Sayısı elli bin sene olan bir günde,» buyurulduğu gibi Kuran'm işaretlerini anlamıyorsun. Ne yapayım eğer bu elli bin senenin
zahiri ifadesine uyarsan oraya cennet kokusu götürürsün. Eğer, nebiler âlemi hangisi, veliler1 âlemi nasıl olduğu konusunu
düşünürsen başın döner, yuvarlanır düşersin. Ancak o yoldan yürüyen ayaklara el vur. «Beni bir adım geçti,» dediğim zaman,
adımdan adıma, karıştan karışa, dizden dize fark vardır, iki adım sonra erişir dersin ama Hazreti Muhammed'e (S. A.) yaraşan
adım sende yok. Sende Firavun baş kaldırdı, sonra Musa geldi, o gitti. Sonra tekrar Firavun gelince Musa gitti. Bu dönekliğe
delalet eden haller ne zamana kadar sürecek? Musa'yı da böylece farzet. Firavun bir daha gelmezse bu döneklik işten değildir.
Kuran'da, «O kimselerdir ki Rabbimiz Allah tır derler, sonra doğruluk gösterirler,» buyurulduğu gibi onlar bu âlemde böyle
söylediler, öte tarafta gafiller diyecek olsa ki, «Bizim Allahmız yoktur,» onlar hiç değ siklik göstermeden sözlerinde dururlar.
Onları kıyamet gününde getirdikleri vakit, mezarlarının yanına götürdükleri gibi yüz bin nur ışığı görürler. Ölüm
meleği ne gezer, onlar için hayat meleği vardır. Mezar nerede? Onlara göre kurtuluş; mezardan ve zindandan kurtulma vardır.
(M. 30) Dünya müminin zindanıdır. Birine deseler ki: «Bu zindandan dışarı çıkarsan Sultanın dostu olacaksın, onun
yanında, onunla birlikte taht üzerinde oturacaksın.» Adam gelir gırtlağıma s'arılır, «Bu zindandan kurtulacağım,» diye
boğazımı sıkar. Eğer gerçek müminlerden iseniz ölümü dileyiniz. Onları kıyamet meydanına getirseler, kıyamet ne hale döner.
O gün gizli işlerin açıklandığı gündür. Onların gizli sırları haktır, hak ise açıklanır. Kıyamet nerede kalır? Onları nurdan
zincirlerle bağlarlar ki, kıyamet meydanına gelmesinler. Her ne yaparlarsa bunlarla yaparlar. Cennetlik olanları cennete,
cehennemlik olanları cehenneme götürürler. Onlar zincirler'ni koparırlar ki kıyamet meydanına gelsinler. Fakat, nurdan başka
bir zincirle bağlanırlar, en son vakte kadar bağları çözülmez.
Şimdi söz, iş içindir; iş söz için değil. Bilir misin ki iyi geçinmek dervişler derneğindedir. Abdest üzerine abdest, nur
üstüne nurdur. Olgunlaşmış olan (öz) bazı dış kabuklardan kurtulur. Bir zümre onları takdir eder, bir zümre de etmez. Başka
bir zümre de, «abdest üzerine abdest, nur üstüne nurdur,» derler. Onlar önderliğe yaraşmazlar, ama bunlar âlemin ve âlem
halkının sığınağı ve güvencidirler. Şüphe yok ki içteki pisliği temizlemek gerektir, îç âlemimizdeki pisli ğin bir zerresi bile
dıştaki pislikten yüz bin kat daha berbat ve fenadır, içteki o pisliğ. hangi su temizler? Ancak bir kaç damla gözyaşı, ama her
gözyaşı da değil. Belki bir şey görebilen gerçek bir gözün akıttığı saf ve temiz gözyaşı temizler. Bundan sonra o kimseye
güven ve kurtuluş kokuları erişir, artık uykudan uyanır; onda uyku başka türlü, uyuklama başka türlü olur. Ama niyazsız
gözyaşı, n'yazsız namaz, mezar başından daha ileri gitmez. Mezar başından geri dönenlerle birlikte geri döner. Ama niyaz ve
yalvarma ile kılınan namaz, mezarın içine birlikte girer. Kıyamette de sah biyle beraber olur. Böylece ta cennete ve Hakkın
yüce katına kadar gider. Eğer böyle b r gönül uyanıklığı elde etmişse uyuyamaz. Eğer gönlü uykuda ise, sel yatağında bile
yatsa yine iş kolaydır. Biri yanına vurunca uyanır. Uzaktan gelen seli gösterince de korkudan ürperir; acılarını unutur, onun
ayağına kapanır, teşekkür eder. Ama bir de çok derin uykuda olanlar vardır ki, düşman gelip boğazını yarı buçuk kesse bile
gözünü açamaz. Gözünü açınca da boğazının geri kalan sağlam tarafı da kesilmiş olur. Şaka söylüyorum. Mevlânâ, Hak ehlidir.
Onun derneğ'nde güzel söz konuşmak yaraşır. Görmüyor musun ki, şimdiye kadar hep sevgiye ait sözler konuşuyoruz. Dünya
halkının önünde korkutucu sözler de söylemelidir ki biraz uyansınlar. Şöyle bir hikâye anlatırlar: İki kişi arkadaş olur.
Bunlardan birinin yanında altın Vardır; öteki de onu uyutarak öldürmek ve parasını kapmak sevdası ile fırsat kollamaktadır.
Paralı arkadaşın uykusu hafiftir. Çünkü arkadaşının niyetini sezmiştir; hep uyanık durmak zorundadır. Yoksa kendini korumak
işi güçleşir. Bunlar böylece başka bir yere gittiler. Kötü niyetli arkadaş artık bu işten umudu kesti. «Adam daima uyanıktır,»
dedi. «Eğer şu uyanık ha linde ona saldırırsam bir çaresini düşünür, bari işi ondan saklayayım da onunla biraz şakalaşayım.»
Şöyle dedi: «Arkadaş, niçin uyumuyorsun?» Öteki cevap verdi: «Niçin uyuyayım? Niçin uyuyayım? Ne olur ne olmaz!» dedi.
«Uyu ki başına bir taş vurayım, kafanı kırayım da seni öldüreyim, şu altınlarını alayım.» Altın sahibi, «Arkadaş, doğru
söylüyorsun; işte şimdi gönül rahatlığı ile uyayabilirim!» dedi. Şimdi biri yolda bir tehlike içinde uyumuştur. Allah kullarının biri
gelir onu uyandırır. Fakat o uyuyan adam, ona göre yine uykudadır. Eğer bu uyuyan adamın hallerini sana anlatırsam,
kendinden umut kesersin. Bari söylemeyim 'ki kendi nefsinden umutsuzluğa düşmeyesin. Umutsuz olma ki, çok umutlar
vardır, insan yaşlandı mı çocuklaşır. Ama bu sözüm herkes için değil. Nebiler ve veliler bundan ayrıktır. Büyük Mevlânâ'mız da
bu gibilerden değildi. Sultanul'l Ulemâ Muhammed Bahaeddin Veled, seksenden fazla yaşadığı halde her gün daha ergin, daha
bilgin görünürdü. Hiç bayağılaşmadı. Bu sözü yalanlamam, belki 'açmak isterim. «Şaşarım seven nasıl uyuyabilir?» Bil ki âlem
fakirin gözü önünde perdedir, fakir ise aşk cevheridir (Mevlânâ Celâleddin buyurur ki: Fakr. cevherdir. Fakrdan başka her şey
araz'dır. Fakr, şifa; fakrdan başka şeyler de maraz'dır. Bütün âlem ancak baş ağrısından ve aldanıştan başka bir şey değildir.
Fakr ise âlemden beklenilen sır ve garazdır. Yani âlemin maksadı ve gayesi fakr mertebesindedir. (Ç.)). Aşk cevheri, ezelden
beri vardır. Âlem daha dünkü varlıktır. Herkes kendi pirinden söz açar. Bize, Hazreti Peygamber (S. A.) rüyada bir hırka verdi.
Fakat bu iki gün sonra eskiyip yırtılacak, külhanlara atılacak veya bulaşık silinecek hırkalardan değildir. Belki sohbet ve
yoldaşlık hırkasıdır. Akıllara sığmayan bir sohbet değil, belki dünü, bugünü, yarını olmayan bir sohbet. Aşkın zevk ile, bugün
ve yarın ile ne ilgisi var. Biri dese ki, «Cenabı Peygamber uykudan uzaktır veya âşık değildir.» Bu sözden Yahudiler bir
kaçamak yolu bulur, umuda kapılırlar. Bu söz ona yaraşmaz. Benden «Hazreti Peygamber âşık mıydı?» diye sorarlarsa,
«Hayır,» derim. O maşuk ve sevgili idi. Ama akıl, sevgiliyi anlatmakta ve onu kavramakta ş'aşırır; başı döner. Şu halde ona
âşık dersem bu, maşuk yani sevilen manasmdadır. Nasıl ki, efendinin biri bir adama sordu: «Sen Yahudi misin?» «Hayır, din
bilginiyim,» dedi. «Keski, Yahudi olaydın,» dedi, öteki, «Niçin böyle söylersin?» dedi. «Bana kibrit lâzım da onun için.» O
memlekette Yahudiler, kendilerine eziyet etmeyi sevap sayan Müslümanların vereceği zahmetten korkarak vakitli vakitsiz
sokağa çıkmazlarmış. Aksine kibrit ve benzeri şeyleri de bunlar satarmış. Din bilgini sordu: «Bana bunun için mi Yahudi
dedin?»
Yani, zamanın yürüyüşüne göre suret ve surete bağlı olan şeyler değişir. Bazıları derler ki, «Büyükler manaya
bakarlar; oradan herkesin kımıldanışı onadır.» Çömlek içinde olanı sızar. Şimdi o pirin derneğinde sorgu olmaz. Sanki ağacın
meyvesini dökmek için onu sallar, zaman olur ki ağacı sallamaktan vaz geçer ve meclise gelmez. Her zaman için gelmez.
Yapılacak şey ancak sükût ve teslim olmadır. Ama her ağaç bu surette değildir. Burada hiç başka yol yoktur. Ancak susmak
ve teslim olmak vardır. «Kuran okunduğu vakit dinleyiniz ve susunuz,» (Araf sûresi, 203) buyurulmuştur. Diyelim ki, konuşan
biri söze başladı, bir nükte söylemek istiyor. Buna hiç itiraz edilemez, tâ ki o nüktenin arkası gelsin; sözü başından sonuna
kadar anlayıp toparladıktan sonra ondan bahsedebilirsin. Eğer gönlünde bir şüphe varsa onu açıklayabilirsin. Ancak yarı bir
anlayışla o nükteden bahsetmek âdet değildir; yanlış bir harekettir. O âdet doğru olmaz. Olgunluk bunu gerektirir. Olgunluk
odur ki, bin defa da söyleseler, fikrin hiç değişmesin. Diyelim ki, o olgunluk görünüşte başka bir surettedir. Yine olgunluk odur
ki, anlayış eksikliğini kendinde bilesin ve «Tam anlayamadım, bahsi kavrayamadım,» diyesin. Bu hususta soru sormakta da
faydalar vardır. Ama ilk sözün zevkini kaçırmış olursun. Nasıl ki, fakire sorulan, «Meclislerin bereketi niçin kaçtı?» nüktesinde
işaret edilen .ilk sözün bereketi kaçmış olur. (M. 32)
Hoşgörürlük, gözü ayıpları görmekten körleştlrir
Öfkeli bakışlar her kötülüğü açıkça görür.
Bir şeyi seven, ona karşı kör ve sağır olur, yani sevilenlerin eksik tarafı görülmez ve işitilmez. Sevgisini kaybeden
hemen kusur görmeye başlar. Görmez misin, anne yavrusunu çok sevdiği için çocuğunun yatağını kirletmesini bile hoş görür;
ondan tiksinmez, ona «Afiyet olsun,» der. Bu söz, onun çocuğuna karşı düşkünlüğünü gösterir.
Mevlânâ Şemseddin buyuruyor ki: Bu cevabı önce Mevlânâ söylemişti. Şimdi de benden dinle. Biri topal bir eşeği
tavlaya çeker, iki gün iki gece yem verir. Eşek durmadan sahibine pisler, bu başka mesele, öteki de arapatma binmiştir. At
onu her türlü tehlike ve belâlardan, yol kesen haydutların şerrinden kurtarmıştır. İşte bu misal, o sırrın kuvvetini
göstermektedir. Nihayet insanı taşıyan bineğin de hakkı ortadadır.
Bizi hiç bir istek bir yere götüremez. Ancak niyaz ehlinin niyazı, yalvarışı bize yoldaş olmalıdır. «Şüphe yok ki
sadakalar yoksullar içindir,» buyurulmuştur. Bize de ancak yalnızlık suretinin yalvarışı gerektir. Ancak suret ve mana onun
öyle bir niyazıdır ki, somurtkan ve ekşi suratlı şeyhin yanında olamaz. «Ey ekşi yüzlü efendi! Sen bizimle cenk ediyorsun diye
bize çıkışmışın,» dedim. «Hayır,» dedi, «însan, ekşiliği öyle birine karşı gösterir ki, ondan incinmiştir. Başka biriyle de hoş
geçinir, gülüşür.» Yani evvelkini görür suratını ekşitir, bunu görür gülümser ve bundan hiç bir sıkıntı görmeyince hep hoşlanır.
Eğer bir cefa ve bir ziyan görürse, bu da nefsine ait bir cenkleşmedir. Yüzünü kendi tarafına çevirir, somurtur. Yüzünü bu dost
tarafına çevirince de (M. 17) gülmeye başlar. Bunu bilmek bir olgunluktur. Bunu bilmemek de, olgunluğun olgunluğudur.
Bir kimsenin davasını onun manası için, bir kimsenin manasını da, davası için öğrenmek isterim.
Şaha dediler ki: «Seyis senin atına binmiş,» Şah şu cevabı verdi: «Eğer ben atın üstünde olsaydım o başımın üstünde
oturacaktı, ancak ben şimdi attan inmiş bulunuyorum. Tekrar binecek olsam, seyis bilir, çarçabuk ahıra koşar. Bu gün ben
karıyı bile boşayacak olsam gine o bilir.» Dedi ki: «Sizin derneğinizde bulunacak değerde olmadığımız için hizmette
kusurumuz var.» Bu kimseler' ki büyüklerin yanına gaflet içinde giderler, bunların onlardan haberleri yoktur. Çünkü onların
yanına hazırlıksız gitmişlerdir. Yolda yürüyen bir adam, bir ırmağa rastlar. Hep sert akan bu suya girecek olsa derindir,
boğulacak. Üstünden atlayıp geçmek istese geniştir, içine düşecektir. O halde şu zorluğu ortadan kaldırmak lâzımdır.
Kuran'da, «Nefislerinizi öldürünüz,» (Bakara sûresi, 54) buyurul-madı mı?
Hazreti İbrahim, o dört kuşu öldürdü, hemen dördü birden dirildi. Ama burada o dört kuş hemen diril-mez, ancak
başka yönden dirilir. Çünkü velilerin iç yüzü de bu dört kuş gibidir. O dört kuş ölmüştü, ama başka yönden dirildiler. Nasıl ki,
nefsiyle yaşıyanlar başka, kalbiyle yaşıyanlar başkadır. Kalbiyle yaşıyanlarla, Rabbiyle yaşıyanlar da başka olur. Çare yoktur,
çünkü yol budur.
Kuran'da, Allahya güzel amellerinizle ödünç ve rin,» (Müzemmil sûresi, 20) buyuruluyor. Allahnın ne ihtiyacı olur ki,
ona ödünç veresiniz? Yine Allah Musa'ya buyurdu ki: «Ey Musa acıktım. Beni doyurmayacak mısın? Kapına gelirsem beni nasıl
karşılarsın?» Musa, «Ey Ulu Allahm, sen böyle şeylerden arısın,» dedi. Allah yine tekrarladı: «Ey Musa ya kapına gelirsem?»
Her ne kadar Musa, Allahnın bu cilveleşmesine karşı, «Nasıl olur,» diye düşünüyordu, ama Allah da ona karşılık, «Eğer
gelirsem ne yaparsın?» diyordu. Nihayet dedi ki: «Çok acıktım. Tartışmayı bırak, git yemekler hazırla ki, yarın yine gelirim.»
Erkenden yemekler hazırladı; baktı ki, bunların hepsi hazır ama su eksik. O sırada bir derviş geldi, «Allah rızası için bana
ekmek ver,» dedi. Musa, «Hoş geldin,» dedi; eline iki su testisi verdi, «Su getir,» dedi. Derviş, «Başüstüne,» dedi. Suyu
getirdi. Musa da ekmeği dervişin eline uzattı. Derviş saygı ve teşekkürle ayrıldı. Şimdi Musa'nın Allah yolunda bu zorluklara
düşmesi nasıl olur? Musa kimya bilgisini iyi biliyordu. Çünkü ona, «Tevrat'ı altın suyu ile yaz!» diye emir verilmişti. Vakit
gecikti, Musa beklediği yemekleri komşulanna dağıttı. Fakat, «Bu ilâhî cilvenin sırrı nedir?» diye düşünüyordu. Meğer bunun
sırrı, bu topluluğa bir genişlik vermek yahut anlattığım şekilde, içten kulluk etmekmiş.
Neşeli bir zamanında Musa sordu: «Ulu Allahm! Söz verdin ama gelmedin!» Allah buyurdu ki: «Geldim ey Musa!
Geldim ama sen bize iki testi su taşıtmadan nasıl oldu da ekmek vermedin?»
İki bilgin birbirleriyle övünme ve tartışma yoluyla konuşuyorlardı. Marifet sırlarından, ariflerin meclislerinden ve
sohbetlerinden söz açmışlardı. Biri diyordu ki; «Eşeğe binmiş olduğu halde yanıma gelmekte olan zat Tanındır.» öteki de,
«Hayır, bana göre onun eşeği (hâşâ) Allahdır» (Vücut (Varoluş) birliği taraftarlarına göre, Allahdan ayrı bir varlık yoktur.
Dervişlerin konuşması bu nükteye işarettir. Yani her varlık Allahdan bir görünüş, bir eserdir ama Allahnın kendisi değildir, ama
ondan başkası da değildir. Çünkü o zaman vücut ikileşmiş olur. (Ç.)) diyordu. Nihayet bunlar, bu sözleriyle, cebriye
görüşünün çukuruna düşmüşlerdi.
Bâyezid ve başkaları gibi büyük ariflerin sözlerinden anlaşılıyor ki, onların sözlerinde başka bir mana vardır. Bu
sözlerle uğraşmak bir perdedir. Bu gidiş başka bir gidiştir. Dediler ki: «Bu niçin başka bir şey olsun?» Ben de cevabı verdim:
Diyelim ki, sen bizim sözümüzü dinlerken yüreğine soğukluk geldi. (M. 18) îşte o, böyle bir şeye perde olur. Onlar hulul
inancına yakın bir yoldadırlar. Ruh alemine mensup erenlerin sözleri canlara işler; heva ve hevesle dolu olan sen nasıl
anlayabilirsin. Bu şehvet hevasından bahsetmek istemiyorum. Nihayet bundan önce de heva bahsini yorumlamıştım.
Heva şehveti ve arzuları yok eder demiştim. Aşk ve sevgi öyle bir şeydir ki, kımıldadığı vakit, karşına yüz huri getirseler sana
duvar kerpici gibi cansız görünür. Ne zaman bir hikmet sözü işitir veya bir düşünceye koyulursan, o aşk ve sev* gi harekete
geçer. Nihayet nur perdelerinin ışığı olan aşk, «Allahnın nurdan yetmiş perdesi vardır,» anlamındaki hadis ile işaret buyurulan
kat kat perdelerin nurudur. Şimdi sen aşka batmış olduğun halde nurun ışığından nasıl söz açabilirsin? Eğer söz açarsan o
bütün heva olur.
O sofî îmad sarhoş olur, başını sallar. O baş salma heva olur. Heva nerede, Allah nurunun parıltısı nerede? Zaman
zaman bize, «Nasılsın?» diye sor. Ben sizin kulunuzum. O Allah kulları mal bakımından bir hizmette bulunursa bir muhabbet
uyanır. Onların işleri o muhabbetle gelişir. Fakat gerçek dostun vereceği bir pul, yabancının vereceği yüz bin dinardan
değerlidir. Bu dost yardımını her kim kabul ederse, ona bağlanmış olur. Çünkü o kapalı kapıyı dost vergisi açar. Şeyhin bu
güzel suret ve güzel sözleriyle fiil ve hareketlerine asla rıza göstermeyin! Çünkü onların arkasında bir şey gizlidir. Onu isteyin.
Onun iki sözü vardır. Birini iki yüzlülükle, ötekini de dosdoğru söyler. Ama iki yüzlülükle söylenmiş olan sözü bütün velilerin
canları, ruhları özlemekte ve bunu istemektedir. Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'yi bulmak ve onunla sohbet etmek
arzusundadırlar. Halbuki, o doğru ve nifaksız sözü Peygamberlerin ruhları bile arzulamaktadır. «Keski onun zamanında
olaydık, onun sohbetine ereydik, onun sözlerini işiteydik!» derler. Şimdi bari siz bu fırsatı kaçırmayın ve bu gözle bakmayın.
Ona öyle bir gözle bakın ki, Peygamberlerin ruhları da aynı gözle bakmakta, ona hasret teraneleri yollamaktadır. Nasıl ki bir
gün Harunnurreşid, «Şu Leylâ'yı getirin bir kere göreyim. Mecnun onun aşkı ile bütün belâlara düşmüş; Doğudan Batıya
kadar, onun aşk destanlarını âşıklar kendilerine örnek tutmuşlardır,» dedi. Birçok masraflar ve kurnazlıklarla Leylâ'yı
getirdiler; Halifenin sarayında halvete koydular. Halife erken sabah mumlan yaktırdı, onu dikkatle gözden geçirdi. Saatlerce
başını önüne eğdi, düşündü. Kendi kendine, «Bükere de onu konuşturayım belki söz söylerken yüzündeki güzellik daha çok
belirmeye başlar,» dedi. Harun yüzünü Leylâ'ya çevirdi sordu: «Leylâ sen misin?» «Evet Leylâ benim. Ama Mecnun sen
değilsin. Mecnu'nun başında olan o gözler senin başında yok.»
Şiir:
Başkalarına baktığın gözle, Leylâ'yı nasıl görebilirsin?
Onu göz yaşlarınla tertemiz yıkamadıkça!
Bana Mecnun'un gözüyle bak; sevgiliye, seven gözlerle bakmalı. «Allah onları sever,» buyurulmuştur. Fakat buradaki
eksiklik onların Allahya sevgi gözleriyle bakmamış olmalarındandır. Onlar Allahya bilgi yönünden bakarlar, irfan ve felsefe
yönünden bakarlar. Ama sevgi yönünden bakmak başka bir iştir.
Biri geldi, «Bana bir sır söyle,» dedi. Cevap verdim: Ben sana sır söyleyemem. Ben sırrı öyle birisine söylerim ki, onu
kendi benliğinde değil, kendimi onun benliğinde göreyim. Kendi sırrımı kendime söylemiş olurum. Ama ben sende kendimi
göremiyorum. Sende başkalarını görüyorum. Bir kimsenin yanına gelen başka bir kimse (M. 19) üç ihtimalin dışında
değildir. Ya müriddir ya dostluk için gelmiştir, yahut da kendi ululuğunu göstermek ister. Sen bu üç türlü ziyaretçiden
hangisisin? Nihayet falanın yanına gitmeyecek misin? «Benim nasıl bir insan olduğum sizce belli midir?» dedi. «Evet
belüdir, onu sende görüyorum. O sendedir, ama ben sende değilim, çünkü sendeki benlik ben değilim,» dedim. Bana dedi
ki: «Mert odur ki, içinde ne varsa dışı da öyle görünsün.» Benim içim dışım hep bir renktedir. Bu cihet eğer açıklanır ve bende
velilik ve hikmetler olduğu bilinirse bütün cihan tek renkli olur. Kılıç kalmaz, kahır ve zulüm kalmazdı. Ama alemin böyle
olması Allahnın kanunu değildir. Uzun söz burada kısaldı. Bu sözün mânası şudur: Benim dış yüzüm iç yüzümün dışarıya
vurmuş olan rengidir. Şu hale göre bu âlem var olmasaydı yerinde başka bir âlem olurdu.
Bayezıd'ın halvet hikâyesini anlatmaya başladı. «Bu, Muhammed dininde uydurma bir şeydir. Uydurmacıların sözünü
bırak,» dedim. Bana, kadıdan örnek verdi. O sakat hükümleri, düşünceleri tekrarlardı. Onunla Tokat'ta yaptığımız
tartışmalardaki hükümleri ve araştırmaları anlattı. Artık başka hiç bir karşılık vermedim. «Kalk git! Bir daha böyle şeyler
yapma! Başkalarını dinliyorsun, bir takım sözcülerin sakat ve yanlış haberlerini, Allah kullarına getiriyorsun,» dedim.
Bazıları daha ileriye sıçrayabilmek için geri geri giderler ki suyun öte tarafına atlasınlar. Bunların geri gidişleri, daha
ileriye atlamak için olursa iyidir. Eğer başka bir niyetle gemleniyorlarsa sonu düşkünlüktür. Şüphe yok ki, bu ırmağın suyu
geçilecektir. Kâfir, Müslüman, Yahudi bunu geçecektir. Bundan geri kalırsan, haydutlar seni zebun düşürür. Suyun öte
tarafında haydutlar sana saldıramaz. Öte tarafında sana kuvvet gelir; yardım ve kolaylıklar görürsün. Bugün suyun öte
tarafına atlamak için daha çok gerilenirsen çok geçmeden yorulursun; ancak öyle bir sıçrayış sıçra-malısın ki, iki ayağın birden
karşı tarafa bassın. Eğer ayağının biri suya değer ve su da sert akarsa, öteki ayağın da kayar içine düşersin!
Biri diyordu ki: «Sen eğer fıkıh bilgini olaydın, ne ince konular bulurdun!» Öteki Hıristiyan da dedi ki: «Eğer sen
Hıristiyan olaydın, dinin ışığı olurdun; Hıristiyanlığa parlaklık verirdin.» Yahudi de bundan daha iyisini söyledi: «Eğer bütün
müslümanlar böyle olsaydı, Muhammed'in dini ne mutlu bir din olurdu,» dedi. Nihayet benden şunu diledi ve dedi ki:
«Mademki sen bu kadar iyi bir adamsın, söyleyeceğim hatırayı yazmaz mısın?» Onun kulağını doldurmak gerek. İlim, içten ve
dıştan bir anlayıştır. Eğer iç alemine ait olursa ona hikmet, felsefe derler. Dedi ki: «Bir kere düşün bu nereye sığar? Ev
doludur, iğne atacak yer yok.»
Diyordu ki; «Sabredersen, cefadan şikâyet etmezsin.» O düşünce nereye sığar? Gönül evinde nasıl yer bulur ki, bu
ev iğne sığmayacak derece dopdoludur. Bir külhan ambarını getirmiş, «Buraya yerleştir!» diyor. Nereye yerleştireyim? Yer
kalmadı. Dünyada Allahyı aldatmak nasıl olabilir? Bu, bayağı bir şeydir. Evet, Allah kulu nefsinden nasıl umutsuzluğa düşebilir?
Bir sedef içinde bir inci vardı ki, bütün âlemi dolaşırdı; bir çok incisiz sedeflere rastladı. Ona sedef ve cevher hikâyesini
anlattılar; o da onlara, sedef hikâyesini anlattı. Ötekiler dediler ki: «Bizim onda bulunduğunu işittiğimiz o sedefler, sendeki inci
ve sedeflerin hikâyesi midir?» Dedi ki: «Vallah ben de senin işittiğin kadar işittim.» «Ey dolapçı, yankesici! O sende, ama bizi
yanıltmak istiyorsun,» dediler. Cevap verdi: «Hayır, ant içerim ki o sedef bende yok. O, öyle bir yüce âleme gitti 'ki, bir gün
eşsiz bir inci bulsun.» Ne söyledi ise söyledi. Kuran'da, «O, Allahnın kuluna bildirdiği şeyi bildirdi,» (Necm sûresi, 10)
buyurulmadı mı?
Ona sedef desen bile buna sedef deme! Bir sedef ki, içinde Allah surlarının öz cevheri coşup köpürmeye başlamıştır,
öteki çömlek parçaları ile nasıl eşit sayabilirsin? Her kim senin yanında iyilikten bahseder yahut senden bir kimsenin iyiliğini
sorarsa, senin iyilik hakkındaki düşünceni öğrenmek istiyorlar demektir. Böylece bir kimsenin aleyhinde konuşurlarsa, bil ki
Hak seni iyilik ve kötülük yönünden sorguya çekecektir. Sen de bu hususta (peşin hüküm vermekten) sakın.
(M. 20) Nişabur şehrinde, bir çocuğu doğruluğa alıştırmak, terbiye etmek istediler. Önce ona sordular: «Falan çocuk
hakkında ne dersin? Bize hoş görünüyor. Güzel huylu bir çocuk mudur?» Eğer, «Evet, güzel huyludur, fena değildir,» derse,
kend si de öyledir; eğer, «Bu vasıflardan uzaktır,» derse, «O halde şimdi sen nasılsın?» diye soracaklardı. Bazıları vardır ki,
öğüt dinlerken içleri müslümandır, fakat vaiz meçlisinden çıkınca ateşten çıkmış kalay gibi donar kalırlar. Bazıları da vardır ki
hem vaızda yumuşak huylu olurlar, hem de başka şeyle yumuşatılabilirler. Kimisini de çetin araçlarla ve bazen de daha etkili
bir şeyle yumuşatılır. Nasıl ki, görünüşte her şeyi yumuşatmak bir âlet yardımı ile olur. Bizim yakınımız, semâ vaktinde
hırkasını atan ve bir daha dönmeyen adamdır. O hırka, her ne kadar bin cevher değerinde olsa bile, o semâda ve o halde
aldanmış bulunsa bile, bir kere ben o zevkin o hırkaya değdiğini sandım ve vermiş bulundum. Şimdi tekrar görüyorum ki,
aldanmı-şım. Değmez. Bu söz bir zümreye acı gelir; ancak o acılığa karşı dişlerini sıkarlarsa bir tatlılık belirir. Şu halde acılık
zamanında gülen kimse şu sebepten gülmüştür ki, gözleri sonunda gelecek tatlılığı görmektedir. Demek ki, sabrın manası bu
bakıma göre işin sonunu gözlemek, sabırsızlığın manası da işin sonunu göremeyecek kadar kısa görüşlü olmaktır, îlk saf
daima, işlerin sonunu iyi bilenlere kalır.
Katır, deveye sordu: «Niçin ben çok kere katarın başında gidiyorum da sen arkada yürüyorsun?» Deve dedi ki: «Ben
yokuşun başına geldiğim zaman ileriye bakar sonuna kadar görebilirim. Çünkü yüce başlı yüce himmetliyim, parlak gözlüyüm,
bir bakışla yokuşun sonuna, bir bakışta da ayağımın önünü görürüm.» Burada deveden maksat şeyhtir. Çünkü o olgun
görüşlüdür, ona daha önce yetişen herkes onun huyunu kapar. Şüphe yok ki, kiminle düşer kalkarsan onun huyunu kaparsın;
hangi tarafa baksan sana olgunluk telkin eder. Yeşilliğe güle baksan sana incelik duygusu gelir; çünkü yoldaşların seni kendi
âlemlerine çekerler. Bu yüzdendir ki, Kuran okumak gönüle sefa verir. Peygamberleri dile getirirsin, onların ahvalini
öğrenirsin; onların suretleri senin ruhunla birleşir; sana yoldaş olur. Ben, o büyük ölümsüz ve sonsuz cevherle öyle sıkı ve
sıcak bir bilgi edindim, onunla öyle kaynaştım ki, içim onun ateşiyle doldu. O cevher, yumuşaklığa ve güzel huyluluğa başladı.
Dedi ki: «Nasıl istiyorsan öyle yapayım.» Ben de imkân bulunca, «Bana falanca cevhercinin cevheri gerektir» demeye
başladım, «isterim ki dileğimi kabul edesin ve bunu geciktirmiyesin.» O öfkeye ve sertliğe başladı; ben de yumuşak
davrandım aşağıdan aldım. Çünkü o benim kızgınlığımı yatıştırdı, yumuşattı. Ben de onun öfkesini yumuşak hareketimle
karşıladım. Dedim ki: «Hele tartışmayı bıraktım, hiç bir şey istemiyorum, hüküm senindir.» Tekrar tutturdu, «Sana ne
lâzımdır?» dedi. «Sen bilirsin,» dedim. «Hayır, söyle,» dedi. (M. 21) Dedim ki: «Sebep aynıdır; eğer barış yapmak istiyorsan
barıştım.» «Hayır, açık söyle söz nedir?» dedi. Bu sefer de, «îş, sözden'daha sağlamdır. Ben söyledim sen bırakmadın,»
dedim. Tekrar etti: «Senin sözün bizim için senden daha iyidir, yapacağın işi söyle.» «Bildiğin gibi değil,» dedim. Onu
vurmadıkca bir faydası olmaz sana teslim olmuştur. Sana dünya ehlinin sohbeti ateştir derler, ibrahim gerektir id ateş onu
yakamasın. Nemrut, dışarıdan bir ateş yaktı İbrahim de bir ateş yaktı. «Göreceksin ateş kimi yakacak,» dedi. «Ey Nemrut!
Sen kahırdan doğmuşsun, ben de rahmetten yaratılmışım, görelim kim kimi yakar?» Allah, «Rahmetin öfkemi geçti,» diye
buyurmadı mı?
İbrahim dedi ki: «Ders meydanda, imtihana ne lüzum var?» Öteki, «Hayır, hayır, ancak iş gerektir,» dedi. İbrahim,
«Bismillah!» dedi. Rahmetin ayağı kahrı tepeler; bu takdirde rahmet, kahrı ve öfkeyi yok eder. Rahmetin ayağı böyle olur.
Evet, dostları sınamak gerektir. İbrahim dosttur. Nasıl ki, «Dosta böyle yaparsan, düşmana ne yaparsın?» .derler. O, dostu
ateşe fırlattı gitti, hali ne olacak diye sınadı. Onun halini, onu ancak fırlatıp atan bilir.
Çalgıcıya dediler ki: «Ne nazlanıyorsun, çal! Yoksa ricamızı iki kere mi işitmek istiyorsun?» Şöyle cevap verdi:
«Hatırlıyorum, filan kimse de böyle niyaz ediyordu.» Yani sizde böyle yapın. Öteki, içinden bunu kabul etmiyordu: «Nasıl olur
da bir adam bu ka-darcık hüneriyle öğünebilir? Filan adam bana böyle saygı gösterdi, rica ve niyazda bulundu,» diyebilir. Ben
öğünmüyorum, ben yol gösteriyorum. Gösterdiğim yol da niyaz, yalvarma yoludur. Şah ise niyaz ile doludur.
Diyorlar ki: Ariflerden biri Bağdat'ta yüz hıyarın bir pula satıldığını işitir. Feryada, dövünmeye başlar; kendinden
geçer ve hastalanır. O arif bizlerden değildir. Onun sözünü ve halini bize nasıl örnek gösterebilirsin? Biz de o hal yoktur. Bize
göre Hak yolcusu birdir. Yüz hıyar nereden geldi? öteki dedi ki: «Sen Hak yolcusuna nasıl diyorsun ki hıyarı bir pula satmak
küfür değildir. Bunu niçin söylüyorsun,» diye ona çıkıştı. Hayır, o niçin çıkışsın? O, onları bu gibi şeylerden kurtarmak istedi.
«Bunu bizim sözümüze niçin benzetiyorsun,» demek istedi. Diyelim ki, denizde bir girdap vardır; korkunç bir girdap. Bütün
denizciler bundan kaçarlar. Herhangi birinin bundan sakınmayarak buradan geçerim demesi ne demektir?
Şimdi cansız varlıkların konuşmasından ve onların işlerinden söz açacağız. Bilgeler bunu gerçeklemezler. Şimdi bu
gördüğüm şeyleri nasıl söyleyeyim? înliyen direk hikâyesini nasıl anlatayım.Bu, kişi dilinin kıvrımlarında gizlenmiştir. Hazreti
Ali buyurdular ki. «Bir insan konuşurken kim olduğunu aynı saatte anlarım. Konuşmasa, üç günde anlarım; ancak yeter ki
halinde susma olmasın da, dinleyenlerin anlayışına göre konuşsun.» Yine Hazreti Ali buyurmuştur ki «Perde açılsaydı yakîn
yine artmayacaktı.» Eğer onun hali öyle olsaydı, bu ikinci söz haline uygun düşmezdi.
Büyüklerin meclislerine gelmeye engel olan şey istidat eksikliğidir, istidat, kabiliyet, dünya işlerinden feragat gerektir
ki, büyükleri ziyaretten bir fayda elde edilsin. Ziyaret edenler niyazda, armağan sunmakta ağır davransalar bile, yine
ziyaretleri boşa gitmez. Ama en iyi bir durum içinde çalışmak gerektir. Bazılarında iyilik umudu göremiyorum ki, pişmanlıktan
önce uyanmış olsunlar.
Müşteriden bir pul haraç alan bakkal, kavgaya tutuşmuş, öfkelenmişti. Tablaları dökülmüş, dirhemleri başına atılmış,
halk gelip ayınncaya kadar (M. 22) elli dirheme yakın bir ziyana uğramıştı. Sonunda yaptığı işten çok üzüntü duydu ama o
saatte öfkesi ona öyle galip gelmişti ki. Bu hal şimdi senin başına gelseydi, «Hiç kimseyle tartışmadan korkmam,» demiş
olmana rağmen, «Aman ateş geliyor, beni içine alacak,» derdin. Gerçi bazı kimselerle tartışırım. Onlarda bir ateş vardır.
O saatte, ona öyle bir ateş gelmişti ki, sana gelseydi o gün hamama girmişe dönerdin. Sana ne zaman öfke ateşi
gelse sadece Hak uğrunda değildir. Bu ateş her kime yakın gelse, bil ki yüce Allah buyurur ki, benim tarafımdan ancak cefa
kapısını kapamaktan başka bir şey baki kalmadı. Bir hizmet etmek gerekir ki, o cefa unutulsun. Bağışlamayı unutmak gafleti
unutmak demek değildir. Bir iş yaparken o cefaları hatırlıyorsun. Bu öyle bir girdaptır ki, bu girdaptan herkes kaçar. Ancak
yüzücü kaçmaz. O b'le kendisini bu girdaptan geçmeye sakınır. Çünkü geçeceği yol girdabın içindedir. Ancak başkalarını da
yakalar, birlikte geçerim diye suyun etrafında toplarsa, öteki sanır ki kendisini döndüren girdaptı. Denizde ve girdabın içinde
bir damar ve o arada incecik bir yol da vardır ki, oradan geçilebilir. Çünkü şüphesiz bu girdabın bir yolu olacaktır. Şimdi seri
nasıl söylüyorsun ve bana niçin diyorsun ki, «Düşmanı altetmek tartışmaya engel olmaz, belki çok hoşuma gider, gam
çekmem.» Mademki gam çekmiyorsun, «Ben dünyaya tapanlara söyledim,» diyorsun; dünyaya tapanları benim sözüme örnek
getirebilirsin. Dindar kişiler bile bu nükteler içine sığmaz. Mademki gam çekmiyorsun. Bakkalın biri, bir pabuçcunun karşısında
otururdu. Bu bakkal, her gün hurma yerdi; çekirdeklerini de pabuç-cuya atardı. Pabuçcu bu hurma çekirdeklerini topladı; onu
taş gibi inciten o çekirdekleri bir araya koydu. O gün kendi kendine dedi ki: «Allah, fenalığın cezası misli iledir, buyuruyor. Bu
adam bütün bu ce-fasiyle beraber eğer bu gün bana hurma çekirdeği atmazsa ötekileri af edeceğim.» O gün, bakkal yine
hurma yemeye, çekirdeklerini eskisi gibi pabuçcuya atmaya başladı. Bütün çarşı halkının bu işten haberi vardı. Diyorlardı ki:
«Eğer bu gün de aynı terbiyesizliği yaparsa kendisini alaşağı edelim. Şaha da haber göndererek bunu astıralım.» Şaha haber
gönderdiler; kunduracı bıçağını aldığı gibi eline indirdi; ikinci bir darbeye lüzum kalmadı. Padişah, vezirine dedi ki: «Pabuçcuyu
ziyarete gidelim.» Veziri dedi ki: «Padişahım, onun için teklif tekellüf yoktur. Aşağı in, dükkânın köşesine otur, onun hoş beş
etmesini bekleme: iltifat göstermeyişi oraya yol olmamasından, oranın yasak olmasından değildir. Bütün külhan sakinleri onun
huzuruna yol bulmuşlardır. Kerem ve cömertlik alanında, doğan gibi uçar.» Şah, vezirin anlattığı şekilde pabuçcunun
ziyaretine geldi. Vezir, «Başka suretle ziyarete imkân yoktur,» demişti. İkinci bir küstahlıkta da bulunmuş, elini istemiş ve
öpmüştü. Beraber oturup konuştuktan sonrıa geri döndü. Bu hikâye henüz âleme yayılmamıştı. İster yayılsın, ister yayılmasın
maksat bir öğüttür. Cefaya karşı tedbir almak gerektir. Biz hem tedbir alıyoruz hem yol gösteriyoruz. O yol da dünyayı feda
etmektir. Allah, «Nefsinin cimriliklerinden korunmuş ve arınmış olanlar; işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.» (Haşr sûresi, 9)
buyuruyor. O cefaya karşı tedbir almak için öylesine çalış ki, ilerideki ayrılık gününü korumak için işe yarasın. «Onu göz
önünde tutarsan ortada bir şey kalmaz,» di-yesin. İşte bu insan sıkıntı günlerinde Haktan yüz çevirir. Nimet günlerinde de,
ona saygı gösterir.
Sevgili der ki: «Ben hoş konuşurum, sen de hoş konuşur musun? Ben sıkılırım sen de sıkılır mısın?» Bu o kadar
önemli değil; asıl işin özeti o sıkıntıdadır. (M. 23) Bu sıkıntı tatlılıktır; bu yolun geri dönüşü işte böyledir. Bu öfke
yumuşaklıktır. İşin hoş tarafı benim zındıklıkla birleşmiş olnnamdadır. Benim İslâmlık tarafımda o kadar hoşluk yoktur. Cefa
vaktinde söylediğim sözü ayrılık günlerinde, o cefanın b'.ttiği zamanlarda da söylerim. Aynaya bakar, onu karşımda tutarım.
Kabul edersen yazarsın; gramere vurursun. Şimdi görüyorsun ki, söz başkaları içindir*. Çünkü o sözün, o öğüdün sonucu
ondan sonra ona aykırı bir halin meydana gelmemesindedir. Bu mesele elli kere dünyanın her tarafını gezerek denizleri,
karaları dolaşan mücevher tüccarının hikâyesine benzer. Bu adam bir in-ci arıyordu. Geldiğini haber alan inci dalgıçları birbiri
ardından koşardı. Ama aranılan incin'.n nasıl ve nerede olduğu, tüccar ile dalgıçlar arasında gizli kalmıştı. Tüccar, inciyi
rüyasında görmüş; o rüyaya inanmış ve güvenmişti. Nasıl ki, Yusuf Peygamber (S.A.), rüyaya inandığı ve kendisine Ay'ın,
Güneş'in ve yıldızların secde ettiğini rüyasında görerek bunun yorumunu bildiği için kuyuya atıldığı, zindana tıkıldığı günlerde
bile gecelerini hoş geçiriyordu.
Şimdi dalgıç Mevlânâ'dır; cevahir tüccarı da ben, yani Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî Allah bereketini sonsuzlaştırsın
inci de ikimizin arasındadır. Diyorlar ki: «inciye giden yol sizin aranızdadır. Biz ona yol bulalım.» «Evet,» dedim, «Fakat yol
budur: Ben sana bir şey verin demiyorum, ben Allah yoluna gelin diyorum.» Niyaz yoluyla ve hal diliyle biri sordu: «Allah yolu
hangisidir? Söyler misin?» Ben, «Allah yolu budur,» diyorum. Elbette Aksaray'a gidilirken bir köprüden geçilecektir. Hakka
giden yolun köprüsü de Kuran'ın, «Onlar, malları ile, nefisleriyle savaştılar,» (Tevbe sûresi, 21) âyetinde buyrulduğu gibi önce
malını saçmaktır. Ondan sonra yapılacak işler çoktur. Ancak önce Aksaray'a uğranılacaksa, bu yoldan başka geçit yoktur.
Aksaray'dan sonra da (yolda) ıssız ovalara saparsan yine yolunu şaşırırsın. Kurtlar, gulyabaniler seni görünce yayından
fırlamış ok gibi ardından yakalar bir lokma yaparlar; alaşağı ederler. Şimdi ne yapmak istiyorsun? Ne vereceksin Allah yoluna?
Gönlündeki nedir? Ne düşünüyorsan, söyle. Eğer bir engelin varsa bana anlat ki, o engele karşı yol öğreteyim de sana kolaylık
olsun. Ben yolu senden daha iyi bilirim. Ben inci hikâyesini anlatıyordum; sen bunu bir pula bile almıyorsun. Şimdi ikiyüzlülük
mü yapayım? Yoksa dosdoğru mu konuşayım? Bu Mevlânâ Ay'dır; benim varlığımın Güneşine gözler erişemez. Ancak Ay'a
erişilebilir. Işığının ve aydınlığının son derece parlaklığından dolayı gözler güneşe baba-maz. O Ay güneşe erişemez, ama
Güneş Ay'a yetişebilir. Nasıl ki yüce Allah Kuran'da, «Onu gözler kavrayamaz, ama o gözleri kavrar, (En'** sûresi, 103)
buyuruyor.
Bu ok kimin okudur? Bu söz kimin okluğundan fırlamıştır? Hakkı, kemâl mertebesiyle bilen onun kudretini anlayan
kimdir? Bu okun sonu yoktur, Kuran'da, «Söyle ki, eğer deniz Allahmın yaratıklarını yazmak için mürekkep olsaydı, Allahmın
yarattıklarının sayısı bitmeden önce deniz tükenirdi. Denizi bir kat daha artırsak bile yine yetmezdi.» (Kehf sûresi,109),
anlamındaki âyet, bunu göstermiyor mu? Mutlu odur ki, bu ok kendine isabet eder; onu vurur. Bu ok Hakkı bilenler içindir.
Okluğumda daha nice oklar var ama bunları atamıyorum. Attığım ve atmakta bulunduğum oklar geri tepiyor. Oklukta
kalanların da başka işleri var. Bari nerede olursan ol bizden yüz çevirme. Bizi bırakıp gitmekten dem vurma! Bulunduğun hal
içinde, her neyin varsa ver. Bir şeyin yoksa kazanmaya bak ve çalış ki, bu yüzden başka dostları da yanına toplayabilesin!
Azıcık bizi de gözet; sana vermiş olduğumuz ödünce karşı bir iki lekis hazırla (ayrılık masrafı boştur kişi verilen sözden
sorumludur).
(M. 24) Allah ile olan sözleşme nasıl olur? Borcumuza karşı her şeyden bir parça olsun saklamayı ihmal etme! Eğer
bir lekis kadar olursa (ki ben ondan zengin sayılmam ve onsun da yoksul kalmam) ancak sana bir şeyler açılır. Nihayet bütün
bunlardan el çekeceğin zamana kadar sana görünmeyen âlemden ansızın bir doğuş olacaktır. Böylece bizim tarafı da bir
hamlede unutma! Diyelim ki, akıl bir şey buyurur. Heva ve heves onun aksini ister. Bu şuna benzer ki, efendi, «Turşu getir,»
der; uşak «Hayır,» der; «tatlı getirin. Tatlı daha iyidir.» Bu uygun bir iş değildir. Gerektir ki uşak önce efendinin istediğini
getirmiş olsun. Çünkü gerçekte, turşu efendinin istediğ dir. Sonra efendi, «Ben falan yere gidiyorum,» der. Uşak, «Allah
yoldaşın olsun git, ben gelmiyorum,» der. «Niçin gelmi-yorsun,» deyince, «Dönüş zamanında gelirim, şu saatte mazeretim
var,» diye cevap verr. Bu doğru değildir. Bu ters anlama, işin aksini öğrenmedir. Halbuki bu yolda söz birliği, iş birliği
gerektir. Aksilik yaraşmaz. Hayır, sen bana uyuşmazlık öğret, ben sana söz birliği öğreteyim! Yani sen bana naz öğret, ben
sana niyaz öğreteyim. Nasıl ki adamın biri, bin din bilginine şöyle bir teklifte bulunmuştu. «Sen bana Yasin öğret ben de sana
savaş öğreteyim.» Bilgin de savaşçıya şöyle dedi: «Sen bilimsel tartışmadan anlar mısın? Yoksa bundan yoksun musun?
Tartışma sevdasında değil misin?»
Şeyh Muhammed bunlardan hangisidir? Beni gerçekledi, tartışmadı. Ama tartışmada bulunsaydı çok faydalanırdı.
Çünkü benim onunla tartışmam gerekliydi. Eğer sahabe, Hazreti Muhammed'le (S. A.) karşılıklı konuşsalardı onlar için çok
faydalı olurdu. Şimdi bu hangi nevi dendir ki bahsetmiyorsun? Bu manevî fayda kendine erişir. Ancak tartışma ile elde edilen
bu fayda nedir? Eğer konuşurlarsa siz çok faydalanırsınız. İşte ben sizin hakkınızda bunu düşünüyorum. Siz de bana böyle
yapıyorsunuz. Kederliysen tazelenmek; yaşlı isen gençleşmek gerek. Başıyla, kulağiyle, akliyle oynamak gerek ki nasip alasın;
hem mana isitesin, hem yiyesin. Yani hem ince manalar dinleye-sin, hem başka bir iş yapasm. Şimdi, «Bu saatte başka işim
var,» diyorsun. İki iş'bir arada nasıl olur. Gerek ki iki işi bir arada yapasm. Ulu Allahnın bana öyle bir vergisi var ki birbirine
aykırı yedi sekiz işi bir arada yüklenir, altından çıkabilirim. Allah her şeyden üstündür.
Bazı veliler aceleci oldukları için sana gal'p görünürler, ama o derece galip değildirler. Bazı veliler de yumuşak
görünürler ama çok hareketli ve galip olurlar. Onların diledikleri biraz gecikir. Davacının davasından vazgeçeceği zamana
kadar uzar; onların nişanı, marifetleri kalmamış olmasıdır. Bir marifetten bahsedemezler. Bizim sözlerimiz arasında söz
karıştıran Şeref Lehaverî, gibi kimseler, bulanık suda boğulmuşlardır. Rüyasında büyük bir bulanık suyun içine daldığını; iki
parmağını oynatarak, «Aman Şem-şeddin-i Tebrizî elimi tutsun,» diyerek imdat istediğini görmüştü. Bu rüya ona yeter
derecede bir öğüt olmadı. Tekrar benim yanımda nebilerin mucizeleri ile velilerin kerametleri arasındaki farkı anlatmaya
başladı. Nebiler her ne zaman dilerlerse mucize gösterirler diyordu. Velilerin sözleri nerede, sen nerede? Sonra, bazı rafızîler
devamlı bazıları da devamsız olurlar, bazıları da ihtiyarsız olurlar; bir kısmı da ihtiyar-lanyle rafızîlik ederler diye tutturdu. O,
veliyi kendi haliyle kıyaslayarak tasvir ediyordu. Onun sözlerinden ve işinden (M. 25) yüz çevirince de, «Beni kıskanıyor, bana
hıncı var» diyor. Halbuki benim öyle bir huyum vardır ki Yahudilere bile dua ederim. «Allah hidayet versin, onları doğru yola
yönetsin,» derim. Bana şovenlere de dua ederim. «Ulu Allahm, ona bu halinden daha iyi bir hal ver ki sövüp sayacağı yerde
bir teşbih okusun, seni ansın ve ilâhî âlemle meşgul olsun!» derim.
Onlar bana nereden çattılar da, «Bu velidir veya veli değildir,» diye tartışmaya başladılar? Ben veli olayım,
olmayayım sana ne? Nasıl ki Çuha'ya «Hele şu tarafa bak dediler, tepsiler götürüyorlar.» Çuha şu cevabı verdi: «Bize ne?»
«Ama sizin eve götürüyorlar,» deyince; «O halde size ne?» dedi. Ben de şimdi «Size ne?» diyeceğim. İşte bu sebeptendir iki
halktan çekinmekteyim.
İçimden birçok büyükleri severim. Onlara karşı muhabbetim vardır, ama açığa vurmam. Bir iki kere açıkladım:
Bende, geçim hayatımdan bir tecrübe kaldı. Bir muhabbet vardır ki asla soğumaz, fakat bu dostluğun değerini kimse bilmez
ve takdir etmez. Halbuki benim Mevlânâ'ya açıkladığım sevgi arttı ve eksilmedi, doğrusunu söyleyemiyorum. Ben doğruluğa
başladıktan sonra beni dışan attılar. Eğer tam doğruluk gösterecek olsaydım beni bir hamlede bütün şehirlerden sürer, kapı
dışarı ederlerdi.
Az çoğu gösterir, yani söz az mâna çok olmalı. Diyelim ki oraya bir çuval şeker koymuşlar, ondan azıcık bir örnek
getirmişler; işte bu azıcık örnek o bir çuval şekerin delilidir. Onu 'anlatmaya yeter. Kişinin de biraz doğruluk göstermesi, onun
doğru olduğuna delildir. Yine biraz eğrilik ve ikiyüzlülük de sahibinin eğriliğini gösterir.
Hazreti Peygamberin çağında doğruluğa pek düşkün bir adam vardı. Sahabe, bu adamın doğruluğundan ve doğru
sözlülüğünden, Peygamberin de onu korumasından dolayı incinirlerdi, ama ona bir şey diyemezlerdi. Ancak çok içerlemişlerdi.
Hatırlarından, Hazreti Peygamber, dünyadan göçtükten sonra ondan öç alalım, diye geçiyordu. Adam, Hazreti
Peygamberin dünyadan göçtüğü günlerden sonra da böylece doğru sözlülükte devam etti. Artık dayanamadılar, «Ona
bir darbe vuralım,» dediler; «Olmazsa şehirden sürelim,» dediler. Adamcağızı şehirden dışarı atarken, bu gürültülerin sesi
bir kadının kulağına kadar gelmiş; dam üstüne koşarak sahabeye çıkışmaya başlamıştı. «Bu adam azizlerdendir,
Peygamberin yanında sevilmiş bir kişiydi. Onun yüce ruhundan utanmaz mısınız ki, bunu şehirden sürgün ediyorsunuz,»
diye bağırıyor, onlarla kavga ediyordu. Adam yüzünü yukarı çevirdi, kadına hakarete başladı: «Sen niçin kendi kendine
bunlara çatıyorsun. Allahnın lanetini hem kendine hem de bunların üzerine çekiyorsun!» Kadın kendi kendine, «Evet» dedi,
«Peygamberin dostları yersiz iş yapmazlar, şehirden sürülmeye lâyık olmayanı da dışarı atmazlar. Hazreti Peygamber,
'Ümmetim sapkınlık üzerine fikir ve söz birliği etmezler,' buyurmuştur. İyi yapıyorsunuz. Allah yardımcınız olsun,» dedi.
Doğru sözlü adam bunun üzerine, «Evet, onlar iyi ediyorlar, sen fena etme!» dedi.
Cüneyd'e tavsiye ettikleri Ahmed-i Zındık'ın hikâyesi de şöyledir: Ona denildi ki, falan şehirde bir Ahmed-i Zındık
vardır. Senin karşılaştığın zorlukların düğümü onsuz çözülmez. Sen yüz çile de çıkarmış olsan yine onsuz yapamazsın!
Cüneyd, Bağdat'tan kalktı, o şehre yollandı, kendi kendine Ahmed-i Zındık'ın evi nerededir diye sorsam her halde edebe
yakışmaz dedi. Adım tevil ederek (değiştirerek) Ahmed-i Sıddık diye sordu, içindeki irfan buna (M. 26) engel olmuştu. Ona
rüyasında tevilsiz dosdoğru bir söz söylemişlerdi. Ama o bunu teville yani değişik şekilde dinlemişti. Bu yüzden altmış gün o
şehirde derbeder ve başıboş bir halde dolaşıyor; rastgelene Ahmed-i Sıd-dık'ın evi neresidir diye soruyordu. Kendisine
dosdoğru öğret len bu adı değiştirmiş olmanın yarattığı uğursuzluk yüzünden bir türlü onu bulamıyordu. Nihayet hatırına
ansızın bir çare geldi. «Hele şu yıkık mescidin kapısından geçeyim,» dedi ve oradan geçerek yürümeğe başladı. O sırada
kulağına bir Kuran sesi geldi. Hemen yüreği yerinden hopladı. Yıkık mescitten bir delikanlı çıkıyordu. Artık «Adamı kendi adıyla
sorayım,» dedi ve sordu. Delikanlı: «Şu okunan Kuran' m sesini işitiyor musun,?» dedi Cüneyd bir nağra atarak kendinden
geçti ve yere düştü. Delikanlı ayağına kapandı. Cüneyd doğru sözlülüğünün mükâfatım görmüş, dileğine kavuşmuştu. Kendine
geldiği vakit yıkık mescide girdi. Uzakta bir yere oturdu. Ne Cüneyd selâm ve kelâm vermek suretiyle bir teklifsizlik gösterdi,
ne de o buna imkân ve meydan verdi. Uzun müddet bu şekilde kaldıktan sonra Ahmed-i Zındık merhamete geldi ona tekrar
bakarak söze başladı: «Hoş geldin Cüneyd!» dedi. Cüneyd içinden, «Benim Cüneyd olduğumu nasıl anladın?» diye
düşünüyordu. Ahmed gülümsedi, «Nasıl bilmem,» dedi. «Beni aradığın ilk günden beri o zorluklar içinde kıvranarak bu
bilmecenin düğümünü çözmeğe uğraştığını görüyor ve etrafında dolanıyordum. Bana gelirse kendisiyle ne konuşayım diye
düşünüyordum. Sana söyleyecek bir şey bulamıyorum, şimdi sen konuşacak bir konu varsa üzerine parmağını bas ki
konuşalım. Bir şeyler an. lat ki dinleyelim.»
Cüneyd söze başladı, bir şeyler anlatıyordu. Ahmed-i Zındık bir kaç kere çarh vurdu. Kutsal canlar, etrafım sararak,
«Eğer böyle bir kaç çarh daha vurursan bu çarhın ipini koparacaksın,» dediler. Ahmed ki-zararak yerine oturdu.
Bu öteden beri bir töredir. Doğru bir söz söylersin, onu yorumlamak istersin, biraz gülerler, çok kere de içlenir ve
zevk duyarlar. Hoşa gider o söz, ama yorumlamadan söylersen ne kimse duygulanır, ne de hoşlanır. Meğer ki, Allahnın
doğruyu söylemek için yarattığı seçkin insanlar tarafından söylenmiş sözler olsun. Bu makamda onlara soru sormak
gerekmez. Halk onlara nasıl sorabilir ki, bu sözü söyleyen bile şaşkınlık içindedir. «Ben ne söylüyorum kiminle konuşuyorum,»
diye kendi kendine hayret eder. «Bunlar n'çin anlamıyorlar?» diye düşünceye dalar. Bir adamın evinde biri saz çalıyordu.
Başka biri dedi ki: «Bu evde kimse yoktur, bu çalgıyı kime çalıyorsun?» Adam şu cevabı verdi: «Sus, herkes Allah için
tekkeler, kervansaraylar yaptırıyor. Ben de Allah yolunda saz çalıyorum. Ben bunu Allah için yapıyorum. Sen niçin
soruyorsun? Seninle biz bilir misin neye benzeriz: Adamın biri, ney çalarmış. O arada, bir taraftan da yellenirmiş. Adam neyi
arkasına götürerek eğer sen daha iyi çalacaksan 'al da çal der. Sana yol yürümek gerek. Sana yol yürürken bir şeyden
bahsetmek gerekmez. Yolunu yürü ey eşek! Sen, ne o köprü geçen eşeklerdensin, ne de bir günde bir konak gidip geri dönen
Mısır eşeklerindensin! Sen binlerce dedikoduların ve koşuşmaların sonucunda günde yarım konak bile gidemezsin.»
Ulu Allah buyuruyor ki: «Bir toplum kendi nefişlerindeki özelliği değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimetleri
değiştirmez.» (Ra'd sûresi, 12). Şikâyeti, feryadı kendi nefsinden et! Allah yine Peygamberine, «Şüphe yok ki, sen, sevdiğin
kimseyi doğru yola yöneltemezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola yöneltir. Allah hidayete ermişleri en iyi bilir,» (Kasas
sûresi, 56) buyurdu. «Bunu biliyorum,» dedi. «Bu halin gerçekliği de bana çok şiddetli geldi.» «Ne söylüyorsun,» dedi, «Bana
senden fayda gelmeyecek.» «O halde hangi niyetle bu işin etrafında dolaşıyorsun,» dedim. «Hiç bir niyetim yoktur,» dedi. Ben
bu karışık işleri çok yaptım, doğru sözü evirdim çevirdim şiir söylemeye başladım. (M. 27) Bundan içlendi, ağlamaya başladı.
«Ah şu benim kötü nefsim,» diyordu. Ben «Yoksun kalmasın,» dedim ve ilâve ettim. «O şöyle söyledi, ben şöyle söyledim gibi
dedikoduların şimdi yorumlamasını dinle: Padişahın özel konuk yurdunda olan kimse bir lokma bulur yer, elbette aç kalmaz.
Şimdi böyle b:r adam nerede, köpekler için sokağa dökülen ekmek kırıntıları ve kemik parçalarıyle geçinenler nerede? 'Yer ve
göklerim beni kavrayamadı, ama bir mümin kulunun gönlüne sığdım,' anlamındaki Allah sözünün yorumunu anlat,» dedim.
«Bu nükte, 'Biz emaneti göklere, yerlere, dağlara gösterdik. Onu yüklenmekten kaçındılar, ondan çekindiler. Halbuki insan
bunu yüklendi. Çünkü o çok zalim ve bilgisizdir,' (Ahzab sûresi, 72) anlamında bulunan âyetle aynı manadadır,» dedi. Yani
Allah bilgisidir, bu bilgi de derecelere ayrılmıştır.
Yukarıdaki kutsî hadisin manası da bununla ilgilidir. «Sizce bu hadisin manası hakkında başkaca söylenecek bir şey
var mı?» diye buyurdu. «Buna gerçekten güç yetmez,» dediler ve susmadılar. «Bu konuşulacak bir konudur,» dediler. Ama bu
noktadan kaçıyorlar. Eğer bu cihet konuşulacak olursa faydası çok olur. Dünya fenadır, ama bu dünyanın ne olduğunu
bilmeyen kimselere göre değil. O, dünyanın ne olduğunu nasıl bilsin? Onun dünyası yok ki; ama o, «dünya nedir?» diye sorar.
Öteki, «Ahiretten başka olan âlemdir,» der. «Peki, ahiret nedir?» Öteki, «Yarın,» cevabını verir. Peki ama, «Yarın nedir?»
Hülâsa söz çok darlaşmıştır; dil daralmıştır. Bütün bu din savaşçılarının, pek dar olan dil bağından kurtulamamaları bu
sebeptendir. Onlar sıfatlar âlemine giderler. Allahnın kutlu sıfatları için acaba ne diyorlar. Kelâmcı-lar, «Sıfatlar, Allah zatının
aynı mı yoksa ondan gayrı mı?» diye tartışırlar. Bu nokta üzerinde söz birliği edebilirler mi? Hayır edemezler. Çünkü âlem
binbir renge girmiştir; çeşitlidir. Söz, tek bir ton ile konuşulmaz. Nasıl ki Hakîm Sanaî'yi ziyarete gidip gelen dervişten biri
sordu: «O dönek ne söyledi sana?» Derviş, başını önüne eğerek, «Âlem halkının sözünü söylüyor,» dedi. Meğer bu
dönekliklerden kendini kurtarmış olan kimse yavaş yavaş evinin yolunu tutar, uzaklara gitmez. Yoksa âlem çok dönektir. Biri
Yahudidir, öteki yıldıza tapar, beriki ateşe tapar.
Mutezile (Mutezile, Ehli Sünetten ayrılan ve Vasıl Binata'nın yoluna sapanlardır. Bunlar Hasan.i Basrî'nin kanaat ve
içtihadına aykırı hareket ettiklerinden dolayı bu ismi almışlardır. Lügat mânası «dernekten ayrılmış kimseler* demektir. Bunlar
Eşarî ve Maturidî mezheplerine karşı oldukları için Ehli Sünnet nazarında sapkın bir zümre olarak tanınmışlardır. (Ç.)) diyorlar
ki: «Mademki Allah kelâmının başlangıcı yoktur, o halde bu âlemin de bir başlangıcı olamaz.» Bu yol, Mutezile yolu değildir. Bu
yol gönül kırıklığı, üzüntü ve çaresizlik yolu, kıskançlığı ve düşmanlığı bırakma yoludur. Sana bir sır açıklandı ise, gerektir ki
onun şükrünü yerine getiresin. Şimdi bu şükrün anlamım ikiyüzlülük yönünden mi, yoksa doğruluk yönünden mi söyliyeyim?
Allahya şükürler olsun. Umutsuz olma! Yüzün saf aya, temiz ışığa dönmüştür. Doğruya, huzura, rahata kavuştun. Karanlık,
bulanık günler geçmiştir, insanların hayırlısı halka faydalı olanıdır. Kayırın ne olduğunu bilmeyen nasıl hayır işliyebilir? Yılın ne
olduğunu bilmeyenler, ömrün ne olduğunu anlamayanlar birbirlerine nasıl uzun ömürler dileyebilirler? Bir gönül ehlinin el.ne
geçen bir akça, bir nefis düşkününün eline geçen bin akçadan hayırlıdır. Bunu sana açıklayamam; çünkü senin nefsin diridir,
ayaklanmıştır. Eğer bunu sana söylersem sen de bin söz söylersin; aramızda ayrılık baş gösterir. Belli ki bu pirlerin
düşünceleri halk arasında pek yaygındır. Mimberlerde, derneklerde onların sözleri dolaşır. Bir de Allahnın gizlenmiş kulları
vardır ki, o şöhretli pirlerden daha olgun, daha sevilmiş kimselerdir.
Bazan da, halk arasında bunlardan daha şöhretli erler vardır. Çünkü onların (M. 28) dilini halk anlar. Mevlânâ sanıyor
ki, o insan benim. Ama benim inancım öyle değil. Ben aranan ve istenilen bir kimse değilsem bile, arayandanım. Arayanın
maksadı da aranılanlar arasından baş gösterir. Bana göre arayan Allahdır. Fakat o aranılan sevgilinin hikâyesi hiç bir kitapta
meşhur olmadı. Tarikatlerin, derneklerin anlattıkları şeyler arasında da bunlar yoktur; bu sözler, hep yolu anlatmak içindir.
Bunu yalnız bir kişiden dinliyoruz, başka hiç kimseden duymadık. O gün Cüneyd' in, «On hıyar bir pula satılıyor, biz kaça
satılacağız?» ded'ğini anlatmıştım. O, bu haldeydi. Nasıl ki, on hasta bile bu sözden dolayı onun düştüğü anıklık derecesine
yetişemez; bu bize göre küfürdür.
Ona dedim ki: O değirmeni satma, hem de vakıf yapma! O iki bin dirhemi bana ver ki, senin hesabına döndüreyim.
Öyle döndüreyim ve öylelerine vereyim ki, tarife sığmaz. Görüyorsun ki, bir hasta neler yapar! Yüz riyazat bile bunu arzusu ile
yapamaz. Bana dedi ki; «Bununla alçak gönüllük derecesine erişir» ve ilâve etti: «O alçak gönüllükten bahsetmiyorum.» Belki,
bir yolda kâfirin biri su götürür, onun da suya ihtiyacı vardır. Su ona erişince hiç dönüp bakmaz, ancak onun içi o sudan
rahatlaşır. O kâfir kıyamette yüz bin müslümanın elini tutar. Allahnın işi sebepsizdir. Bir adam vardır ki, devrişler için iki yüz
dirhem sar-feder hiç bir tesiri olmaz. Başka birinin verdiği beş dirhem daha faydalı olur. Bu manaları, öğrenmekle, tartışmayla
anlamak mümkün olsaydı âlemin toprağını başında taşımak yaraşırdı. Bayezid ile Cüneyd'in yüz yıl Fahri Razî'ye çömezlik
etmeleri gerekirdi. Bazan tefsirde bazan Kuran'da ona yetişmeye hasret çekerlerdi. Derler ki: Fahri Razî, tefsir ve Kuran
bilgisinde bin top kâğıt harcamıştır. Bazıları da beş yüz top kâğıt karalamış olduğunu söylerler. Halbuki yüz bin Fahri Razî,
Bayezid'in yolunun toprağına bile erişemez. Halka, kapıya asılır ama o kapı da evin içini göremez ve anlayamaz. Halka kapının
dışındadır, evin iç özelliği ise başkadır. Evin içinde sultan gözdeleri ile has halvette yaşamaktadır. O kapının halkası değil,
penceresinin halkası bile dışardadır. Bu çabalama ve tartışma şuna benzer ki, sen bunu ilim yoluyla öğrenmek istiyorsun.
Halbuki bu yolda yürümek ve savaşmak gerektir. Diyelim ki, yüz yıl Halep ve Şam yolundan söz açmışsın; Halep mallarını asla
buraya getiremezsin. Tâ ki yol zahmetine, tehlikelere katlanacaksın, malını haydutlara kaptırmak korkusu ile üzüleceksin ki,
bu işi yapabilesin. «Bilgin önce tartışma yolunu mu tutmalı ki o zaman o yolda yürümek kolaylaşsın?» diye sordu. Cevap
verdi: «Sana Aksaray yoluna gitmek hikâyesini anlatayım ve bilgi vereyim. Gitmeden o tarafın ahvalini soruyorsun. Ben de
diyorum ki, oraya kadar git, ben seninle beraberim. Bundan sonra dikkat et ki, hangi taraf güvenlidir; hırsızdan, kurttan,
hayduttan ve başka tehlikelerden hangi taraf daha korkusuzdur. Ya Malatya yolu, ya Elbistan yolu nasıldır?»
Mal, bir çok kimsenin kıblesidir. Yolcular onu feda ettiler. Dünyaya tapanlara göre bir pul, tatlı canlarından daha
değerlidir. Sanırsın onların canı yoktur. Eğer canları olsaydı nazarlarında mal canlarından daha değerli olmazdı. (M. 29)
Allahya ant içerim ki, dünyaya tapanların katında bir pul, kıble'dir. ibrahim'in Belâya uğraması hikâyesi, meleklerin gayretindendi.
Yoksa kıskançlık ve inkâr yüzünden değil. Eğer öyle olsaydı, İblis olurdu. Belki şuna hayret ettiler ve dediler ki: «Biz
nur cevheriyiz, nasıl olur da cisimden ibaret olan bir ayak, Allah sevgisinde bizden ileri gidebilir? Dedi ki: «Bunlar sevdadan
vazgeçtiler.» Ona dediler ki: «Veliler için maldan, sürüden birçok arzulara kapılma sebepleri vardır. O ise bundan vaz geçmiş
ve temiz kalmıştır.» «Evet, inandık ve gerçekledik,» dediler. «Fakat bu hayret edilecek bir şeydir, imtihan edin,» dediler. Bu
imtihanda başka bir sır daha açıklanır, sizden hangi sebepten daha ileri gider? «Ben sizin bilmediğinizi, bilirim» dedi Allah.
«Size ufak bir sır daha açıklanır. Ey Cebrail! Sen bir taşın arkasında gizlen ve Sübbu, Kuddus diye teşbih oku!» buyurdu,
ibrahim Halil Peygamber bunu işitince etrafına bakındı, kimseyi göremedi. «Bir daha söyle,» dedi. «Bunu bütün koyunlar sana
tekrar etsin.» Cebrail, taşın arkasından çıktı, kendini gösterdi: «Ben Cebrailim,» dedi. «Benim koyunlara ihtiyacım yok.» Halil
de, «Ben öyle bir sofiyim ki, önce nereden kalktımsa yine oraya dönerim,» dedi. Bazı melekler bu hareketten ibrahim Halil
Peygamberin halini anladılar ve dediler ki: «Az çoğa, delalet eder.» Bazıları da henüz anlayamadılar. Dediler ki: «Mal işi
kolaydır, bir kere de oğulları ile sınayalım.»
Behlûl karıya taş vurdu, «Niçin, vuruyorsun,» dediler. «Çünkü karı yalan söylüyor,» dedi. Bu sözden, şehre bir fitne
düştü. Halife, Behlûl'ü yanına çağırdı. «Ben onun yüzünden bahsediyorum,» dedi. «Sözünden değil.» Halife sordu: «Bu nasıl
sözdür? Onun sözü yüzünden nasıl başka olur?» Behlûl cevap verdi: «Eğer sen Halife isen emir verirsin ve yazarsın ki, falan
semtin gençleri bu fermanı işitince hazır olsunlar, hiç vakit geçirmeden gelsinler.» Ulak bu ferm'anı oraya götürür okur ve her
gün okurlar ama gelmezler. Okumak hususunda gerçektirler. «İşittik, itaat ettik» demekte de yine doğruluk gösterirler.
«Sayısı elli bin sene olan bir günde,» buyurulduğu gibi Kuran'm işaretlerini anlamıyorsun. Ne yapayım eğer bu elli bin senenin
zahiri ifadesine uyarsan oraya cennet kokusu götürürsün. Eğer, nebiler âlemi hangisi, veliler1 âlemi nasıl olduğu konusunu
düşünürsen başın döner, yuvarlanır düşersin. Ancak o yoldan yürüyen ayaklara el vur. «Beni bir adım geçti,» dediğim zaman,
adımdan adıma, karıştan karışa, dizden dize fark vardır, iki adım sonra erişir dersin ama Hazreti Muhammed'e (S. A.) yaraşan
adım sende yok. Sende Firavun baş kaldırdı, sonra Musa geldi, o gitti. Sonra tekrar Firavun gelince Musa gitti. Bu dönekliğe
delalet eden haller ne zamana kadar sürecek? Musa'yı da böylece farzet. Firavun bir daha gelmezse bu döneklik işten değildir.
Kuran'da, «O kimselerdir ki Rabbimiz Allah tır derler, sonra doğruluk gösterirler,» buyurulduğu gibi onlar bu âlemde böyle
söylediler, öte tarafta gafiller diyecek olsa ki, «Bizim Allahmız yoktur,» onlar hiç değ siklik göstermeden sözlerinde dururlar.
Onları kıyamet gününde getirdikleri vakit, mezarlarının yanına götürdükleri gibi yüz bin nur ışığı görürler. Ölüm
meleği ne gezer, onlar için hayat meleği vardır. Mezar nerede? Onlara göre kurtuluş; mezardan ve zindandan kurtulma vardır.
(M. 30) Dünya müminin zindanıdır. Birine deseler ki: «Bu zindandan dışarı çıkarsan Sultanın dostu olacaksın, onun
yanında, onunla birlikte taht üzerinde oturacaksın.» Adam gelir gırtlağıma s'arılır, «Bu zindandan kurtulacağım,» diye
boğazımı sıkar. Eğer gerçek müminlerden iseniz ölümü dileyiniz. Onları kıyamet meydanına getirseler, kıyamet ne hale döner.
O gün gizli işlerin açıklandığı gündür. Onların gizli sırları haktır, hak ise açıklanır. Kıyamet nerede kalır? Onları nurdan
zincirlerle bağlarlar ki, kıyamet meydanına gelmesinler. Her ne yaparlarsa bunlarla yaparlar. Cennetlik olanları cennete,
cehennemlik olanları cehenneme götürürler. Onlar zincirler'ni koparırlar ki kıyamet meydanına gelsinler. Fakat, nurdan başka
bir zincirle bağlanırlar, en son vakte kadar bağları çözülmez.
Şimdi söz, iş içindir; iş söz için değil. Bilir misin ki iyi geçinmek dervişler derneğindedir. Abdest üzerine abdest, nur
üstüne nurdur. Olgunlaşmış olan (öz) bazı dış kabuklardan kurtulur. Bir zümre onları takdir eder, bir zümre de etmez. Başka
bir zümre de, «abdest üzerine abdest, nur üstüne nurdur,» derler. Onlar önderliğe yaraşmazlar, ama bunlar âlemin ve âlem
halkının sığınağı ve güvencidirler. Şüphe yok ki içteki pisliği temizlemek gerektir, îç âlemimizdeki pisli ğin bir zerresi bile
dıştaki pislikten yüz bin kat daha berbat ve fenadır, içteki o pisliğ. hangi su temizler? Ancak bir kaç damla gözyaşı, ama her
gözyaşı da değil. Belki bir şey görebilen gerçek bir gözün akıttığı saf ve temiz gözyaşı temizler. Bundan sonra o kimseye
güven ve kurtuluş kokuları erişir, artık uykudan uyanır; onda uyku başka türlü, uyuklama başka türlü olur. Ama niyazsız
gözyaşı, n'yazsız namaz, mezar başından daha ileri gitmez. Mezar başından geri dönenlerle birlikte geri döner. Ama niyaz ve
yalvarma ile kılınan namaz, mezarın içine birlikte girer. Kıyamette de sah biyle beraber olur. Böylece ta cennete ve Hakkın
yüce katına kadar gider. Eğer böyle b r gönül uyanıklığı elde etmişse uyuyamaz. Eğer gönlü uykuda ise, sel yatağında bile
yatsa yine iş kolaydır. Biri yanına vurunca uyanır. Uzaktan gelen seli gösterince de korkudan ürperir; acılarını unutur, onun
ayağına kapanır, teşekkür eder. Ama bir de çok derin uykuda olanlar vardır ki, düşman gelip boğazını yarı buçuk kesse bile
gözünü açamaz. Gözünü açınca da boğazının geri kalan sağlam tarafı da kesilmiş olur. Şaka söylüyorum. Mevlânâ, Hak ehlidir.
Onun derneğ'nde güzel söz konuşmak yaraşır. Görmüyor musun ki, şimdiye kadar hep sevgiye ait sözler konuşuyoruz. Dünya
halkının önünde korkutucu sözler de söylemelidir ki biraz uyansınlar. Şöyle bir hikâye anlatırlar: İki kişi arkadaş olur.
Bunlardan birinin yanında altın Vardır; öteki de onu uyutarak öldürmek ve parasını kapmak sevdası ile fırsat kollamaktadır.
Paralı arkadaşın uykusu hafiftir. Çünkü arkadaşının niyetini sezmiştir; hep uyanık durmak zorundadır. Yoksa kendini korumak
işi güçleşir. Bunlar böylece başka bir yere gittiler. Kötü niyetli arkadaş artık bu işten umudu kesti. «Adam daima uyanıktır,»
dedi. «Eğer şu uyanık ha linde ona saldırırsam bir çaresini düşünür, bari işi ondan saklayayım da onunla biraz şakalaşayım.»
Şöyle dedi: «Arkadaş, niçin uyumuyorsun?» Öteki cevap verdi: «Niçin uyuyayım? Niçin uyuyayım? Ne olur ne olmaz!» dedi.
«Uyu ki başına bir taş vurayım, kafanı kırayım da seni öldüreyim, şu altınlarını alayım.» Altın sahibi, «Arkadaş, doğru
söylüyorsun; işte şimdi gönül rahatlığı ile uyayabilirim!» dedi. Şimdi biri yolda bir tehlike içinde uyumuştur. Allah kullarının biri
gelir onu uyandırır. Fakat o uyuyan adam, ona göre yine uykudadır. Eğer bu uyuyan adamın hallerini sana anlatırsam,
kendinden umut kesersin. Bari söylemeyim 'ki kendi nefsinden umutsuzluğa düşmeyesin. Umutsuz olma ki, çok umutlar
vardır, insan yaşlandı mı çocuklaşır. Ama bu sözüm herkes için değil. Nebiler ve veliler bundan ayrıktır. Büyük Mevlânâ'mız da
bu gibilerden değildi. Sultanul'l Ulemâ Muhammed Bahaeddin Veled, seksenden fazla yaşadığı halde her gün daha ergin, daha
bilgin görünürdü. Hiç bayağılaşmadı. Bu sözü yalanlamam, belki 'açmak isterim. «Şaşarım seven nasıl uyuyabilir?» Bil ki âlem
fakirin gözü önünde perdedir, fakir ise aşk cevheridir (Mevlânâ Celâleddin buyurur ki: Fakr. cevherdir. Fakrdan başka her şey
araz'dır. Fakr, şifa; fakrdan başka şeyler de maraz'dır. Bütün âlem ancak baş ağrısından ve aldanıştan başka bir şey değildir.
Fakr ise âlemden beklenilen sır ve garazdır. Yani âlemin maksadı ve gayesi fakr mertebesindedir. (Ç.)). Aşk cevheri, ezelden
beri vardır. Âlem daha dünkü varlıktır. Herkes kendi pirinden söz açar. Bize, Hazreti Peygamber (S. A.) rüyada bir hırka verdi.
Fakat bu iki gün sonra eskiyip yırtılacak, külhanlara atılacak veya bulaşık silinecek hırkalardan değildir. Belki sohbet ve
yoldaşlık hırkasıdır. Akıllara sığmayan bir sohbet değil, belki dünü, bugünü, yarını olmayan bir sohbet. Aşkın zevk ile, bugün
ve yarın ile ne ilgisi var. Biri dese ki, «Cenabı Peygamber uykudan uzaktır veya âşık değildir.» Bu sözden Yahudiler bir
kaçamak yolu bulur, umuda kapılırlar. Bu söz ona yaraşmaz. Benden «Hazreti Peygamber âşık mıydı?» diye sorarlarsa,
«Hayır,» derim. O maşuk ve sevgili idi. Ama akıl, sevgiliyi anlatmakta ve onu kavramakta ş'aşırır; başı döner. Şu halde ona
âşık dersem bu, maşuk yani sevilen manasmdadır. Nasıl ki, efendinin biri bir adama sordu: «Sen Yahudi misin?» «Hayır, din
bilginiyim,» dedi. «Keski, Yahudi olaydın,» dedi, öteki, «Niçin böyle söylersin?» dedi. «Bana kibrit lâzım da onun için.» O
memlekette Yahudiler, kendilerine eziyet etmeyi sevap sayan Müslümanların vereceği zahmetten korkarak vakitli vakitsiz
sokağa çıkmazlarmış. Aksine kibrit ve benzeri şeyleri de bunlar satarmış. Din bilgini sordu: «Bana bunun için mi Yahudi
dedin?»
Yani, zamanın yürüyüşüne göre suret ve surete bağlı olan şeyler değişir. Bazıları derler ki, «Büyükler manaya
bakarlar; oradan herkesin kımıldanışı onadır.» Çömlek içinde olanı sızar. Şimdi o pirin derneğinde sorgu olmaz. Sanki ağacın
meyvesini dökmek için onu sallar, zaman olur ki ağacı sallamaktan vaz geçer ve meclise gelmez. Her zaman için gelmez.
Yapılacak şey ancak sükût ve teslim olmadır. Ama her ağaç bu surette değildir. Burada hiç başka yol yoktur. Ancak susmak
ve teslim olmak vardır. «Kuran okunduğu vakit dinleyiniz ve susunuz,» (Araf sûresi, 203) buyurulmuştur. Diyelim ki, konuşan
biri söze başladı, bir nükte söylemek istiyor. Buna hiç itiraz edilemez, tâ ki o nüktenin arkası gelsin; sözü başından sonuna
kadar anlayıp toparladıktan sonra ondan bahsedebilirsin. Eğer gönlünde bir şüphe varsa onu açıklayabilirsin. Ancak yarı bir
anlayışla o nükteden bahsetmek âdet değildir; yanlış bir harekettir. O âdet doğru olmaz. Olgunluk bunu gerektirir. Olgunluk
odur ki, bin defa da söyleseler, fikrin hiç değişmesin. Diyelim ki, o olgunluk görünüşte başka bir surettedir. Yine olgunluk odur
ki, anlayış eksikliğini kendinde bilesin ve «Tam anlayamadım, bahsi kavrayamadım,» diyesin. Bu hususta soru sormakta da
faydalar vardır. Ama ilk sözün zevkini kaçırmış olursun. Nasıl ki, fakire sorulan, «Meclislerin bereketi niçin kaçtı?» nüktesinde
işaret edilen .ilk sözün bereketi kaçmış olur. (M. 32)