Beyit:
Dağ yılanlarla dolu olsa da korkma!
Çünkü orada tiryak taşları da var.
Şeyh ona okşayıcı bakışlarla baktı mı, içinde parlak düşünceler belirirdi. Sonra tekrar gölgeye daldı mı, karanlık
kuruntular baş gösterirdi.
Diyelim ki onun durağı orasıdır. Sanki halkı yoldan çıkarmak, kuşku ve düşüncelere sürüklemek bir erkek işi midir?
Şeyh onu görünce selâm sana, dedi, bizi düşünmek hususunda nasılsın? Tekrar unutuyor musun? Seni
gerçeklemekten veya inkâr etmekten nasıl kurtulalım, diye şüpheleniyor musun? Allah geceyi ve gündüzü değiştirir.
Kaç kere, gündüz ışığı karanlık denizinde boğulur, kaç kere de karanlığın deryası nurun alevinde yanar. Kur an'da,
"İnsanlar bir imtihan geçirmedikçe, sadece inandık demekle kurtulacaklarını mı sanıyorlar?" (Ankebut Sûresi, 1)
buyurulmuştur. Alemde hangi şey vardır ki, bir imtihan geçirmeden kabul olunur, yahut imtihansız ise geri çevrilir? Ama Allah
dilerse sonunda iş doğrulur,doğru yolu tutarsın, o zaman kim olduğunu da anlarsın! Veli, veli olduğunu bilmez mi? Meğerse
olgunlaşmamış olsun, henüz gelişme yolunda olsun, insan Aksaray'a varınca nasıl olur da vardığını bilmez?
Hocendî diyor ki: Ailemin uğradığı acıları görünce kendi acılarımı unuttum. Şam'da Şahap Herive büyük bir soydan
gelmişti. Dedi ki: Ölüm bana göre neye benzer bilir misiniz? Artık bir insanın sırtına ağır bir yük vururlar, onu zorla çamura
sürüklerler, yahut yüksek bir dağa doğru yürütürler. Bin bir zorluk içinde tırmanmaya çalışırken birisi gelir sırtındaki çuvalın
urganını keser, yere bıraktırır. İşte o adam birdenbire nasıl hafifler, nasıl yükten kurtulur ve canı tazelenirse, ölüm de insanı
öylece rahata kavuşturur.
(M. 340) Simdi onun hali tıpkı o kimsenin haline benzer ki, ulu bir ocağın köleleri olduklarına inanırlarsa, bir gün ecel
gelince ocak ulularının yasını tutarlar; Allah kulu olan o ailenin ışığı içinde onları alçaltır ve kıskançlık gözüyle bakarlar.
Niçin Allahya yalvarmıyorsun? Gece yarısı kalk ikilik âleminden geç, yüzünü yere koy, iki damla yaş dök. Allahm,
eğer peygamberleri, erenleri sen istemeseydin hepsi de kapı halkası gibi dışarda kalırlardı. Simdi bana falan ulu kişiyi
gösterdin, gözümü onunla aydınlat. Hazreti Peygamber, "Ne mutlu beni görenlere, beni görenleri ben de görürüm" buyurmadı
mı?
Hazreti Peygamber (Selât ve selâm ona olsun), önceleri halktan çok sakmırdı; en çok Hak ile dostluk ederdi, iyiden
kötüden çekinirdi. Olmaya ki, halkın kendisine karşı fazla sevgisi biran veya bir saat için perde olur diye düşünürdü. Tam
olgunluk çağına erince, kendisine karşı seksen bin âlemin saygısı ve sevgisi ile iki kişinin sevgisi farksız oldu. Buyurdu ki:
"Beni halka satın." Yani, ey dostlarım beni halka satın ki ben kendi kendime satışa gelmem. Hazreti Mustafa (S.A.) böyle
buyurmuşsa ne ziyanı var. Bak ki Hak ne diyor? Beni yüz kere satın diye haykırmıyor mu? "Kullarımın gönüllerinde benim
nimetlerimi ve vergilerimi anmaları hoşuma gider. Çünkü gönüller kendilerine nimet bağışlayanın sevgisini taşır. Kendilerine
fenalık edenlere karşı kin beslerler," buyurulmuştur. Emreden nefis, kendini sat! der. O altın gümüş peşindedir. Ben para
peşinde değilim, ben o işin peşindeyim ki, eşek köprüden geçsin. Onlar büyük adam olmuşlar, şeyh olmuşlar, ben onlara ne
yapayım? Yalvarayım mı?
Aç kalmış birini arıyorum, susamış bir insan arıyorum. Berrak ve temiz su, yaradılışındaki iyilik ve cömertliği ile
susamış insan arar. Nefis, kadın huyludur. "Onlara danışın, ama düşüncelerine aykırı davranın," buyurulmuştur. Ey Allah elçisi!
Onlara danışın buyuruyorsunuz. Hele kamunun menfaati ve sevinci olan bir işte ne yapalım?
Şimdi eğer erkeksen gel gidelim, onlarla danışma yapalım. Orada kadınlar vardır, nasıl edelim? (M. 341) Buyuruyor
ki: "Onlara danışın ama her ne söylerlerse aksini yapın." Bir söz söylüyordu, hoş bir sözdür, dedim. Ama Allah sözü değil.
Güzel söz, ama Allah güzellerinden değil. Bizi her kim bir Müslümanla birlikte görürse Müslüman olur. Bir zındıkla gören de
zındık olur. Hem öyle zındık olur ki: Mazandıran'daki Girdikuh Tapınağı zındıklarını ona köle ve hizmetçi yapmak yaraşır. Öyle
bir insan eğer bir yaprak okursa zındık olur. Eğer her iki yaprağı okursa Müslüman olur. Hem de öyle bir gerçek dost olur ki,
anlatılması imkânsızdır.
Fahri Kazı'nin ne haddine düşmüştür ki Muhammed-i Tazi, yani Arap Muhammed şöyle der, Muhammed-i Razî, yani
Reyli Muhammed de böyle söyler diyebilsin (Fahreddin-i Razl'nin asıl ismi Muhammed Fahreddin'dir. Çağdaş tefsirciyi ne
Şems, ne de Mevlâna sevmiyor. Nitekim Mevlâna Mesnevî'de: Eğer akıl bu yolun kılavuzu olsaydı Fahri Razî dinin inceliklerini
bilen bir bilgin olurdu diyor.(Ç)). Bu adam, bu çağın dönmesi sayılmaz mı? Mutlak kâfir olmaz mı? Meğer ki tövbe etsin. O
kendini niçin incitir?O zaman Allah kullarından hangisinin kılıcı ona acır? Bunlar kendi kendilerine de hiç acımazlar.
Haccac.bin Yusuf (Haccac Bin Yusuf, Emeviler devrinde Şam valisi, gayet sert ve zalim bir adam idi. Şems'in ona
rahmet okumasının hikmeti bu hikâyeden anlaşılmaktadır. (Ç)) Allahnın rahmeti üzerine olsun, deyiver. Evet bizim işimiz
bütün halkın aksinedir. Onların kabul ettiği her şeyi biz red ederiz, onların red ettiği her şeyi de biz kabul ederiz.
Bir gün Haccac gizlice haber aldı ki, adamın biri kendi makamına imrenirmiş. Bir gece sabaha kadar onun harem
dairesindeki kürsüsünde otursam, bir başkası da-bir gece sabaha kadar onun harem dairesinde kalsam diye söylenirmiş.
Haccac bu adamları çağırmış ve sarayının ahçısına, yedi renkli pirinç pişirmelerini emretmiş. Pilâvları getirmişler, bunlara yeyin
diye emir vermiş ve sormuş: Hiç tadları arasında bir fark buluyor musunuz? Mademki âlemin pabucuna pabuççu demek
küfürdür, fakirin pabucuna ne dersin? Bana yüz bin dirhem masraf etsen yine sözüme saygı göstermek derecesinde değeri
olamaz. Eğer sende saygı varsa gel. Saygısızlık edersen git. Artık saygısızlıktan vaz geç. Eğer bize saygın varsa bizden işittiğin
şeyleri bizim işaretimiz olmadan niçin açıklıyorsun, diye sordum.
Dedi ki: Senin küpün her ne kadar sızarsa da suyu temiz saklar. Sunu da söyledi: (M. 342) Ben bu yolda çok taban
tepmişim. Bir adamı bir çok yerlerde dolaştırsalar yirmi fersah alan içinde, şehrin yakınlarında gezdirseler de şehre
sokmasalar, tekrar dolaştırsalar ne çıkar? dedim. Ben Hakkı arama yolunda bir çok büyük ve küçüklerle düşüp kalktım,
dedi.Ya rahat peşinde idin, yahut da söz derleme sevdasında idin, dedim.
Kendimi bir bağda gördüm, kendimden geçmiş bir vaziyette idim. Bana bir ateş geldi, yüksek bir ses işittim, tekrar
bir nara atarak kendime geldim. Çizmelerimi giymek istedim, gözüme başka bir şey göründü, yine kendimden geçtim. Bütün
evlerin üstünde dolaşıyordum, gökten yedi kapı açıldı. Yerden göğe kadar uzanan direkler gördüm. Anladım ki, o direkler
mümin kulların ibadetleridir. Sonra Mevlâna'yı bir minber üzerinde gördüm. Yanına havadan iki kişi geldi. Alevîlerin büklüm
büklüm saçları gibi kıvırcık saçları, ışık saçan iri gözleri vardı. Ellerinde üst üste konmuş içleri mücevherlerle dolu tabaklar
getirdiler, Mevlâna'nın önüne koydular. Bir toprak çömlek ki, yere vurul-sa kırılmaz; şaşılacak bir şey değil, öyle bir toprak
çömlek ki, elli kere kayalara çarpılsa bile kırılmazdı! Ama yumuşak bir kum üstüne düştü, kırıldı. Hayret ettim. Eğer onlara bir
ölü için verin desen mezardan mezara kaçarlar.diriler için verin desen külhandan külhana gizlenirler.
Benden sordular: Yol kesenlerin soyup bana getirdikleri mal helâl olur mu? Benim için helâl olan bir mal ile bu mal
arasında ne fark var? Hem karada, hem suda yaşayan kurbağa değil ki tiksineyim. Çömlek değil ki murdar olur, yahut bozulur
diye korkayım, işte bu şımarıklığı yapmak başkalarına yaraşmaz. (M, 343) Diyelim ki: Bir doğan kuşu geldi, bir kale duvarı
üstüne kondu. Birisi ona atmak üzere yerden bir taş aldı, fakat kuş uçup gitti. Ama o duvar üstünde bir merkep olsaydı ben
de bir taş alır onu oradan kaçırmak için atardım. Ya boynu kopar, ya çamura düşer, Karun gibi alçaldıkça alçalırdı. Bir de o
insana bak ki, iman ışığı yüzünden fışkırıyor, ikiyüzlülük ona asla bulaşmamış, o ışık öyle bir ışık ki hiç bir sınama ile
kararmamış, sönmemiştir, öteki ışıklarla bu nur arasındaki ayrılık şudur: Öteki ışıklar ufak bir tecrübe sonunda kararır söner,
bu sönmez.
Bana dost görünen biri vardı, müridlik davasında idi. Bir gün geldi, benim bir canım var ama, bilmem ki senin
kalıbında mı yaşıyor dedi. Ben, kendisini sınamak için ona şöyle dedim: Senin paran var, bana güzel bir kadın bul; üç yüz
isterse sen dört yüz ver. Adam yerinde donakaldı. Ona bir gerçek açıklandı kendisine pek yakın sandığı adamın, ne kadar
uzak olduğunu anladı.
Su halde bir kere ona ayak uydurmak gerek. O sevgili bizim yanımızda sanki ana kucağındaymış gibi davranır.
Nihayet ey nazlı sevgili! Akıllıdan daha az mı akıllısın. Şeytandan daha az mı şeytansın?
Öğretmenlik yapıyordum, bir çocuk getirdiler hoppa! Gözleri kıpkırmızı, sanki yalpa vuran bir sarhoş gibi geldi. Selâm
sanaüstat! dedi. Ben müezzinlik ederim, hoş sesim var, kalfa olacağım, dedi. Evet oraya oturdu anne ve babası ile sözleşme
yaptım. Eğer eli kırılmış olarak yanınıza gelse bile hiç bir telâş göstermeyeceksiniz, dedim. Bizim çocuğumuza karşı
beslediğimiz yufka yüreklilik yüzünden belki kendi elimizle dövmeye gönlümüz razı olmaz. Ama sen döversen hiç ses
çıkarmayız, size senet verelim. Bu çocuk bizi darağacının başına götürmüştür, dediler. Mektebimizin çocukları hep başları
önlerinde çalışıyor,etrafında bakışıyorlardı.Öğrencilerden birini çağırdı, şakalaşmak, oynamak istedi. Hiç kimsenin kendisiyle
ilgilenmediğini görünce kendi kendine, bunlar ne adam-larmış, diye mırıldanıyordu. (M. 344) Gizlice birinin tüyünü çeker,
ötekine çimdik atar, çocuklar da onun oturduğu tarafa oturmak istemezlerdi, iş bu şekilde uzayıp giderken kendimi her şeyden
habersizmiş gibi gösteriyordum. Ara sıra ne oldu? diyordum, ne gürültü ediyorsunuz?
Hiç, üstat diyorlardı. Orada dışarıdan biri işaret etti. Önce ona bağırdım, ödü koptu, biraz sonra yerinden sıçradı.
Artık ben gideyim üstat! Pek erken geldim, henüz yeniyim, dedi. ikinci gün tekrar geldi. Sordum kendisine: Paydos vaktine
kadar ne okudun? Gel oku, dedim. Kitabı önümde açtı, bir kenarından biraz yırtılmıştı. Kitabı nasıl koruyorsun? dedim, bir
tokat patlattım. Hemen yere yuvarlandı, ikinci, üçüncü tokatı da vurduktan sonra saçlarını yolmaya başladım, ellerini
kanattım, sonra da falakaya yatırdım. Aramızda Hoca Reis dediğimiz bir kalfa vardı, gizlice ona seslendim. Çocuğa yardım
etsin diye işaret ettim. Fakat hiç aldırış etmiyor gibi görünüyordum. Çocuk içinden hele bakın Hoca Reise karşı nasıl
davranıyor diye hayret ediyordu. Çünkü niçin geldin diye kalfaya çıkıştım. Sizi görmek istedim de onun için geldim dedi. O
konuşurken çocuk gizlice yutKunuvor, ona işaret ediyor, aman bana yardım et, diye yalvarıyordv Kalfa dudaklarını ısırarak
kendisini kurtarmak için fırsat koFıac^ğım anlatmak istiyordu. Hoca Reis, şimdi ben burdayım korkma diye gizlice işaret
ederken, biraz sonra da bana artık bu sefer izin verin de ayaklarını çözeyim diyordu. Ben susuyordum; nihayet çocuğu
kaldırdılar, bir hamalın sırtında evine gönderdiler. Bir hafta evinden dışarı çıkamadı. Ertesi sabah namazda idim. Annesi,
babası geldiler, ayağıma kapanarak, sana olan teşekkür borcumuzu nasıl ödeyeceğiz? dediler. Halbuki kendi kendime belki
gelmezler de ben de kurtulurum demiştim. Nihayet bir hafta sonra oğlan yanımıza geldi uzakça bir yere oturdu. Gizlice korkak
bakışlarla etrafı süzüyordu. Ona seslendim, yerine otur, dedim. (M. 345) Bu sefer tekrar terbiyeli bir durumda kitabını açtı,
dersini okumaya başladı. Herkesten daha terbiyeli bir durumda kitabını açtı, dersini okumaya başladı. Herkesten daha terbiyeli
ve uslu olmuştu. Bir kaç gün sonra yine unuttu. Dışarda aşık oynadığını söylediler. Keşke'o söyleyen gammazlık etmeseydi,
içerde çocukları dövmek için değil ancak korkutmak için bir sopa vardı. Bu sopayı aldım. Simdi oynadıkları yeri temizlemişler,
boyuna aşık atıyorlardı. Arkası bu tarafa dönüktü, ben keşke beni görse de kaçsa idi diye düşünüyordum. Öteki çocuklar
onunla benim aramdaki vazgeçtiyi bilmedikleri için ona kaç demiyor, benim arkamda kalan çocuğun canı burnuna geliyor,
renkten renge giriyor, onunla göz göze gelmek için fırsat kolluyordu. Bir işaret versin de arkadaşını bu tarafa kaçırsın diye
çırpınıyordu.Halbuki o kendinden geçmiş haldeydi. Önüne vardım. Selâm sana,dedim. Hemen yere yuvarlandı, elleri titredi,
rengi uçtu, kupkuru kesildi. Kalk diyordum, kalk gidelim. Geldi, kitabının yanına götürdüm, bundan sonra da sopayı suya
koydum. Öyle yumuşadı ki, öyle bir şey oldu ki hiç sorma. Onu falakaya çektiler. Tek başına on iki çocuğa birden vuruyordu.
Aman üstat, dedi onu Arık bir çocuk bile falakaya çeker, ayaklarını sarar. Kalfaya diyordum ki: Bari sen vur çünkü benim vura
vura elim şişti. Kalfa da bir kaç sopa vurdu. Kalfaya tutun dedim şöyle vurun. O bakıyordu bu sefer sopayı kaldırdım kalfaya
vurdum. Kendimce çocuğu dövüyordum sanki. Dördüncü sopada ayağının derisi sopayla beraber kalktı. İçimden sanki bir şey
koptu aşağı düştü. Birinci ve ikinci sopada bağırmıştı, ötekilerde ses çıkarmadı. Nihayet yine evine götürdüler, bir ay dışarı
çıkmadı. Sonra dışarı çıktı annesi sordu nereye gidiyorsun? (M. 346) Üstada gidiyorum dedi. Annesi ama nasıJ gideceksin?
deyince, o benim efendimdir, onun yerini kim tutar? Ben ölünceye kadar ondan ayrılmam. Benim ne olacağımı, hangi kuru
darağacında kalacağımı Allah bilirdi. O beni yola getirdi. Beni tekrar mektebe götürün, diye annesine babasına yalvarıyordu.
Anne ve babası dua ediyorlar, komşuları hep birden ellerini kaldırmış hem dua ediyorlar, hem de diyorlardı ki, bu, öyle bir
fedaiydi ki ne kendisini, ne de büyükten, küçükten hiç kimseyi sağ bırakmayacaktı. Şehrin şahından .bahsetsem, ona söverdi,
taş atardı, öyle cesaretli, öyle korkusuzdu ki, yüz adam öldürmüş olan bir kanlıya karşı bile pervasızca davranırdı. Hülâsa bu
öğrenci şimdi bütün arkadaşlarından daha uslu, daha saygılı olmuştu. Bir arkadaşı kendisine bir işarette bulunsa elini ağzına
götürür sus diye mırıldanırdı.
Nihayet kısa bir süre içinde bütün Kuran-ı ona öğrettim; hoş bir sesle ezan okuyordu. Bundan sonra bir daha
gelmedi. Artık işini bulmuştu.
Allahnın perde arkasında gizlediği kullar vardır. Onlarla birlikte sırlar konuşur, gizli hikmetler söyleşir.
Beni Şeyh Evhadüddin-i Kirmani sema meclisine götürdü, çok saygılar gösterdi. Sonra kendi özel hücresine davet
etti. Bir gün ne olur dedi bizimle beraber kalsanız? Dedim ki: Bu bir şartla olur. Açıkça ikimiz birlikte otururuz, sen müritlerin
önünde içki içersin, ama ben içmem, ben bu işe katılmam. Sen niçin içmezsin dedi. Dedim ki: Sen bahtiyar bir fasik
(günahkâr) olursun. Ben ise bahtsız bir günahkâr olurum. Bunu yapamam dedi. Bundan sonra bir tek söz söyledim, üç defa
elini alnına götürdü, Allah! dedi.
Kelâm bilgini Esedüddin bir gün, "Her nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir," (K. 57/4) anlamındaki Allah
sözünü yorumluyordu. Bütün bilgisi ve erdemi ile beraber, halk önünde kendisinden bir şey sorduğum için bana gücendi. Bir
gün tekrar sordum: O sizinle beraberdir diyorsun. Allah sizinle beraberdir demek nasıl olur?
Bana şu cevabı verdi: Senin bu sorudan maksadın nedir? Allah yumuşaklık ve merhamet tarafında iken ne ise sertlik
yönünde de öyledir. Uçuruma gidiyorsun dikkat et.
Benim bu soruma karşı maksadın nedir? demek uygun değildir. Bunun mânası nedir, sen dinle: Bir şüphe bağlamışsın
kendine zahmet vermeyi huy edinmişsin. (M. 347) Allah kelâmına bu mânayı nasıl veriyorsun. "O sizinle beraberdir," evet
ama Allah kul ile nasıl beraber olur? Evet, dedi Allah kulu ile bilgi yönünden beraberdir .
O vaizdir, öğütçüdür ne bilir derler, insafsızlığı pek ileri götürürlerdi. Her ne derlerse desinler, sözcüler hâlâ Elif
harfinin derisini geveliyorlar, onun mânasını hiç anlayamıyorlar. Çünkü erlikleri yoktur. Nasıl ki erkekliği olmayan bir adamı bir
güzelin yatağına koyarsın ne yapabilir? Tatsız okşayışlardan başka elinden ne gelir? Bir şey yapamaz, ancak yüzünü yüzüne
sürer o kadar.
Bir şey ki başka bir şeyin sebebi olmuş ve onu meydana getirmiştir, ondan yoksundur. Bu erkekliği olmayan delikanlı
ile iğneci arkadaşının hikâyesine benzer ki, ne halkın ve ne de başka yakınlarının bu halden haberleri yoktu. Onun sakalı,
bıyığı ile öğünürlerdi.
Beyit:
Erliği, sakal ve bıyığının yalancı şahididir.
Onu ana tüyü ile süslemek daha uygun düşer.
Yukarıda sözü geçen delikanlı, binlerce genç kız arasında seçtiği güzel bir dilberle evlendi. Düğün dernek yapıldı. Ama
geline yaklaşamadı. Çok düşkün bir durumda kaldı. Bunun üzerine çocukluğundan beri sır yoldaşı olan iğneciye geldi, meseleyi
açtı, benim en yakın arkadaşım sensin dedi. Halim şu durumdadır. Bugün gece sularında bana gelir, benim elbisemi giyersin,
beni şu baş ağrısından kurtarırsın. (M. 348) Fakat halvete girince hiç konuşmazsın ki kız işi çakmasın. Uyku sırasında adet
olduğu üzere ışıkları da söndürürsün, iğneci.hay hay! dedi, emrindeyim. İğneci halvete girince hemen ışığı söndürdü yatağa
fırladı. Kızcağız onu kendi zavallı kocası sandı. İğneci yiğitçe yaklaştı, kızı altına çekti, feryat, figan sesleri yükseldi. Koca,
kapının dışında idi. Ey kahpecik! dedi. Beni mi sandın ki ciğerimi dağlayasın? Ona iğneci derler, demiri yırtar, delik deşik eder.
Sahabeddin-i Sühreverdî, (ona, "Maktul" Şahabeddin de derler), Halep Sultanı katında çok değerli ve olgun bir insan
olarak tanınmıştı. Kıskandılar, Sultana dediler ki: Ey Melik! Falan kimseye bir mektup yaz hep birlikte mancınığa koyalım
atalım.
Mektup okununca sarığı aşağı düştü. Başını kestiler. Ama hemen pişman oldu. Düşmanların tuzağı açığa çıktı. Melikin
lâkabına Meliki Zahir derlerdi. Katillere buyurdu: Mazlum Sahabeddin'in kanını köpekler gibi yalasınlar, içlerinden iki kişiyi de
fesat karıştırdıklarından dolayı öldürttü. Birkaç kişiyi de dışarı göndererek pazarda sattırdı. Gizlice kırk dinara satın aldılar.
Güzel bir kitap beş akçeye satılır. Çünkü herkes kitaptan anlamaz. Bu Şahabeddin istiyordu ki, fitne ve fesata sebep
olan, ellerin, ayakların kesilmesine yol açan altın ve gümüş paraları kaldırsın, alışverişi başka bir şeyle yaptırsın. (M. 349)
Halkı Muhammed dinine uymaktan vaz geçirsin. Eğer o Muhammed'in izinden gidiyor muydu diye benden sorarlarsa, hayır
gitmiyordu, derim. Bir gün onunla bir ordudan söz açan Meliki Zahir sordu: Sen ne bilirsin? Ordu nedir? Yukarıya ve aşağıya
bakınca her tarafta yalın kılıçlarını çekmiş askerlerin, heybetli kişilerin durmakta olduklarını gördü. Yer, tavan, aralık hep
askerlerle dolu. Yerinden sıçradı, hemen hazineye gitti, işi araştırmadan hemen ona saldırmak için, içinde bir öfke duydu.
O Sahabeddin'in bilgisi aklından üstün idi. Akıl gerektir ki, bilgiden üstün olsun, hâkim olsun.
Onda aklın durağı olan beyin arıklaşmıştı. Nasıl ki, bir aralık dimağının gücünü artırmak için bir iki kadeh ferahlatıcı
sudan almak isterdi. Daha fazlası da işe yaramazdı. Dimağı son derece arıklaşmış olmasından dolayı, Sahabeddin'in sözü de
yukarı adı geçen o kelâm bilgini Esedüd-din'in sözünden daha aşağı sayılırdı, o zaman bu kelâmcı Esedüddin onu kötülemişti.
O insafsız bu makamda bizdendir. Mâna bakımından da senin olduğu gibi. Sen biz olunca ulu Allahnın, "Biz onu (Kur'an-ı)
Kadir Gecesi indirdik," (Kadir Sûresi, 1) anlamındaki âyette de aynı veçhile ifade ediliyor. Nasıl ki siz benim sözlerimin içine
daldınız, bunu hiç kimse anlayamaz. Anlayabilselerdi hepsi de mürid olurlardı. Söz onlardan da geçerdi. Şimdi daha ne kadar
onların sakallarına göre tarak vuralım. Şöyledir veya böyledir diye sözü çoğaltalım. Lâfı çok uzatırsak, alt tarafı yalan olur.
Allahyı görürsen, benden selâm söyle. Dost çok iyidir, kendini onda yok edersin, onun varlığında yürürsün. O
kalmazsa sen de kalmazsın. Her şey varlık alanına gelmekte Haktan bir müjdedir, bir bağıştır.
Yolcunun biri yolda yürürken karşıdan hafif silâhlar kuşanmış ılgar bir atlı gördü. Kendi kendine, bu adam bana
kastetmeden önce ben onun işini bitireyim dedi. Atlı yaklaşınca yolcuya, bana öyle kötü nazarla bakma! dedi, çünkü ben
çarpışma hususunda çok hünersizim. Yolcu şu cevabı verdi: (M. 350) Güzel söylüyorsun, ben de can korkusundan seninle
çarpışmak istemiştim. Simdi gel artık el ele tutuşalım. Bu gün din âleminde de iş böyledir. Bu külahı taşımak istiyorsan
önceden başına giymelisin ki bu er meydanından mertçe başını çıkarabilesin. Yoksa yolda kalırsın. Bahtiyar odur ki, ecel
kılıcından hem başını, hem de külahını kurtarır.
Ey kadılar, müderrisler, şeyhler! O zayıf Allah dostuna karşı gönülalçaklığı göstermeyenler yaralanırlar. Belki
bilmiyorduk, ama bu yolda bilgisizlikle nasıl yürünür?
"Allah cahili kendisine dost edinmedi." Belki meşgulsünüz acaba bizimle mi? Hayır, dedi bir komşu ile. Komşu kim
oluyor? Senin komşun ancak benim. Burada dava boş lâftır. Kâfirleri şu cihetten severim ki, dostluk iddiasında bulunmazlar.
(Açıkça) biz kâfiriz, düşmanız derler. Şimdi sana dostluğu öğreteyim: Dostlukta yalnızlık haramdır, yasaktır, cezayı gerektirir,
Dost odur ki, şefkat yönünden gözlerinden ateş saçar. Yarabbi onları günahtan kurtar, beni ve bütün Müslümanları da birlikte
yarlığa! diye yalvarır.
Bugün sen de, şeyhi meyhanede gördüğün halde, ben bu işin sırrını bilmem, ancak o ve onun Allahsı bilir, diyecek
kadar hoşgörürlük varsa, onu Allahya yalvarış halinde gördüğün zaman, bunu tanırım, bir kere bu sende onu aynı
münacaatta, aynı Kabe'de, aynı cennette görecek kadar kudret yoktur, hiç değilse bu kadar temiz düşünmek de çok iyi olur.
Biri diyordu ki, Muhammed (S.A.) bizim perdedarımızdır. Dedim ki: Kendinde gördüğün şeyi, Muhammed'de niçin
görmüyorsun? Herkes kendi kendisinin perdecisidir. Dedi ki: O yerdeki marifet hakikati vardır, davet nereyedir? (M. 351) Yap,
yapma hitabı nerede kalır? Dedim ki: Nihayet, o onun içindir ve bu başkaca fazladan bir fazilettir. Ettiğin bu inkârdan vazgeç,
bu tasarrufu bırak ki, davetin tam kendisidir. Hem davet ediyorsun, hem de davet etmemelidir diyorsun!
Bu Cebriye'ciler ne yaparlar? Kuvvetli adam bilmez mi ki, bütün bu varlık Allahındır. Bir çocuğa sorarsın: Bizi kim
yarattı? Hak yarattı, der. Ortada bir dönderici olmadan bu çarh döner mi dersin. Ne söylüyorsun der? Divane misin?
Pekâlâ bizi yaratan, var ve yok eden mi daha güçlü, daha kuvvetlidir, yoksa biz mi? sana şu cevabı verir: Eğer o
bizden daha kuvvetli olmayaydı, bizi hem var, hem yok etmeye kim güç yetirebilirdi? Daima en yüce kudret odur ki, bu galip
ve yüce varlığı görebilsin, gözünü açsın, perdesiz taklitsiz yaratıcıyı temaşa etsin, Allahı görsün.
Derler ki: Simdi git, Muhammed'i gör ki, o bu ay ve güneşin varlığı için bir sebeptir. Fakat onun için bir sebep
yaratılmadı. Onun hiç bir sebebi yoktur. O Sems'in (Güneşin) yüzü kara olur, ama bu Şems'in yüzü kararmaz. Çünkü bu
hidayet güneşi Hakkın yüceliğinden nur almıştır. O güneş ise öyle bir makamdadır ki, o makam ancak, "Güneş yuvarlanıp
karardığı zaman," (Şems Sûresi, 1) anlamındaki âyet ile işaret buyurulan makamdır.
İyi insan dert ortağı olur, iyi insan cana yakın, tatlı bir insan olur. Fakat Şeyh Muhammed bu yolda uygunluk
göstermez. Bir türlü uysallık tarafına yanaşmaz.
Ben seni'o halette ve o makamda gördüm. O halden vazgeçesin diye ne kadar çabaladım. Acaba o yabancılık
makamında niçin oturmuştur? diye gönlüm hep seninle idi. Niçin o dar ve tatsız menzildedir diyordum, istiyordum ki, benim
sana karşı duyduğum şefkatin ne derecede olduğunu bilesin. Şimdi bir kere elini şöyle bana sür. Çoktandır sürmemiştin, işin
varsa da şöylece biraz olsun değdir. (M. 352) Selâm sana! Bayramın kutlu olsun! Bizim selâmımız bir kaledir. Onun içine
girersen bütün dertlerden selâmette olursun.
Şiir:
Her kim Allah inayetinin kalesine girerse
Örümcek ona perdecilik eder.
Aleme tek başına geldin, bütün cihanla top oynayama-sın bütün bu insanlar arasında topunu meydandan dışarı
çıkarırsın!
Dedi ki: Bazı âşıklar debdebeli ve saltanatlı olur, maşuklar ve sevgililer ise durgundurlar. Dedim ki: Bu debdebe ve
saltanat, düğün dernek şuna benzer: Biri seni ceviz yiyesin diye bağa davet eder, ağaca çıkar, tekme vurmaya başlar ve sana
buyur kendi elinle ye der. Misafirin eli ve yeni ceviz boyası ile kararır. Başka biri ise misafiri bağa götürür hoş bir yerde
oturtur, uşaklarına emreder: Gidin ağaçtan ceviz indirin, temizleyin, kabuğunu soyun, kırılmış olarak getirin, der. Uşaklar da o
şekilde temizlenmiş cevizi getirirler, misafirin önüne koyarlar, buyur derler. Misafir sorar: Bu nasıl ceviz ki hiç elim kararmadı?
Kolum kirlenmedi. Ben bunu yiyemem. Bunun ne olduğunu Allah bilir, bu cevize benzemiyor. Ben böylesin! hiç görmedim.
Sair diyor ki:
Kimse aşk sırrına eremedi,
Eren de şaşkına döndü.
Dağ yılanlarla dolu olsa da korkma!
Çünkü orada tiryak taşları da var.
Şeyh ona okşayıcı bakışlarla baktı mı, içinde parlak düşünceler belirirdi. Sonra tekrar gölgeye daldı mı, karanlık
kuruntular baş gösterirdi.
Diyelim ki onun durağı orasıdır. Sanki halkı yoldan çıkarmak, kuşku ve düşüncelere sürüklemek bir erkek işi midir?
Şeyh onu görünce selâm sana, dedi, bizi düşünmek hususunda nasılsın? Tekrar unutuyor musun? Seni
gerçeklemekten veya inkâr etmekten nasıl kurtulalım, diye şüpheleniyor musun? Allah geceyi ve gündüzü değiştirir.
Kaç kere, gündüz ışığı karanlık denizinde boğulur, kaç kere de karanlığın deryası nurun alevinde yanar. Kur an'da,
"İnsanlar bir imtihan geçirmedikçe, sadece inandık demekle kurtulacaklarını mı sanıyorlar?" (Ankebut Sûresi, 1)
buyurulmuştur. Alemde hangi şey vardır ki, bir imtihan geçirmeden kabul olunur, yahut imtihansız ise geri çevrilir? Ama Allah
dilerse sonunda iş doğrulur,doğru yolu tutarsın, o zaman kim olduğunu da anlarsın! Veli, veli olduğunu bilmez mi? Meğerse
olgunlaşmamış olsun, henüz gelişme yolunda olsun, insan Aksaray'a varınca nasıl olur da vardığını bilmez?
Hocendî diyor ki: Ailemin uğradığı acıları görünce kendi acılarımı unuttum. Şam'da Şahap Herive büyük bir soydan
gelmişti. Dedi ki: Ölüm bana göre neye benzer bilir misiniz? Artık bir insanın sırtına ağır bir yük vururlar, onu zorla çamura
sürüklerler, yahut yüksek bir dağa doğru yürütürler. Bin bir zorluk içinde tırmanmaya çalışırken birisi gelir sırtındaki çuvalın
urganını keser, yere bıraktırır. İşte o adam birdenbire nasıl hafifler, nasıl yükten kurtulur ve canı tazelenirse, ölüm de insanı
öylece rahata kavuşturur.
(M. 340) Simdi onun hali tıpkı o kimsenin haline benzer ki, ulu bir ocağın köleleri olduklarına inanırlarsa, bir gün ecel
gelince ocak ulularının yasını tutarlar; Allah kulu olan o ailenin ışığı içinde onları alçaltır ve kıskançlık gözüyle bakarlar.
Niçin Allahya yalvarmıyorsun? Gece yarısı kalk ikilik âleminden geç, yüzünü yere koy, iki damla yaş dök. Allahm,
eğer peygamberleri, erenleri sen istemeseydin hepsi de kapı halkası gibi dışarda kalırlardı. Simdi bana falan ulu kişiyi
gösterdin, gözümü onunla aydınlat. Hazreti Peygamber, "Ne mutlu beni görenlere, beni görenleri ben de görürüm" buyurmadı
mı?
Hazreti Peygamber (Selât ve selâm ona olsun), önceleri halktan çok sakmırdı; en çok Hak ile dostluk ederdi, iyiden
kötüden çekinirdi. Olmaya ki, halkın kendisine karşı fazla sevgisi biran veya bir saat için perde olur diye düşünürdü. Tam
olgunluk çağına erince, kendisine karşı seksen bin âlemin saygısı ve sevgisi ile iki kişinin sevgisi farksız oldu. Buyurdu ki:
"Beni halka satın." Yani, ey dostlarım beni halka satın ki ben kendi kendime satışa gelmem. Hazreti Mustafa (S.A.) böyle
buyurmuşsa ne ziyanı var. Bak ki Hak ne diyor? Beni yüz kere satın diye haykırmıyor mu? "Kullarımın gönüllerinde benim
nimetlerimi ve vergilerimi anmaları hoşuma gider. Çünkü gönüller kendilerine nimet bağışlayanın sevgisini taşır. Kendilerine
fenalık edenlere karşı kin beslerler," buyurulmuştur. Emreden nefis, kendini sat! der. O altın gümüş peşindedir. Ben para
peşinde değilim, ben o işin peşindeyim ki, eşek köprüden geçsin. Onlar büyük adam olmuşlar, şeyh olmuşlar, ben onlara ne
yapayım? Yalvarayım mı?
Aç kalmış birini arıyorum, susamış bir insan arıyorum. Berrak ve temiz su, yaradılışındaki iyilik ve cömertliği ile
susamış insan arar. Nefis, kadın huyludur. "Onlara danışın, ama düşüncelerine aykırı davranın," buyurulmuştur. Ey Allah elçisi!
Onlara danışın buyuruyorsunuz. Hele kamunun menfaati ve sevinci olan bir işte ne yapalım?
Şimdi eğer erkeksen gel gidelim, onlarla danışma yapalım. Orada kadınlar vardır, nasıl edelim? (M. 341) Buyuruyor
ki: "Onlara danışın ama her ne söylerlerse aksini yapın." Bir söz söylüyordu, hoş bir sözdür, dedim. Ama Allah sözü değil.
Güzel söz, ama Allah güzellerinden değil. Bizi her kim bir Müslümanla birlikte görürse Müslüman olur. Bir zındıkla gören de
zındık olur. Hem öyle zındık olur ki: Mazandıran'daki Girdikuh Tapınağı zındıklarını ona köle ve hizmetçi yapmak yaraşır. Öyle
bir insan eğer bir yaprak okursa zındık olur. Eğer her iki yaprağı okursa Müslüman olur. Hem de öyle bir gerçek dost olur ki,
anlatılması imkânsızdır.
Fahri Kazı'nin ne haddine düşmüştür ki Muhammed-i Tazi, yani Arap Muhammed şöyle der, Muhammed-i Razî, yani
Reyli Muhammed de böyle söyler diyebilsin (Fahreddin-i Razl'nin asıl ismi Muhammed Fahreddin'dir. Çağdaş tefsirciyi ne
Şems, ne de Mevlâna sevmiyor. Nitekim Mevlâna Mesnevî'de: Eğer akıl bu yolun kılavuzu olsaydı Fahri Razî dinin inceliklerini
bilen bir bilgin olurdu diyor.(Ç)). Bu adam, bu çağın dönmesi sayılmaz mı? Mutlak kâfir olmaz mı? Meğer ki tövbe etsin. O
kendini niçin incitir?O zaman Allah kullarından hangisinin kılıcı ona acır? Bunlar kendi kendilerine de hiç acımazlar.
Haccac.bin Yusuf (Haccac Bin Yusuf, Emeviler devrinde Şam valisi, gayet sert ve zalim bir adam idi. Şems'in ona
rahmet okumasının hikmeti bu hikâyeden anlaşılmaktadır. (Ç)) Allahnın rahmeti üzerine olsun, deyiver. Evet bizim işimiz
bütün halkın aksinedir. Onların kabul ettiği her şeyi biz red ederiz, onların red ettiği her şeyi de biz kabul ederiz.
Bir gün Haccac gizlice haber aldı ki, adamın biri kendi makamına imrenirmiş. Bir gece sabaha kadar onun harem
dairesindeki kürsüsünde otursam, bir başkası da-bir gece sabaha kadar onun harem dairesinde kalsam diye söylenirmiş.
Haccac bu adamları çağırmış ve sarayının ahçısına, yedi renkli pirinç pişirmelerini emretmiş. Pilâvları getirmişler, bunlara yeyin
diye emir vermiş ve sormuş: Hiç tadları arasında bir fark buluyor musunuz? Mademki âlemin pabucuna pabuççu demek
küfürdür, fakirin pabucuna ne dersin? Bana yüz bin dirhem masraf etsen yine sözüme saygı göstermek derecesinde değeri
olamaz. Eğer sende saygı varsa gel. Saygısızlık edersen git. Artık saygısızlıktan vaz geç. Eğer bize saygın varsa bizden işittiğin
şeyleri bizim işaretimiz olmadan niçin açıklıyorsun, diye sordum.
Dedi ki: Senin küpün her ne kadar sızarsa da suyu temiz saklar. Sunu da söyledi: (M. 342) Ben bu yolda çok taban
tepmişim. Bir adamı bir çok yerlerde dolaştırsalar yirmi fersah alan içinde, şehrin yakınlarında gezdirseler de şehre
sokmasalar, tekrar dolaştırsalar ne çıkar? dedim. Ben Hakkı arama yolunda bir çok büyük ve küçüklerle düşüp kalktım,
dedi.Ya rahat peşinde idin, yahut da söz derleme sevdasında idin, dedim.
Kendimi bir bağda gördüm, kendimden geçmiş bir vaziyette idim. Bana bir ateş geldi, yüksek bir ses işittim, tekrar
bir nara atarak kendime geldim. Çizmelerimi giymek istedim, gözüme başka bir şey göründü, yine kendimden geçtim. Bütün
evlerin üstünde dolaşıyordum, gökten yedi kapı açıldı. Yerden göğe kadar uzanan direkler gördüm. Anladım ki, o direkler
mümin kulların ibadetleridir. Sonra Mevlâna'yı bir minber üzerinde gördüm. Yanına havadan iki kişi geldi. Alevîlerin büklüm
büklüm saçları gibi kıvırcık saçları, ışık saçan iri gözleri vardı. Ellerinde üst üste konmuş içleri mücevherlerle dolu tabaklar
getirdiler, Mevlâna'nın önüne koydular. Bir toprak çömlek ki, yere vurul-sa kırılmaz; şaşılacak bir şey değil, öyle bir toprak
çömlek ki, elli kere kayalara çarpılsa bile kırılmazdı! Ama yumuşak bir kum üstüne düştü, kırıldı. Hayret ettim. Eğer onlara bir
ölü için verin desen mezardan mezara kaçarlar.diriler için verin desen külhandan külhana gizlenirler.
Benden sordular: Yol kesenlerin soyup bana getirdikleri mal helâl olur mu? Benim için helâl olan bir mal ile bu mal
arasında ne fark var? Hem karada, hem suda yaşayan kurbağa değil ki tiksineyim. Çömlek değil ki murdar olur, yahut bozulur
diye korkayım, işte bu şımarıklığı yapmak başkalarına yaraşmaz. (M, 343) Diyelim ki: Bir doğan kuşu geldi, bir kale duvarı
üstüne kondu. Birisi ona atmak üzere yerden bir taş aldı, fakat kuş uçup gitti. Ama o duvar üstünde bir merkep olsaydı ben
de bir taş alır onu oradan kaçırmak için atardım. Ya boynu kopar, ya çamura düşer, Karun gibi alçaldıkça alçalırdı. Bir de o
insana bak ki, iman ışığı yüzünden fışkırıyor, ikiyüzlülük ona asla bulaşmamış, o ışık öyle bir ışık ki hiç bir sınama ile
kararmamış, sönmemiştir, öteki ışıklarla bu nur arasındaki ayrılık şudur: Öteki ışıklar ufak bir tecrübe sonunda kararır söner,
bu sönmez.
Bana dost görünen biri vardı, müridlik davasında idi. Bir gün geldi, benim bir canım var ama, bilmem ki senin
kalıbında mı yaşıyor dedi. Ben, kendisini sınamak için ona şöyle dedim: Senin paran var, bana güzel bir kadın bul; üç yüz
isterse sen dört yüz ver. Adam yerinde donakaldı. Ona bir gerçek açıklandı kendisine pek yakın sandığı adamın, ne kadar
uzak olduğunu anladı.
Su halde bir kere ona ayak uydurmak gerek. O sevgili bizim yanımızda sanki ana kucağındaymış gibi davranır.
Nihayet ey nazlı sevgili! Akıllıdan daha az mı akıllısın. Şeytandan daha az mı şeytansın?
Öğretmenlik yapıyordum, bir çocuk getirdiler hoppa! Gözleri kıpkırmızı, sanki yalpa vuran bir sarhoş gibi geldi. Selâm
sanaüstat! dedi. Ben müezzinlik ederim, hoş sesim var, kalfa olacağım, dedi. Evet oraya oturdu anne ve babası ile sözleşme
yaptım. Eğer eli kırılmış olarak yanınıza gelse bile hiç bir telâş göstermeyeceksiniz, dedim. Bizim çocuğumuza karşı
beslediğimiz yufka yüreklilik yüzünden belki kendi elimizle dövmeye gönlümüz razı olmaz. Ama sen döversen hiç ses
çıkarmayız, size senet verelim. Bu çocuk bizi darağacının başına götürmüştür, dediler. Mektebimizin çocukları hep başları
önlerinde çalışıyor,etrafında bakışıyorlardı.Öğrencilerden birini çağırdı, şakalaşmak, oynamak istedi. Hiç kimsenin kendisiyle
ilgilenmediğini görünce kendi kendine, bunlar ne adam-larmış, diye mırıldanıyordu. (M. 344) Gizlice birinin tüyünü çeker,
ötekine çimdik atar, çocuklar da onun oturduğu tarafa oturmak istemezlerdi, iş bu şekilde uzayıp giderken kendimi her şeyden
habersizmiş gibi gösteriyordum. Ara sıra ne oldu? diyordum, ne gürültü ediyorsunuz?
Hiç, üstat diyorlardı. Orada dışarıdan biri işaret etti. Önce ona bağırdım, ödü koptu, biraz sonra yerinden sıçradı.
Artık ben gideyim üstat! Pek erken geldim, henüz yeniyim, dedi. ikinci gün tekrar geldi. Sordum kendisine: Paydos vaktine
kadar ne okudun? Gel oku, dedim. Kitabı önümde açtı, bir kenarından biraz yırtılmıştı. Kitabı nasıl koruyorsun? dedim, bir
tokat patlattım. Hemen yere yuvarlandı, ikinci, üçüncü tokatı da vurduktan sonra saçlarını yolmaya başladım, ellerini
kanattım, sonra da falakaya yatırdım. Aramızda Hoca Reis dediğimiz bir kalfa vardı, gizlice ona seslendim. Çocuğa yardım
etsin diye işaret ettim. Fakat hiç aldırış etmiyor gibi görünüyordum. Çocuk içinden hele bakın Hoca Reise karşı nasıl
davranıyor diye hayret ediyordu. Çünkü niçin geldin diye kalfaya çıkıştım. Sizi görmek istedim de onun için geldim dedi. O
konuşurken çocuk gizlice yutKunuvor, ona işaret ediyor, aman bana yardım et, diye yalvarıyordv Kalfa dudaklarını ısırarak
kendisini kurtarmak için fırsat koFıac^ğım anlatmak istiyordu. Hoca Reis, şimdi ben burdayım korkma diye gizlice işaret
ederken, biraz sonra da bana artık bu sefer izin verin de ayaklarını çözeyim diyordu. Ben susuyordum; nihayet çocuğu
kaldırdılar, bir hamalın sırtında evine gönderdiler. Bir hafta evinden dışarı çıkamadı. Ertesi sabah namazda idim. Annesi,
babası geldiler, ayağıma kapanarak, sana olan teşekkür borcumuzu nasıl ödeyeceğiz? dediler. Halbuki kendi kendime belki
gelmezler de ben de kurtulurum demiştim. Nihayet bir hafta sonra oğlan yanımıza geldi uzakça bir yere oturdu. Gizlice korkak
bakışlarla etrafı süzüyordu. Ona seslendim, yerine otur, dedim. (M. 345) Bu sefer tekrar terbiyeli bir durumda kitabını açtı,
dersini okumaya başladı. Herkesten daha terbiyeli bir durumda kitabını açtı, dersini okumaya başladı. Herkesten daha terbiyeli
ve uslu olmuştu. Bir kaç gün sonra yine unuttu. Dışarda aşık oynadığını söylediler. Keşke'o söyleyen gammazlık etmeseydi,
içerde çocukları dövmek için değil ancak korkutmak için bir sopa vardı. Bu sopayı aldım. Simdi oynadıkları yeri temizlemişler,
boyuna aşık atıyorlardı. Arkası bu tarafa dönüktü, ben keşke beni görse de kaçsa idi diye düşünüyordum. Öteki çocuklar
onunla benim aramdaki vazgeçtiyi bilmedikleri için ona kaç demiyor, benim arkamda kalan çocuğun canı burnuna geliyor,
renkten renge giriyor, onunla göz göze gelmek için fırsat kolluyordu. Bir işaret versin de arkadaşını bu tarafa kaçırsın diye
çırpınıyordu.Halbuki o kendinden geçmiş haldeydi. Önüne vardım. Selâm sana,dedim. Hemen yere yuvarlandı, elleri titredi,
rengi uçtu, kupkuru kesildi. Kalk diyordum, kalk gidelim. Geldi, kitabının yanına götürdüm, bundan sonra da sopayı suya
koydum. Öyle yumuşadı ki, öyle bir şey oldu ki hiç sorma. Onu falakaya çektiler. Tek başına on iki çocuğa birden vuruyordu.
Aman üstat, dedi onu Arık bir çocuk bile falakaya çeker, ayaklarını sarar. Kalfaya diyordum ki: Bari sen vur çünkü benim vura
vura elim şişti. Kalfa da bir kaç sopa vurdu. Kalfaya tutun dedim şöyle vurun. O bakıyordu bu sefer sopayı kaldırdım kalfaya
vurdum. Kendimce çocuğu dövüyordum sanki. Dördüncü sopada ayağının derisi sopayla beraber kalktı. İçimden sanki bir şey
koptu aşağı düştü. Birinci ve ikinci sopada bağırmıştı, ötekilerde ses çıkarmadı. Nihayet yine evine götürdüler, bir ay dışarı
çıkmadı. Sonra dışarı çıktı annesi sordu nereye gidiyorsun? (M. 346) Üstada gidiyorum dedi. Annesi ama nasıJ gideceksin?
deyince, o benim efendimdir, onun yerini kim tutar? Ben ölünceye kadar ondan ayrılmam. Benim ne olacağımı, hangi kuru
darağacında kalacağımı Allah bilirdi. O beni yola getirdi. Beni tekrar mektebe götürün, diye annesine babasına yalvarıyordu.
Anne ve babası dua ediyorlar, komşuları hep birden ellerini kaldırmış hem dua ediyorlar, hem de diyorlardı ki, bu, öyle bir
fedaiydi ki ne kendisini, ne de büyükten, küçükten hiç kimseyi sağ bırakmayacaktı. Şehrin şahından .bahsetsem, ona söverdi,
taş atardı, öyle cesaretli, öyle korkusuzdu ki, yüz adam öldürmüş olan bir kanlıya karşı bile pervasızca davranırdı. Hülâsa bu
öğrenci şimdi bütün arkadaşlarından daha uslu, daha saygılı olmuştu. Bir arkadaşı kendisine bir işarette bulunsa elini ağzına
götürür sus diye mırıldanırdı.
Nihayet kısa bir süre içinde bütün Kuran-ı ona öğrettim; hoş bir sesle ezan okuyordu. Bundan sonra bir daha
gelmedi. Artık işini bulmuştu.
Allahnın perde arkasında gizlediği kullar vardır. Onlarla birlikte sırlar konuşur, gizli hikmetler söyleşir.
Beni Şeyh Evhadüddin-i Kirmani sema meclisine götürdü, çok saygılar gösterdi. Sonra kendi özel hücresine davet
etti. Bir gün ne olur dedi bizimle beraber kalsanız? Dedim ki: Bu bir şartla olur. Açıkça ikimiz birlikte otururuz, sen müritlerin
önünde içki içersin, ama ben içmem, ben bu işe katılmam. Sen niçin içmezsin dedi. Dedim ki: Sen bahtiyar bir fasik
(günahkâr) olursun. Ben ise bahtsız bir günahkâr olurum. Bunu yapamam dedi. Bundan sonra bir tek söz söyledim, üç defa
elini alnına götürdü, Allah! dedi.
Kelâm bilgini Esedüddin bir gün, "Her nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir," (K. 57/4) anlamındaki Allah
sözünü yorumluyordu. Bütün bilgisi ve erdemi ile beraber, halk önünde kendisinden bir şey sorduğum için bana gücendi. Bir
gün tekrar sordum: O sizinle beraberdir diyorsun. Allah sizinle beraberdir demek nasıl olur?
Bana şu cevabı verdi: Senin bu sorudan maksadın nedir? Allah yumuşaklık ve merhamet tarafında iken ne ise sertlik
yönünde de öyledir. Uçuruma gidiyorsun dikkat et.
Benim bu soruma karşı maksadın nedir? demek uygun değildir. Bunun mânası nedir, sen dinle: Bir şüphe bağlamışsın
kendine zahmet vermeyi huy edinmişsin. (M. 347) Allah kelâmına bu mânayı nasıl veriyorsun. "O sizinle beraberdir," evet
ama Allah kul ile nasıl beraber olur? Evet, dedi Allah kulu ile bilgi yönünden beraberdir .
O vaizdir, öğütçüdür ne bilir derler, insafsızlığı pek ileri götürürlerdi. Her ne derlerse desinler, sözcüler hâlâ Elif
harfinin derisini geveliyorlar, onun mânasını hiç anlayamıyorlar. Çünkü erlikleri yoktur. Nasıl ki erkekliği olmayan bir adamı bir
güzelin yatağına koyarsın ne yapabilir? Tatsız okşayışlardan başka elinden ne gelir? Bir şey yapamaz, ancak yüzünü yüzüne
sürer o kadar.
Bir şey ki başka bir şeyin sebebi olmuş ve onu meydana getirmiştir, ondan yoksundur. Bu erkekliği olmayan delikanlı
ile iğneci arkadaşının hikâyesine benzer ki, ne halkın ve ne de başka yakınlarının bu halden haberleri yoktu. Onun sakalı,
bıyığı ile öğünürlerdi.
Beyit:
Erliği, sakal ve bıyığının yalancı şahididir.
Onu ana tüyü ile süslemek daha uygun düşer.
Yukarıda sözü geçen delikanlı, binlerce genç kız arasında seçtiği güzel bir dilberle evlendi. Düğün dernek yapıldı. Ama
geline yaklaşamadı. Çok düşkün bir durumda kaldı. Bunun üzerine çocukluğundan beri sır yoldaşı olan iğneciye geldi, meseleyi
açtı, benim en yakın arkadaşım sensin dedi. Halim şu durumdadır. Bugün gece sularında bana gelir, benim elbisemi giyersin,
beni şu baş ağrısından kurtarırsın. (M. 348) Fakat halvete girince hiç konuşmazsın ki kız işi çakmasın. Uyku sırasında adet
olduğu üzere ışıkları da söndürürsün, iğneci.hay hay! dedi, emrindeyim. İğneci halvete girince hemen ışığı söndürdü yatağa
fırladı. Kızcağız onu kendi zavallı kocası sandı. İğneci yiğitçe yaklaştı, kızı altına çekti, feryat, figan sesleri yükseldi. Koca,
kapının dışında idi. Ey kahpecik! dedi. Beni mi sandın ki ciğerimi dağlayasın? Ona iğneci derler, demiri yırtar, delik deşik eder.
Sahabeddin-i Sühreverdî, (ona, "Maktul" Şahabeddin de derler), Halep Sultanı katında çok değerli ve olgun bir insan
olarak tanınmıştı. Kıskandılar, Sultana dediler ki: Ey Melik! Falan kimseye bir mektup yaz hep birlikte mancınığa koyalım
atalım.
Mektup okununca sarığı aşağı düştü. Başını kestiler. Ama hemen pişman oldu. Düşmanların tuzağı açığa çıktı. Melikin
lâkabına Meliki Zahir derlerdi. Katillere buyurdu: Mazlum Sahabeddin'in kanını köpekler gibi yalasınlar, içlerinden iki kişiyi de
fesat karıştırdıklarından dolayı öldürttü. Birkaç kişiyi de dışarı göndererek pazarda sattırdı. Gizlice kırk dinara satın aldılar.
Güzel bir kitap beş akçeye satılır. Çünkü herkes kitaptan anlamaz. Bu Şahabeddin istiyordu ki, fitne ve fesata sebep
olan, ellerin, ayakların kesilmesine yol açan altın ve gümüş paraları kaldırsın, alışverişi başka bir şeyle yaptırsın. (M. 349)
Halkı Muhammed dinine uymaktan vaz geçirsin. Eğer o Muhammed'in izinden gidiyor muydu diye benden sorarlarsa, hayır
gitmiyordu, derim. Bir gün onunla bir ordudan söz açan Meliki Zahir sordu: Sen ne bilirsin? Ordu nedir? Yukarıya ve aşağıya
bakınca her tarafta yalın kılıçlarını çekmiş askerlerin, heybetli kişilerin durmakta olduklarını gördü. Yer, tavan, aralık hep
askerlerle dolu. Yerinden sıçradı, hemen hazineye gitti, işi araştırmadan hemen ona saldırmak için, içinde bir öfke duydu.
O Sahabeddin'in bilgisi aklından üstün idi. Akıl gerektir ki, bilgiden üstün olsun, hâkim olsun.
Onda aklın durağı olan beyin arıklaşmıştı. Nasıl ki, bir aralık dimağının gücünü artırmak için bir iki kadeh ferahlatıcı
sudan almak isterdi. Daha fazlası da işe yaramazdı. Dimağı son derece arıklaşmış olmasından dolayı, Sahabeddin'in sözü de
yukarı adı geçen o kelâm bilgini Esedüd-din'in sözünden daha aşağı sayılırdı, o zaman bu kelâmcı Esedüddin onu kötülemişti.
O insafsız bu makamda bizdendir. Mâna bakımından da senin olduğu gibi. Sen biz olunca ulu Allahnın, "Biz onu (Kur'an-ı)
Kadir Gecesi indirdik," (Kadir Sûresi, 1) anlamındaki âyette de aynı veçhile ifade ediliyor. Nasıl ki siz benim sözlerimin içine
daldınız, bunu hiç kimse anlayamaz. Anlayabilselerdi hepsi de mürid olurlardı. Söz onlardan da geçerdi. Şimdi daha ne kadar
onların sakallarına göre tarak vuralım. Şöyledir veya böyledir diye sözü çoğaltalım. Lâfı çok uzatırsak, alt tarafı yalan olur.
Allahyı görürsen, benden selâm söyle. Dost çok iyidir, kendini onda yok edersin, onun varlığında yürürsün. O
kalmazsa sen de kalmazsın. Her şey varlık alanına gelmekte Haktan bir müjdedir, bir bağıştır.
Yolcunun biri yolda yürürken karşıdan hafif silâhlar kuşanmış ılgar bir atlı gördü. Kendi kendine, bu adam bana
kastetmeden önce ben onun işini bitireyim dedi. Atlı yaklaşınca yolcuya, bana öyle kötü nazarla bakma! dedi, çünkü ben
çarpışma hususunda çok hünersizim. Yolcu şu cevabı verdi: (M. 350) Güzel söylüyorsun, ben de can korkusundan seninle
çarpışmak istemiştim. Simdi gel artık el ele tutuşalım. Bu gün din âleminde de iş böyledir. Bu külahı taşımak istiyorsan
önceden başına giymelisin ki bu er meydanından mertçe başını çıkarabilesin. Yoksa yolda kalırsın. Bahtiyar odur ki, ecel
kılıcından hem başını, hem de külahını kurtarır.
Ey kadılar, müderrisler, şeyhler! O zayıf Allah dostuna karşı gönülalçaklığı göstermeyenler yaralanırlar. Belki
bilmiyorduk, ama bu yolda bilgisizlikle nasıl yürünür?
"Allah cahili kendisine dost edinmedi." Belki meşgulsünüz acaba bizimle mi? Hayır, dedi bir komşu ile. Komşu kim
oluyor? Senin komşun ancak benim. Burada dava boş lâftır. Kâfirleri şu cihetten severim ki, dostluk iddiasında bulunmazlar.
(Açıkça) biz kâfiriz, düşmanız derler. Şimdi sana dostluğu öğreteyim: Dostlukta yalnızlık haramdır, yasaktır, cezayı gerektirir,
Dost odur ki, şefkat yönünden gözlerinden ateş saçar. Yarabbi onları günahtan kurtar, beni ve bütün Müslümanları da birlikte
yarlığa! diye yalvarır.
Bugün sen de, şeyhi meyhanede gördüğün halde, ben bu işin sırrını bilmem, ancak o ve onun Allahsı bilir, diyecek
kadar hoşgörürlük varsa, onu Allahya yalvarış halinde gördüğün zaman, bunu tanırım, bir kere bu sende onu aynı
münacaatta, aynı Kabe'de, aynı cennette görecek kadar kudret yoktur, hiç değilse bu kadar temiz düşünmek de çok iyi olur.
Biri diyordu ki, Muhammed (S.A.) bizim perdedarımızdır. Dedim ki: Kendinde gördüğün şeyi, Muhammed'de niçin
görmüyorsun? Herkes kendi kendisinin perdecisidir. Dedi ki: O yerdeki marifet hakikati vardır, davet nereyedir? (M. 351) Yap,
yapma hitabı nerede kalır? Dedim ki: Nihayet, o onun içindir ve bu başkaca fazladan bir fazilettir. Ettiğin bu inkârdan vazgeç,
bu tasarrufu bırak ki, davetin tam kendisidir. Hem davet ediyorsun, hem de davet etmemelidir diyorsun!
Bu Cebriye'ciler ne yaparlar? Kuvvetli adam bilmez mi ki, bütün bu varlık Allahındır. Bir çocuğa sorarsın: Bizi kim
yarattı? Hak yarattı, der. Ortada bir dönderici olmadan bu çarh döner mi dersin. Ne söylüyorsun der? Divane misin?
Pekâlâ bizi yaratan, var ve yok eden mi daha güçlü, daha kuvvetlidir, yoksa biz mi? sana şu cevabı verir: Eğer o
bizden daha kuvvetli olmayaydı, bizi hem var, hem yok etmeye kim güç yetirebilirdi? Daima en yüce kudret odur ki, bu galip
ve yüce varlığı görebilsin, gözünü açsın, perdesiz taklitsiz yaratıcıyı temaşa etsin, Allahı görsün.
Derler ki: Simdi git, Muhammed'i gör ki, o bu ay ve güneşin varlığı için bir sebeptir. Fakat onun için bir sebep
yaratılmadı. Onun hiç bir sebebi yoktur. O Sems'in (Güneşin) yüzü kara olur, ama bu Şems'in yüzü kararmaz. Çünkü bu
hidayet güneşi Hakkın yüceliğinden nur almıştır. O güneş ise öyle bir makamdadır ki, o makam ancak, "Güneş yuvarlanıp
karardığı zaman," (Şems Sûresi, 1) anlamındaki âyet ile işaret buyurulan makamdır.
İyi insan dert ortağı olur, iyi insan cana yakın, tatlı bir insan olur. Fakat Şeyh Muhammed bu yolda uygunluk
göstermez. Bir türlü uysallık tarafına yanaşmaz.
Ben seni'o halette ve o makamda gördüm. O halden vazgeçesin diye ne kadar çabaladım. Acaba o yabancılık
makamında niçin oturmuştur? diye gönlüm hep seninle idi. Niçin o dar ve tatsız menzildedir diyordum, istiyordum ki, benim
sana karşı duyduğum şefkatin ne derecede olduğunu bilesin. Şimdi bir kere elini şöyle bana sür. Çoktandır sürmemiştin, işin
varsa da şöylece biraz olsun değdir. (M. 352) Selâm sana! Bayramın kutlu olsun! Bizim selâmımız bir kaledir. Onun içine
girersen bütün dertlerden selâmette olursun.
Şiir:
Her kim Allah inayetinin kalesine girerse
Örümcek ona perdecilik eder.
Aleme tek başına geldin, bütün cihanla top oynayama-sın bütün bu insanlar arasında topunu meydandan dışarı
çıkarırsın!
Dedi ki: Bazı âşıklar debdebeli ve saltanatlı olur, maşuklar ve sevgililer ise durgundurlar. Dedim ki: Bu debdebe ve
saltanat, düğün dernek şuna benzer: Biri seni ceviz yiyesin diye bağa davet eder, ağaca çıkar, tekme vurmaya başlar ve sana
buyur kendi elinle ye der. Misafirin eli ve yeni ceviz boyası ile kararır. Başka biri ise misafiri bağa götürür hoş bir yerde
oturtur, uşaklarına emreder: Gidin ağaçtan ceviz indirin, temizleyin, kabuğunu soyun, kırılmış olarak getirin, der. Uşaklar da o
şekilde temizlenmiş cevizi getirirler, misafirin önüne koyarlar, buyur derler. Misafir sorar: Bu nasıl ceviz ki hiç elim kararmadı?
Kolum kirlenmedi. Ben bunu yiyemem. Bunun ne olduğunu Allah bilir, bu cevize benzemiyor. Ben böylesin! hiç görmedim.
Sair diyor ki:
Kimse aşk sırrına eremedi,
Eren de şaşkına döndü.