Konya'ya İlk Gelişi ve Mevlânâ ile Buluşma
Konuşmalar'dan anladığımıza göre Şems,'642 hicret yılı Cemaziyelahır ayının yirmi altıncı günü Konya'ya gelmiştir.
(M. 48). O
Mevlânâ ile ilk buluşma hakkında Eflâkî'nin verdiği bilgi ile Molla Câmi'nin Nefahat-ül-üns'de ve bizzat Makalât
metninin 56'ncı sahifesindeki Arapça pasajda biraz değişik bir dekor içinde özetle şöyle anlatılmaktadır: Şems yukardaki
tarihte Konya'ya gelir; Şekerciler Hanı'nda bir odaya yerleşir, Mevlânâ'yı sorar; onun, o sırada Meram bağlarında sayfiyede
olduğunu, ikindiye doğru şehre geleceğini söylerler. Şems yol üzerinde beklemekte, sabırsızlıkla Mevlânâ'nın yolunu
gözetmektedir. Derken belirli vakit gelir, Mevlânâ bir katıra binmiş, aheste aheste sürmekte ve kendisine yaklaşmaktadır.
Yıllardır içi aşk ve iştiyak ateşiyle dolu olan Şems, katırın dizginine yapışır, selâm verir ve «Hemen söyle bana,» der, «Hazreti
Muhammed mi daha büyüktür, yoksa Bayezid-i Bistamî mi?» Mevlânâ, «Bu ne sorudur?» der, «Hazreti Muhammed (selât ve
selâm ona olsun) peygamberlerin sonuncusudur, en yücesidir. Onunla Bayezid arasında ne münasebet var?» Şems, «Ama
niçin Hazreti Muhammed (S.A.) hep 'Yarabbi biz seni sana layık bilgiyle bilemedik,' dediği halde Bayezid, 'Beni ululayın şanım
ne yücedir,' diye öğünmüştür?» Mevlânâ, bu sualin heybet ve azameti karşısında kendinden geçmiş, bir süre sonra kendine
geldiği zaman Şems'in elinden tutarak piyade bir halde kendi medresesine götürmüş, onunla kırk gün halvette kalarak hiç
kimseyle münasebette bulunmamıştır. Bu süre içinde bütün ihtiyaçlarını Mevlânâ'nın büyük oğlu Sultan Veled sağlamıştır.
Eflâkî'ye göre Mevlânâ, Şems'in ilk sorusu karşısında güya yedi kat göklerin biri birinden ayrılarak yere yıkıldığını,
büyük bir ateşin kafatasında alevlendiğini hissetmiştir. Ona şu susturucu cevabı vermiştir: «Hazreti Muhammed (S.A.), cihan
varlıklarının en büyüğüdür, Bayezid kim oluyor? Bayezid'in susuzluğu bir yudum su ile diner, o zaman da suya kandığından
söz eder. Onun idrak hazinesi o kadar bir suyla dolar; güneşin cihanı aydınlatan ışığı onun evinin ufacık penceresine kadar
sızar ve ancak o kadar girer. Ama Hazreti Muhammed Mustafa'nın (S.A.), susuzluğu o kadar derindir ki, şüphesiz hep
susuzluğundan dem vurur ve her gün o susuzluğun daha da artması niyazında bulunur. Şu halde bu her iki davacıdan Hazreti
Muhammed Mustafa'nın davası çok büyüktür. Şu sebepten ki, Bayezid kendisini Hakka ermiş görünce hemen dolu verir ve
daha fazlasına bakmaz ama Hazreti Mustafa (S.A.), her gün daha fazla Hakkı görür ve bu görüşle daha çok ilerler. Hakkın
yüceliğinin, kudretinin, her varlığa hâkim olan saltanatının parlak belirtilerini her gün, her saat gördükçe aşk ve hayreti artar
ve ondan dolayı da 'Yarabbi biz seni sana yaraşan bilgiyle bilemedik,' diye hep özlem duyar.» Bu cevap karşısında Şems-i
Tebrizî, bir nağra atarak yere yıkılır.
Bu ilk misafirlik sırasında her iki Hak âşığı tam üç ay hep halvette kalır, gece gündüz, oruç, namaz, ibadet ve
sohbetle meşgul olur, hiç dışarı çıkmazlar. Ama. öte yanda her gün Mevlânâ Celâleddin'in ilmî konuşmalarından, irşad ve
sohbetinden yoksun kalan büyük bir halk topluluğu ve gençlik, Şems hakkında uygunsuz sözler söylemeye ve düşmanca
hareketlere başlarlar. Konya şeyhleri arasında bir sofi de, «Yazıklar olsun ki bilginler sultanı Bahaeddin Veled'in oğlu bir
Tebrizli oğlanın arkasından yürümeye başladı. Artık Horasan toprağının yetiştirdiği değerler, Tebrizlilerin uydusu haline geldi,»
diye halkı ayaklandırıyordu. Bir kısım Konyalılar da, «Acaba Mevlânâ'da o kadar akıl yok mu ki, bir Tebrizlinin peşine düşmüş?
Mevlânâ dünyadan el çekmiş bir insandır, halbuki Şemseddin henüz dünyadan el çekmemiştir,» diyorlardı. Bu dedikoduları
işiten Mevlânâ da onlara şöyle diyordu: «Siz, Şemseddin'i anlamadığınız için onu sevmiyorsunuz, eğer sevseydiniz onu öyle
çirkin karşılamaydınız.» Bazıları da, «Bize, Şemseddin'den bir gönül hoşluğu gelmiyor,» diyorlardı.
Şems ile Mevlânâ'nın İlk Buluşmalarının Çeşitli Yankıları
Mevlânâ'nın Şemseddin'le buluşması, ona, sanki kaybettiği değerli bir mücevheri Şems'in manevî benliğinde, onun
velilik hazinesinde yeniden bulmasına fırsat sağlamıştır. O, Şems'in kudretli kişiliği önünde öylesine mest ve coşkun bir hale
gelmişti ki, bütün normal işlerini, müftülük, müderrislik, vaizlik gibi meşgalelerini bir tarafa, iterek artık Şems'in pervanesi
olmuştu. Dış âlemle ilişkisini kesmiş, artık başka bir âleme dalmıştı. Gözü kulağı Şems'in sohbet ve irşadında, hep onun
işaretlerine dönük, hep onunla göz göze diz dize idi.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu yüzden dedikodular gittikçe artmış, iş artık açık bir düşmanlık haline dönüşmüştü.
Bunu en çok Mevlânâ'nın yakınları, talebesi, sohbet arkadaşları yapıyor, hoşnutsuzluk ateşini körüklüyorlardı. Şemseddin,
hakkındaki bu dedikoduları, düşmanlık teranelerini anlamaz değildi. O da artık birkaç damla suyun bardağı taşıracağını sezmiş
ve bu düşmanlık çemberinden kendini kurtarmak için kararını vermişti. Gecenin birinde Konya'dan ayrıldı; kayıplara karıştı.
Nereye gittiğini hiç kimse anlayamadı. 643 hicret yılının 21 Şevval perşembe gününe rastlayan bu ayrılıştan sonra onun Şam'a
gitmiş olduğu anlaşıldı. Bu ayrılık süresi, aşağı yukarı 16 ay kadar uzadı. Şems'in Konya'dan ayrılması Mevlânâ'yı eski
hayatına döndürmek şöyle dursun, aksine, bağrının hasret ve firkat ateşiyle yanmasına, sıhhatinin bozulmasına yol açtı.
Kimseyle konuşmuyor, meslislere gitmek istemiyor; hep gam, keder ve hicran içinde yine halvete kapanıyordu. Neredeyse o
ayrılık ateşi içinde son nefeslerini vermek üzereyken Şam'dan gelen bir mektup imdada yetişti. Bu mektup Şemseddin'den idi.
Mevlânâ'nm gözlerinde bir ümit ve hayat güneşi parladı. Çünkü Şems'in Şam'da olduğu anlaşılmış ve kayıp hazinenin yeri belli
olmuştu. Şems'in mektubu şöyle başlıyordu:
«Mevlânâ'ya malûm olsun ki, bu zaif hayır duası ile meşguldür. Hiç bir yaratıkla ilgisi yoktur. Her birinin ahvali sohbet
sırasında anlaşıldıktan ve dostlar ayrı ayrı kendilerini gösterdikten sonra ancak pek değerli, diri gönüllü bir dervişe rastladım.
Öyle bir derviş ki, Mevlânâ eğer onun iç yüzünü, ger. çek tarafını bilselerdi şüphe yok ki ona sevgi nazarıyla bakar, saygı
göstermekten geri durmazlardı. On yıldan fazladır ki burada bu duacınızın sohbetinde bulunmuş olan bu eski dost Şam'a
tekrar gelişimde bana yine dostluk ve aşinalık gösterdi.»
Şemseddin'in Şam'da uzun süre kalması Hz. Mevlana'yı çok üzüyordu. Ona mektup yazdı ve şu gazeli de ekledi:
Başlangıcı olmayan zamandan beri diri, yaratıcı, kudretli, bütün varlıkları ayakta tutan ulu Allahya ant içerim ki onun
nuru, yüzbinlerce sır açıklansın diye aşk ışıklarını parlattı. Onun eşi ve benzeri olmayan hükmü ile cihan aşk ile âşıklarla,
hâkim ve mahkûmlarla doldu. Şems-i Tebrizî'nin tılsımlarıyle, büyüleriyle onun akla hayret veren hazinesi gizlendi. Senin
ayrıldığın günden beri ağzımın tadı bozuldu, mum gibi erimeye başladım. Cemalinden uzak düşünce beden bir virane, can da
o viranenin baykuşu oldu. Aman ne olur, yine dizginleri bu tarafa çevir! Aşk filinin hortumunu yine şahlandır; akşamım seninle
aydın bir sabah gibi olsun Ey Şam'ın, Ermen ve Rum ülkesinin kıvancı sevgili!
Mevlânâ bu mektubu yazdıktan sonra büyük oğlu Sultan Veledi, yirmi nefer atlı, birkaç yük değerli hediye, altın ve
gümüş armağanlarla Şemseddin'i tekrar Konya'ya getirmek üzere Şam'a gönderdi. Söylediklerine göre iki bin dinar altını
Şems'in pabucu içerisine doldurarak onu Konya tarafına çevirmesini de Sultan Veled'e tembih etti. «Benden selâm götür,
âşıkane secdeler et. Şam'a girer girmez Salihiye semtinde meşhur bir han vardır oraya git ve mümkün ise şu gazeli de onun
huzurunda irşad, et,» dedi.
Gidin ey yoldaşlar, dostumuzu bu tarafa çekmeye bakın! Nihayet o kaçak sevgiliyi tekrar bana getirin!
Tatlı teraneler, renkli bahanelerle o güzel yüzlü ay parçasını o hoş çehreli sevgiliyi eve doğru yürütmeye çalışın.
Eğer başka zaman gelirim diye söz verirse aldanmayın! Bütün sözleri hile ve kaçamaktır. O, sizi atlatır.
Onun çok sıcak bir nefesi vardır. Cadılıkla, büyücülükle suya düğüm vurur, havayı bağlar.
Eğer mübarek ve sevinçli haliyle o sevgilim buraya gelirse, sen otur da seyret; bak Allahnın ne garip işlerini
göreceksin.
Bir kere onun cemali parlayınca, güzellerin güzelliği hiç kalır. Onun güneş gibi parlayan yüzü karşısında bütün ışıklar
söner.
Ey hafif kanatlı gönül kuşu git bensiz benim dilberime uç; o değer biçilmez mücevhere selâm ve sevgiler götür.
Sultan Velecl, babasının tavsiyesine uyarak yol arkadaşları ve dostlarıyle birlikte Şam'a yollandı. Oraya varır varmaz,
babasının işaret ettiği hana gitti, Şems'in odası önünde edeple durdular. Mevlânâ'hm mektubunu, armağanlarını teslim
ettikten sonra bütün dostların yaptıklarından pişman olduklarını ve kendisini hasretle, saygı ile Konya'da beklediklerini
anlattılar. «Umarız ki, bu dileklerimizi kabul buyurursunuz,» diye çok yalvardılar. Şems, bu İsrarlar karşısında dayanamadı;
Sultan Ve-led, kendi binmiş olduğu rahvan atına Şems'i bindirdi, kendisi de neşe ve sevinç içinde Şems'in önünde piyade
olarak yola koyuldu. Uzun süren bir kara yolculuğundan sonra Konya'ya yakın Zencirli hanına geldikleri zaman babasını
müjdelemek için şehre bir derviş gönderdi. Mevlânâ, dervişin müjdesini işitince bütün elbise ve giysilerini çıkardı ve dervişe
bağışladı. Konya halkına haberler salarak Şems'in geldiğini, halktan emirlerden, bilginlerden, fakirlerden ve ahilerden onu
karşılamak isteyenlerin toplanmasını diledi. Kendisi de ata binerek bütün Konya ileri gelenleri ve ahalisiyle birlikte Şems'i
büyük bir sevgi ve saygı hâlesi içinde şehre getirdi.
Şems, bir gün, bu yolculukta Sultan Veled'in gösterdiği hizmet ve saygıdan dolayı çok duygulanmış, teşekkür
etmiştir. Bu ikinci gelişte, Mevlânâ'nın Şems'e karşı sevgi ve bağlılığı bir kat daha artmış; ona eskisinden daha çok saygı
göstermiştir. Yıllarca ayrı düştükten sonra tekrar vuslata ermiş iki âşık gibi birbirleriyle öylesine kaynaşmışlardır ki artık
ayrılmaz bir hale gelmişlerdir. Nasıl ki Mesnevî'de bu buluşmayı şu mısralarla anlatmaktadır:
Onun yüzünü görünce gül gibi açıldı, sevindi;
vuslatda ayrılık bağlarından kurtuldu, özgür oldu.
Ey canların etrafında döndüğü Hak ankası, dedi,
ok şükür ki o Kaf dağından tekrar geldin!
Ey aşkın, kıyamet meydanının İsrafili!
Ey aşkın aşkı, ey aşkın gönlünün istediği sevgili!
Ey tek güneş! Yüzbinlerce defa seni dinlemek
arzusiyle aklım başımdan gitmişti.
Sence bilinen benim kalp sözlerimi,
hep sağlam akçe gibi kabul eden sendin.
Şems'in rahat ve huzur içinde yaşayabilmesi için evlâtlık gibi evde yetiştirilmiş olan Kimya adındaki genç ve güzel kızı
da Şems'e nikâh etti. Ama bu sefer müritlerle bazı kıskançlar tekrar harekete geçtiler; dedikoduya, sövüp saymaya başladılar.
Eflâkî'nin anlattığına göre bu ikinci gelişte de tam altı ay yine Şems ile Mevlânâ medresedeki bir hücrede halvete çekildiler.
Güya ki insanlık gereği olan yemek içmek ve başkaca ihtiyaçlardan uzak bir bir yaşantı sürüyorlardı. Yanlarına yalnız Kuyumcu
Selâhaddin ile Sultan Veled'den başka hiç kimse giremiyordu. Öte tarafta Şems'i sevmeyenler, onu fırsat buldukça
küçümsemekten, hakaretler savurmaktan geri durmuyorlardı. Şems, bu saldırılara bir zaman katlandı, ses çıkarmadı ama
artık dayanılmaz bir hale gelince işi Sultan Veled'e anlattı ve gördüğü hakaretlerden hayli yakınarak, «Artık bu halkın kötü
davranışları yüzünden öyle bir yere gideceğim ki, hiç kimse izimi tozumu bulamayacak,» dedi. Bu müddet içinde ansızın
oradan kayboldu, ertesi gün Medresesindeki hücresinde dostunu ziyarete gelen Mevlânâ, odasını bomboş bulunca
dayanamadı. Bahar bulutları gibi yaş dökmeye başladı ve hemen Sultan Veled'in evine koştu. Yüksek sesle, «Kalk Bahaeddin
kalk! Ne uyuyorsun? Kalk da şeyhini aramaya çık! Çünkü canımız yine onun güzel kokusundan yoksun kaldı,» diye feryada
başladı. Bir müddet ondan, o hakikat güneşinden bir haber beklediler. Ama hiç bir yerden ses çıkmadı. Mevlânâ artık gece
gündüz onun ayrılığını terennüm eden şiirler ve gazeller söylüyor; öte yandan da onu yine Şam taraflarında aramak için
yolculuk hazırlıklarına girişiliyordu. Bazı dostları ve sevdikleriyle beraber Şam'a kadar giderek orada aylarca Şems' ten bir iz
ve haber almak için çırpındılar. Ne yazık ki, hiç bir sonuç elde etmeden eli boş gönlü kırık Konya'ya döndüler. Bu olay, 645
hicret yılı . içinde bir perşembe gününe rastlar. Sipehsâlâr Menakibi yazarı Feridun Ahmed diyor ki: «Bu sefer sırasında
Mevlânâ şu gazeli inşad buyurmuştur:
Biz Şam'ın âşığı başı dönmüş sevdalısı ve Şam delisiyiz. Şam sevgilisine can vermiş, gönül bağlamışız. Rum
Ülkesinden Şam tarafına, yârin yurdu olan Şam'a koşuyoruz; onun akşam karanlığı gibi siyah kâküllerinden Şam'da
tazeleniyoruz. Salihliye dağında bir mücevher madeni var ki, onu aramak için Şam denizinde boğulmuşuz. Eğer Tebriz'in Hak
güneşi Şemseddin oradaysa Şam'ın kulu kölesiyiz; hem de ne mutlu bir kul ve köleyiz.
Şems'in ortadan kaybolması olayı hâlâ bir esrar perdesi arkasında kalmıştır. Eflâkî'nin anlattığına göre güya Sultan
Ve-led şöyle demiştir: «Bir gece Şemseddin halvette Mevlânâ ile birlikte otururken bir adam dışarıdan Şems'i çağırır. Şems,
hemen yerinden fırlar ve Mevlânâ'ya, 'Beni öldürmek istiyorlar,' der. Bir süre durduktan sonra, 'İyi bilin ki madde ve mânâ
âlemi Allahındır,' diyerek dışarı çıkar. Kapı dışında pusu kurmuş olan yedi kişi bu fırsattan faydalanarak, hemen bir bıçak
saplarlar. Şems o sırada öyle bir nağra atar ki saldırganların hepsi kendinden geçmiş olarak yere serilirler. Kendilerine
geldikleri zaman da birkaç damla kandan başka hiç bir iz ve eser göremezler.»
Yukarıdaki hikâye ile Mevlânâ'nın Şam'a giderek Şems'i araması ve Sultan Veled'in Mesnevîleri'ndeki bilgiler arasında
büyük bir çelişki vardır. Eflâkî, eserini Mevlânâ'nın torunu Ulu Arif Çelebi zamanında yazmıştır. O zamana kadar halkın hayal
gücü ile yarattığı bu efsaneyi doğru sanarak kitabına geçirmiştir. Ama olayın bir de mantık yönü vardır. Konya'da göz önünde
geçen bu acı dramın Mevlânâ'dan aylarca gizlenmesi; onun, Şems'in peşinden diyar diyar dolaşması, Şam'da aylarca Şemsi
araması, biri birini tutmayan rivayetlerdendir.
Yine Efiâkî'nin anlattığına göre Şems'in kayıplara karış, masından sonra Mevlânâ hiç bir yerde karar kılmazmış; hep
Medresesinde dönüp dolaşır, şu anlamdaki rubaiyi söylermiş:
Senin aşkından her tarafta bir gece uyanıklığı var; gece oldu kâküllerin yine amber saçıyor. Gönlüm sükûnete
kavuşsun diye ezel nakkaşı her tarafa Tebriz? nakşını işliyor.
Şems'in Konya'dan ayrılışından sonra Mevlânâ'nın yazdığı şiir ve gazellerde, onun öldürülmüş olduğuna dair hiç bir
işaret yoktur. Olaydan kırk gün sonra Mevlânâ başındaki beyaz sarığı atıyor; duman renkli sarık sarıyor ve matem nişanesi
olan Yemen hırkası, Hint ferecîsi giyinerek ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti devam ettiriyor.
«Cevahir-ül Esrar» Şems Hakkında Ne Diyor?
Kâşanlı Hüseyin bin Hasan, Mesnevi Şerhi başlangıcında bize Şems hakkında şu tamamlayıcı bilgileri
vermektedir:
«Şeyh Şemseddin-i Tebrizî, ticaret maksadıyle bir çok şehirleri dolaştıktan ve bir çok gönül ehli erenleri ziyaretten
sonra, Dest tarafından Türkistan'a gitti. Yolda bir soyguncu sürüsünün saldırısına uğradı. Sonra Baba KemaLi Cendi'nin
tekkesine sığındı. Baba Kemal ona halvet ve çile geçirmek üzere bir hücre verdi. O sırada bir raslantı eseri olarak Lemeât
sahibi İbrahim Fahreddin Irakî (ölümü 688 H.)de, mürşidi Moltanlı Zekeriya'mn tavsiyesi ile Baba Kemal'in tekkesine
gelmişti. Baba Kemal, onu da çileye oturttu. İbrahim Fahreddin, her günkü doğuşlarını şiirlerle, gazellerle ifade ediyordu;
bunları besteleyerek şeyhine sunuyordu. Fakat Şemseddin duygularını onun gibi açıklayamıyordu. Bir gün, Şeyhi, «Oğlum
Şemseddin, sen de Fahreddin gibi çilede duyduğun ilâhî sırlardan birşeyler anlatamaz mısın?» dedi. Şemseddin, şu cevabı
verdi: «Ben, ondan daha çok müşâhade ve tecellilere şahit oluyorum. Ama o bu işte gerekli terimlere ve bilgilere âşinâ olduğu
için duygularını uygun sözler ve deyimlerle anlatabiliyor; bazı sırları açıkça terennüm edebiliyor. Fakat bende bu cihet
eksiktir.» Bu cevab üzerine Baba Kemal, «Allah sana öyle bir sohbet arkadaşı verecektir ki, o ilk ve son hakikatleri
senin adına dile getirecektir.»
Şu rivayete göre Lemeât sahibi ibrahim Fahreddin İrakî ile Şems'in, Kübrevîye kolunun kurucusu meşhur Necmeddini
Kübrâ'nın halifelerinden Cendli Baba Kemal'den feyz aldıkları anlaşılmaktadır. Tezkerelerin anlattıklarına göre ibrahim
Fahreddin, ilk zamanlarda Hindistan'a gitmiş, Mollan şehrinde yerleşmiş orada Şeyh Şahabeddîn Sühreverdî'nin müridi ve
daha sonra onun damadı olmuştur. Fakat son zamanlarda Hindistan'dan hacca gitmek maksadıyle ayrılmış; dönüşte Şam'da
bir müddet kaldıktan sonra Konya'ya gelerek Şeyh Sadreddin'le görüşmüş ama Konya'da iken Şeyh Şemseddin'le görüşmek
fırsatını bulamamıştır.
İranlı çağdaş yazarlardan Nimetullah Kadi'nin araştırmalarına göre Şemseddin henüz delikanlılık yaşlarında evini
barkını terk ederek Tebriz'den ayrılmış, bir tesadüfle Zencan halkından pîr Rükneddin-i Secasî'nin dergâhına gitmiş, onun
derviş ve müritleri arasına girmiştir. Orada yıllarca manevî sahada ilerledikten sonra Şeyh Fahreddin İrakî'nin ününü duymuş
onun şu anlamdaki gazelini işitince, Fahreddin'e karşı büyük bir ilgi göstermiştir:
Bardağa dolan ilk şarabı sakinin sarhoş gözlerinden ödünç aldılar.
Âlemin neresinde bir gönül derdi varsa,
onları bir araya topladılar adına aşk dediler.
Diyelim ki âşıklar kendi sırlarını açıkladılar.
Ama İraki'nin adını niçin kötüye çıkardılar?
Şems, bu gazeli gece gündüz dilinden düşürmez, bunu okumaktan pek hoşlanır, okudukça durmadan duygulanır, yaş
dökermiş. Şems'in yanıp yakılmasını, Şeyh Rükneddin görünce çok içlenmiş, müridinin alnından öperek, «Sevgili evlâdım, sen
artık dilediğin mertebeyi buldun,» demiş.
Yukardaki hikâyeyi Molla Cami, Fahreddin-i İrakî hakkında anlatır. Güya Şeyh Zekeriya Moltanî onu çileye sokar, on
gün sonra Fahreddin'e bir coşkunluk hali gelir ve o coşkunluk haliyle yukarıda anlattığımız gazeli yazarak yüksek sesle
okumaya başlar, hep ağlar gezer; Dergâhtaki dervişler bu hali tekke kurallarına, dervişlik geleneklerine aykırı görür, Şeyhe
şikâyet ederler. Şeyh, onlara şu cevabı verir: «Fahreddin'in yaptığı şeyler size yasaktır ama ona yasak değildir.»
Hikâyenin gerçek yönüne gelince Fahreddin İrakî'nin ilk gençlik ve dervişlik çağlarında, Şems oldukça ileri bir yaşta
idi. Büyük bir ihtimale göre Halep, Şam ve Anadolu taraflarında yaşıyordu. Öte yandan, Fahreddin de Hindistan'da yerleşmişti.
Onun şiirlerinin, o derece hudutlar ötesi bir şöhretle yaygınlaşarak Bağdat'ta Şeyh Rükneddin'in Dergâhına kadar ulaşması
biraz şüpheli olsa gerektir. Hele o zamanın koşullarına göre Şems'in bunları öğrenip gece gündüz sayıklaması yolundaki masal
ciddî sayılamaz.
Şemseddin'in Tarikat Bağlantısı
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri'nde, Şemseddin'in Mevlânâ Celâleddin'e intisap ettiğini, onun müridi olduğunu söyler ve
aşağıdaki tarikat zincirini şöyle sıralar:
«Hazreti Ali, Hasan-ı Basrî'yi; Hasan-ı Basrî, Habib-i Acemiyî; o, Davud-u Taî'yi; Davud, Maruf-u Kerhî'yi; Maruf, Serîi
Sakatî'yi; o, Cüneyd-i Bağdadî'yi; o, Şiblî'yl; o, Muhammed Zeccac'ı; o, Ebûbekr Nessacı; o, Ahmed Gazalî'yi; o, Ahmed
Hatibî'yi; o, Şemsül Eimme Serahsi'yi ve o, Sultan'ül-ulemâ Bahaeddin Veled'i; Bahaeddin Veled, Seyyid Burhaneddin
Tirmizî'yi; o da, Mevlânâ Celâleddin'i; o da, Şemseddin-i Tebrizî'yi; Tebrizî de, Sultan Veled'i irşad etmiştir. Oysa bütün
tezkere yazarlarının anlattıklarına ve Mevlânâ'nın Şems'i öven kaside, gazel ve şiirlerindeki açıklamalarına göre asıl Mevlânâ
Celâleddin'in, Şems-i Tebrizî'ye mürid olduğu neticesine varılmaktadır. Bu da, Eflâkî'nin sözleriyle çelişmektedir. Nasıl ki, onun
şu anlamdaki gazeli de, buna bir delildir:
Eğer bizim gecemiz gündüzümüz Şemseddin'in aşkı ile geçmeseydi, bize sebepler âleminin her türlü tuzağından
kurtulmak nasıl mümkün olurdu.
Onun aşkının parlaklığı bize kudret ve tahammül vermeseydi arzularımızın ateşi takatimizi mahvederdi.
Onun aşkının okşayışları, sevgisinin güzellikleri bizi kurtardı; bütün ıstırap ve belâlardan onun sayesinde uzak kaldık,.
Bu hakkın ne mutlu kimyasıdır ki, onun canındaki şefkat bize aynı zevk ve rahat olmuştur; bütün zorluklarda bize
yardımcı olmuştur.
Allahsal inayetler, yardımlar, o şahın hizmeti İçindir; ondan filizlendi o; edep kaynağından bize varlık verdi.
Onun lütfuyle sürahilerin dolandığı mecliste canımız ve gönlümüz, neşeden ağır başlı, hafif ruhlu olur.
Tebriz ülkesi taraflarında bir bengi su pınarı var ki, gönülleri hep o tarafa çeker; biz istemesek bile Hızır gibi bizi hep
o pınara çağırır.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Şemseddin, ilk çocukluk ve gençlik çağlarında önce Ebûbekr Sellebâf'a mürid
olmuştu. Eflâkî'nin yazdığına göre de, onun terbiyesi sayesinde velîlik mertebesine yükselmişti. Nasıl ki Konuşmalar'da da
şöyle demektedir: «O Şeyh Ebubekr'in sarhoşluğu, Allahdan idi. Fakat o sarhoşluktan sonra gelmesi gereken ayıklık onda
yoktu.»
Bu o demektir ki, Ebubekr'in manevî coşkunluğun verdiği ilâhî sarhoşluktan (sekir halinden) sonra tekrar sahiv yani
ayıklık haline dönmesi daha başka deyimle telvin yani kararsızlık mertebesinden temkin mertebesine geçip sükûn bulması
mümkün olmuyordu. Bu yüzden Şemseddin'i başka pîrlerin terbiyesine havale etmiş ve bu sebeptendir ki onu zamanenin
büyük mürşitlerinden Rükneddin Muhammed Secasî'nin Dergâhına tavsiye etmiştir. Bu Rükneddin, çağdaş pirlerden Kirmanlı
Evhaduddin ile Tebrizli Şeyh Şahabeddin Mahmud'un da üstadıdır. Bağdat'ta Rıbatı Derece denilen bir tekkesi vardı. Şemsin
Suriye, Şam ve Bağdat yolculukları sırasında bu Dergâhta bir zaman kaldığı ve gerekli olgunlaşma devresini burada yaptığı
sanılmaktadır. Rükneddin Secasî'nin ölüm tarihi kesin olarak bilinmemekteyse de, Şeddülizar müellifinin verdiği bilgiye göre
606 hicret yılında hayatta olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıdaki açıklamalara göre Şemseddin'in tarikat silsilesinin,
Rükneddin'den başlayarak geriye doğru Kutbeddin Ebu Reşid, Ahmed Bin Ebû Abdullah Ebherî, Ziyaeddin Ebunnecip Abdul
Kahir Sühreverdî'ye; ondan da, Ahmed Gazalî'ye; ondan. Tuşlu Ebûbekr Nessac'a; ondan, Ebul Kasım Bin Abdullah
Gürgânî'ye; ondan, Ebû Osman Sait Bin Selâmi Mağribî'ye; ondan, Ebû Ali Hasan Bin Ahmed Kâtib'e; ondan, Ebû Ali
Rubarî'ye; ondan, Ebul Kasım Cüneyd Bin Muhammed Nehâvendî'ye (Bağdadî); ondan, Serî.i Sakatî'ye; ondan Maruf-u
Kerhî'ye; ondan, İmam Musa Rıza'nın oğlu Ali'ye dayanmaktadır.
Üstad Ahmed Hoşnuvis şöyle diyor: «Merhum üstadım Füruzan Fer, Makamat-ı Evhadî adlı kitabının başlangıcında,
yukarıda adı geçen pîrlerden Kutbeddin Ahmed-i Ebherî'nin (500-577), Ebul Necip Abdulkadir Sühreverdî'nin halifesi olduğunu
kaydetmekte ise de, bu doğru değildir. Çünkü bütün tezkereciler, Kübreviye kolunun büyük mürşitlerinden Bitlisli Ammar bin
Yâsir'in, Sühreverdî'nin makamına geçmiş olduğunu kaydederler. Ammar'ın ölümü 582 yılında olduğuna göre bu cihet gerçeğe
daha yakındır. Nasıl ki, Şeyh kendi elyazısıyle nisbetini şöyle anlatır: Ben şeyhimiz Ammar biri Yâsir'in sohbetine eriştim; o,
Ebul Necip Sühreverdî'nin; o, şeyh Ebul Kasım Gürgânî'nin; o, Ebû Osman Mağribî'nin; o, Ebû Ali Kâtib' in; o, Ebû Ali
Rubârî'nin; o, Cüneyd-i Bağdadî'nin; o, SerîJ Sakatî'nin; o, Maruf-u Telhî'nin; o, Dâvud-u Taî'nin; o, Habib-i Acemî'nin; o,
Hasan Basrînin; o, Hazreti Ali bin Ebi Talib'in; o da Hazreti Muhammed'in (S.A.) sohbetinden feyz almıştır.» Evsafu'l -
mukarrebin adlı eserin müellifi Ağa Mirza Ah-med'in verdiği şu bilgi de önemlidir: «Mesnevî sahibi Mevlânâ Celâleddin
Rumi'nin tarikat bağlantısı, Şemseddin-i Tebrizî ara-cılığıyle, Baba Kemal Cendi'ye ondan da büyük mürşid Nec_ meddin
Kübrâ'ya ulaşır» Şu hale göre, Cevahirü'l Esrar sahibi Kemaleddin Hüseyin Harezmî'nin kaydettiği gibi, Mevlânâ Celâleddin
Rumî'nin tarikat nisbeti iki yoldan, meşhur Kübreviye şubesinin Altın Zincir (Silsiletü'z-zehep) diye anılan koluna bağlanmakta
ve şeyh Necmeddin-i Kübrâ'ya ulaşmaktadır. Birinci yoldan, Sultanü'l ulemâ aracılığı ile (çünkü o, Necmeddin-i Kübrâ'dan feyz
almış, onun himmet ve terbiyesiyle yüce manevî derecelere yükselmiştir) bu ilişki sağlanır. Necmeddin-i Kübra da yukarıda
adı geçen Bitlisli Amman Yâsir'in; o, Ebul Necip Sühreverdî'nin; o da, Şeyh Ahmed Gazalî'nin; o, Ebûbekr Nes-sac'ın; o da,
Şeyh Ebul Kasım Gürgânî'nin; o, Ebû Ali Kâtib'in; o, Ebû Ali Rubârî'nin; o, Ebû Osman Mağribî'nin; o, Cüneyd'in; o, Serî-i
Sakatî'nin; o, Maruf-u Kerhî'nin; o da, Risale-i Kuşeyriye'nin verdiği bilgiye göre İmam Ali bin Musa Rıza'nın yetiştirmesidir.
Mevlânâ, ikinci yoldan da, Şems-i Tebrizî aracılığı ile Baba Kemal Cendî'ye; ondan da, tekrar Şeyh Necmeddin-i
Kübrâ'ya bağlanmaktadır.
Konuşmalar'dan anladığımıza göre Şems,'642 hicret yılı Cemaziyelahır ayının yirmi altıncı günü Konya'ya gelmiştir.
(M. 48). O
Mevlânâ ile ilk buluşma hakkında Eflâkî'nin verdiği bilgi ile Molla Câmi'nin Nefahat-ül-üns'de ve bizzat Makalât
metninin 56'ncı sahifesindeki Arapça pasajda biraz değişik bir dekor içinde özetle şöyle anlatılmaktadır: Şems yukardaki
tarihte Konya'ya gelir; Şekerciler Hanı'nda bir odaya yerleşir, Mevlânâ'yı sorar; onun, o sırada Meram bağlarında sayfiyede
olduğunu, ikindiye doğru şehre geleceğini söylerler. Şems yol üzerinde beklemekte, sabırsızlıkla Mevlânâ'nın yolunu
gözetmektedir. Derken belirli vakit gelir, Mevlânâ bir katıra binmiş, aheste aheste sürmekte ve kendisine yaklaşmaktadır.
Yıllardır içi aşk ve iştiyak ateşiyle dolu olan Şems, katırın dizginine yapışır, selâm verir ve «Hemen söyle bana,» der, «Hazreti
Muhammed mi daha büyüktür, yoksa Bayezid-i Bistamî mi?» Mevlânâ, «Bu ne sorudur?» der, «Hazreti Muhammed (selât ve
selâm ona olsun) peygamberlerin sonuncusudur, en yücesidir. Onunla Bayezid arasında ne münasebet var?» Şems, «Ama
niçin Hazreti Muhammed (S.A.) hep 'Yarabbi biz seni sana layık bilgiyle bilemedik,' dediği halde Bayezid, 'Beni ululayın şanım
ne yücedir,' diye öğünmüştür?» Mevlânâ, bu sualin heybet ve azameti karşısında kendinden geçmiş, bir süre sonra kendine
geldiği zaman Şems'in elinden tutarak piyade bir halde kendi medresesine götürmüş, onunla kırk gün halvette kalarak hiç
kimseyle münasebette bulunmamıştır. Bu süre içinde bütün ihtiyaçlarını Mevlânâ'nın büyük oğlu Sultan Veled sağlamıştır.
Eflâkî'ye göre Mevlânâ, Şems'in ilk sorusu karşısında güya yedi kat göklerin biri birinden ayrılarak yere yıkıldığını,
büyük bir ateşin kafatasında alevlendiğini hissetmiştir. Ona şu susturucu cevabı vermiştir: «Hazreti Muhammed (S.A.), cihan
varlıklarının en büyüğüdür, Bayezid kim oluyor? Bayezid'in susuzluğu bir yudum su ile diner, o zaman da suya kandığından
söz eder. Onun idrak hazinesi o kadar bir suyla dolar; güneşin cihanı aydınlatan ışığı onun evinin ufacık penceresine kadar
sızar ve ancak o kadar girer. Ama Hazreti Muhammed Mustafa'nın (S.A.), susuzluğu o kadar derindir ki, şüphesiz hep
susuzluğundan dem vurur ve her gün o susuzluğun daha da artması niyazında bulunur. Şu halde bu her iki davacıdan Hazreti
Muhammed Mustafa'nın davası çok büyüktür. Şu sebepten ki, Bayezid kendisini Hakka ermiş görünce hemen dolu verir ve
daha fazlasına bakmaz ama Hazreti Mustafa (S.A.), her gün daha fazla Hakkı görür ve bu görüşle daha çok ilerler. Hakkın
yüceliğinin, kudretinin, her varlığa hâkim olan saltanatının parlak belirtilerini her gün, her saat gördükçe aşk ve hayreti artar
ve ondan dolayı da 'Yarabbi biz seni sana yaraşan bilgiyle bilemedik,' diye hep özlem duyar.» Bu cevap karşısında Şems-i
Tebrizî, bir nağra atarak yere yıkılır.
Bu ilk misafirlik sırasında her iki Hak âşığı tam üç ay hep halvette kalır, gece gündüz, oruç, namaz, ibadet ve
sohbetle meşgul olur, hiç dışarı çıkmazlar. Ama. öte yanda her gün Mevlânâ Celâleddin'in ilmî konuşmalarından, irşad ve
sohbetinden yoksun kalan büyük bir halk topluluğu ve gençlik, Şems hakkında uygunsuz sözler söylemeye ve düşmanca
hareketlere başlarlar. Konya şeyhleri arasında bir sofi de, «Yazıklar olsun ki bilginler sultanı Bahaeddin Veled'in oğlu bir
Tebrizli oğlanın arkasından yürümeye başladı. Artık Horasan toprağının yetiştirdiği değerler, Tebrizlilerin uydusu haline geldi,»
diye halkı ayaklandırıyordu. Bir kısım Konyalılar da, «Acaba Mevlânâ'da o kadar akıl yok mu ki, bir Tebrizlinin peşine düşmüş?
Mevlânâ dünyadan el çekmiş bir insandır, halbuki Şemseddin henüz dünyadan el çekmemiştir,» diyorlardı. Bu dedikoduları
işiten Mevlânâ da onlara şöyle diyordu: «Siz, Şemseddin'i anlamadığınız için onu sevmiyorsunuz, eğer sevseydiniz onu öyle
çirkin karşılamaydınız.» Bazıları da, «Bize, Şemseddin'den bir gönül hoşluğu gelmiyor,» diyorlardı.
Şems ile Mevlânâ'nın İlk Buluşmalarının Çeşitli Yankıları
Mevlânâ'nın Şemseddin'le buluşması, ona, sanki kaybettiği değerli bir mücevheri Şems'in manevî benliğinde, onun
velilik hazinesinde yeniden bulmasına fırsat sağlamıştır. O, Şems'in kudretli kişiliği önünde öylesine mest ve coşkun bir hale
gelmişti ki, bütün normal işlerini, müftülük, müderrislik, vaizlik gibi meşgalelerini bir tarafa, iterek artık Şems'in pervanesi
olmuştu. Dış âlemle ilişkisini kesmiş, artık başka bir âleme dalmıştı. Gözü kulağı Şems'in sohbet ve irşadında, hep onun
işaretlerine dönük, hep onunla göz göze diz dize idi.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu yüzden dedikodular gittikçe artmış, iş artık açık bir düşmanlık haline dönüşmüştü.
Bunu en çok Mevlânâ'nın yakınları, talebesi, sohbet arkadaşları yapıyor, hoşnutsuzluk ateşini körüklüyorlardı. Şemseddin,
hakkındaki bu dedikoduları, düşmanlık teranelerini anlamaz değildi. O da artık birkaç damla suyun bardağı taşıracağını sezmiş
ve bu düşmanlık çemberinden kendini kurtarmak için kararını vermişti. Gecenin birinde Konya'dan ayrıldı; kayıplara karıştı.
Nereye gittiğini hiç kimse anlayamadı. 643 hicret yılının 21 Şevval perşembe gününe rastlayan bu ayrılıştan sonra onun Şam'a
gitmiş olduğu anlaşıldı. Bu ayrılık süresi, aşağı yukarı 16 ay kadar uzadı. Şems'in Konya'dan ayrılması Mevlânâ'yı eski
hayatına döndürmek şöyle dursun, aksine, bağrının hasret ve firkat ateşiyle yanmasına, sıhhatinin bozulmasına yol açtı.
Kimseyle konuşmuyor, meslislere gitmek istemiyor; hep gam, keder ve hicran içinde yine halvete kapanıyordu. Neredeyse o
ayrılık ateşi içinde son nefeslerini vermek üzereyken Şam'dan gelen bir mektup imdada yetişti. Bu mektup Şemseddin'den idi.
Mevlânâ'nm gözlerinde bir ümit ve hayat güneşi parladı. Çünkü Şems'in Şam'da olduğu anlaşılmış ve kayıp hazinenin yeri belli
olmuştu. Şems'in mektubu şöyle başlıyordu:
«Mevlânâ'ya malûm olsun ki, bu zaif hayır duası ile meşguldür. Hiç bir yaratıkla ilgisi yoktur. Her birinin ahvali sohbet
sırasında anlaşıldıktan ve dostlar ayrı ayrı kendilerini gösterdikten sonra ancak pek değerli, diri gönüllü bir dervişe rastladım.
Öyle bir derviş ki, Mevlânâ eğer onun iç yüzünü, ger. çek tarafını bilselerdi şüphe yok ki ona sevgi nazarıyla bakar, saygı
göstermekten geri durmazlardı. On yıldan fazladır ki burada bu duacınızın sohbetinde bulunmuş olan bu eski dost Şam'a
tekrar gelişimde bana yine dostluk ve aşinalık gösterdi.»
Şemseddin'in Şam'da uzun süre kalması Hz. Mevlana'yı çok üzüyordu. Ona mektup yazdı ve şu gazeli de ekledi:
Başlangıcı olmayan zamandan beri diri, yaratıcı, kudretli, bütün varlıkları ayakta tutan ulu Allahya ant içerim ki onun
nuru, yüzbinlerce sır açıklansın diye aşk ışıklarını parlattı. Onun eşi ve benzeri olmayan hükmü ile cihan aşk ile âşıklarla,
hâkim ve mahkûmlarla doldu. Şems-i Tebrizî'nin tılsımlarıyle, büyüleriyle onun akla hayret veren hazinesi gizlendi. Senin
ayrıldığın günden beri ağzımın tadı bozuldu, mum gibi erimeye başladım. Cemalinden uzak düşünce beden bir virane, can da
o viranenin baykuşu oldu. Aman ne olur, yine dizginleri bu tarafa çevir! Aşk filinin hortumunu yine şahlandır; akşamım seninle
aydın bir sabah gibi olsun Ey Şam'ın, Ermen ve Rum ülkesinin kıvancı sevgili!
Mevlânâ bu mektubu yazdıktan sonra büyük oğlu Sultan Veledi, yirmi nefer atlı, birkaç yük değerli hediye, altın ve
gümüş armağanlarla Şemseddin'i tekrar Konya'ya getirmek üzere Şam'a gönderdi. Söylediklerine göre iki bin dinar altını
Şems'in pabucu içerisine doldurarak onu Konya tarafına çevirmesini de Sultan Veled'e tembih etti. «Benden selâm götür,
âşıkane secdeler et. Şam'a girer girmez Salihiye semtinde meşhur bir han vardır oraya git ve mümkün ise şu gazeli de onun
huzurunda irşad, et,» dedi.
Gidin ey yoldaşlar, dostumuzu bu tarafa çekmeye bakın! Nihayet o kaçak sevgiliyi tekrar bana getirin!
Tatlı teraneler, renkli bahanelerle o güzel yüzlü ay parçasını o hoş çehreli sevgiliyi eve doğru yürütmeye çalışın.
Eğer başka zaman gelirim diye söz verirse aldanmayın! Bütün sözleri hile ve kaçamaktır. O, sizi atlatır.
Onun çok sıcak bir nefesi vardır. Cadılıkla, büyücülükle suya düğüm vurur, havayı bağlar.
Eğer mübarek ve sevinçli haliyle o sevgilim buraya gelirse, sen otur da seyret; bak Allahnın ne garip işlerini
göreceksin.
Bir kere onun cemali parlayınca, güzellerin güzelliği hiç kalır. Onun güneş gibi parlayan yüzü karşısında bütün ışıklar
söner.
Ey hafif kanatlı gönül kuşu git bensiz benim dilberime uç; o değer biçilmez mücevhere selâm ve sevgiler götür.
Sultan Velecl, babasının tavsiyesine uyarak yol arkadaşları ve dostlarıyle birlikte Şam'a yollandı. Oraya varır varmaz,
babasının işaret ettiği hana gitti, Şems'in odası önünde edeple durdular. Mevlânâ'hm mektubunu, armağanlarını teslim
ettikten sonra bütün dostların yaptıklarından pişman olduklarını ve kendisini hasretle, saygı ile Konya'da beklediklerini
anlattılar. «Umarız ki, bu dileklerimizi kabul buyurursunuz,» diye çok yalvardılar. Şems, bu İsrarlar karşısında dayanamadı;
Sultan Ve-led, kendi binmiş olduğu rahvan atına Şems'i bindirdi, kendisi de neşe ve sevinç içinde Şems'in önünde piyade
olarak yola koyuldu. Uzun süren bir kara yolculuğundan sonra Konya'ya yakın Zencirli hanına geldikleri zaman babasını
müjdelemek için şehre bir derviş gönderdi. Mevlânâ, dervişin müjdesini işitince bütün elbise ve giysilerini çıkardı ve dervişe
bağışladı. Konya halkına haberler salarak Şems'in geldiğini, halktan emirlerden, bilginlerden, fakirlerden ve ahilerden onu
karşılamak isteyenlerin toplanmasını diledi. Kendisi de ata binerek bütün Konya ileri gelenleri ve ahalisiyle birlikte Şems'i
büyük bir sevgi ve saygı hâlesi içinde şehre getirdi.
Şems, bir gün, bu yolculukta Sultan Veled'in gösterdiği hizmet ve saygıdan dolayı çok duygulanmış, teşekkür
etmiştir. Bu ikinci gelişte, Mevlânâ'nın Şems'e karşı sevgi ve bağlılığı bir kat daha artmış; ona eskisinden daha çok saygı
göstermiştir. Yıllarca ayrı düştükten sonra tekrar vuslata ermiş iki âşık gibi birbirleriyle öylesine kaynaşmışlardır ki artık
ayrılmaz bir hale gelmişlerdir. Nasıl ki Mesnevî'de bu buluşmayı şu mısralarla anlatmaktadır:
Onun yüzünü görünce gül gibi açıldı, sevindi;
vuslatda ayrılık bağlarından kurtuldu, özgür oldu.
Ey canların etrafında döndüğü Hak ankası, dedi,
ok şükür ki o Kaf dağından tekrar geldin!
Ey aşkın, kıyamet meydanının İsrafili!
Ey aşkın aşkı, ey aşkın gönlünün istediği sevgili!
Ey tek güneş! Yüzbinlerce defa seni dinlemek
arzusiyle aklım başımdan gitmişti.
Sence bilinen benim kalp sözlerimi,
hep sağlam akçe gibi kabul eden sendin.
Şems'in rahat ve huzur içinde yaşayabilmesi için evlâtlık gibi evde yetiştirilmiş olan Kimya adındaki genç ve güzel kızı
da Şems'e nikâh etti. Ama bu sefer müritlerle bazı kıskançlar tekrar harekete geçtiler; dedikoduya, sövüp saymaya başladılar.
Eflâkî'nin anlattığına göre bu ikinci gelişte de tam altı ay yine Şems ile Mevlânâ medresedeki bir hücrede halvete çekildiler.
Güya ki insanlık gereği olan yemek içmek ve başkaca ihtiyaçlardan uzak bir bir yaşantı sürüyorlardı. Yanlarına yalnız Kuyumcu
Selâhaddin ile Sultan Veled'den başka hiç kimse giremiyordu. Öte tarafta Şems'i sevmeyenler, onu fırsat buldukça
küçümsemekten, hakaretler savurmaktan geri durmuyorlardı. Şems, bu saldırılara bir zaman katlandı, ses çıkarmadı ama
artık dayanılmaz bir hale gelince işi Sultan Veled'e anlattı ve gördüğü hakaretlerden hayli yakınarak, «Artık bu halkın kötü
davranışları yüzünden öyle bir yere gideceğim ki, hiç kimse izimi tozumu bulamayacak,» dedi. Bu müddet içinde ansızın
oradan kayboldu, ertesi gün Medresesindeki hücresinde dostunu ziyarete gelen Mevlânâ, odasını bomboş bulunca
dayanamadı. Bahar bulutları gibi yaş dökmeye başladı ve hemen Sultan Veled'in evine koştu. Yüksek sesle, «Kalk Bahaeddin
kalk! Ne uyuyorsun? Kalk da şeyhini aramaya çık! Çünkü canımız yine onun güzel kokusundan yoksun kaldı,» diye feryada
başladı. Bir müddet ondan, o hakikat güneşinden bir haber beklediler. Ama hiç bir yerden ses çıkmadı. Mevlânâ artık gece
gündüz onun ayrılığını terennüm eden şiirler ve gazeller söylüyor; öte yandan da onu yine Şam taraflarında aramak için
yolculuk hazırlıklarına girişiliyordu. Bazı dostları ve sevdikleriyle beraber Şam'a kadar giderek orada aylarca Şems' ten bir iz
ve haber almak için çırpındılar. Ne yazık ki, hiç bir sonuç elde etmeden eli boş gönlü kırık Konya'ya döndüler. Bu olay, 645
hicret yılı . içinde bir perşembe gününe rastlar. Sipehsâlâr Menakibi yazarı Feridun Ahmed diyor ki: «Bu sefer sırasında
Mevlânâ şu gazeli inşad buyurmuştur:
Biz Şam'ın âşığı başı dönmüş sevdalısı ve Şam delisiyiz. Şam sevgilisine can vermiş, gönül bağlamışız. Rum
Ülkesinden Şam tarafına, yârin yurdu olan Şam'a koşuyoruz; onun akşam karanlığı gibi siyah kâküllerinden Şam'da
tazeleniyoruz. Salihliye dağında bir mücevher madeni var ki, onu aramak için Şam denizinde boğulmuşuz. Eğer Tebriz'in Hak
güneşi Şemseddin oradaysa Şam'ın kulu kölesiyiz; hem de ne mutlu bir kul ve köleyiz.
Şems'in ortadan kaybolması olayı hâlâ bir esrar perdesi arkasında kalmıştır. Eflâkî'nin anlattığına göre güya Sultan
Ve-led şöyle demiştir: «Bir gece Şemseddin halvette Mevlânâ ile birlikte otururken bir adam dışarıdan Şems'i çağırır. Şems,
hemen yerinden fırlar ve Mevlânâ'ya, 'Beni öldürmek istiyorlar,' der. Bir süre durduktan sonra, 'İyi bilin ki madde ve mânâ
âlemi Allahındır,' diyerek dışarı çıkar. Kapı dışında pusu kurmuş olan yedi kişi bu fırsattan faydalanarak, hemen bir bıçak
saplarlar. Şems o sırada öyle bir nağra atar ki saldırganların hepsi kendinden geçmiş olarak yere serilirler. Kendilerine
geldikleri zaman da birkaç damla kandan başka hiç bir iz ve eser göremezler.»
Yukarıdaki hikâye ile Mevlânâ'nın Şam'a giderek Şems'i araması ve Sultan Veled'in Mesnevîleri'ndeki bilgiler arasında
büyük bir çelişki vardır. Eflâkî, eserini Mevlânâ'nın torunu Ulu Arif Çelebi zamanında yazmıştır. O zamana kadar halkın hayal
gücü ile yarattığı bu efsaneyi doğru sanarak kitabına geçirmiştir. Ama olayın bir de mantık yönü vardır. Konya'da göz önünde
geçen bu acı dramın Mevlânâ'dan aylarca gizlenmesi; onun, Şems'in peşinden diyar diyar dolaşması, Şam'da aylarca Şemsi
araması, biri birini tutmayan rivayetlerdendir.
Yine Efiâkî'nin anlattığına göre Şems'in kayıplara karış, masından sonra Mevlânâ hiç bir yerde karar kılmazmış; hep
Medresesinde dönüp dolaşır, şu anlamdaki rubaiyi söylermiş:
Senin aşkından her tarafta bir gece uyanıklığı var; gece oldu kâküllerin yine amber saçıyor. Gönlüm sükûnete
kavuşsun diye ezel nakkaşı her tarafa Tebriz? nakşını işliyor.
Şems'in Konya'dan ayrılışından sonra Mevlânâ'nın yazdığı şiir ve gazellerde, onun öldürülmüş olduğuna dair hiç bir
işaret yoktur. Olaydan kırk gün sonra Mevlânâ başındaki beyaz sarığı atıyor; duman renkli sarık sarıyor ve matem nişanesi
olan Yemen hırkası, Hint ferecîsi giyinerek ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti devam ettiriyor.
«Cevahir-ül Esrar» Şems Hakkında Ne Diyor?
Kâşanlı Hüseyin bin Hasan, Mesnevi Şerhi başlangıcında bize Şems hakkında şu tamamlayıcı bilgileri
vermektedir:
«Şeyh Şemseddin-i Tebrizî, ticaret maksadıyle bir çok şehirleri dolaştıktan ve bir çok gönül ehli erenleri ziyaretten
sonra, Dest tarafından Türkistan'a gitti. Yolda bir soyguncu sürüsünün saldırısına uğradı. Sonra Baba KemaLi Cendi'nin
tekkesine sığındı. Baba Kemal ona halvet ve çile geçirmek üzere bir hücre verdi. O sırada bir raslantı eseri olarak Lemeât
sahibi İbrahim Fahreddin Irakî (ölümü 688 H.)de, mürşidi Moltanlı Zekeriya'mn tavsiyesi ile Baba Kemal'in tekkesine
gelmişti. Baba Kemal, onu da çileye oturttu. İbrahim Fahreddin, her günkü doğuşlarını şiirlerle, gazellerle ifade ediyordu;
bunları besteleyerek şeyhine sunuyordu. Fakat Şemseddin duygularını onun gibi açıklayamıyordu. Bir gün, Şeyhi, «Oğlum
Şemseddin, sen de Fahreddin gibi çilede duyduğun ilâhî sırlardan birşeyler anlatamaz mısın?» dedi. Şemseddin, şu cevabı
verdi: «Ben, ondan daha çok müşâhade ve tecellilere şahit oluyorum. Ama o bu işte gerekli terimlere ve bilgilere âşinâ olduğu
için duygularını uygun sözler ve deyimlerle anlatabiliyor; bazı sırları açıkça terennüm edebiliyor. Fakat bende bu cihet
eksiktir.» Bu cevab üzerine Baba Kemal, «Allah sana öyle bir sohbet arkadaşı verecektir ki, o ilk ve son hakikatleri
senin adına dile getirecektir.»
Şu rivayete göre Lemeât sahibi ibrahim Fahreddin İrakî ile Şems'in, Kübrevîye kolunun kurucusu meşhur Necmeddini
Kübrâ'nın halifelerinden Cendli Baba Kemal'den feyz aldıkları anlaşılmaktadır. Tezkerelerin anlattıklarına göre ibrahim
Fahreddin, ilk zamanlarda Hindistan'a gitmiş, Mollan şehrinde yerleşmiş orada Şeyh Şahabeddîn Sühreverdî'nin müridi ve
daha sonra onun damadı olmuştur. Fakat son zamanlarda Hindistan'dan hacca gitmek maksadıyle ayrılmış; dönüşte Şam'da
bir müddet kaldıktan sonra Konya'ya gelerek Şeyh Sadreddin'le görüşmüş ama Konya'da iken Şeyh Şemseddin'le görüşmek
fırsatını bulamamıştır.
İranlı çağdaş yazarlardan Nimetullah Kadi'nin araştırmalarına göre Şemseddin henüz delikanlılık yaşlarında evini
barkını terk ederek Tebriz'den ayrılmış, bir tesadüfle Zencan halkından pîr Rükneddin-i Secasî'nin dergâhına gitmiş, onun
derviş ve müritleri arasına girmiştir. Orada yıllarca manevî sahada ilerledikten sonra Şeyh Fahreddin İrakî'nin ününü duymuş
onun şu anlamdaki gazelini işitince, Fahreddin'e karşı büyük bir ilgi göstermiştir:
Bardağa dolan ilk şarabı sakinin sarhoş gözlerinden ödünç aldılar.
Âlemin neresinde bir gönül derdi varsa,
onları bir araya topladılar adına aşk dediler.
Diyelim ki âşıklar kendi sırlarını açıkladılar.
Ama İraki'nin adını niçin kötüye çıkardılar?
Şems, bu gazeli gece gündüz dilinden düşürmez, bunu okumaktan pek hoşlanır, okudukça durmadan duygulanır, yaş
dökermiş. Şems'in yanıp yakılmasını, Şeyh Rükneddin görünce çok içlenmiş, müridinin alnından öperek, «Sevgili evlâdım, sen
artık dilediğin mertebeyi buldun,» demiş.
Yukardaki hikâyeyi Molla Cami, Fahreddin-i İrakî hakkında anlatır. Güya Şeyh Zekeriya Moltanî onu çileye sokar, on
gün sonra Fahreddin'e bir coşkunluk hali gelir ve o coşkunluk haliyle yukarıda anlattığımız gazeli yazarak yüksek sesle
okumaya başlar, hep ağlar gezer; Dergâhtaki dervişler bu hali tekke kurallarına, dervişlik geleneklerine aykırı görür, Şeyhe
şikâyet ederler. Şeyh, onlara şu cevabı verir: «Fahreddin'in yaptığı şeyler size yasaktır ama ona yasak değildir.»
Hikâyenin gerçek yönüne gelince Fahreddin İrakî'nin ilk gençlik ve dervişlik çağlarında, Şems oldukça ileri bir yaşta
idi. Büyük bir ihtimale göre Halep, Şam ve Anadolu taraflarında yaşıyordu. Öte yandan, Fahreddin de Hindistan'da yerleşmişti.
Onun şiirlerinin, o derece hudutlar ötesi bir şöhretle yaygınlaşarak Bağdat'ta Şeyh Rükneddin'in Dergâhına kadar ulaşması
biraz şüpheli olsa gerektir. Hele o zamanın koşullarına göre Şems'in bunları öğrenip gece gündüz sayıklaması yolundaki masal
ciddî sayılamaz.
Şemseddin'in Tarikat Bağlantısı
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri'nde, Şemseddin'in Mevlânâ Celâleddin'e intisap ettiğini, onun müridi olduğunu söyler ve
aşağıdaki tarikat zincirini şöyle sıralar:
«Hazreti Ali, Hasan-ı Basrî'yi; Hasan-ı Basrî, Habib-i Acemiyî; o, Davud-u Taî'yi; Davud, Maruf-u Kerhî'yi; Maruf, Serîi
Sakatî'yi; o, Cüneyd-i Bağdadî'yi; o, Şiblî'yl; o, Muhammed Zeccac'ı; o, Ebûbekr Nessacı; o, Ahmed Gazalî'yi; o, Ahmed
Hatibî'yi; o, Şemsül Eimme Serahsi'yi ve o, Sultan'ül-ulemâ Bahaeddin Veled'i; Bahaeddin Veled, Seyyid Burhaneddin
Tirmizî'yi; o da, Mevlânâ Celâleddin'i; o da, Şemseddin-i Tebrizî'yi; Tebrizî de, Sultan Veled'i irşad etmiştir. Oysa bütün
tezkere yazarlarının anlattıklarına ve Mevlânâ'nın Şems'i öven kaside, gazel ve şiirlerindeki açıklamalarına göre asıl Mevlânâ
Celâleddin'in, Şems-i Tebrizî'ye mürid olduğu neticesine varılmaktadır. Bu da, Eflâkî'nin sözleriyle çelişmektedir. Nasıl ki, onun
şu anlamdaki gazeli de, buna bir delildir:
Eğer bizim gecemiz gündüzümüz Şemseddin'in aşkı ile geçmeseydi, bize sebepler âleminin her türlü tuzağından
kurtulmak nasıl mümkün olurdu.
Onun aşkının parlaklığı bize kudret ve tahammül vermeseydi arzularımızın ateşi takatimizi mahvederdi.
Onun aşkının okşayışları, sevgisinin güzellikleri bizi kurtardı; bütün ıstırap ve belâlardan onun sayesinde uzak kaldık,.
Bu hakkın ne mutlu kimyasıdır ki, onun canındaki şefkat bize aynı zevk ve rahat olmuştur; bütün zorluklarda bize
yardımcı olmuştur.
Allahsal inayetler, yardımlar, o şahın hizmeti İçindir; ondan filizlendi o; edep kaynağından bize varlık verdi.
Onun lütfuyle sürahilerin dolandığı mecliste canımız ve gönlümüz, neşeden ağır başlı, hafif ruhlu olur.
Tebriz ülkesi taraflarında bir bengi su pınarı var ki, gönülleri hep o tarafa çeker; biz istemesek bile Hızır gibi bizi hep
o pınara çağırır.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Şemseddin, ilk çocukluk ve gençlik çağlarında önce Ebûbekr Sellebâf'a mürid
olmuştu. Eflâkî'nin yazdığına göre de, onun terbiyesi sayesinde velîlik mertebesine yükselmişti. Nasıl ki Konuşmalar'da da
şöyle demektedir: «O Şeyh Ebubekr'in sarhoşluğu, Allahdan idi. Fakat o sarhoşluktan sonra gelmesi gereken ayıklık onda
yoktu.»
Bu o demektir ki, Ebubekr'in manevî coşkunluğun verdiği ilâhî sarhoşluktan (sekir halinden) sonra tekrar sahiv yani
ayıklık haline dönmesi daha başka deyimle telvin yani kararsızlık mertebesinden temkin mertebesine geçip sükûn bulması
mümkün olmuyordu. Bu yüzden Şemseddin'i başka pîrlerin terbiyesine havale etmiş ve bu sebeptendir ki onu zamanenin
büyük mürşitlerinden Rükneddin Muhammed Secasî'nin Dergâhına tavsiye etmiştir. Bu Rükneddin, çağdaş pirlerden Kirmanlı
Evhaduddin ile Tebrizli Şeyh Şahabeddin Mahmud'un da üstadıdır. Bağdat'ta Rıbatı Derece denilen bir tekkesi vardı. Şemsin
Suriye, Şam ve Bağdat yolculukları sırasında bu Dergâhta bir zaman kaldığı ve gerekli olgunlaşma devresini burada yaptığı
sanılmaktadır. Rükneddin Secasî'nin ölüm tarihi kesin olarak bilinmemekteyse de, Şeddülizar müellifinin verdiği bilgiye göre
606 hicret yılında hayatta olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıdaki açıklamalara göre Şemseddin'in tarikat silsilesinin,
Rükneddin'den başlayarak geriye doğru Kutbeddin Ebu Reşid, Ahmed Bin Ebû Abdullah Ebherî, Ziyaeddin Ebunnecip Abdul
Kahir Sühreverdî'ye; ondan da, Ahmed Gazalî'ye; ondan. Tuşlu Ebûbekr Nessac'a; ondan, Ebul Kasım Bin Abdullah
Gürgânî'ye; ondan, Ebû Osman Sait Bin Selâmi Mağribî'ye; ondan, Ebû Ali Hasan Bin Ahmed Kâtib'e; ondan, Ebû Ali
Rubarî'ye; ondan, Ebul Kasım Cüneyd Bin Muhammed Nehâvendî'ye (Bağdadî); ondan, Serî.i Sakatî'ye; ondan Maruf-u
Kerhî'ye; ondan, İmam Musa Rıza'nın oğlu Ali'ye dayanmaktadır.
Üstad Ahmed Hoşnuvis şöyle diyor: «Merhum üstadım Füruzan Fer, Makamat-ı Evhadî adlı kitabının başlangıcında,
yukarıda adı geçen pîrlerden Kutbeddin Ahmed-i Ebherî'nin (500-577), Ebul Necip Abdulkadir Sühreverdî'nin halifesi olduğunu
kaydetmekte ise de, bu doğru değildir. Çünkü bütün tezkereciler, Kübreviye kolunun büyük mürşitlerinden Bitlisli Ammar bin
Yâsir'in, Sühreverdî'nin makamına geçmiş olduğunu kaydederler. Ammar'ın ölümü 582 yılında olduğuna göre bu cihet gerçeğe
daha yakındır. Nasıl ki, Şeyh kendi elyazısıyle nisbetini şöyle anlatır: Ben şeyhimiz Ammar biri Yâsir'in sohbetine eriştim; o,
Ebul Necip Sühreverdî'nin; o, şeyh Ebul Kasım Gürgânî'nin; o, Ebû Osman Mağribî'nin; o, Ebû Ali Kâtib' in; o, Ebû Ali
Rubârî'nin; o, Cüneyd-i Bağdadî'nin; o, SerîJ Sakatî'nin; o, Maruf-u Telhî'nin; o, Dâvud-u Taî'nin; o, Habib-i Acemî'nin; o,
Hasan Basrînin; o, Hazreti Ali bin Ebi Talib'in; o da Hazreti Muhammed'in (S.A.) sohbetinden feyz almıştır.» Evsafu'l -
mukarrebin adlı eserin müellifi Ağa Mirza Ah-med'in verdiği şu bilgi de önemlidir: «Mesnevî sahibi Mevlânâ Celâleddin
Rumi'nin tarikat bağlantısı, Şemseddin-i Tebrizî ara-cılığıyle, Baba Kemal Cendi'ye ondan da büyük mürşid Nec_ meddin
Kübrâ'ya ulaşır» Şu hale göre, Cevahirü'l Esrar sahibi Kemaleddin Hüseyin Harezmî'nin kaydettiği gibi, Mevlânâ Celâleddin
Rumî'nin tarikat nisbeti iki yoldan, meşhur Kübreviye şubesinin Altın Zincir (Silsiletü'z-zehep) diye anılan koluna bağlanmakta
ve şeyh Necmeddin-i Kübrâ'ya ulaşmaktadır. Birinci yoldan, Sultanü'l ulemâ aracılığı ile (çünkü o, Necmeddin-i Kübrâ'dan feyz
almış, onun himmet ve terbiyesiyle yüce manevî derecelere yükselmiştir) bu ilişki sağlanır. Necmeddin-i Kübra da yukarıda
adı geçen Bitlisli Amman Yâsir'in; o, Ebul Necip Sühreverdî'nin; o da, Şeyh Ahmed Gazalî'nin; o, Ebûbekr Nes-sac'ın; o da,
Şeyh Ebul Kasım Gürgânî'nin; o, Ebû Ali Kâtib'in; o, Ebû Ali Rubârî'nin; o, Ebû Osman Mağribî'nin; o, Cüneyd'in; o, Serî-i
Sakatî'nin; o, Maruf-u Kerhî'nin; o da, Risale-i Kuşeyriye'nin verdiği bilgiye göre İmam Ali bin Musa Rıza'nın yetiştirmesidir.
Mevlânâ, ikinci yoldan da, Şems-i Tebrizî aracılığı ile Baba Kemal Cendî'ye; ondan da, tekrar Şeyh Necmeddin-i
Kübrâ'ya bağlanmaktadır.