Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Makalat Şems-i Tebrizi Bölüm 18

Kunduz

MFC Üyesi
Konum
Dünya
  • Üyelik Tarihi
    5 Kas 2012
  • Mesajlar
    228
  • MFC Puanı
    1
Şiir:
Dostların ayrılığından ah çekmek, yarın vedalaşmasından figan yaraşır.
Bu iki mutsuzluğa uğramaktansa, ölüm bin kat daha hoştur.
Burada işi düzeltmek gerektir, iyi bir iş yaptın, cennette kendine açık bir makam hazırladın, kendi yerini de gördün, o
zaman geçti.
Bir dindarın önündeki bir akçe, başka birinin elindeki yüz bin dinardan daha iyidir. Dinsizi ateşin üstüne atar
cehenneme götürürler. Benim ipim uzun, geniş ve ince değilse bile herkes onu görebilir. Sen kimsin? diyordum ona. Önünde
bir pul değerinde helva var, dedim, heybetle bir baktım. Üstat ve kâmil bir insan idi, hiç aldırmadı, sen bilirsin, dedi. Beni
Allaha ısmarla, o günahları örtücüdür ve en güzel güven yeridir.
Bu Seyid'in sözüdür: Seyid Burhaneddin, Hakîm Senayî'nin hem müridi,hem de şeyhi oldu.Seyid derdi ki: Lokmayı
başının arkasından götüren kimse ola ki, sinirini koparır. Allah kuluna inayet ederse bir Hıristiyan çocuğunu bile onun yolunda
Müslüman eder. Bu söz bu güzelliği ile söylenmeye değer. Hem de söylemek gerektir ki, benim nazarım ona.değerse
Müslüman olur.
Kürklü hırka ile çarığı unutma! Onun arkasından gitmenin ne yeri var! Korku nerede kalır? Rastgele bir şey yeme ki,
sonunda eğer onu yemeseydim daha iyi olurdu, yahut keski hiç yemeseydim, demeyesin. önce kumaşı ölç, sonra kes,
işlerimizde daima iyi, güzel tedbirler alalım. Kur'an'da, "Uykunuzu size rahat sebebi, geceyi size örtü kıldık. Gündüzü de
geçiminizi sağlamak için ayırdık," (K. 78/9, 10) buyurulmuştur. Uykunuzu rahat, gecenizi örtü kıldım buyurulması ayıklık
haline işarettir. Gündüzü geçim zamanı kıldık buyurulması da, küçük balıkları yiyerek geçinen büyük balığın haline
şükretmesi gibidir. Denizde sular arasında bir aydınlık belirdi, gemiciden sordum, hiç bir ses çıkarmadı. Bir gün yine o
aydınlıkta gidiyorduk, başka bir parıltı daha belirdi. Ondan sonra gemici derhal secdeye kapandı. (M. 239) Bu şükran
secdesidir, dedi. Eğer söyleseydim ödün patlardı. Gözünün birini bir balığa, ötekini başka bir balığa dikmiş; eğer bir an gemide
uyusaydım öteki balığı göremeyecektim. Balık her zaman denizde şaşkın bir durumdadır. Ama deniz de o balığa şaşmaktadır.
Benim içimde o büyüklük ve genişlik nasıl olur? Bende ne var diye şaşmaktadır.
Elimde hafif bir ışık tutuyordum. Köpek havladı, onun heybetinden eve kaçtım. O evden başka bir eve sonra da
büyük bir tandır ocağının içine sığındım. Hey anneciğim, hey anneciğim! Silâhımı getir, dedim. Anne mızrağımı ve kılıcımı
getir; dışarı çık, mahallenin başında havlayan o köpeğe, hav hav, sensin, hav hav senin annen babandır de. Eğer yiğitsen
tandır başına gel! Mızrakla senin beynini patlatırım gel!
Yedi yüz yiğit kişilerdik. Yedi Tacik üstümüze saldırdı, biz çok sopa yedik, onlar da pek çok eşya götürdüler.
Parmağımı öyle bir sıktı ki, Yarabbi onu tut, onu onu! dedim. Mevlâna'yı değil, falanı değil, bunu değil, bu ayağı da değil. Onu
görmüyor mu? Sana şaka mı geliyor bunlar, yağmur gönderdi ki, yorganımızı başımıza çekelim de altına girelim. Benden bir
söz işitti. Bunu o söyledi, soğuk kaçtı. Başkaca hiç bir şey söyleyemedi. Niçin sıkıldın, dedim. Sustu, konuşamadı. Sonra
tekrar dili açıldı, yürüdü. O söylediğin şeyi anlatır mısın? dedi. Gördüğüm rüyayı içim boşansın diye tekrarlamamı mı istiyorsun
dedim. Ama gönlünü rüyadan boşaltırsan ne ile boşaltacaksın.
Şarapçının biri şarap satıyordu. Biri sordu: Yahu sen şarabı satıyorsun ama acaba karşılığında ne alacaksın? Camiden
geri kalan kimse lahavle mescidine gider, insan eğer lahavlenin ne demek olduğunu bilirse, yani kuvvet ve kudretin Allahda
olduğunu anlarsa onun Cuma namazı boşa gitmez. Meyhanede böyle bir lahavle çekmek, Kabe'de lâhavlesiz kalmaktan daha
hayırlıdır. Ama mescitteki lahavleyi ne bileyim.
Kadının biri bu sevdada idi; birkaç yankesici ağlaya sızlaya ona yanaştılar. Efendimiz dediler, şu hazine işini ancak
senin sayende başarabiliriz. Yoksa o değerli hazineden faydalanmaya bizim gücümüz yetmez. Onlar geç kalmışlardı. (M. 240)
Biri dedi ki: Efendimiz sarığını versin de kendilerine bir haber getireyim, öteki yankesici, o geç kalır, dedi. Siz şu katırı
kulunuza veriniz, ben şimdi onu ve arkadaşları çağırayım. Şu şartla ki, falanın başına ant içeceksiniz, bu meseleyi hiç kimseye
açmayacaksınız.
Sağırın biri değirmenden geliyordu, değirmene doğru giden birine rastladı, kendi kendine, bu adam benden herhalde
nereden geliyorsun, diye soracak dedi. Selâm vermeyi bile unuttu. Önce bu şekilde yanlış düşününce başından sonuna kadar
hep saçmaladı, önce nereden geliyorsun dediklerini sandığı için değirmenden geliyorum derim, diye düşündü. Ne kadar un
yaptın derlerse bir buçuk kile derim. Halbuki gerçekten adam ona diyordu ki, karının ardı uğursuz mu? Beline kadar işaret
ediyordu. Nihayet adam bu yolcunun sağır olduğunu görünce ilk sözü anlamadığını sezdi. Ondan sonra hatırına gelen her şeyi
söyledi, ama eğer doğru cevap verseydi ilk önce söylediği söz hoşa gitmezdi. Ama o sağırdı her şeyi anlayamazdı.
Kuran'da, "Çadırlar içinde öyle huriler var ki, onlara ne insan eli, ne de cin eli değmiştir." (K. 55/56) buyurulmuştur.
Bunun anlamı nadir? Hele o cennetler ki Allah âlemidir diye sordum. Ona göre kıyas et. Dedim ki: insanoğlu ve cin tayfası ona
erişememiştir. Yani bu içkiler bu âlemde de bizim elimize geçmez mi? Herkesin mertebesine göre zencefilden, çağlayandan,
kâfur ve temiz şaraptan payı var mı? "Sözlerini yerine getirenler; şerri ve korkunç manzarası aşikâr olan o günden korkanlar,"
anlamındaki âyet nedir? Bu herkes hakkında mıdır? Bazıları bunun Hazreti Ali hakkında olduğunu söylerler. Âyetin inmesi
sebebi kendiliğinden anlaşılıyor. Olaki bunlar da bir sebep söylesinler. Ama çok soğuk ve yersiz olur. Kendi düşünceleri ile
doğru yola gelsinler. Bu hırkamın kolunu öptü, onun o üç gecelik semâda bir çok günler sürecek olan işleri tamam oldu.
Dükkândan et getiren o Yahudi'nin yedi ceddi işadamı idi, ama o yine de Yahudi'dir, yine de Yahudi.
İbni Mesut'a (Allah ondan razı olsun) Hazreti Peygamber, Kur'an'ın sırlarından bazı şeyler açıklardı. Onun anlattığına
göre falan âyetin mânasını Peygamber arkadaşlarına açık söylerdi, ikinci mânasını da benim kulağıma fısıldardı: bunları size
anlatsaydım boynumu vururdunuz, dedi. Sahabeler o zaman o sözleri küfür sayar, söyleyenlerin boynunu uçurturlardı.
(M. 241) "Söyle ki, şüphesiz ben de sizin gibi insanın ancak bana vahi gelir. Şüphe yok ki ilâhımız tek bir ilâhtır." (K.
18/110) anlamındaki âyetin inmesi sebebi nedir?
Siz de bilirsiniz ki, Hazreti Ali (Allah ondan razı olsun) Aşura ayının onuncu gününe kadar Hazreti Peygamberin yaptığı
gibi dokuz gün et yemezdi. Hazreti Peygamber, Ali'nin yüzüne bakınca onu iyice zayıflamış gördü. Sen bana bakma, dedi, ben
sizden herhangi biriniz gibi değilim. Bunun üzerine âyet geldi: "Söyle ki, şüphesiz ben de sizin gibi insanım." Ama aradaki fark
şu kadarcık bir şeydir ki, o da bana vahiy gelir. Yani ben açık bir iş yaparım, ama hiç kimse bilmez. Onların aralarında
yaptığım o işten, görüyorsunuz ki, ağızlarından hiç bir haber çıkmaz. Meğerki ben istemiş olayım. Peygambere, benzerler ve
eşler niçin olsun; bu, onun benzeri olur mu hiç? Niçin bu da senin benzerin olsun. Nihayet gerektir ki herkes bir işle uğraşsın.
Ben de niyet ettim bundan daha iyi bir iş varsa din ve dünya kazancı için o işle meşgul olayım, elime geçeni burada
sarfedeyim.
Hakîm Senayı eceli geldiği sıralarda dilinin altından bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdiler ağzından şu sözler
dökülüyordu:
Şiir:
Söylediğim şeylerin hepsinden vazgeçtim, pişman oldum,
Çünkü sözde mâna, mânada söz kalmadı.
Çünkü sen Hazreti Allanın yolunda bir parmak yürürsen o sana bir karış yaklaşır, zahmetsiz ve minnetsiz yürürsün. O
misal yönündendir. Maksat, Allahnın kutsal sözündeki mânadır, yoksa parmak karış gibi ölçülerin ne yeri var? Göz kâğıda
bakar ve özellikle kendi yazdığı şeyi beğenmez. Beyaz kâğıt üzerine bakınca şaşıyorum. Yoksa ben seni sevenlerdenim. Onun
ne yeri var. Bana falan şehre git, diye emredersen, istersem giderim, istemezsem gitmem. O gayıp ve gizli âlemden papazlar
da haber verir. Onlar da hep birlikte söylemişlerdir ki, bütün yollardan ve gidişlerden, Hazreti Muhammed'in yolu en iyisidir.
insaflı olanlar insaf ederler. Çünkü onların görüşlerinde ve gidişlerinde Hazreti Muhammed'in (A.S.) yolu gibi aydınlık yoktur.
Kadına yaraşan en iyi iş, evinin bir köşesinde kendi iğini eğirmektir. Dervişe yaraşan da dervişlik ve sessizliktir.
Şiir:
İncir satanlar için en güzel şey nedir bilir misin?
İncir satmaktır, incir satmak kardeşim!
SAİDİ MÜSEYYEBİN HİKÂYESİ
(M. 242) Saidi Müseyyeb, Bağdat müderrislerindendi. Güzellikte, şirinlikte eşsiz bir kızcağızı vardı ki, ünü halifeye
kadar ulaşmıştı. Halife, bu güzeli nikahlamak için zulüm ve cefadan başka ne tertipler, ne tuzaklar kurdu, ama bir türlü elde
edemedi. Said'in bir de çömezi vardı. Talebe arasında en çekingen en alçakgönüllü idi. Medresede sıraların en gerisinde
otururdu. Bu çömezin bir de derviş tabiatlı annesi vardı. Bir gün büyük üstadın gözü bu çömeze ilişti. Ders meclisi
tenhalaşınca onu yavaşça yanına çağırdı. Hal hatır sorduktan sonra, güzel kızımı sana ereceğim, sonra da seni kendime vekil
seçeceğim, dedi. Çömez hocasının bu teklifini annesine anlattı. Annesi bu haberden çok ürktü, bundan bir uğursuzluk sezdi.
Bayağı divane oldu. Yavrum, dedi, bunu rüyada mı gördün? Acaba ne oldu sana, şimdi ne yapacağım ben? Param da yok ki
seni hekime götüreyim. Oğlan cevap vecdi: Anneciğim, bu ne düş, ne hayal, ne de sayıklamadır. Gerçekten böyle oldu. Ertesi
gün annesi daha fenalaştı; mahalle kadınları ile dertleşmeye başladı. Bu oğlan başımızı yiyecek, bari siz ona korku verin de bu
hayalden vazgeçsin. Bir daha böyle şeyler söylemesin. Eğer başkaları işitecek olsa, bu sözleri onun deliliğine yorar, hakkında
zır delidir diye tanıklık ederler.
Ertesi gün tekrar derse gittiği vakit üstat onu yine çağırttı, çok ilgi gösterdi. Bundan sonra zavallı bilgi âşığı çömez
artık gözlerini oğuşturarak kendi kendine söylenmeye başladı: Acaba bu bir hayal veya rüya mı? Nasıl ki annem ve komşu
kadınlar hep birden, sen çok düşünmeden ve akıl yormadan saçmalamaya başladın, kara sevda sana geldi diyorlar. Sonra
tekrar etrafına bakındı, her şey yerli yerinde; medrese, kendisi ve müderris hiç değişmemiş. Hayır, dedi, Allahya ant içerim ki
bu hayal değil, kara sevda ve delilik hiç değil. Tekrar evine gitti, olanı biteni annesine hikâye etti. Bu sefer annesi ve komşu
kadınlar yine oğlanın şiddetli kara sevda olması mümkündür, dediler. O kendi başını, hem de bizim başımızı yiyecek diye kara
bir düşünceye daldılar. Neticede delikanlı her ne anlattı ise bunlar hiç birine inanmadılar. En sonunda gerdek gecesi
yaklaşınca, delikanlı güzel elbiseler giyerek eve geldi. Annesine altınlar, gümüşler getirmişti. (M. 243) Anne hâlâ şüpheli idi,
henüz şüphesi geçmemişti ki, kızı gece evine getirdiler. Komşu kadınlar, anne şaşkın şaşkın bakışıyorlardı. Kızı yakından
tanıyan kadınlardan bir çoğu yanına gittiler. Onda öyle bir değişiklik gördüler ki, aman Yarabbi! dediler, bu nasıl olur? Kız,
onlara yüksek sesle şu cevabı verdi: Bunda şaşılacak ne var? O bilgi ve fazilet ehlidir, biz de öyleyiz, ama belki o bizden daha
üstündür. Çünkü biz dünya adamıyız, onun ise dünyada gözü yoktur. Şu halde bizden daha erdemli bizden daha şereflidir. Biz
de dünyayı terk etmeliyiz ki ancak onun gibi olalım, dedi.
Hoca Ahmed'in gözü bir dervişe ilişti, alnında bir işaret görüyordu. Baban senin için doğru bir iş yapmıyor, dedi.
Derviş, hayır, dedi, onun hiç bir şeyi yok. Ben sana bin dinar vereyim, al götür oğlumu da sana yoldaş edeyim, dedi. Derviş
evine gitti, bunu anlattı. Hoca keramet göstermişti. Çünkü Hoca Ahmed'in oğlu yoktu. Babası dedi ki: Olmaya ki ondan umut
kesesin. Onun altını da var, urbası da var. Ama zamanenin eli onu gizlemiştir. Ben ahvali biliyorum.
Allahu Ekber (Allah en ulu Allahdır), ne demektir? Yani en küçük Allah kim oluyor ki, onu himmeti ile kendine çeksin?
"Kuvvet galibindir" demeyesin! Bizim hikâyemiz onların söyledikleridir. Ey sultan kalk! Eğer gelirsen gidelim masrafı bana
olsun, yahut beni unutan zata uğrayalım. Ben neredeyim? Benden haberi yok. Eğer beni görürsen selâm söyle! Biliyorum,
ama yine hoşlanıyorum, bakalım ne olacak? Bunlar dervişlerin hoşlandığı şeyler. Dervişlerin kulları da benden hoşlanıyor..
Dünya ahiretin köprüsüdür, sözünü biz kendimiz söylüyoruz. Biri gerektir ki beni güldürsün. Bunu anladım, tekrar hazinenin
anahtarını eline verdim, ama sen önüne perde çekiyorsun. Hem kendin, kendi nefsine perde oluyorsun. Kendinden
karıştırdığın ve kendine perde ettiğin hayaller eksik değil. Bundan dolayı hayalleri dallandırıyorsun, başka hayallerle
karıştırıyorsun. Onların seni sevmemesinden sakın gam yeme! Onların senden uzaklaşmak istemesi tıpkı Yahudilerin,
arzularına göre hareket etmeyen islâm çocuklarından tiksinmelerine benzer. Senin, mescitten çıkarken Kur'an koltuğunda (M.
244) "Allahdan başka Allah yoktur" diye mırıldandığını, birtakım harfler sayıkladığını görüyorum. Bu da ne oluyor derler,
içinden sana bir ses geliyor mu? Mânada için dışından daha iyidir. Böyle bir hazineden kendi fikrinle uzaklaşmak gerekmez.
Kendi bedenlerine zulmedenler Allahnın has kullarıdırlar. Evet onlar azap çekerler, büyük aşk derdine düşmüşlerdir. Fakat bu
başkalarının işi değildir. Böylece onların adları anılır, acaba işin sonucu ne olur?
Yusuf Peygamberin küçük kardeşi Bünyamin'in adı hırsız diye çıksaydı ne olurdu? Derviş Bayezidî Bistami'nin türbesi
başfnda diyordu ki: Onun bir perdesi kalmıştı, o perde içinde dünyadan göçtü gitti.
Yanındaki altını her ne kadar inkâr etsen, ben bir şey değilim der, ondan daha yok mu? getir, der. Evvelce sende
ondan var idi getir. Yanında taşıdığın altını inkâr ediyorsun. O ben bir şey değilim dedi. Ondan, o yoktan getir! Önce ondan
sende vardı, ondan getir, dedi. Evet, dedi, var yokluğu ister mi? Ben de ağlıyorum, dedi, biri de olmalı ki beni güldürsün.
Şimdi sarhoş olacaksın ki ayılasın. Ah ve figan çocukların işidir, onlara yaraşır. Dedi ki: Yol senin gittiğin yoldur. Benim
gittiğim bu yolda her ne kadar bir yol arkadaşım var, ama o da buradan değil. Şimdi onlar neye yararlar? Dine yaramazlar,
dünyaya yaramazlar. Soğuk ve donuk şeyler, müsaade et de biraz gönlümü avutayım, senin yanında onlar gerektir. Yahut
onlara sen yaraşırsın!
Siz bizimsiniz, biz de sizin. Nereden bu söz? Allahya ant içerim ki, ne onlar bizimdir, ne de biz onlardanız. Onun da
sakalı var, benim de. İşte böyle şimdi ne yapalım; ona biri, Yarabbi! Sana ne dua edeyim; ey Allahm gönlümün dilediğini ver,
diye yalvarır. Benim gönlüm her şeyi istemez. Bir derviş dedi ki: Ben Ebu Abdullah Mustafa Aleyhisselâmdan şunu öğrendim
ki, Ebubekir onu bilmez, o belki, Hazreti Mustafa Aleyhisselâmdan öğrenmemiş ve haber vermemiştir. Benden bunu öğren ki,
yemeğin karşısında sabredesin, perhiz edesin ilk işin budur. Bu nedir zayıflık mıdır?
(M. 245) "Sultan, Allahnın gölgesidir" sözü Ebul Hasan Harrakanî'nin nazarında doğru değildir. Denize düşer ve
yüzmek bilmesen boğulurölürsün; başına su dökerler. Biri okunu uzağa atar, kerem sahibi olur. Kur'an'da, "Gördün mü,
Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?" (K. 25/47) anlamındaki âyeti hatırla da yüzünü arkana çevir, arkanda ne göreceksin? Hazreti
Ebubekir arkandan seslenecek: Ey şaşırmışların kılavuzu! Bir taraftan cevap gelir: Eğer Muhammed (S.A.) yaratılmasaydı o
kadar gölge kalacaktı ki, onun gölgesini arşa götüreceklerdi. Yani onunla savaşa girişen kimse divanedir. Nasıl savaşabilir?
Yedi başlı ejderha onun varlığının gölgesidir. Bu iftiradır, bunun başka mânası vardır. O öyle arıktır ki, göğsünün her tüyünden
ter damlaları boşanır. Keşke onun göğsünde tüy olaydım.sözü öğünme yönünden değildir. Biri bin istek ve yalvarma ile bir
parça rahat ister, Yarabbi işimi kolaylaştır, der. ötekini bırakmazlar ki dışarı çıksın; başına şarap dökerler. Biri ağlar, bir damla
yaş çıkaramaz gözünden. Ötekini bırakmazlar ki ırmaktan dışarı çıksın.
Bilmiyorum ki namazda ne okuyayım. Meğer, "Fatihasız namaz olmaz" emrine uyayım. Öteki bir hava tutturur, ilâhi
söyler, raks eder. Gördüm ki, bir sofra getiriyorlar, der. Eğer başkalarının evine götürüyorlarsa size ne?
Uyuyorsan ne bulursun? Yücelikler, çekilen emek nispetinde elde edilir. Yüksek makamlara ermek isteyenlerin
geceleri uyanık yatması gerektir. Yani dileği uğrunda uyumazlar. Keşke surette uyuyaydık. Sıcaklığı toprağa bu mertebede
verdi. Ne yüce kudret! Ben nefsim için ne gibi tasarrufta bulundularsa razıyım. Size tekrar söylüyorum, madem ki biliyorsun,
başka söze ne lüzum var?
Size gerekse teni de terk edeyim. Senin bulduğun dostlara taş bile takat getirmez. Çocuklar, "Rabbi Musa'ya
göründüğü vakit," (K. 7/139) anlamındaki âyeti okurlar. Halbuki, Allah bütün gün Musa ile beraberdi. Güneş böylece her
tarafa bakar, bir zerre kaybolmaz. Ondan bir feryat kopar, çünkü ateşten kaçmaz, bu takdirde o makam pervanenin
seyranıdır. Çulha çulhalığını unutmaz ancak o sanatı yapar. Sırmalı elbiseden ne anlar?
(M. 246) Üç kız bir arada oturmuş konuşuyorlardı: Herbiri babasının işinden söz etmişti. Biri diyordu ki: Babam
Sultanın katırına çul dokur, çulhadır o. Beni okşamasa ne minnet ayağımı bile öpse azdır. Bunların gördükleri ve konuştukları
ancak bu gibi şeylerdir. Hazreti Peygamberin, o yüceliği, ululuğu ve kudreti ile beraber bir odacığı bile yoktu. Halbuki ona iki
yüz değil, dört yüz oda yaraşırdı. İsa'ya inanan Hıristiyanlar, onu çok yoksul bir Allah elçisi bilirler. Feryada gücüm yetmiyor.
Çünkü bu ses neyden çıkar. Bugün Semender'in ateşe âşık olması hiç şaşılacak şey değildir. Her zaman her bir varlık bir şeye
âşıktır. Aşktan yüz mü çevireyim; kuvvetli dayanağın var. Hak yolunun^ulu önderi sizsiniz! Senet sizindir!
Bir zavallıyı Hazreti Muhammed'in (S. A.)yüce katına getirdiler; bu namaz kılmaz, dediler. Evet, dedi, adamcağız. Hiç
bir iş yapamıyorum; ancak Allahyı ve onun Peygamberini seviyorum. Nihayet onların dostluğu beni yolda koymaz. Falan, bana
nasıl inanır? Eğer Mevlâna Celâleddin desem, evet fena değildir, der. Hiç şüphe yok ki, temel onlardır. Ötekiler onların
sözlerini taklit ederler. Bir işimiz yoktur diyoruz, işte bir iş çıktı, ötekiler bunların sözlerini anlatırlar, bunlar da onlardan gelen
sözlere ses çıkarmazlarsa kapılar tekrar açılır. Eğer işitirse, işittiğini ya söyler de dinlemez, yahut dinler de söylemez.
Kalenderin biri sırmalı bir külah ve mintan giymiş gidiyordu. O mintanın içine de bir yamalı hırka saklamıştı. Dostlara
yetişeyim diye acele yürüyordu. Gittiği yerde ne bir, ne de yüzlerce yamalı hırkanın sözü olmaz. Şu saatte bilgin bir hatun kişi
diyordu ki: Biçare! Hacı rüyada gördün de Hac kafilesinin başbuğunu görmedin mi? ilk önce, ilk hamlede üç gün yol
yürütürler. Sonra bir çölün ucuna varılır. Münadiler, çığırtkanlar bağırırlar, herkes kendi başının çaresine baksın. Bu yolda
baba çocuklarına bakamaz, çocuk babasını göremez. Kıyamet peşin kopmuştur. Binlerce insanı oradan geri çevirirler. Çünkü
senin ilk konağın burası mıdır derler. Yirmi beş gün bu tertiple gitmek gerektir. (M. 247) Münadinin bu sözünden erkeklerin
erkekliği artar; o söyler ve en önde gider ve bir hikâye tutturur. Can ne oluyor? Mal ile oynayan kimse nefsinden daha iyi bir
şey mi gördü? Çünkü onun bir tüyünün değeri yüz bin altından daha üstündür. Akla ve akıl sahiplerine diyorum ki: Bırak o
delileri, mal yüzünden canlarını yele veriyorlar. Onlar nefisten daha değerli bir şey mi gördüler ki canlarını feda ettiler, sonra
candan kıymetli ne gördüler? Kuran'da, "Sizi korkudan, açlıktan veya can ve maldan, meyve ve mahsûllerden bir şeyin
eksikliği ile imtihan ederiz; bunlara sabredenleri müjdele," (Bakara sûresi, 156) buyurulmuştur. Bu da bir imtihandır. Müjdele,
bak ki, onların nazarları senin sabrına çevrilmiştir, halinden hoşnut musun diye. Çölleri aşmak başkadır, Haccın zevkine ermek
de başkadır. Namaza çağırmayı da gizli işaretle yapıyoruz. Akıl sahibine bir işaret yeter.
Kudret, aşağı inmek değildir. Kabe'nin kapısına kadar gitmeyelim, onu düşünmek bile gerekmez. Olmaya ki, düşünce
şaşkınlığı ile aşağı yuvarlanasm. Bu sana uyku getirir. Deveden düşersin. Haccı anmakla da meşgul olma! Çünkü başını
kaşımaya bile vaktin yok! Buna imkân bulamasın, meğer ki atların kolonları çekilirken baş kaşınmış olsun. O çocuk yolda kalır.
Gel demesine imkân kalmaz. Eğer o sözlerle meşgul olayım derse kervan gider. Ona söylerim ama tekrar unutur, bir titreme
bir sıtma başından ellerine kadar yayılır. Doğrudur, dedi. Önceden söylemek gerektir ki, doğrudur, doğrudur. Bunu sonradan
söylemek yalandır. Allah bilgini, henüz Allah âlemine erişmemiş ise dışarıdan ne söylersen söyle, ama içinden elini ağzına
kapa. Dil yarası acıklıdır, Allah her kemali anlar. Cebrail'in kan bahasını hikmet hazinesinden öder. Onlar, içtikleri zaman daha
çok ayılırlar, mey içerler mest olurlar. Bunlar akıllı, ayık sarhoşlardır. Ayaklarının altında öl. O oyuncakların her biri için bu ne
hoş, ne tuhaf oyuncaktır, diyordu. (M. 248) Perdenin arkasına git.
Ebu Said bir topluluğa rastladı. Tam yedi gün onların halinden hayrette kaldı, ikinci hafta, şaşkın ve kendinden
geçmiş bir halde arkalarına düştü. Ona dediler ki: Ne peşinden koşarsın? Hep ona bağlanmışsın? içlerinden biri onun için
yiyecek bir şey getirmelerini söyledi; hemen bir hüner gösterdi, çabucak yemek geldi. Ebu Said sonra padişahın huzuruna
kabul olundu. Ona dedi ki: Bir yer hazırlayın bu topluluğun yemek pişirmek cihetinden bir zorluğu yoktur. Hazır buldukları ile
ihtiyaçlarını giderirler. Tekke, lokma derdinden uzak olmayan tekke adamları için değil, ancak, böyle bir topluluk için
açılmalıdır.
Katır, deveye dedi ki: Nasıl oluyor da sen pek az önde odacığı bile yoktu. Halbuki ona iki yüz değil, dört yüz oda
yaraşırdı, isa'ya inanan Hıristiyanlar, onu çok yoksul bir Allah elçisi bilirler. Feryada gücüm yetmiyor. Çünkü bu ses neyden
çıkar. Bugün Semender'in ateşe âşık olması hiç şaşılacak şey değildir. Her zaman her bir varlık bir şeye âşıktır. Aşktan yüz mü
çevireyim; kuvvetli dayanağın var. Hak yolunun ulu önderi sizsiniz! Senet sizindir!
Bir zavallıyı Hazreti Muhammed'in (S. A.)yüce katına getirdiler; bu namaz kılmaz, dediler. Evet, dedi, adamcağız. Hiç
bir iş yapamıyorum; ancak Allahyı ve onun Peygamberini seviyorum. Nihayet onların dostluğu beni yolda koymaz. Falan, bana
nasıl inanır? Eğer Mevlâna Celâleddin desem, evet fena değildir, der. Hiç şüphe yok ki, temel onlardır. Ötekiler onların
sözlerini taklit ederler. Bir işimiz yoktur diyoruz, işte bir iş çıktı, ötekiler bunların sözlerini anlatırlar, bunlarda onlardan gelen
sözlere ses çıkarmazlarsa kapılar tekrar açılır. Eğer işitirse, işittiğini ya söyler de dinlemez, yahut dinler de söylemez.
Kalenderin biri sırmalı bir külah ve mintan giymiş gidiyordu. O mintanın içine de bir yamalı hırka saklamıştı. Dostlara
yetişeyim diye acele yürüyordu. Gittiği yerde ne bir, ne de yüzlerce yamalı hırkanın sözü olmaz. Şu saatte bilgin bir hatun kişi
diyordu ki: Biçare! Hacı rüyada gördün de Hac kafilesinin başbuğunu görmedin mi? ilk önce, ilk hamlede üç gün yol
yürütürler. Sonra bir çölün ucuna varılır. Münadiler, çığırtkanlar bağırırlar, herkes kendi başının çaresine baksın. Bu yolda
baba çocuklarına bakamaz, çocuk babasını göremez. Kıyamet peşin kopmuştur. Binlerce insanı oradan geri çevirirler. Çünkü
senin ilk konağın burası mıdır derler. Yirmi beş gün bu tertiple gitmek gerektir. (M. 247) Münadinin bu sözünden erkeklerin
erkekliği artar; o söyler ve en önde gider ve bir hikâye tutturur. Can ne oluyor? Mal ile oynayan kimse nefsinden daha iyi bir
şey mi gördü? Çünkü onun bir tüyünün değeri yüz bin altından daha üstündür. Akla ve akıl sahiplerine diyorum ki: Bırak o
delileri, mal yüzünden canlarını yele veriyorlar. Onlar nefisten daha değerli bir şey mi gördüler ki canlarını feda ettiler, sonra
candan kıymetli ne gördüler?
Kuran'da, "Sizi korkudan, açlıktan veya can ve maldan, meyve ve mahsûllerden bir şeyin eksikliği ile imtihan ederiz;
bunlara sabredenleri müjdele," (Bakara sûresi, 156) buyurulmuştur. Bu da bir imtihandır. Müjdele, bak ki, onların nazarları
senin sabrına çevrilmiştir, halinden hoşnut musun diye. Çölleri aşmak başkadır, Haccın zevkine ermek de başkadır. Namaza
çağırmayı da gizli işaretle yapıyoruz. Akıl sahibine bir işaret yeter.
Kudret, aşağı inmek değildir. Kabe'nin kapısına kadar gitmeyelim, onu düşünmek bile gerekmez. Olmaya ki, düşünce
şaşkınlığı ile aşağı yuvarlanasm. Bu sana uyku getirir. Deveden düşersin. Haccı anmakla da meşgul olma! Çünkü başını
kaşımaya bile vaktin yok! Buna imkân bulamasın, meğer ki atların kolonları çekilirken baş kaşınmış olsun. O çocuk yolda kalır.
Gel demesine imkân kalmaz. Eğer o sözlerle meşgul olayım derse kervan gider. Ona söylerim ama tekrar unutur, bir titreme
bir sıtma başından ellerine kadar yayılır. Doğrudur, dedi. Önceden söylemek gerektir ki, doğrudur, doğrudur. Bunu sonradan
söylemek yalandır. Allah bilgini, henüz Allah âlemine erişmemiş ise dışarıdan ne söylersen söyle, ama içinden elini ağzına
kapa. Dil yarası acıklıdır, Allah her kemali anlar. Cebrail'in kan bahasını hikmet hazinesinden öder. Onlar, içtikleri zaman daha
çok ayılırlar, mey içerler mest olurlar. Bunlar akıllı, ayık sarhoşlardır. Ayaklarının altında öl. O oyuncakların her biri için bu ne
hoş, ne tuhaf oyuncaktır, diyordu. (M. 248) Perdenin arkasına git.
Ebu Said bir topluluğa rastladı. Tam yedi gün onların halinden hayrette kaldı, ikinci hafta, şaşkın ve kendinden
geçmiş bir halde arkalarına düştü. Ona dediler ki: Ne peşinden koşarsın? Hep ona bağlanmışsın? içlerinden biri onun için
yiyecek bir şey getirmelerini söyledi; hemen bir hüner gösterdi, çabucak yemek geldi. Ebu Said sonra padişahın huzuruna
kabul olundu. Ona dedi ki: Bir yer hazırlayın bu topluluğun yemek pişirmek cihetinden bir zorluğu yoktur. Hazır buldukları ile
ihtiyaçlarını giderirler. Tekke, lokma derdinden uzak olmayan tekke adamları için değil, ancak, böyle bir topluluk için
açılmalıdır.
Katır, deveye dedi ki: Nasıl oluyor da sen pek az önde gidiyorsun, ben ise çok kere kervanın başındayım. Deve cevap
verdi: Birinci sebep şu ki, ben yüce himmetliyim, başım havadadır. Yüksek bir başım, aydın bir gözüm vardır. Yokuşun
başından bakınca sonuna kadar görebilirim. Anlarım, neresi düzlük, neresi yarı düzlük, neresi bozuk yoldur.
Bir kaç kişi vardır ki, Allah rüyada görünebilir derler. Bir çoğu da onun ne rüyada, ne de ayık iken görülemeyeceğini
söylerler. Bunlar taklitçilerdir. En çok gerçeği arayanlar en çok taklitçidirler.
Bir zümre vardır ki, gönül taklitçisidir; bir zümre safa taklitçisi, bir tayfa da Mustafa (S.A.) taklitçisidir. Bir zümre de
Allah taklitçisidir. Allahdan söz açarlar. Bir topluluk da hem onu taklit etmez, hem de ondan söz nakletmezler, ancak
kendiliklerinden konuşurlar. Kur'an' da, "Ey Resulüm söyle ki, eğer Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsaydı ve
onun bir katı da eklenseydi yine Rabbimin sözleri bitmezden önce deniz tükenirdi," (Kehf Sûresi, 110) buyuruyor. Rabbimin
sözleri diye söyleyen odur. Derler ki: O, yani Allahya işaret eden zamir, iki kısımdır. Biri doğrudan doğruya ona, yani Allahya,
öteki de onun hakikatine işarettir. Bir başkası da Allah kendisi için o zamirini kullanıyor ki bu onun için saygı ifadesidir;
böylece söz daha tatlı ve lâtif oluyor, dedi. Gaibi anmak, ondan uzaklaşmak, hazır olanı anmak da ürkmektir, derler. Zikreden
bir kimse, iki halin dışında değildir. Ya hazırdır, ya gaiptir. Gaip ise gıybet ediyor (arkadan konuşuyor), hazır ise vahşet,
ürkeklik gösteriyor, denilebilir. Onun yanında çok zikretmek, tıpkı sultanın yanında bulunan has kölesinin, sultan şöyle yaptı,
(M. 249) sultan böyle söyledi deyip durmasına benzer. Bu bir nevi küstahlık olur, hoşa gitmez. Gıybet ise büyük
günahlardandır.' Dört büyük günah, yani gıybet, bühtan, kan dökme, zulümdür. Karşı taraf hakkını bağışlamadıkça bu
günahları işleyen kimse azaptan kurtulamaz. Meğer ki sultan ona yardım etsin. Allah karpuz gönderdi. Şimdi bizim nasibimiz
armut değildir. Armut boğazda düğümlenir, halbuki karpuzun tadı hoştur.
Şah gitti, dediler. Divane oldum. Pabuçsuz dışarı fırladım. Müjde dediler, şimdi geri geliyor. Şah mı geliyor? dedim.
Evet dediler. Yeniden canlandım, kendime geldim. Ey Adem oğlu! Şimdi yanına geleyim, bir şey okuyayım ki, yolcuları da
umutsuzluğa uğratayım, dedim. Dışarı çıktım, öyle kendimden geçmiş bir halde idim ki, önüne koştum, neredeydin ki,
gelmedin? dedim. Acaba nasıl edeyim de yanına geleyim? Bir aptal sana erişemez mi? Ben bu nefsin elinden acizim, sana nasıl
yaklaşayım! Ona öyle şeyler söyledim ki, eğer o sırada yanımda olaydın, boynuma bir yumruk vurur beni harap ederdin. Öyle
bir yumruk vur ki, şu duvara vursan delerdi. Zavallı ben, kimbilir ne hale gelirdim! Eğer kuvvetli, semiz bir delikanlı da
olsaydı, o hal sırasında hiç bir şey yapamaz, ancak terbiye ile ayağıma kapanırdı.
Diyelim ki, benim de tanıdıklarım, kardeşlerim var, gideyim danışayım. Eğer git derlerse, işin içyüzüne bakarım. Beni
kurtarırlar mı, yoksa kurtaramazlar mı? Eğer onların hatırları benimle beraber ise, ben de bizzat oraya kadar gitmek yüzünden
helak olurum, ama nihayet kendi isteğimle o maksada eriştiğime bakmaz, bu işin sonunun neye varacağını sorarsam, beni
uğursuz bir kapıcının oğlu farzet.
Zavallı kapıcı, acaba ne olacak diye o kapıcıkta oturmuştur. Halbuki şimdi yürümek zamanıdır. Çünkü o taraftan, bu
varlığa doğru her an ayrılık var, diye sesleniyorlar. Her lâhza,, gel git, diyorlar. O taraf aynı renkte, aynı şekildedir. Hak âlemi
hoş bir âlemdir.
Biri dedi ki: Bize söz söyletmezler. O der ki: Allah arş üzerindedir. Bu der ki: o mekândan münezzehtir. Artık biz de
şaşırdık. Her nerede ki, yaşa! Ömrün uzun olsun, vaktin hoş geçsin! sözleri vardır, böyle konuşmayı ayıp sayarlar.
(M. 250) Bir zaman din bilgini idim; ayrıca, Safilerin fıkhı olan Tenbih adlı kitabı ve daha başka fıkıh kitaplarını da
okumuştum. Ama şimdi onlardan hiç biri hatırıma gelmiyor. Ancak böylece arkasından gidersem başını kaldırır, karşıma geçer.
Eğer bende masal dinleme arzusu yoksa, ah git der. Bari sen gel. dostlarla bir arada bulunmak gençlik çağlarından daha
tatlıdır.
Yemin, ant içme için Arapça'da üç harf vardır: Vav, B, T harfleri. Bazıları vallahi, billahi, tallahi derler, işin içyüzü
böyledir. Evet. Onun arı ve yüce benliği, o ulu Allahnın temiz zatı hakkı için o kimseler de, o medresede o ciheti öğrendiler.
Marifet öğrenelim, falan medreseye yerleşelim dediler. O devreleri iyi değerlerdirmek gerektir. Bu toplulukta hep bundan
bahsederler. Falan yeri tutalım, çabuk meşhur olalım derler. Bilgiyi, dünya lokması uğrunda niçin tahsiLetmeli?
Benim kim olduğumu, cevherimin ne olduğunu, niçin geldiğimi nereye gideceğimi, aslımın nereden olduğunu
öğretmeyen bir tahsil neye yarar? Eğer bu mânalar bir testide su gibi ise ben testisiz su arıyorum. Arap dilindeki mânalar,
Arap kılığına bürünmüştür, istiyorum ki, bunları iyi anlamak için sıkıntıya katlanayım. Maksat Arapça öğrenmekten başka bir
şey değildir.
Mısra:
Kâbeden, puthaneden maksadım sensin!
Benim puthaneden maksadım senin yanağının hayali ve cemalindir. Bu şiirin kelimeleri, istediğim o mânaları vermek
bakımından gönlüme yar değilse elbet de bar olacaktır. Şimdi nereye gidelim? Kendimizi nerede kurtaralım9 Bir ayranın içine
düşmüşüz. O nasıl ayrandır ki, ucu bucağı yok. Onu. çevreleyen bir kâse de yok. Ta ki ayrandan bir kenara çıkalım. Yahut bal
içindeyiz. Kanadımızı çırptıkça daha çok yapışıyoruz.
Ebu Necip'e (Sühreverdî) dediler ki: Madem ki sen Allahyı göremiyorsun, bu sana müyesser olmuyor, bari çileyi boz
da dışarı çık. Her tarafı dolaş. Ola ki o seni görür; onun nazarına uğrarsın da çetin işlerin kolaylaşır. Kör Bedreddin'in damadı,
Şahabeddin'in yanında sana başbuğluk erişmez diyordu.
Celâleddin'in vazında geçen bu söz çok doğrudur. Allahnın sözünü, onun dilini, onun kulu nasıl bilir? Allah kulu ol ki,
Allahnın dilini ve sözünü anlayabilesin. Allah olasın demiyorum sana! Küfür söz söylemiyorum.
Canlı varlıklar, cansız şeyler, felek boşluğunun güzelliği, bunlar hep insanlarda vardır, insanlarda olan hassalar ise
bunlarda yoktur.
Yüce âlem sensin, gerçek budur! Nasıl ki Allah, "Göklerim ve yerim beni kapsayamadı, ama imanlı bir kulumun
gönlüne sığdım," (Kutsal hadis) buyurmuştur. Ahmed'den Ahad'e kadar açık bir mimden fazla bir şey yoktur. Bu mim ise
mânanın perdesidir.
Mısra:
Sen aradan kalkan o mimi cihan farzet!
Adem oğlu ne kutludur! Yedi iklime, bütün varlıklara değer. Hele Adem oğullarından Muhammed ümmeti olanlara ne
mutlu! Muhammed'in gözü Muhammed değil mi? Muhammed'in gözü aydın ki, sen ona ümmet oldun. Ona ümmet olunca, Hak
Peygamber seninle iftihar eder, elini tutar. Musa'ya, isa'ya göstererek seninle öğünür; bu adam benim ümmetimdir, der.
Hazreti Resul, o geniş yenleri ile, Arş üzerinde ve Arş sakinlerine göstererek, bakınız, görünüz der. Bir aralık ansızın bir Sütun
gözüne erişir, sonra görünmez olur. Kayıplara karışır. Tertip ehli erenler, gitmeyi düşünürler ve o zamanı korurlar. Onun
etrafında toplanarak birlikte yürümek isterler.
Ben böyle birine selâm vermek isterim ki, kendisini uzaktan selamlayanlara karşı hem selâm alsın, hem de secde
etsin. Nihayet ondan ne çıkar ki ona umut bağlayacaksın, sana ne yapabilir? O bir kaç kişiye bak ki, senin gibi yirmi tanesini
beslemeye yetişir. Gerektir ki o selâm versin, gönülalçaklığı göstersin, senden hiç yüz çevirmesin. Ancak yakınlık yönünden
olsun. Şimdi hale ve işe bak ki, o, yarım selâm bile vermez.
Henüz çocukluk çağında idim. Erginlik yaşına varmamıştım. Bu aşk yüzünden otuz kırk gün hiç bir şey yemek
istemiyordum. Birisi yanımda yemek sözünü etse ben hemen elimi ve başımı geri çekerdim. Yemek zamanı geldiği vakit bana
lokma verseler kabul ederdim, alırdım ama yenimin içine saklardım» Bu aşk haliyle semada iken, o coşkun dost beni yakaladı.
Bir kuş yavrusu gibi beni dolaştırdı. Üç gün yemek yememiş bir delikanlı, eline geçirdiği bir ekmek parçasını nasıl kapar ve
çabucak parçalarsa ben de onun elinde öyle olmuştum. (M. 252) Beni dolaştırıyordu. İki gözüm iki kan çanağı gibi idi. Henüz
hamdır diye bir ses geldi. Onu kendi köşesine salıver ki, kendi kendine yansın dedi.
Bugün, ayıptır söylemesi, meyhaneden bir kötü kadını getirsen, o aşk ile pek çok kıvrak ve hareketli rakslar etse,
yedi gök ve yeryüzü ve bunların sakinleri raksa gelirler. Bunların gerçek raksa başladığı saatte, doğu tarafı mümin ve
Muhammedi olarak raksetmeye başlarsa, eğer Muhammed batıda olsa, o da sevinçle raksa başlar.
Devenin biri bir karınca ile yoldaş olmuştu. Bir su kenarına geldiler. Karıncacık hemen ayağını geri çekti. Deve sordu:
Ne oldu sana? Karınca cevap verdi: Su var. Deve ayağını suya soktu; gel gel, dedi, kolayca geçilir. Su diz kapaklarını
geçmiyor. Karınca, ama dadi, dizden dize fark var senin için diz boyu olan su, benim başımdan aşar.
Üstatsız kalırsam inancım başkalaşır. O sağlam imanım başka bir şey olur. Ruhuna binlerce rahmet olsun, işte benim
üstadım budur. Etrafında toplanırlar. Şüphe ne oluyor! Ben kendim için feryat etmiyorum sizin için ağlıyorum. Şimdi o ölünün
vasıflarını say ki, ona göre ağlayayım.
Bir sema âleminde idi. Çalanlar hoş sesli ve güzel yüzlü, sofiler temiz yürekli idi, ama gönülde hiç yer tutmuyordu
bunlar. Şeyh dedi ki: Pabuçlarınızı iyi yoklayın. Bir yabancının pabucu araya karışmış olmasın! Akıl, evin yolunu çıkarır, ama
evin içinde yol çıkmaz. Ona da akıl perdedir, gönül perdedir. Bu kadar hoşumuza giden perdeler de kiliselerde ve
puthanelerde bulunur.
Musa Aleyhisselâm, bir dervişin eline iki testi verdi; çabuk su getir, dedi.Sonra eline bir ekmek parçası verdi. İkinci
"gün derviş Musa'ya yalvararak: Ey Musa! dedi Allah, "Benim katımda söz değiştirilemez," ve sonra (kulunun dilinden),
"Yarabbi sen verdiğin sözden dönmezsin" (Ali Ümran, 194) buyurmuştur. Musa, dervişe, sana konuk geleceğim, dedi. Derviş
şaşırarak, Ey niyaz ehli olmayan ulu peygamber! Bu nasıl olur? dedi ve ilâve etti: Ey Musa çabuk hayrete düşme. Musa sordu:
Cüz ile cüzî ve kül ile külli arasında ne fark vardır. Derviş, evet, dedi. Musa tekrar sordu: Ne fark vardır, bu fark hangisidir?
Güldü ve hoştur, dedi.
Mısra:
Ey düğümler çözme yolunda ölen kahraman!
(M. 2^3) İnsan bir maksat için yaratıldı ki, nereden geldiğini, ve nereye gideceğini bilsin. İç ve dış duyguları da
bunun için verildi. Çünkü bu duygular, bu yolda gerekli araştırmayı yapabilmek için lüzumlu birer araçtır, ama başka bir işte
de kullanırlar. Hayatı neşeli olmayınca insan kendisini emniyette bulmaz, önünden sonundan haberi olmaz. İlim ile uğraşmak
dünya işlerinin en iyisidir. Zamane onu da götürür. O uzaklaşmaya yol açar. En iyi öğütçüler, son günlerinde şunu
söylemişlerdir: Dünyada elimizde kalan son nasip cefa ve günahtır. Bu bütün cihana karşı verilmiş bir öğüttür ki, o zaman
zorlanma zamanı değildir. Yahut sözü biraz açıklayarak derler ki: Ruhlarımız bedenlerimizden ürkmektedir. Çünkü dünyamızın
kazancı zahmet ve günahtır. Dünya cevap verdi ve dedi ki: Evet, burada güvenlik kazanılmaz, güvenlik yolu buradan çıkmaz.
Dedi ki: Sözü kendinden uzak söylemek, başkalarına öğüt vermek, kendi nefsini unutmaktır. Bunun ayrılıktan başka
ne faydası var?
Ama niçin gidip özür diliyorsun, nihayet gittiğime pişman oldum diyorsun?"Biz de öyleyiz senden ayrılıyoruz. Sonra
kendimizi terbiye bahsine gelelim. Burada sonunda pişman olacaksan daha önce olmalısın. Çünkü ben iddia etsem ve desem
ki: Bu birleşme sırasındaki bir avuç toprak yabancılarla bulunduğun zamandaki altından daha hoştur. Sen bu birleşmenin
değerini bilmezsin. Şüphesiz seni terbiye etmek gerektir. Bu birliği, sen kimin elinde görüyorsun. Bu üreme konusunda seninle
bütün hayvanlar ortaktır. Eğer senin sadece böyle bir çoğalıp üreme gücün varsa onlardan farkın yoktur.
Allah sevgisi gecikmez. İki defa doğmamış olan mahlûk, melekût üzerine çıkamaz. Dedi ki: Bunu şeyh söylemedi. Bu
gerçeklenmemiş, sözdür. Cevap verdim: Biz bize nakledilmiş olan sözden bahsettik. Gerçeklense de gerçeklenmese de, farkı
yoktur.
Melek, Allahsına dedi ki: Yarabbi! Beni bir şeyle görevli kılma; ben sana iki kat kulluk edeyim. Beni nefsimin hoşuna
gidecek şeyle teklif etme çünkü teklifte ürküntü vardır, ağırdır. Allah buyurdu ki: Sana pek az teklif yükletilmesi, senin için
teklifsiz olan milyonlarca ibadetten daha hayırlrdır. Dilencinin isteği üzerine vereceğin bir akçe, kendi arzunla verdiğin bin
akçeden hayırlıdır. (M. 254) Kuran'da, "Allahı ululuğuna yaraşır bir halde takdir etmediler'", (Enam Sûresi, 91) Kur'an'daki,
"Ferahlandılar," (Enam 44) sözü de dünya nimetlerine işarettir. Yine âyetteki ferahlanmadılar" sözünde de onları ebedî hayata
yaklaştıran milyonlarca hikmet vardır. Onlar bir dirhem bulurlarsa ferahlanırlar, sevinirler, şaşırırlar, nimet sayarlar ve yeri
öperler. Sıkıntıdan kurtulurlar. Gelin! Bizim işimiz hep doğrudur, bütün işlerimiz hattâ yiyip içmemiz bile aramızda danışma ile
olur. Yemekte bile aramızda ayrılık yoktur. Talip için dedi ki, nefsime taatten, kulluktan sorular sordum, cevap vermedi. Bize
vaat ettiler, fakat bizi unuttular. Matlup dedi ki: Kırmızı ve beyaz suyu nefsinden iste, yahut parçaları ve nesilleri ıslâh eden
Buhar'ı ara ki, kulluk ondadır. Çünkü o erkek bir asıldan doğmuştur. Nasıl ki Allah, "Sizin ve Benim düşmanımı dost tutmayın,"
(K. 60/1) buyurdu.
Yer sarsıntısı, öküzün bacağından olsaydı, bütün yeryüzünü titretirdi. Halbuki bir şehir alt üst olurken, öteki selâmette
kalır. Hakkın sözünü dinle. Kudret Allahnın elindedir. Kur'an'ın "Oku!" hitabındaki işaret bir ışıktır; kolaylıkla saçasın diye. Yani,
ey edepsiz çocuk ibret al ve ey kocamış kişi, çocukluk etme! Ey Hakkı arayan adam! Arama yolunun şartlarını bil! Kur'an'da,
"Yer sarsıldığı zaman," (Zilzal Sûresi, 1) buyuruldu. Eğer bir parça daha kımıldatsalar, bilir misin ne olur? Maddenin çirkinliği
hilâfına, gözle görünmeyen lâtif bir kudret olur. Bu güzel cevaptır. Acaba senin kaç evin var? Hiç çare yok ki, önce korku gelir,
sonra da zevk ve gönül hoşluğu başlar. Mademki böyle oluyor, bundan sonra her kim bu teklifin artmasından zevk alırsa,
teklif de fazlalaşır. Senin işini düzeltirler, ama bizimkini geri bırakırlar; onlar nasiplerini alırlar. Gönül için, Kâbedir, dediğinden
bahsediyorsun. Bundan sonra dedi ki:O ne acayip bir kimsedir ki insanın yüzüne karşı söylüyor. O, ben ondan batkın bir
haldeyim, diyor. Ben de diyorum ki: Madem ki sana böyle haber verdiler, bana niçin içerde söylemedin? O şeriat önderidir.
Gerektir ki, şeriat hükümleri tarafına kulak versin! Yoksa bilse ki taş gibi bir yüzü var, o nasıl Müslüman olur? O kimsenin ki
bir sırrı ve bir hakikati vardır, Allahyı takdis ederek böyle bir manayı nasıl inkâr eder? Şimdi o bize bu cefayı yaparken, mühlet
vermiyor ki, söz söyleyelim. (M. 255) Istırap, insanları iyiliğe nasıl istidatlı kılar? Eğer ıstırap olmasa, benlik ona perde olurdu.
Şimdi gerektir ki, dertsiz bir kimse daima böyle ıstırap çeksin, âfetlerden kurtulsun. Hazreti Muhammed, "Genişleten kimse,
genişlik bulur" buyurmuştur. Ona uymayan bir insan, münkir olmaz, kâfir olmaz da ne olur? Hıristiyan ve Yahudi olur. Burada
kuvvet olduğunu ne bilsin! Mevlâna buradadır, gel bir kenara çekelim, bunu görüşme yönünden çok arzu ediyorduk. Bir öğüt
yetişmez, ama öteki cihet ne oluyor. Bu da ruhun gıdası ve amelin sağlamlığı içindir.
Şimdi sofinin sözünü söylüyorum: ister salı günü işitmiş olalım, ister cuma günü. Her ikisi de olabilir. Bu Zehra ile o,
her ikisi düşmanlığa kalkışmışlar; bilmem ki maksatları nedir? Eğer söylemiş olsam işi açıkladığım için bütün cihan beni
sakalımdan asar. Şüphe yok ki aradan bin yıl da geçse bu söz ancak benim istediğim kimselere söylenebilir.
Bir kaç kimse Hazreti Peygambere(S. A.)vahi kâtibi yani ilâhi emirler yazıcısı oldular; bir kaç kişi de vahyin indiği yer,
yani onun muhatabı oldular.
Çalış ki her ikisi de sen olasın! Yani vahyin hem muhatabı, hem de kalbe gelen vahyin kâtibi olasın. Harfleri arasında
Elif ile Nün bulunmayan şeyin vasıflarını söyleyemem. Vav, Kaf veTe bulunmadığı zaman da böylece Eliften bir ışık belirir. Yere
düştüğün zaman niçin yoksun kalasın! Niçin onun tev'ili kendini buraya atmak olmasın? Ayette, "Ibrahimin makamına giren
güven bulur," (K. 3/197) buyurulmuştur. Lehaverli Şeyh Şeref, bunu inkâr etmişti. Bu bahiste benimle kavga etmişti. Güzellik
çağında iken gözünü öpeyim, dedim, bir şeftali vermedin! Ben, Lut Peygamberin o ahlâksız, cinsî sapık ümmetinden değilim
ki! O kıl, sanki onun gözünden dışarı fırlamıştır, diyeyim. Ben göremiyorum ne yapayım. Göz yerine gözyaşı ve ıstırap
görüyorum. Lut Peygambere o cihetten Lut derler ki, cinsî sapık değildi. Peygamber idi. Diyelim ki, söylediğimiz evliya sırları
yeterli değildi, şimdi nebilerinkine başlayalım. Biri dedi ki: Bir iğneci isa'nın yolunu kesmiş. Peygamberler için bu ne iftira!
Güya, yüzünü gördükçe iğreniyorum, demiş. Şimdi Allah sebep halketti de seni seviyorum! O iğrenme düşmanlıktan değildi.
Ancak bu, kalender ve malenderin birbirine karışmış olmasındandır. (M. 256) Tavîl, bana dedi ki: Ben çabuk sıyrıldım. Ona bu
gün Allah adamı böyle konuşur, dedim ve ilâve ettim: Ona bir tokat vursam elini namazdan çeker. Yenine vursam, yenini
namazdan indirir. Artık dışarı çıktın. O kadıncık, o kahpe, ben kendimi kör ve sağır ettim diyordu. Ne kör ve sağır ediyorsun,
ne oluyor? dedim. Sözü çevirince* de bana sövmeye başladı: Topaldır, tutarsam dışarı atarım dedi. Bir saat oturdum.
Bakayım topal mıyım, beni nasıl tutar da dışarı atar diye bekledim, ama gelmedi. Bu kancık tabiatlı insanın acaba kadınlarla
ne işi var dedim. Dedi ki: Ondan hiç kimse büyük suç işliyor diye şikâyet etmedi. Buyurdu ki: Bütün kâfirlerde ve Tatarlarda,
bir kimse halinden şikâyet ediyor mu', yoksa etmiyor mu diye sınamak âdeti vardır. Mümin için bunun ötesinde başka bir şey
olamaz. Çünkü bunların arasına düşmüştür. Onlarda o kadar düşünce yoktur ki, benim evimde bir sofra donatsınlar ve o
sofrada her şey, asılmış üzüm hevenkleri, su küpü ve her tarafta yüzlerce nimetler bulup yesinler. Bu tatlı baldır. Sana bir
hikâye anlatayım, demedim mi? Şimdi elinle sakalını yoluyorsun. Ben Mevlâna'dan vazgeçtim. Çünkü o aşk ile yanıp tutuşuyor
diyorsun. Bir kimseyi, hiç olmasa kırk gün evde tutmak gerektir ki orada bir hayal görsün. O ister adam oğlu olsun, ister
başka biri olsun. Bu işle Muhammed dininin ne ilgisi var? Marifet davası güden bu insanlar, hangi marifetten bahsediyorlar.
Onların zannına göre marifet saydıkları şeyde ya Hıristiyan, yahut Yahudi olurlar. Kâfir olan Nasranî, İsa zamanında yaşayan
ve ölen kimse değildir. Kâfir olan Yahudiler de, Musa Peygamber çağında ölenlerden başkalarıdır.
Uyku gelmediği vakitler en güzel bir vakittir. Ben konuşayım,yahut yaz diye önüne bıraktığım yazıyı uykun gelinceye
kadar yazasın! Nihayet ona diyorum ki: Benim dilediğim insan sen idin, başkalarından bana ne? Her ne söyledimse bundan
sonra kaleme vuracağım, ta Musul'a kadar bir yolculuk yapacağım. (M. 257) Oraları görmedim, Tebriz'e de gideceğim. Orada
falan minberde vaaz ediyordum, bu cemaati görüyor ve onların halvetinde bulunuyordum. Ondan sonra Bağdat'a, sonra
Şam'a gideceğim. Şimdi sen, para toplamak sevdasında değilsin. Ben gidersem de razı olmuyorsun. Ben iki yıldan daha az
kalmam geri dönerim. Çok çok iki yıldan eksik değil bu yolculuk. Bir kaç gün veya iki üç gün daha baş ağrılarımızı çekersin,
çünkü şairin dediği gibi:
Mısra:
Ömrümüzün defterinden bir yaprak kalmıştır.
Önce ona şaka yaptım: Niçin tahtayı okumuyorsun? Çocukça özür diledi. Onun elde edilmesi kolay değildir, bir adam
tutayım da onlara bakış görüş etsin, dedim. Ancak diyorsun ki, bizzat bunlar olmaksızın bizim işimizde çok tamahkârlık
gösteriyor; bu olmasa postumuzu yüzer. Şimdi tamah etmez ondan af dilersen her gün suçunu bağışlar. Cinsî sapığın
kardeşine ait hikâyede sözü geçen sıpayı satmak gerektir.
Öteki kardeşinin bir eşeği vardı. Daima ayağım ağrıyor, bu eşek benim her yükümü çeker diyordu. Görüyorsun ki,
aşikâr olan nifak o güvenden geliyor. Şimdi Emiri Dad'ın (Adliye emirinin) bu davetten maksadı, ben idim. O, bir sofuyu
gönderdi ve ona Şemseddin'i de çağır demedi. Ben geçen gün o ihtiyarı yolda gördüm. Sakalını öptüm. Duydum ki, seni
sevmişim, ancak bir saygı gösterme vardır ki, sevgimi açıklayamam. Olaki eksik bir şey yaparım da aramızdaki muhabbet
eksilir, diye düşünürüm. Ancak sizin düşünceniz içten ve dıştan öyle değildir, o dedi ki: Geçen sabah namazında gönlümden
geçti ki, Adliye Emirine bir öpücük vereyim. Öküzlerini al diyeyim, kendi yaslı yuvamıza gidelim. Ben her şeyden el çekmiş
gibiyim, benim huyumu bilenler zahirde ve batında üzüntü duymazlar. Herkes bir meyvenin başına gidiyor. Ben senin
duacınım, bana da ver diyor. Evet, dedi, ayağını ayağımın üzerine koymuşsun, tam denk geliyorsun. Eşek misin sen? Evet,
dedim, bir çok eşekler geldi geçti. Nihayet denk geliyorsun, ama beni de çamura atıyorsun. Ben eşit, denk geliyorum, ama
seni dükkâna atıyorum bu hep feragat yönündendir. (M. 258) Üzülme, dedim. Eğer çok yemek yersem rahat edemem, dün
gece o kadar yedim ki, teravih namazını kılarken ayağım ağrıdı, bir kısmını da oturarak kıldım.
Eğer bu satranç oyunu, onu oyalarsa yetişir. Yemekten içmekten başka bir işi olmayan kimse, ertesi günü daima
hamama gider, yıkanır, bir yıllık günahını giderir. Dedi ki: Öyle ise yarın ben de hamama gideyim. Bu acizi de birlikte götür,
dedim.
 
Üst Alt