Benim için sizinle birlikte bulunmak daha hoştur. Gerçi Tebriz'e gidersem orada bana mal, mülk, mevki ve yüce
makamlar verirler. Ama sizinle beraber kalmak bana onlardan daha hoş geliyor. Bana mal ve makam vaat edenler, sözümü
dinlemez ve anlayamaz-larsa bundan nasıl hoşlanabilirim? însan öyle kimselerden hoşlanır ki, sözünü dinler ve anlarlar. (M.
125) Şimdi dilekte bulunmak, Allah keremini aramak öylesine olmalıdır ki, Musa Aleyhisselâmın yaptığı gibi, şiddet ve harareti
dolayısiyle hiç bir engel araya girmesin. Nasıl ki Musa Peygamber sordu: «Cihanda benden âlim kim var?» Arkadaşı Yüş'a
cevap verdi. «Alemde senden daha' âlim bir kişi var,» dedi. Musa, bu cevaba kızmadı, ona darılmadı, «Bu ne sözdür!»
demedi. Ama sadece, «Ha ha, nasıl dedin?» diye bilgi istedi. Çünkü arıyordu.
Yüş'a da Peygamberdi ama hüküm sahibi değildi. O çağlarda hüküm yetkisi Musa Peygemberde idi. Bu sözü
kendimden söylüyorum. Benim de bir aradığım varsa, böyle yaparım, yapabilir miyim, diye dikkat ederim ki, araya bir engel
girmesin. Musa, arkadaşına, yıllarca ararım anlamına gelen Ev emzâ hukubâ demişti. Bu hukub, bir deyişe göre kırk yıl, başka
bir yoruma göre kırk bin yıl, daha başka bir deyişe göre de seksen yıl veya seksen bin yıldır.
Bu Musa hikâyesi, öylesine sıcak bir hikâyedir ki, ateşinden gökler tutuşur. Ama bunu soğuk soğuk anlatırlar. Musa
ile arkadaşı, iki denizin birleştiği yere geldiler. Burası bir deyişe göre Halep çevresinde Antakya yakınlarındadır. Yahut da bir
tepe üzerinde namaz kılıyordu. Başka bir anlatışa göre de bir kır ata binmiş olan Hızır, deniz üzerinde yürürken, uzaktan onu
gördüler.
Şimdi, Ulu Allah, Hızır'ı överken onun hakkında, «Kullarınızdan bir kuldur ki ona katımızdan rahmet verdik,»
buyurmuştur. Bu söz başka bir kul hakkında söylenmemiştir. Hele ona ayrıca, «Kendi katımızda ilim öğrettik,» buyurulması da
başka bir iltifattır. O ilim medresede öğretilmez, tekkede, okutma yolu ile, kitaptan öğrenilmediği gibi hiç bir Allah kulundan
da elde edilemez.
Şimdi, Yüş'a, Musa'ya dedi ki: «Ben, Hızır'ın işinin inceliğini bilirim. Onunla yoldaşlık yapmaya güç yetiremem.
Bundan dolayı beraber gelemem. Ama sen eğer ondan ayrıldıktan sonra, bir daha buluşmak üzere arkadaşlık yapmak
istiyorsan gidebilirsin.» Yüş'a geri döndü, Musa ile Hızır birlikte kaldılar. Birb'rle-riyle konuşmaya başladılar. Hızır, Musa'ya bir
şeyler sordu, «Bana uyacak mısın?» dedi. Musa, «Her ne bu-yurursan seni dinlerim,» diye cevap verdi. O Hakkı bulmuş olan,
onunla konuşmak şerefine eren yüce Peygamberdeki niyaz'ı gör ki Hızır ona, «Sana anlatacağım,» yani, «Seni
uyandıracağım,» dedi. Halbuki Musa halkı uyandıran ulu Peygamberdi. Hızır onu hakkın hakikatinden uyandırıyordu. Şimdi
hikâyenin alt tarafını anlatmak bana borç oldu. Ama başka bir vakit anlatacağım.
(M. 126) Mutlu insan o k;sidir ki, bir kula rastlayınca Hızır ve Musa olayını gönlünde saklayarak onu kendine önder
sayar.
Zorunlu hallerde, şeriatta fetva vardır. Hep perhiz yapan, bir şey yiyip içmeyen ölür. Çünkü o hal Müslümanlarda
görünmektedir. Bizim şehrimizde de böyle idi. Zahidlerden biri hastalanmıştı, ilâç içmesini tavsiye ettiler. Sofuluk gayretiyle
ilâcı içmedi ve öldü. Başka bir zahid, onu rüyasında görmüş ve şöyle anlatmıştı ki: Yüzünü kıbleden çevirmişti, uykuda son
derece bir şaşkınlıkla koştum, parmaklarımla mezarının toprağını kazdım. Aşağıya bakıyordum, biraz duman çıkmaya başladı.
(Korkudan) kaçtım. Adamcağız, «Sen daha ne gördün ki, o kadar kaçıyorsun?» diyordu. Bunun üzerine tekrar geri döndüm ve
yine baktım. Gördüm ki, zahid kapkara kesilmiş. Daha dikkatli baktım yüzü de, kıbleden dönmüştü.
Sultan bir defa ferman edince, hoşa gitse de, gitmese de öldürür. O kimse de, o fermanı yerine getirmekle Müslüman
olarak ölür. Bu şöyle olur: Mademki hastalık öldürücü bir sultandır, bu da şeriatta yazılıdır. Ama bu konuda Seyyid
Burhaneddinin düşüncesi başka idi. O ilâç almadan geri durmazdı. Bu da onun için gerekliydi. Çünkü çok çeşitli, ağır
hastalıklar geçirirdi. Hele varlığı halk arasında çok lüzumlu olan öyle bir zat için ilâç almak farz olur. Hastalıklardan dimağını
korumak, sağlam b'r kafa ile düşünebilmek ona gerekliydi. Ancak bunu Reşid yapmış olsaydı Mecusî ve kâfir olurdu. Onu
Yahudiler kabristanına gömmek vacip olurdu. Ben, bunu onun hakkında inkâr etmiyorum. Ancak bu, namaz kılmazdı. Mevlânâ
da onu biliyordu. Benim ile onun arasında fark nedir acaba? Biraz bana bundan bahset! Yüce Allahya ant olsun ki, namaz
kıldığım gün çok sevinçli olurum ve kendi kendime derim ki: Hazreti Peygamber dervişliğin sonunu şöyle bir nükte ile işaret
buyurmuştur: «Fakirlik, benim için övünülecek bir haldir.» Bu, belki o dervişe hoş gelmez, ona /sadece bu tavsiyeye
uymak uygun görülmez. Ama sadece namaz kılmak da yeterli değildir. Hatta namaz kılanlara dil uzatırlar; onlara acırlar bile.
Nihayet Reşid'in onu dışarı çıkarması sebebi bundan dolayı idi. Yine benim ondan uzaklaşmam o sebeptendi; bu yüzden
saçlarını yoldum.
(M. 127) Diyordum ki: Seyyid, zaman zaman bana söz atar ve derdi ki, «Bu namaz kılmak sana hiç engel olmuyor
mu?» Ben de ona şu cevabı verdim. «Sen zaman zaman o cariye ile birleşiyor musun?» «Evet, evet, ama o engel olmuyor,»
dedi. Bu Allah için bir iş; çirkin bir iş üstünde yüzünü yere koyuyorsun. Müride soruyorsun, seni yaratan Allah aşkına söyle.
Bundan daha güzel ve tatlı, yüz yüze sevişmekten daha hoş bir şey var mı? Mademki ona iman getiriyor-sun, o kız kardeşe ve
damada, «Siz kim oluyorsunuz da onu kadıya götüresiniz, ondan davacı olasınız?» de. «Onu alıp getiresin, bana
bağışlayasın,» dedim. «Ödünç vereyim,» dedi. Benimle birlikte ama ben bilmiyorum; eğer ayıp olmasaydı nerelerde olduğunu,
kimlerin önünde dolaştığını birer birer söylerdim. Suç delillerini de o bilir. Bize ikiyüzlülük yaparsa, biz de öyle ikiyüzlü yaşarız.
«Bismillah,» dedim, «Şunu dikiver, sana sevap olur.» Senin için kaç kere «Kulhuvallah» okurum. On kere okurum
yeter. Şimdi onun talihsizliğinden bana merhamet geliyor. Diyor ki: Bizim haddimiz değildir ki senin hizmetinde zahmete
katlanalım. Emir gelirse uymak aynı edeptir. Emirsiz gelmek, gitmek demektir. Emir almadan gelmek de, gitmek olur. Nasıl ki
emir-siz gitmek de, gelmek sayılır. Ancak içinde bir bulanıklık ve bozukluk var ki emri göremiyor O.
Ayaz'da o bozuk düşünce yoktu. Emri görünce, emrin tatlılığını da anlardı. Onlar ise o kadar aydın gönüllü değildirler.
Emri göremediler. Bir zaman Mevlânâ söz dinlemek isterse, bilirim ki, onun ve benim gönlümde konuşmak arzusu uyanmıştır.
Ama bir aralık Mevlânâ da bir incelik görürsem anlarım ve hikâye söylemeye başlarım. Başka söz konuşmam. Meğer
kalenderlik yapıyorsun, yani konuklar gitmiyorlar ben gidiyorum derim, kendi kendime. Senden cüppe istedim. Buna verilecek
cevap erken ve çok çabuk olmak gerekirdi. Nasıl ki, biri, «Sana vasiyet etmek istiyorum, başıma şeftali dikilsin, ama çarçabuk
söyleme» demiş. Bundan dolayı, «Dostun vefası mal bağışlamakla belli olur,» derler. Gerektir ki, o sırrı, ölümden sonra o da
söylesin. Diyelim ki, birinin bir rahatsızlığı vardır, tlâcı da bu şaraptır. Bu ona hiç yasak değildir. (M. 128) Ancak sizin için
haramdır. Ama bu adam ölecektir, yahut peşinde sürüklenen bir derdi vardır, kadınlarla çok çok sohbet etmesi gerektir. Ama
bu söyle-nememiştir. Eğer dostları onun ölümünden sonra kendisine rahmet okuyacak olurlarsa bu onun için lanet olur,
rahmet olmaz. Bu da onun dostlarına ait olur.
Bize gerekli olan, kâh kılınan, kâh bir özür veya dalgınlık yüzünden erişilemeyen o zahir namazını bir tarafa
bırakmaktır. Çok ayık ve aklı başında olan insan da onu yapar. Bazen namaz kıldığını da söylemez; zaman olur ki, devamlı
namaz halinde olduğunu da söyler. Erkekse, kadını boşayacağına yemin eder; kadınsa, elli defa Kuraıı'a el basarak yemin
eder; doğru sözlü olur. Çünkü namazın zahirî ve bâtınî olanı vardır. Bâtının zahiri olduğu gibi.
Bâtın namazı, kalp huzurudur. Bu halde doğru yemin etmiştir o insan. Hele mal dağıtmak, sadaka vermek hususunda
hiç kimseye söylemeden, hatırından bile geçirmeden, ben hayırlı bir iş yaptım diye düşünmeden iyilik yapan kimse, doğru
yoldadır. O kimse, eğer onlardan ise, başkalarına sadaka verirken öyle zannedersin ki kendisine sadaka veriliyor. Bunda
sadaka verenin bile farkında olmadığı bir kibir gizlidir. Ama elbette makbuldür bu. Ey Zehra! Allah rızası için mevcut olan bir
şeyi doğru söyleyeyim. Bana sordu: «Ben kimim?» «Sen, konuşan adamsın,» dedim. Onun için bir yer düzelttik, niçin gitmez?
Bu o çocuk için nü ölüyor? Dedim ki: Peygamberler de İkiyüzlülük yaparlar. Ben onların özürlerini biliyorum. Ancak Allah,
bunu bana daha açık göstermek istedi. Şimdi mutsuz ise yapsın eğer mutlu olaydı asla beni kadıya götürmezdi. Şimdi
mademki bahtsızdır, her ne yaparsa daha iyi olur. Dost yüzlü, hatta sarı benizli görünür. Bugün, o burada başka türlü
yaşayamaz. İçiniz ondan incindi ise kız kardeşlerine gider; ona izin verirsiniz.
Bu gönül asla yalan söylemedi. Ben tekrar gönlümü gerçeklemem; bu hal de beni yaralamaz. Gönül hoştur; biraz
güzellik gönül için güvendir. Erkek kişiye asla, ruh sahibi, yahut akıllı demezler. Ancak, gönül sahibi, derler. Bana bir tiksinti
gelip de zarar vermesin diye gelmeme razı olmuyordu. (M. 129) Ama gönlümün isteğine uymadım. Benim yârim benim gibi
olaydı, hiç gam çeker miydim? Hele çok uyanık ve akıllı olsaydı benim için bir şahlık ve devlet sayılırdı. Hatta yüz bin yara ve
mızrak darbesi alsaydım bile, yine gam yemezdim, acı duymazdım.
Şimdi, niçin önce güler yüzle gelmedin? İlk geldiğimiz gün, niçin ayrı düştük? Burada biz konuşurken her biri bizimle
dopdolu idi. Her biri saf altından söz açar, en güzel cevherler saçarlardı. Bununla beraber hepsi de güzel huylu idiler.
Bugün söylediğim sözlerin anlamı, şu nükteyi hatırlatır: Hazreti Ali, her ne kadar böyle bir nükteden söz açmadı ama,
Hazreti Peygamber Aleyhisselâm, «Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır,» buyurdu. Onu övdü. Başıyle işaret buyurarak
dedi ki: «Bu dışarı çıkan bir sestir diyorlar. Eğer bugün onu gördümse şimdi, Şems kalmıştır. Onu da göreyim,» dedi. Dedim
ki: «Mevlânâ'yı Allah erleri bile göremezler, sen nasıl görebilirsin? Şimdi ben ona sövdüm sen de söv bakayım.» «O melun
köpek! Köpekler onu yalasın!» diye o da küfürü bastırdı. Onun Şeyhi bir gün başı ile işaret ederek beni çağırdı, «Tanıklık
edeceksin,» dedi. Ona baş işaretiyle, ne söylediğini anlayamadım, dedim; cevap verdi: «Kâfirler Kilisede başlarıyla şöyle şöyle
yaparlar. Elleri ile başlan ile işaret ederek konuşurlar. Sen de tanıklık edeceksin, gel!» Ama ben bu tanıklığı yapmaya yetkili
değilim. Çünkü derler ki: Şahit o kimsedir ki, yol ortasında durmaz. Yine başka biri yol ortasında ona der ki: «Bırak onu, sen
onunla konuşamazsın.» Görüyorsun ki, önce o baş işareti sana neler söyledi.
«Kadına şeyhlik gerekmez,» dedim. «Evet, soğuk düşer,» dedi. «Ama bu soğuk düşer sözünün manası anlaşılamadı,»
dedim. Yani bu o demektir ki, bu iş kadına da yaraşır ama erkeğe daha hoş gelir. Halbuki bu iş, kadına asla gerekmez. İster
soğuk düşsün, ister sıcak. Eğer Hazreti Fatma ile Ayşe şeyhlik yapsalardı, ben Hazreti Peygambere olan inancımı değiştirirdim.
Ancak onlar şeyhlik yapmadılar.
Eğer Ulu Allah, bir kadına mutluluk kapısını açmak dilerse, onu sükûtî ve kapalı kılar. Kadına, yalnız kendi işini
görmek, kendi ipliğini eğirmek yaraşır. (M. 130) Ben de kendi şehrimden ayrıldığım günden beri şeyh görmedim. Eğer
yaparsa şehliğe Mevlânâ yaraşır. Ancak hırka vermez, biri gelir de zorla, «Bize bir hırka ver» diye direnir, «sakalımızı kestir,»
der. aşılırsa o zaman o da verir. Şimdi bu suretle hırka vermek başka, bir de Mevlânâ'nın, «Gelin bana mü-rid olun,» demesi
başkadır.
Şeyh Ebubekr'in (Sellebâf) de hırka vermek âdeti yoktu. Onun kendi şeyhini de göremedim ki, onda var mı yok mu
anlayayım. Ancak ben de, bu istekle Tebriz'den çıktım ama bulamadım. Gerçi âlem boş değil, belki bir şeyh vardır. Hatta
derler ki, filân şeyh hırka verdiği müridinin haberi olmadan ona hırka bağışladı; mal, mülk verdi ve öldü. Ben şeyhimi
görmedim, ancak şu kadar öğrendim ki, kendisinden bir söz nakledene gücenirmiş. En çok incindiği kimseler, kendisinden söz
nakledenlermiş. Böyle bir kimseyi de görmedim ki, o makamda olsun da kendisinde bu sıfat bulunsun. Sonra şeyhin kendisi
için yüz bin yıllık yol olan bir kimseye de rastlayamadım. Ancak Mevlânâ' yi bu sıfatta buldum. Şimdi Halep'ten tekrar
dönücümde de, o yine bu sıfatta idi.
Bana deselerdi ki: «Baban seni çok özlemiş, mezarından kalkmış Telbaşir köyüne bir adımlık yerde seni görmek için
bekliyor. Seni görüp tekrar mezarına dönecek. Gel! Artık babanı görmeye gel!» «Hayır, olsun! Ne yapayım,» derdim.
Halep'ten bir adım bile dışarı çıkmazdım. Ben ancak Mevlânâ için geldim.
Kera Hatun dedi ki: «Dün gece rüyada gördüm ki, edep dışı uyumuşum; ayağımı size doğru uzatmışım.» «O geçti,»
dedim. «Şimdi de kulağım ağrıyor, ayağını uzat da üzerine koyayım,» dedi. «Vazgeç,» dedim. «Bir şeyler getirin de yiyeyim.»
«Hayır, ayağım getir, kulağıma koy ve kulağıma tukur ki, ağrısı dinsin,» dedi. Daha sonra, «Bu hırka Şems'indir> dedi. Ben
de, «Eğer benim olaydı yanımda bulunurdu,» dedim. «Onu bana ver.» «Mevlânâ gelsin ele versin,» dedi. Şimdi senin bana
olan inancın bu mu idi? Bununla beraber onda bir mertlik var; çanak, ekmek ve gönül var. O nerede, şüphecilik nerede?
Ondan yüz bin fersah uzak. Ancak onun içinde bir duygu var ki, bunların kaynağı hep o.
Görüyorsun ki, Mevlânâ bugüne kadar onunla çok uğraştı. Hele ne gerek vardı ki, bu hırkayı vermek için Mevlânâ'nın
gelmesini beklesin? Perir, Bahaeddin nasıl ki o gün, bir aralık söz arasında benim sana yaptığım gibi, «On altın verilsin,»
demişti. (M. 131) Onda bir zorlama yoktu. Zaten o kimse ki zorlama ile iş görür, köpekler kurtulur da o kurtulamaz. Eshab-ı
Kehf'in (Mağara arkadaşları) köpeği arşa çıkacaktır bu yüzden. Bundan şüphe edilemez. Bu sözü iyi dinle de bırak başka
sözleri. Nihayet beş altın çıkardı, ağlayarak, «Bunu kabul et!» diye yalvardı. Kera geldi. Gizledim cehenneme gitmesin diye.
Benim için ne gam? Âlemde hem dünya hem ahiret, hem de Hak adamı vardır. Nasıl ki Şiblî ahiret adamı, Mevlânâ da Hak
adamıdır.
Dün gece yine dostları arıyordum. Her birini ayrı ayrı göz önüne getirdim. Her birinin inancına, dileğine, anlayışına bir
başkalık gelmiş. Bu niçin böyle oluyor, dedim ve hallerine acıdım. O bizimdir, böyledir; sen de bu gönül hoşluğu ile kal ki,
bizim olasın, derim. O selâmı onun için verdim. Ben selâm verdiklerime hep böyle yaparım. Önce onun işini yoluna koyar,
sonra hal hatır sorarım. Belki bin defa söyledim. Her kimi seversek ona cefa ediyoruz. Ama azıcık düşkünlüğünü görünce de,
yüz bin ödül veriyoruz. Ötekilerini de, dağlarda tutmuyoruz ya. Her kimin başını sahraya çevirdilerse bu, yabancılıktan ve
bilgisizliktendir. Ona saygı gösterelim. Hizmetinde bulunalım. Çünkü bize yabancı kalmış, uzaklaşmıştır. Görmüyor musun ki,
senin eski pabuçlarını bile taşıyacak değeri olmayan birine saygı göstermekte, onu yüksek görmekte ne kadar ileri gidiyoruz!
Kaç kaç kere onun kötü hallerine göz yummuşuzdur. Düşünmüyor musun ki, nebilerin, velîlerin başlarına gelen belâlar da o
yüzdendi. Çünkü onlar Allahın has kulları idiler. Dün... gönül alçaklığı gösterdi. Birinin böyle aşağıdan alması, benim hoşuma
gider. Çünkü onun hali bütün dostlar, düşmanlar, müminler ve kâfirler için rahmetin son derecesidir. Allahdan bunu dilerim ki,
onlara doğru yolu göstersin.
Gönlüm o köpeğin (nefs'in) yüzünden bir aydınlığa eremedi. Hep onu şöyle idare et, böyle yaşat ki, kimse vurup
inciltmesin kaygısı ile oyalandım.
Çok ayrı düştük, biz evde bile dağılmış bir haldeyiz! Biri o tarafa o kâsenin başına gider. Öteki bu sofranın başına
koşar. Gariptir, bu hikâye ve bütün bunlar onun hatırına gelse bile yalnız bizim kendisini görmek hususundaki arzumuzu
hatırlamaz. (M. 132) Ona ne diyelim ki, kendisine bu kadar saygı beslediğimiz halde hâlâ bizden uzak durmakta, yabancılık
göstermektedir. Bu hikâye uzundur.
Allahya yalvardım: Yarabbi! Beni kendi velilerinle tanıştır, onlar ile yoldaş et! dedim. Rüyamda seni bir velî ile yoldaş
edeceğiz dediler. Sordum: O velî nerededir? Ertesi gece bu velinin, Rum diyarında (Anadolu'da) olduğunu söylediler. Bir
zaman sonra tekrar gördüğüm rüyada, «Henüz vakti gelmemiştir. Her işin bir zamanı vardır,» dediler.
Benim bir âdetim vardır. Yanıma gelenlere sorarım: «Efendi! Konuşacak mısın yoksa dinleyecek misin?»
«Konuşacağım,» derse, üç gün üç gece arka arkaya dinleyebilirim. Meğer ki o kaçsın da ben kurtulayım. Eğer, «Ben
dinleyeceğim,» derse, ben de, «O halde biribirimizle uyuşuruz,» derim. Ben söze başlarım, o da laf arasında konuşur.
Sofiye sormuşlar: «Peşin bir tokat mı istersin, yoksa veresiye para mı?» «Vur da geç!» demiş. Bu bir nimettir.
«Geç!» derken acıdan korkuyor, nimetin elden gitmesine acıyor. Mevlânâ diyor ki: Filân, dün gece raks ediyordu. Gerçi başka
zamanlarda bir nevi edep dışı hareket olması bakımından bu hali hoşuma gitmezdi. Fakat dün gece bunun neden ileri geldiğini
bildiğim için pek hoşlandım rahatlaştım.
Ben de, duaya bel bağladım. Ağır davranırsın, ağır davranırlar. Acele edersin, acele ederler. Sen bu Meryem'i
sevmiyor musun? Bu yavrunun güzelliğini görmüyor musun, ona âşık olmuyor musun?
Derse başlayan bir çocuk vardır; öteki arkadaşlarını da kendisiyle birlikte ders okumaya, Kuran öğrenmeye teşvik
eder. Bir başka çocuk da bunun ta-mamiyle aksidir. Kitaptan, dersten kaçar. Ama kendi kendine, «Ben ne bahtsızım, benim
yaşımdaki bütün çocuklar mektebe başlamış!» diye gizlice ağlar. Bu çocukta ümit vardır. Ama üçüncü bir çocuk daha var ki
başka arkadaşlarını da kendisi ile birlikte okuldan kaçırır, îşte onda hiç ümit yoktur. Bu çocukların ikisi de kararsız, dönek
tabiatlıdırlar. Biri kaçar kendini kurtarır. Ama öteki orada oturur kararsızlığı bir hamlede parçalar. Bir kere bu çocuk ötek'ne
erişemez. Nerede kaldı ki, onu geçebilsin.
(M. 133) Henüz pekmez satıyorsun, sarf etmiyorsun. Başka bir yerde Hakka ödünç vermek bahsini tefsir etmiştim.
Fakat o iyiliksever kişinin gözü bu cihette değildi. Bak bunu nasıl tevil etti: Kendimden ödünç verdiğim şey daima gönlümden
çıkmaz, niçin onu düşüneyim, niçin hatırlayayım? Böyle adama Allahnın verdiği gıda ile oruç tutmak haramdır. Bu, o demektir
ki, bu ağzı mazeretle açasın, öteki oruçtan tutmuş olasın. Çünkü o oruç, bağlı bir ağızla tutulmuş olur. Bu orucu açtığın zaman
öteki oruç da tutulmuş sayılır.
Semerkant, ne kadar hoş yerdir! Bu âlemde olmayan hoş bir âlem o taraftadır. Dünyanın hoşluğu o cihettedir.
Mevlânâ buyuruyor ki, benim ayrılmaklığım onun hoşuna gitmez, 'ama bu böyledir. Ben yalnız ca her yeri dolaşırım, her
dükkânda çömelirim. O ise vekarlı kişidir. Bir Şehir Müftüsünü öyle dükkân dükkân, yer yer gezdiremem, her külhanda
dolaştıramam ki, benim seninle beraber olduğumu bilsinler. Seninle şöyle teklifsizce bir şeyhlik sohbeti etmedim. İstesen de
istemesen de ben bu tarafa giderim. Eğer benim olacaksan benimle birlikte gelirsin, yoksa çetin gördüğün her şey sana
gerekmez.
Nasıl öyle eğreti oturmuşsun? Gönlüme ürkeklik geliyor. Şimdi İblisin manasını bu kadar hoş bir şekilde işittin mi?
Bakarsan İbliste de İdriste de belirli birer mana vardır. Bir vakit bu dersin manası yürür başka bir vakit de o dersin manası. O,
bundan daha hoştur. İblise gazap edilmesindeki bu nükte latif ve manevîdir. O İdristeki mana ise daha manevîdir, ama
surette İdris görünecek olursa ancak İdristen doğan mana, İblisden doğan manaya göre daha lâtiftir. Çün-kün gazaptan lütfa
doğrudur.
Evet, kendi sözünden kendi şiirinden sana bir coşkunluk geliyorsa başkalarının sözleri ve şiirleri de öyle gelir. Onlara
karşı da heyecanın artar. İyiye, güzele karşı ne denilebilir? Lâkin sen diyorsun ki, vaktin birinde bir hırka söz söylüyordu.
Nihayet senin halin hırkanın halinden daha iyi olmalıdır. Senin kendi sözün yok mu? Hep başkalarının hikâyeleri, başkalarının
şiirleri!
Hırka nasıl konuşabilir? Cansız varlıklar içinde ancak Samiri'nin danası konuşmuştur. Başka cansızlarda böyle bir âdet
görülmemiştir. Fakat o buzağı mademki Allahlıktan dem vurmuştur, Musa'nın peygamberliğini nasıl kabul eder? İşte Musa'nın
hikâye ettikleri o hali senin halindir.
(M. 134) Müridin biri dedi ki: «Ben her gün Allahyı .yetmiş kere açıkça görürüm.» Şeyhi ona şunu söyledi: «Senin bir
kere Bayezid-i Bistamî'yi görmen, Allahyı yetmiş kere görmenden daha hayırlıdır.» Mürit meşelikten dışarı çıkıp da Bayezid-i
görünce hemen düşüp öldü, çünkü âşık idi. Sevgiliyi arama yönünde öldü. Yani nefsinden ona da bir artık kalmıştı, o da
temizlendi.
Mürit, âciz görüşü ile eksik basiretiyle ancak kendi 'tasavvurunun suretini görür. Allahyı Bayezid kuvvetiyle göremez.
Şimdi yüz bin Bayezid de, Musa'nın pabucunun tozuna erişemez. Hem sen taklit yoluyla da diyorsun ki, binlerce veli, nebinin
ayak tozuna erişemez. O halde nasıl reva görüyorsun ki, bir külhancı onu her gün bin defa görsün? Allah ile konuşan Musa'ya
da onu göremedi diyorsun. Eğer biri senin gerçeklediğin «Allahyı görmek vardır,» anlamındaki Allah kelâmını tevil etmek
isterse fetva istemek lâzımdır. Söz, çekiştirilmeye elverişli ise tevil ile söylenir. Doğru söze tevil gerekmez.
«Enel Hak» (Ben Hakkım) sözü gibi çıplak ve uygunsuz sözler ise tevil götürmediğinden şüphesiz söyleyenin başı
araya gitti.
Bir divane ötekine şöyle diyordu: Bir çuval yün nasıl olur da bir çuval mücevherle beraber olur? Yüz kere boşaltsan,
altınla doldursan bile yine mücevhere eşit olmaz. Bu öyle bir divaneydi ki akıllının söyleyeceği sözü söylüyordu. Kadı ona yan
yan baktı. Ben de Tebriz şeyhleri ile Zahid'in ve kölelerin hikâyelerini anlatıyordum. Dün gece dedim ki, sizin sözlerinizi de
Mevlânâ ile birlikte sizin ağzınızdan dinleyelim. Sonra gönlüm razı olmadı. Niçin, yemek yerken konuşulan o sözleri yine
birlikte yemek sofrasında konuşmayalım? dedim. Yine gelseniz ne olur? Dualar edelim! Arzunuz nedir, aradığınız nedir?
Yukarıda sözü geçen, «Gözler onu göremez ama o gözleri görür,» âyetindeki manayı anlamak konusunu mademki
sen açıklayamıyorsun, bari dokuz şeftali ver ki ben söyleyeyim. Aranılanı bulmak ona kavuşmak için en yüksek arzunuz nedir?
Allah daima doğruyu söyler onun ilâhî varlığına ant içerim ki bu doğrudur. Allahın selâmı ve rahmeti üzerinize olsun. Ben artık
ense, göbek yapmak düşüncesinden vazgeçtim. Dostlar yen lendi ama ben eski bedenimi bulamadım, tşin kötü tarafı sen hep
kendi mektubunu okuyorsun, dostun mektubunu okumuyorsun. Nihayet biraz da dostun mektubundan birşeyler oku. Kitapta
yazılı olan şeyler hakkında onlara bir utanç gelmez. (M. 135) Bu gibi şeyleri biri kitapta yazar. Nasıl ki bir adam soruyordu:
«Kadınların kapalı yerine bakmak helâl midir, yoksa haram mı?» «Helâl geçti,» dedim. «Ona el yetmiyor.» Ancak, bu
sözümden de hayrette kaldım. Yüksek sesle, «Onun etrafında dolaş, okşayıver, nihayet vücuttan dışarı çıkmaz,» dedi. Tekrar
sordu: «O halde söyle, O beni niçin okşamasın?» Bu ikinci sorunun cevabım niçin vereyim. Niçin ağzımdan bu söz çıksın?
Ancak benim sana ilk söylediğim sözü dinle! Çünkü bu ikinci mesele, sana gevşeklik ve arıklık verir. Bunu niçin anlatayım.
Bundan sana ne fayda var? Eğer bu noktada bir yanlışlık olmuşsa gayret et, mümkün-olduğu kadar düzeltmeye çalış! Ama
sana b:r fayda sağlamaz. Ben bu konuda bir şeyler bilsem de senin nefsine bir fenalık gelmesin diye söylemem sana.
Bana bundan sonra Medrese çevresindeki yollardan geçmek yaraşmaz. Şimdi tabiatını bilmediğimiz bir insanın
gönlünü nasıl bilebilirsiniz? Zaten aranılan da gönüldür. Kaldı ki, sana bu aranılan şeyden söz açmak da belki hoş gelmez.
Şimdi beni en çok korkutan nokta, dışarda gördüğüm bir çok şeyleri sana söyleyememektir. Şimdi sen söyle; önce
bana sevgi ve saygısı vardı, onu sizin sohbetinizi anlatırken dinlemiştim. Halvette sizi hep hayırla anıyordu. Bu yüzden
duacınızın size karşı beslediği sevgi yüz kat daha artmıştı.
Rüyamda gördüm ki Mevlânâ ile birlikte Kuran' daki şu âyeti okuyorduk: «Her şey yok olacaktır. Ancak onun vechi
kalacaktır,» Yani bu varlıktan geri kalacak bir şey varsa, ancak dostların yüzüdür.
Beyit:
Nice sevgili, mest, başı dönmüş
Gözleri yaşlı olduğu halde kapıya geldi.
«Lenterâni!» (Beni göremeyeceksin!) hitabı gözünün önünde ama göremiyorsun. Onu böyle görmek istiyorsan bu
«Lenterâni,» o kadar lâtiftir ki gözle görülmez. Yine âyette, «Onu gözler göremez, ama o gözleri görür,» buyurulmuştur.
Buradaki mânâ evvelkini kat kat geçer. «Onu göremezsin, ancak dağa bak!» buyurulmuş olmasındaki hikmete gelince; o dağ,
senin benliğindir.
Ahırzaman Peygamberi Hazreti Muhammed Aley-hisselâm'dan, «Nefsini bilen Rabbini de bildi,» nüktesini iyi dinle!
Bundan dolayı onun Rabbini görmek dileği, Musa'dan başka oldu. Bu, «Yarabbi!» böyle bir istekte bulunmaya tövbe ettim,
«Ben, müminlerin ilkiyim,» sözünün delilidir.
Akar su pislikleri beraber sürükler, onları geri çevirmez. Şu halde kendisini özleyen, susamış bir kimseyi nasıl geri
çevirir. Su vardır ki, içindeki pisliklere dayanamaz, kirlenir diye içindekileri kendir ğinden dışarı atar, ama başka bir su vardır
ki, âlemdeki pislikleri içine atsanız asla değ'şmez ve kirlenmez.
(M.136) Bu halk İblisdeki hakikatten âciz kalmışlardır. Eğer, iblis, «insanoğlunun damarlarında dolaşan kan gibi onun
bedenini dolaşır,» sözündeki surette ise bu ifade uygun düşmez. Bu takdirde, bu deyim manevîdir. Bunun başka bir anlamı
daha olmalıdır ki, evvelkinin dışında olsun. Diyelim ki, sana ansızın bir öfke gelir, sonra da bir rahatlık duyarsın. Evvelkisi
manevîdir, ama ikincisi daha manevîdir. Bir zamanlar (Melekler) iblisten ders alırlardı. İyi bil ki, dersin rahmetini yine o
götürdü. O felsefe yaptı; gerçi o bu felsefeden daha tatlıdır. Allahnın yüce zatı hakkı için demişlerdir ki, onun sözü şeyhe
yaraşır sözdür. Ama tekrar söylemek gerekmez. Her ne kadar onu yorumlamak uygun görülse de yine tekrarlamak yaraşmaz.
İşte şu, «Enel Hak» (Ben Hakkım) sözü de yorumsuz değildir. O zaman iş şüpheli olur. Çünkü mademki ben diyorsun, Hak
kim oluyor? Hak diyorsan, ben sözü çıplak, alçak ve öldürücü bir kuru lâftan başka nedir?
Zamane müftüleri Hallâc'ın ölümünü istediler. Tahkik ehli müftülerle şeriat müftüleri de onlara yardım ettiler ki
sevabını paylaşsınlar. Bununla beraber, O hem şüphe, hem de yakın mertebesinde kaldı. Acaba ben var mıyım? diye yakın
mertebesine erişemedi.
Hakikat yolcularının yolu yakın mertebesinden geçer. Onlar ancak bu menzilden sonra son duraklarına erişirler. Asıl
aranılan da o mertebedir. Âlemin görünüşü karşısında der ki: «Nihayet ben sende bir âlem görüyorum!» O da, «Şu toprak
âleminde ne yapacaksın?» deyince: «Senin lütfün benimle beraber değil mi?» diye sorar. O, «İster olsun ister olmasın,» der.
Ama, «Sana daha çok yardım edemiyorum,» deyince de, ona, «Ben de üzülüyorum. İçimden sana yardım etmek için bir
gayret geliyor.» der ve «O halde, benim için ne gam!» cevabını alır.
Gideyim Mevlânâ'yı göreyim. O, dünyaya ne bir şey istemek için ne de bu işareti tamamlamak için geldi. Âlemde,
nişanı olmayan bir sevgilinin halinden haber veren işaretten onda bir nişan yoktu.
Görünen her nişan, arayanın nişanıdır, yoksa aranılanın nişanı değildir. Bu sözler hep arayanın sözleridir. Onlara bir
şey görünmez. Hakkı arayan gerçek, yolcu odur ki, aradığı sevgiliden alnında bir ışık parlar. O ışık sayesinde her kimin yüzüne
bakarsa onun said (mutlu) veya şaki yani (mutsuz) ve fena yara-tılışlı olduğunu görür. Hak yolcusu bir temaşa âlemine
gelmiştir. Bu arada aranılan sevgili ile bir ilgi kuranlar vardır. Bunlar Hak yolcularını görürler, rahatları kaçar, ıstırap çekerler.
Biri der ki: «İşte bu yetim inci benim. Âlem içinde aranılan sevgiliyi seyretmeye geldim. Artık huzura kavuştuk şimdi
yerimizde oturalım.» Öteki der ki: «Burası oturacak yer midir? gidelim.» Başka biri de, «Hele bir kaç gün daha temaşa
edelim.» der. (M. 137) Şimdi her gün benim ışığımla temaşa ediyoruz âlemi. Yine her gün benim nurumla cihanı seyredelim.
Mademki hem dost hem de Hak yolcusu olduk. Hakkı arayan, coşkunlukla İsa gibi erken konuşmaya başlar ama aranılan
sevgili onu ya kırk gün sonra söz söylemeye yetkili kılar, ya on altı yıl geçtikten sonra aradığı dostun yüzünü görebilir. On beş
yıl sonra da onu konuşturur, hararetli hararetli söyletir.
Bütün bunlarla beraber diyorum ki, onun pabucunun tozuna şüphe karışmıştır. Yakîn ve yakînde şüphe, Allah yolunun
başıdır. Bunlardan yüz bin tanesinin bile o noktaya erişememiş olması daha iyidir. Hele şeyhliğe ve kılavuzluğa yakışmaz ki, o
saçı ile, sakalı ile kapıda kalsın. Bu gibiler kendilerini asla şüpheden kurtaramazlar. Ama pek azı taklitçilikten uzak kalır. Zaten
taklitçi, ne onun bunun şiirinden, ne de Allah kelâmından bir şey anlar. Allah korusun o bir sapkın olur. Yani o ancak yakîn ve
hakikat yolu ile Hakkı kabul eder, taklit yolu ile değil. Kuran'ın içyüzünü, bâtın manasını ki ona, bâtının bâtını perde çekmiştir,
taklit yolu ile değil ancak tahkik yolu ile anlar. Başka birinin şiiri mi daha dokunaklı olur yoksa senin sözün, senin araştırma
ışığın mı? Sendeki kudret büyük bir çuvaldaki yün gibidir. Ama cevherle iddiaya girişir de, «Ben mi daha değerliyim yoksa
pamuk çuvalı mı?» derse, cevher ona der ki, «Bunu bir kere divanelerden soralım, akıllılardan değil.» Bunu işiten divaneler de
şu cevabı verirler: «Bir cevher vardır ki çuvallar dolusu berberi altını bile onun kadar değerli değildir.» Cevherin kıymeti
kendindendir. Akıllıya gelince o da şöyle der; Siz onun sözüne bakmayın, o divanedir; yetim inciye asla değer biçilemez.
Hümameddin'in sözleri bütün âlemde senet sayılır. Bundan sonra da ben konuşacağım, ona ayakbağı olacağım.
Mevlânâ o gün pek duygulanmıştı, diyordu ki: «Sen bir gün bana Hümameddin'i seviyorum dememiş miydin?» Ama
bu (birlikte yaşadığımız) Halk dururken kervansaraya gitmeye hakkım yoktur. Yabancılarla sohbet mi daha iyi yoksa bunlarla
anlaşmak mı? O Yahudinin bir tek putu vardır, bunun yüz bin. Bir putla uğraşmak daha iyi değil mi? O bana yumruk atar ama
ben ona atamam. Çünkü bu noktada bir rahmet vardır. Böylece benimle birlikte yoldaşlık edersin. Bütün âlemde bütün sözler
talipleri^, arayanlarındır. Ya aranılan nişanı nedir? Dinliyorum, dinliyorsun.
(M. 138) Aranılan gerçeğin Allah ile karşılaştırılması yolu ile, o âleme varabilmenin zamanını bilmek gerektir. Nihayet
nereye gidiyorsun? Benim nazenin -dostum! Bu tartışmadan sonra artık ne söyleyeyim. Allah seninle beraber olsun derim.
Ama bu ayrılış dileği değil, ancak Allah lütfunun, inayetinin, Mevlâ dostluğunun ve sırları bilen Hakkın seni koruması için bir
duadır.
«Dur, ey Devem! Sevinç son kertesine geldi, iş bitti, yol kesildi. Yeryüzü güzel bir cennete döndü. Bayram geri geldi,
işler düzeldi.»
Biri dedi ki: «Tekkenin işi nedir? Hangi niyetle iş görür?» O, yedirir, istirahat ettirir, yoksulun biri ondan bir şey istese
bütün kalbi ile der ki: Sen benden özel bir istekte bulunmadın, belki umum sırasında bir şey istedin. Sen de o umum istekliler
arasındasın. Acaba benden geç kaldığını mı soruyor? Onunla benim yüzümü yırttı, bu bana yeter, dedim. Benim şeriat yönüne
meylimi bilselerdi bana her gün sabahları külbastı ve tuğrak yedirirlerdi. Her türlü pişmiş et gaz yapar, ama bunda pek az gaz
vardır. Sen benim kızarmış et parçalarını sevdiğimi nasıl bildin? Bunlar meselenin aslım bilirler. Şüphe yok ki, sen benim
isteğime uygun hareket ettin, insanın niyeti uyanmak olduktan sonra, ister uyumuş olsun, ister ölmüş bulunsun, ona İsa
nefesi gerektir. Ama ona Isa Peygamber üfler ve kalbiyle onun dirilmesini isterse, o uyanır. Lâkin onu yalnızca sarsar da
uyandırmak niyetinde olmazsa o zaman ne olur. O zaman o kimse direnmeye başlar. Nasıl ki, Hazreti Peygambere hitaben
Yüce Allah, «Sen sevdiğin kimseyi doğru yola getiremezsin!» buyurmuştur. Bana dedi ki: «Ben her zaman Bed-reddin'in evine
giderken hep seni çağırırım. Sen niçin abdest almaya giderken beni çağırmadın?» «Yoldan mı?» dedim. «Yoldan,» dedi. «Ben
seni çağırdım. Eğer aramızda muhabbet ve saygı olmasaydı başka ne ya-pabilirdim?» Bu arada meseleyi öğrenmek için
kendimi zorluyordum. Çünkü anlaşmak ve birleşmek istiyordum. Mevlânâ'nın sevgisi olmasaydı, Allah hakkı için öz babam bile
olsaydı bana onların yaptığını yapar mıydı? isterse kitapla gönderilmiş Peygamber olsun onun şan ve şerefini kırar işini alt üst
ederdim.» Dedi ki: Görüyorsun ya iş ne kadar ağırdır. Yiğitler gerektir' ki bu dağları kökünden kazısınlar. Dinde ve işte geri
kalmışlardır. Hazreti Muhammed Aleyhisselâm kendisine gelen kesin emirden nasıl inledi. Kuran'da, «Emrolunduğun gibi doğru
yürü!» buyuruldu ve buna işaretle, «Hud sûresi ve benzerleri, beni ihtiyarlattı,» diye yakındı. (M.139) Bu bir feryattır. Ama
Ayaz için zor bir iş yoktur. Hep kolaydır. Ben buna karşı dedim ki: «Nihayet Ayaz'ın himmet ve gayreti işleri kolaylaştırır.»
«Evet,» dedi. «O Ayaz ki, köpeklere karşı bile sevgi ve şefkat besler, kendi gözünün nuruna karşı nasıl sevgi beslemez?»
Şimdi bizim sözümüzü üzülerek tekrar söyler ve ondan faydalanır.
Ömründe hamam yüzü görmemiş, vücudu ter ve kir kokan edepsiz bir adamı, Gazneli Sultan Mahmud huzuruna
kabul etmedi. Hazreti Muhammed (S.A.) ki Mahmud'un mübalâğa sığası ile ifadesidir, yani ondan pek çok yüce bir
mertebededir, öyle adamları nasıl kabul eder? Nihayet büyük erenlerin ruhları hazırdır; yaşıyanları görür, onlara yardımcı
olurlar. Bir kimse nasıl edepsizlik yapar da, Dergahına lâyık olmadığı halde Hazreti Muhammed (S.A.) hakkında söz
söyleyebilir? Bu, şu sebepten dolayı imkânsız görünüyor. Çünkü sen hep kendi mektubunu okuyorsun, O Hazre-tin mektubunu
okumuyorsun, yani ona kendi halinden kıyas yapıyorsun (Onu kendi nefsinle karşılaştırıyorsun). Onun kıyasını, kendi haline
uydurmuyorsun. Bu konuda O şöyle buyurur: «Benim dış görünüşüm (zahir), başkalarının bâtınlarının yaratıldığı yerden
yaratılmıştır.» işte bu «başkalarının» sözlerinden anlaşılan, velilerle nebilerdir.; Yani onlarin kalpleri ve bâtınları ile bildikleri
şeyler, benim için zahir bilgisi sayılır, demektir. Ytine onların bâtında gördüklerini Hazreti Peygamber zahirde görür.
Kendinden söz söyleyen kimse, kendi benliğinden dışarı çıkmıştır. O kendi kendine der ki: Bunu düşünebilmek için kafamı
idare eden zabıta kuvveti, kendi yuvasından dışarı çıkmıştır. «Ey gönülleri ve gözleri dilediği tarafa döndüren ulu Allah!
Kalbimi dinim üzerinde sabit kıl!» Bu dua başkaları için. bir dilektir. Yani böyle bir olayla karşı karşıya gelirseniz, Allaha böyle
yalvarınız demektir. Eğer iş böyle değilse sen, o kitapla gönderilmiş olan en büyük Allah Peygamberi hakkında yanlış
düşünceye kapılır, onu öylesine nefsine düşkün, korkak, nefsinin fitnesinden feryat ediyor1 sanırsın. Halbuki onun gönül evinin
etrafında hiç bir ihtisapçı (zabıta kuvveti) dolaşamaz. Zındık bile bilir ki, onun için korku yoktur. Ama o sözü kendine söyler.
Söz başka bir yere gitmez. Nasıl ki şair, «Kendimle hoşum, bundan sonra da ben kendi kendime yaşayacağım,» demiştir. Bu
noktada başka bir sır daha vardır ki, Hazreti Peygamber onu Hazreti Ömer'den gizledi. Ama bu, ondan bir şey esirgediği için
değildi. Ancak daha vakti gelmemişti. Eğer o zaman bunu Ömer'e açıklasaydı Halifelikte şaşkın bir hale gelirdi. O sözün
manasını kavramak mümkün olmazdı. Şeriat zahirdedir. Onu âlemde yaymak gerektir. Benim sizden istediğim, içinizdeki
coşkunluğu, derin duyguları dışarı atmanız, açığa vurmamzdır. Sarhoşluk da ayıklık da meydana çıksın. Benim istediğim hal
sende var mı? Nerede? Ben bu işleri senin önünde kendi kendime yapıyorum ki, göresin de o sırrı açığa vurasın! Seni ibrik gibi
kaldırıp gezdireyim, oraya götü-reyim de, o geniş hırka yeni ile o işleri yapasın ki bâtının da sağlam kalsın.
(M. 140) önce sana yuvarlak bir tandır ocağında oturmayı öğreteyim, ilk günü biraz geride oturursun, sonra yavaş
yavaş tandırın kenarına gelirsin... Mev-lânâ ile sizin niyazınızdan bahsediyorduk, ben birkaç kelime söylüyordum. Ben demek
de ne oluyor? Niyazınızın sonucundan ve içinizin temizliğinden gözümden yaşlar boşandı. Evet Peygamberimiz buyurdu ki:
«Bu edep için bir öğretmen, bir mürşid gerektir.» «Bana edebi, Rabbim öğretti!» buyurmakla büyüklük göstermiştir, O bu
sözleri ile dervişi övmüştür. Bana sizinle birlikte bir şey söylemek gerekmez, çünkü anlayamazlar. Ancak bana içinden
çıkılması çok zor olan bir soru yönelten o tek insanın faydalanması için konuşacağım. Çünkü onun bu sorusundan bir fayda
umulur ve bu yüzden irşad eden şeyh ile irşad olunan müridin hali belli olur. Devamlı olarak şeyhlik yapacak kimse ile ona
devamlı surette bağlanacak mürit seçilmiş ve anlaşılmış olur. Bu bambaşka bir iştir. Dedi ki: Mevlânâ'ya sordum; şu âlemde
neler temaşa ettiniz? dedim. Bana şu cevabı verdi: «Bir insan ki herkesle bir konu üzerinde konuşur, o ya temaşa yönünden
geri kalmıştır, yahut sadece temaşa davasın- » da kuru davacıdır. Ama eğer yapacağı o temaşa, herkesle konuşmasına engel
olursa iş başkadır. Diyelim ki karnım toktur, ama bana su lâzımdır. Ben nasıl ekmek yiyebilirim? Yersem durumum daha kötü
olur.»
Pirlerde bir onur vardır, özellikle bilginlerde. Hele onun karanlığı bana engel oluyor gibi sözlerden daha çok incinirim.
Onun karanlığından verecek cevabı da kaçırdım. Ama o kim oluyor? Onun karanlığı nedir ki, sana perde olabilsin?
O gün şehre gelmeden o şeyhi tanımıyordum. Onun hali bana kapalı idi. Hele karanlığı bana hiç perde olmadı, îster
çırpınsın, ister yılan gibi kıvransın, ben diyeceğimi dedim ve gitti.
Yetmiş yaşlarında bir Mecusî, yolculukta, yedi yaşındaki bir çocuğa muhtaç olur; bana bir su ver diyebilir. Ama ben
bu halin ona kanıt olmasına razı olmam. Mecusîdeki sevda başkadır. Halbuki sen onun sözünü örnek alıyorsun. Yahut ondan
daha aşağılık, daha bayağı birinin sözünü misal gösteriyorsun. İstiyorum ki Tekkeye gideyim de senin şu sözünü eleştireyim.
Hani ya diyordun ki senin suç bağışlaman günah öğretmek anlamına geliyor ki, daha fazla olmasın. Ama çok zararlar
ediyorsun, çok değişiklikler ve-karışıklıklar oluyor, başka bir sefer de söylemiştim. Eğer Nârenç bir günah işlerse, kime ziyanı
var? (M. 141) Hiç evini bırakır da başka bir eve gider mi? Onu bir şeye benzetiyorsun ki, sana bir faydası yok. Dine de faydası
yok. Razı değdlim ki iş kuru bir sonuca varsın. Nasıl ki bezirganın birinin boy abdesti almak pek hoşuna gitmezdi. Kaç kere su
dökünse üşenirdi, bir kere de başı şişmiş, ağrımaya başlamıştı. Onu her gün şeytan aldatıyordu. Yeni erginlik yaşına girmişti.
Onu-Gülistandaki medreseye götürdüm. Medresenin hocası dedi ki: Evet, ilham bir şeytanın adıdır diyorlar. Onu İblis bu gence
musallat etmiştir. Bu gencin namaz ve temizlik niyetlerini şüpheye düşürür.» Hoca, postunu bir yere götürdü, rengi sarardı.
Sonra ikinci defa anlattı: «Bil ki, bu vesvese yani kuruntu denilen şey de bir köpek, bir melundur. Onun günahı senin boynuna
yazılır. Sakın onu bir daha dinleme!»
Şimdi benim çok yemek hakkındaki sözüm de bu; konuya dayandı. Sana Halep'te ne dualar ettim. Rahatça
oturduğumuz o kervansarayda yüzümü halka göstermek istemiyordum. Eğer böyle yapmasaydım, ya bir işle uğraşmak yahut
da tekrar Tekkeye dönmek zorunda kalacaktım. Benim yirmi günde başardığım işleri, sen bir anda tekmeler, alt üst ederdin.
Bütün onlar iş hesabına sığmaz. Sonra bütün dşler bozulur, üzüntüsü de bana düşerdi. Görüyorsun, senin terbiye ve yetişme
tarzın sana neler getirdi! Ben artık bu işe başladım. Allah fakirlerinin işi boş değildir. Nasıl ki, o ük günde ne aydınlıklar
belirdiğini gördün. Eğer o neşe bu ana kadar devam etseydi he-sabet ki neler olurdu? Şu hale göre o olup bitenler hep iş
hesabı değildi. Şam'a gitmek sizin işiniz değildir, o benim isimdir.
Mevlânâ bana şöyle bir yan gözle baktı ve dedi ki: «O Allahyı böyle bir kimseden arıyor.» Ben ona çok inanırım.
Önce, «Bu yanlıştır,» dedim. Dedi ki: «Ben Allahı ondan aramıyorum, onu ben Allahtan istiyorum.»
Şu insanoğluna kendi gözü kadar hiç bir şey ziyan vermez. Yani kendine çok nazar değdirir. Bakarsanız hiç kimse
bunun farkında değildir. Ancak bu işi .ben bilirim. Nazar değdi, bir yudum su gibi geçip gitti:
Kazvin'li dinsizin hikâyesi meşhurdur: Başım keşliler de Allah yoluna gitmedi.
Şiir:
Yazık ki, umut gününde aşk, bedenimi sırsıklam etti.
Eğer sen imanlı kişilere, namaz ve hizmet yolunda olanlara dil uzatmıyorsan bunu bu kadar güzel bir ..şekilde kim
ifade edebilir. Sen o abdesti alınca bütün bedenin öylesine parlak ve güzel görünür, başını secdeye koyduğun vakit sana öyle
bir hal gelir ki, içki bile ona ziyan vermez. (M. 142) Ancak kendisinde bu makam yoksa, bu denizde kol ve bacak sallayacak
gücü yoksa boştur. O taliplerden idi, arıyordu; aradığının ne olduğunu söylemek de ona ziyan vermez. Ben kıyamete kadar bu
yanda yatar uyurum, bu bana zarar vermez. Belki her gün bana daha iyi gelir. Bununla beraber benden ayrıldığın gün
üzüldüm, gece sabaha kadar rahatsız oldum. Onu bıraktığın gün de sevinçli ve neşeli olurum. Kabe'nin kapısı kıble olmasaydı,
Kabe dışındaki dört taraf da kıble olmazdı.
Sen Erzurum'dansın. Rum ülkesinden genç olsun, yaşlı olsun, insan Allah evinden bu kadar uzaklaşır mı hiç? Kulağına
vurayım gel sofra örtüsünü kaldır da bana su ver! Bu gece eğer benden ayrı ve yalnız uyursan ben rahat edemem. Elimi
ayağımı bir tarafa atar çırpınırım. Sen arkamı örtersin, önüm isterse kış olsun. Eğer başka küçük biri olsa, kâğıdı tutar, yağlar
ve fareye kaptırır. Sen bu işleri bize emret! Biz içiyoruz sana bakmıyoruz. Sen, «Oh, oh!» deyiver ki, ben de senden ne kadar
istekli olduğumu anlayayım. Vücudum pek narin; ufak bir rahatsızlık bana yol buldu mu her gün geceli gündüzlü hasta
olurum. Ancak ben rahatsızlıkların saldırısını, açlıkla önlüyorum. Onları açlık ve perhiz ateşiyle yakarım.
Mevlânâ'dan nihayet bir şey aşırabildik. Bu hikâyeden hisse alman yerinde olur. Ama önce onun per-desM kaldır da
öyle oku! Bu Kazvin'linin hikâyesidir: llya efendinin yaptığı çatlak ibriğe işeyip de onunla taharetlenen Kazvinlinin hikâyesi.
Mevlânâ birisine darılınca ne hoş oluyor. Bir şeye kızdı mı pabuçlarını yere vurur, «Vahşeti anmak vahşettir,» derler.
İşte ben onları sağlam tutarım. Zamanede soğukluk vardır. Biri yüzünü halka çevirirse, bu, cimrilik yönündendir derler.
Sofi ile dişi merkep ve virane hikâyesi de bir başka türlü, ileride bunları da anlatırım. Benden her hangi biri incinirse
onu çabuk bırakırım ama benden nasıl ayrılabilir? O pişman olur. Şimdi onu daha iyi olması için sıkıştırıyorum. O, belki daha
çok zahmet çekecektir. Ama bir gün benden ayrılınca daha güçsüz kalır. (M. 143) Çektiği zahmetler hatırına gelir, başka
biriyle dostluk kurar, o dost da kendisinden kaçar. Ama Mevlânâ'nın şaşırtıcı ve yorum isteyen sözleri her konuya uygun
düşer. Dedi ki, «Kilise gereklidir. Çünkü ilk önce Müslüman olan pek az kimse vardır.» Dedim ki: «Bu söz ilk defa söylenmiş
sözlerdendir.» Bu tekkeye geldiğimden beri dün gece bundan konuşuldu. Bu kimin sözüdür, bunu yazmak gerek. «Şüphesiz,
Hak, Ömer'in dilinden konuşur,» buyurulmuştur. Mademki sende kendi sözlerinden hangisinin Allah ilhamı, hangisinin Şeytan
vesvesesi olduğunu ayıracak güç yoktur, bunu ben sana söyleyeyim: Bunlardan Allah ilhamı sonucu olanları yazmak gerek.
Nihayet kendi kusurunu anlatıyordu, diyordu ki: «Önce bana iman konusunda bir şeyler olmuştu. O şeyh, beni kendisine çok
güvendiği zata- götürdü. Onunla çok konuştu. O, ortaya bir söz atıyordu, ama şüpheli konuşuyordu. Biz, onu bizim tarafımıza
çekiyorduk. Çünkü o söz öyle bir kimseden doğuyordu ki onu Hazreti Muhammed''in (S.A.) yanında oturtsalar yaraşırdı.
Bende öyle ateşli bir hal var ki, hiç kimse bu duruma katlanamaz. Ancak benim sözüm dinleyene merhem olur. Halk
arasında kabul edildikçe kuvvet bulur. Bir gün, o da bu hale düşerse sonucuna katlanır. İş adamı, yaptığı işte yetkili olmak
gerektir. Öyle kişi ne acımakla, ne gam çekmekle kendini yorar ve hiç üzülmez. Yola koyulunca her an ayağı kaymasın diye
dikkatle yürür. Çünkü babadan kalma o hata bir kere işlenir. İnsan bir kere yanıldı mı arkasından hemen pişman olur. Artık bir
daha yamlmamak için tetik ve uyanık davranır. Yanılsa bile ona fazla önem vermez, düşünmez. Çünkü zaman geçtikçe
üzülmenin ve gam çekmenin bir faydası olmadığım anlar. Diyelim ki, savaşta bir adamın eli yaralanmıştır. İlk defa buna çok
acı ve üzüntü duyar, ağlar, ama ne faydası olur? Ancak tedavi için bir cerraha, bir hekime koşar, yahut hiç ağlayıp sızlamadan
bir kırıkçıya para vererek kuru sargı ile bağlattırır. O pansumanın verdiği rahatlık sonunda iyi olduğunu sanır.
Mevlânâ'da, ledün ilminden sözler vardır. O konuşurken sözlerinin kimseye bir faydası olup olmadığını düşünmez.
Ama benim çocukluğumdan beri Allah ilhamı olan bir halim vardır. Birini sözle terbiye edersem kend'i benliğinden kurtulur.
(M. 144) Daha fazla ilerler. Bu şeyh, Haktır. Allah kullarından kimi iş adamı, kimi de söz eridir. Siz benim için birer örnek iş
adamısınız. İçinizden söz adamı da çıkaracağım. Ancak bu daha yenidir. Kendisinde iş adamı olmak gücü bulunan kişi
konuştuğu zaman, sözü iş kuvvetiyle birleşir, ona göre iş görür. Ben Tekkeye daha çok onu yakalamak için giderim. E'ğer
avlayabilirsem selâm ve saygıyı, son derecesine vardırırsa ,başka bir zaman yine giderim; onu avlamak için yine yakalarım.
Ben Hak yoluna çağırmakta serbestim. Ama Hazreti Peygamber, bu işe memur olduğu için, «Hûd sûresi, beni kocalttı,»
buyurmuştur. Ben bu konuda zorunlu olmadığım için Allahnın, «Emrolunduğun gibi davran!» fermanı beni ancak gençleştirir.
Çünkü hadisteki «y» harfinden bir nokta düşünce kelime gençlik anlamına gelir. Düşen ikinci nokta birinci nokta ile yanyana
gelince birleşme meydana gelir. Ama bağımsızlık söz konusu olunca birleşmeye ne gerek var diyeceksiniz. Ama Allahm
işlerinde hiç bir zorluk yoktur, ona göre hiç de güç değildir. Mevlânâ, «Yaratıcıların en güzeli olan Allah, seni mübarek kılsın!»
diye dua eden kişinin elini öptü. O dininden mi döndü? Bilmedi ki o, Hazreti Peygamberin nurunun ışığı ile Hazreti Ömer'in
dilinden konuştu. Nasıl olur da di-n'inden döner1? Görüyorsun ki o söz onun değildir. Mu-hammed'in (S.A.) hesabına Ali
konuşmaz, çünkü Cenabı Hak hep Muhammed'in (S.A.) diliyle konuşmuştur. Bugün de öyle değil mi? Sana ne diyeyim ona ne
söyleyeyim. Dünya ve ahiret durdukça şehvet duygularından uzak bir sevgi vardır ki, buna hiç bir şey engel olamaz.
Dün sizi hayırla anıyorduk. Ben hep böyle yapabilir miyim? Bunda asla günah olamaz. İster inkârlı olsun, ister
inkârsız, ben bundan sonra bu mesele üzerinde durmuyorum. Bana yaramazlık etmeye başladı ama yine de beni sevdi.
Ne olur birer birer söyleyin ne olur? Dost mu istiyorsun, yoksa aydın sabahlara eriştirecek sâm mı?
makamlar verirler. Ama sizinle beraber kalmak bana onlardan daha hoş geliyor. Bana mal ve makam vaat edenler, sözümü
dinlemez ve anlayamaz-larsa bundan nasıl hoşlanabilirim? însan öyle kimselerden hoşlanır ki, sözünü dinler ve anlarlar. (M.
125) Şimdi dilekte bulunmak, Allah keremini aramak öylesine olmalıdır ki, Musa Aleyhisselâmın yaptığı gibi, şiddet ve harareti
dolayısiyle hiç bir engel araya girmesin. Nasıl ki Musa Peygamber sordu: «Cihanda benden âlim kim var?» Arkadaşı Yüş'a
cevap verdi. «Alemde senden daha' âlim bir kişi var,» dedi. Musa, bu cevaba kızmadı, ona darılmadı, «Bu ne sözdür!»
demedi. Ama sadece, «Ha ha, nasıl dedin?» diye bilgi istedi. Çünkü arıyordu.
Yüş'a da Peygamberdi ama hüküm sahibi değildi. O çağlarda hüküm yetkisi Musa Peygemberde idi. Bu sözü
kendimden söylüyorum. Benim de bir aradığım varsa, böyle yaparım, yapabilir miyim, diye dikkat ederim ki, araya bir engel
girmesin. Musa, arkadaşına, yıllarca ararım anlamına gelen Ev emzâ hukubâ demişti. Bu hukub, bir deyişe göre kırk yıl, başka
bir yoruma göre kırk bin yıl, daha başka bir deyişe göre de seksen yıl veya seksen bin yıldır.
Bu Musa hikâyesi, öylesine sıcak bir hikâyedir ki, ateşinden gökler tutuşur. Ama bunu soğuk soğuk anlatırlar. Musa
ile arkadaşı, iki denizin birleştiği yere geldiler. Burası bir deyişe göre Halep çevresinde Antakya yakınlarındadır. Yahut da bir
tepe üzerinde namaz kılıyordu. Başka bir anlatışa göre de bir kır ata binmiş olan Hızır, deniz üzerinde yürürken, uzaktan onu
gördüler.
Şimdi, Ulu Allah, Hızır'ı överken onun hakkında, «Kullarınızdan bir kuldur ki ona katımızdan rahmet verdik,»
buyurmuştur. Bu söz başka bir kul hakkında söylenmemiştir. Hele ona ayrıca, «Kendi katımızda ilim öğrettik,» buyurulması da
başka bir iltifattır. O ilim medresede öğretilmez, tekkede, okutma yolu ile, kitaptan öğrenilmediği gibi hiç bir Allah kulundan
da elde edilemez.
Şimdi, Yüş'a, Musa'ya dedi ki: «Ben, Hızır'ın işinin inceliğini bilirim. Onunla yoldaşlık yapmaya güç yetiremem.
Bundan dolayı beraber gelemem. Ama sen eğer ondan ayrıldıktan sonra, bir daha buluşmak üzere arkadaşlık yapmak
istiyorsan gidebilirsin.» Yüş'a geri döndü, Musa ile Hızır birlikte kaldılar. Birb'rle-riyle konuşmaya başladılar. Hızır, Musa'ya bir
şeyler sordu, «Bana uyacak mısın?» dedi. Musa, «Her ne bu-yurursan seni dinlerim,» diye cevap verdi. O Hakkı bulmuş olan,
onunla konuşmak şerefine eren yüce Peygamberdeki niyaz'ı gör ki Hızır ona, «Sana anlatacağım,» yani, «Seni
uyandıracağım,» dedi. Halbuki Musa halkı uyandıran ulu Peygamberdi. Hızır onu hakkın hakikatinden uyandırıyordu. Şimdi
hikâyenin alt tarafını anlatmak bana borç oldu. Ama başka bir vakit anlatacağım.
(M. 126) Mutlu insan o k;sidir ki, bir kula rastlayınca Hızır ve Musa olayını gönlünde saklayarak onu kendine önder
sayar.
Zorunlu hallerde, şeriatta fetva vardır. Hep perhiz yapan, bir şey yiyip içmeyen ölür. Çünkü o hal Müslümanlarda
görünmektedir. Bizim şehrimizde de böyle idi. Zahidlerden biri hastalanmıştı, ilâç içmesini tavsiye ettiler. Sofuluk gayretiyle
ilâcı içmedi ve öldü. Başka bir zahid, onu rüyasında görmüş ve şöyle anlatmıştı ki: Yüzünü kıbleden çevirmişti, uykuda son
derece bir şaşkınlıkla koştum, parmaklarımla mezarının toprağını kazdım. Aşağıya bakıyordum, biraz duman çıkmaya başladı.
(Korkudan) kaçtım. Adamcağız, «Sen daha ne gördün ki, o kadar kaçıyorsun?» diyordu. Bunun üzerine tekrar geri döndüm ve
yine baktım. Gördüm ki, zahid kapkara kesilmiş. Daha dikkatli baktım yüzü de, kıbleden dönmüştü.
Sultan bir defa ferman edince, hoşa gitse de, gitmese de öldürür. O kimse de, o fermanı yerine getirmekle Müslüman
olarak ölür. Bu şöyle olur: Mademki hastalık öldürücü bir sultandır, bu da şeriatta yazılıdır. Ama bu konuda Seyyid
Burhaneddinin düşüncesi başka idi. O ilâç almadan geri durmazdı. Bu da onun için gerekliydi. Çünkü çok çeşitli, ağır
hastalıklar geçirirdi. Hele varlığı halk arasında çok lüzumlu olan öyle bir zat için ilâç almak farz olur. Hastalıklardan dimağını
korumak, sağlam b'r kafa ile düşünebilmek ona gerekliydi. Ancak bunu Reşid yapmış olsaydı Mecusî ve kâfir olurdu. Onu
Yahudiler kabristanına gömmek vacip olurdu. Ben, bunu onun hakkında inkâr etmiyorum. Ancak bu, namaz kılmazdı. Mevlânâ
da onu biliyordu. Benim ile onun arasında fark nedir acaba? Biraz bana bundan bahset! Yüce Allahya ant olsun ki, namaz
kıldığım gün çok sevinçli olurum ve kendi kendime derim ki: Hazreti Peygamber dervişliğin sonunu şöyle bir nükte ile işaret
buyurmuştur: «Fakirlik, benim için övünülecek bir haldir.» Bu, belki o dervişe hoş gelmez, ona /sadece bu tavsiyeye
uymak uygun görülmez. Ama sadece namaz kılmak da yeterli değildir. Hatta namaz kılanlara dil uzatırlar; onlara acırlar bile.
Nihayet Reşid'in onu dışarı çıkarması sebebi bundan dolayı idi. Yine benim ondan uzaklaşmam o sebeptendi; bu yüzden
saçlarını yoldum.
(M. 127) Diyordum ki: Seyyid, zaman zaman bana söz atar ve derdi ki, «Bu namaz kılmak sana hiç engel olmuyor
mu?» Ben de ona şu cevabı verdim. «Sen zaman zaman o cariye ile birleşiyor musun?» «Evet, evet, ama o engel olmuyor,»
dedi. Bu Allah için bir iş; çirkin bir iş üstünde yüzünü yere koyuyorsun. Müride soruyorsun, seni yaratan Allah aşkına söyle.
Bundan daha güzel ve tatlı, yüz yüze sevişmekten daha hoş bir şey var mı? Mademki ona iman getiriyor-sun, o kız kardeşe ve
damada, «Siz kim oluyorsunuz da onu kadıya götüresiniz, ondan davacı olasınız?» de. «Onu alıp getiresin, bana
bağışlayasın,» dedim. «Ödünç vereyim,» dedi. Benimle birlikte ama ben bilmiyorum; eğer ayıp olmasaydı nerelerde olduğunu,
kimlerin önünde dolaştığını birer birer söylerdim. Suç delillerini de o bilir. Bize ikiyüzlülük yaparsa, biz de öyle ikiyüzlü yaşarız.
«Bismillah,» dedim, «Şunu dikiver, sana sevap olur.» Senin için kaç kere «Kulhuvallah» okurum. On kere okurum
yeter. Şimdi onun talihsizliğinden bana merhamet geliyor. Diyor ki: Bizim haddimiz değildir ki senin hizmetinde zahmete
katlanalım. Emir gelirse uymak aynı edeptir. Emirsiz gelmek, gitmek demektir. Emir almadan gelmek de, gitmek olur. Nasıl ki
emir-siz gitmek de, gelmek sayılır. Ancak içinde bir bulanıklık ve bozukluk var ki emri göremiyor O.
Ayaz'da o bozuk düşünce yoktu. Emri görünce, emrin tatlılığını da anlardı. Onlar ise o kadar aydın gönüllü değildirler.
Emri göremediler. Bir zaman Mevlânâ söz dinlemek isterse, bilirim ki, onun ve benim gönlümde konuşmak arzusu uyanmıştır.
Ama bir aralık Mevlânâ da bir incelik görürsem anlarım ve hikâye söylemeye başlarım. Başka söz konuşmam. Meğer
kalenderlik yapıyorsun, yani konuklar gitmiyorlar ben gidiyorum derim, kendi kendime. Senden cüppe istedim. Buna verilecek
cevap erken ve çok çabuk olmak gerekirdi. Nasıl ki, biri, «Sana vasiyet etmek istiyorum, başıma şeftali dikilsin, ama çarçabuk
söyleme» demiş. Bundan dolayı, «Dostun vefası mal bağışlamakla belli olur,» derler. Gerektir ki, o sırrı, ölümden sonra o da
söylesin. Diyelim ki, birinin bir rahatsızlığı vardır, tlâcı da bu şaraptır. Bu ona hiç yasak değildir. (M. 128) Ancak sizin için
haramdır. Ama bu adam ölecektir, yahut peşinde sürüklenen bir derdi vardır, kadınlarla çok çok sohbet etmesi gerektir. Ama
bu söyle-nememiştir. Eğer dostları onun ölümünden sonra kendisine rahmet okuyacak olurlarsa bu onun için lanet olur,
rahmet olmaz. Bu da onun dostlarına ait olur.
Bize gerekli olan, kâh kılınan, kâh bir özür veya dalgınlık yüzünden erişilemeyen o zahir namazını bir tarafa
bırakmaktır. Çok ayık ve aklı başında olan insan da onu yapar. Bazen namaz kıldığını da söylemez; zaman olur ki, devamlı
namaz halinde olduğunu da söyler. Erkekse, kadını boşayacağına yemin eder; kadınsa, elli defa Kuraıı'a el basarak yemin
eder; doğru sözlü olur. Çünkü namazın zahirî ve bâtınî olanı vardır. Bâtının zahiri olduğu gibi.
Bâtın namazı, kalp huzurudur. Bu halde doğru yemin etmiştir o insan. Hele mal dağıtmak, sadaka vermek hususunda
hiç kimseye söylemeden, hatırından bile geçirmeden, ben hayırlı bir iş yaptım diye düşünmeden iyilik yapan kimse, doğru
yoldadır. O kimse, eğer onlardan ise, başkalarına sadaka verirken öyle zannedersin ki kendisine sadaka veriliyor. Bunda
sadaka verenin bile farkında olmadığı bir kibir gizlidir. Ama elbette makbuldür bu. Ey Zehra! Allah rızası için mevcut olan bir
şeyi doğru söyleyeyim. Bana sordu: «Ben kimim?» «Sen, konuşan adamsın,» dedim. Onun için bir yer düzelttik, niçin gitmez?
Bu o çocuk için nü ölüyor? Dedim ki: Peygamberler de İkiyüzlülük yaparlar. Ben onların özürlerini biliyorum. Ancak Allah,
bunu bana daha açık göstermek istedi. Şimdi mutsuz ise yapsın eğer mutlu olaydı asla beni kadıya götürmezdi. Şimdi
mademki bahtsızdır, her ne yaparsa daha iyi olur. Dost yüzlü, hatta sarı benizli görünür. Bugün, o burada başka türlü
yaşayamaz. İçiniz ondan incindi ise kız kardeşlerine gider; ona izin verirsiniz.
Bu gönül asla yalan söylemedi. Ben tekrar gönlümü gerçeklemem; bu hal de beni yaralamaz. Gönül hoştur; biraz
güzellik gönül için güvendir. Erkek kişiye asla, ruh sahibi, yahut akıllı demezler. Ancak, gönül sahibi, derler. Bana bir tiksinti
gelip de zarar vermesin diye gelmeme razı olmuyordu. (M. 129) Ama gönlümün isteğine uymadım. Benim yârim benim gibi
olaydı, hiç gam çeker miydim? Hele çok uyanık ve akıllı olsaydı benim için bir şahlık ve devlet sayılırdı. Hatta yüz bin yara ve
mızrak darbesi alsaydım bile, yine gam yemezdim, acı duymazdım.
Şimdi, niçin önce güler yüzle gelmedin? İlk geldiğimiz gün, niçin ayrı düştük? Burada biz konuşurken her biri bizimle
dopdolu idi. Her biri saf altından söz açar, en güzel cevherler saçarlardı. Bununla beraber hepsi de güzel huylu idiler.
Bugün söylediğim sözlerin anlamı, şu nükteyi hatırlatır: Hazreti Ali, her ne kadar böyle bir nükteden söz açmadı ama,
Hazreti Peygamber Aleyhisselâm, «Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır,» buyurdu. Onu övdü. Başıyle işaret buyurarak
dedi ki: «Bu dışarı çıkan bir sestir diyorlar. Eğer bugün onu gördümse şimdi, Şems kalmıştır. Onu da göreyim,» dedi. Dedim
ki: «Mevlânâ'yı Allah erleri bile göremezler, sen nasıl görebilirsin? Şimdi ben ona sövdüm sen de söv bakayım.» «O melun
köpek! Köpekler onu yalasın!» diye o da küfürü bastırdı. Onun Şeyhi bir gün başı ile işaret ederek beni çağırdı, «Tanıklık
edeceksin,» dedi. Ona baş işaretiyle, ne söylediğini anlayamadım, dedim; cevap verdi: «Kâfirler Kilisede başlarıyla şöyle şöyle
yaparlar. Elleri ile başlan ile işaret ederek konuşurlar. Sen de tanıklık edeceksin, gel!» Ama ben bu tanıklığı yapmaya yetkili
değilim. Çünkü derler ki: Şahit o kimsedir ki, yol ortasında durmaz. Yine başka biri yol ortasında ona der ki: «Bırak onu, sen
onunla konuşamazsın.» Görüyorsun ki, önce o baş işareti sana neler söyledi.
«Kadına şeyhlik gerekmez,» dedim. «Evet, soğuk düşer,» dedi. «Ama bu soğuk düşer sözünün manası anlaşılamadı,»
dedim. Yani bu o demektir ki, bu iş kadına da yaraşır ama erkeğe daha hoş gelir. Halbuki bu iş, kadına asla gerekmez. İster
soğuk düşsün, ister sıcak. Eğer Hazreti Fatma ile Ayşe şeyhlik yapsalardı, ben Hazreti Peygambere olan inancımı değiştirirdim.
Ancak onlar şeyhlik yapmadılar.
Eğer Ulu Allah, bir kadına mutluluk kapısını açmak dilerse, onu sükûtî ve kapalı kılar. Kadına, yalnız kendi işini
görmek, kendi ipliğini eğirmek yaraşır. (M. 130) Ben de kendi şehrimden ayrıldığım günden beri şeyh görmedim. Eğer
yaparsa şehliğe Mevlânâ yaraşır. Ancak hırka vermez, biri gelir de zorla, «Bize bir hırka ver» diye direnir, «sakalımızı kestir,»
der. aşılırsa o zaman o da verir. Şimdi bu suretle hırka vermek başka, bir de Mevlânâ'nın, «Gelin bana mü-rid olun,» demesi
başkadır.
Şeyh Ebubekr'in (Sellebâf) de hırka vermek âdeti yoktu. Onun kendi şeyhini de göremedim ki, onda var mı yok mu
anlayayım. Ancak ben de, bu istekle Tebriz'den çıktım ama bulamadım. Gerçi âlem boş değil, belki bir şeyh vardır. Hatta
derler ki, filân şeyh hırka verdiği müridinin haberi olmadan ona hırka bağışladı; mal, mülk verdi ve öldü. Ben şeyhimi
görmedim, ancak şu kadar öğrendim ki, kendisinden bir söz nakledene gücenirmiş. En çok incindiği kimseler, kendisinden söz
nakledenlermiş. Böyle bir kimseyi de görmedim ki, o makamda olsun da kendisinde bu sıfat bulunsun. Sonra şeyhin kendisi
için yüz bin yıllık yol olan bir kimseye de rastlayamadım. Ancak Mevlânâ' yi bu sıfatta buldum. Şimdi Halep'ten tekrar
dönücümde de, o yine bu sıfatta idi.
Bana deselerdi ki: «Baban seni çok özlemiş, mezarından kalkmış Telbaşir köyüne bir adımlık yerde seni görmek için
bekliyor. Seni görüp tekrar mezarına dönecek. Gel! Artık babanı görmeye gel!» «Hayır, olsun! Ne yapayım,» derdim.
Halep'ten bir adım bile dışarı çıkmazdım. Ben ancak Mevlânâ için geldim.
Kera Hatun dedi ki: «Dün gece rüyada gördüm ki, edep dışı uyumuşum; ayağımı size doğru uzatmışım.» «O geçti,»
dedim. «Şimdi de kulağım ağrıyor, ayağını uzat da üzerine koyayım,» dedi. «Vazgeç,» dedim. «Bir şeyler getirin de yiyeyim.»
«Hayır, ayağım getir, kulağıma koy ve kulağıma tukur ki, ağrısı dinsin,» dedi. Daha sonra, «Bu hırka Şems'indir> dedi. Ben
de, «Eğer benim olaydı yanımda bulunurdu,» dedim. «Onu bana ver.» «Mevlânâ gelsin ele versin,» dedi. Şimdi senin bana
olan inancın bu mu idi? Bununla beraber onda bir mertlik var; çanak, ekmek ve gönül var. O nerede, şüphecilik nerede?
Ondan yüz bin fersah uzak. Ancak onun içinde bir duygu var ki, bunların kaynağı hep o.
Görüyorsun ki, Mevlânâ bugüne kadar onunla çok uğraştı. Hele ne gerek vardı ki, bu hırkayı vermek için Mevlânâ'nın
gelmesini beklesin? Perir, Bahaeddin nasıl ki o gün, bir aralık söz arasında benim sana yaptığım gibi, «On altın verilsin,»
demişti. (M. 131) Onda bir zorlama yoktu. Zaten o kimse ki zorlama ile iş görür, köpekler kurtulur da o kurtulamaz. Eshab-ı
Kehf'in (Mağara arkadaşları) köpeği arşa çıkacaktır bu yüzden. Bundan şüphe edilemez. Bu sözü iyi dinle de bırak başka
sözleri. Nihayet beş altın çıkardı, ağlayarak, «Bunu kabul et!» diye yalvardı. Kera geldi. Gizledim cehenneme gitmesin diye.
Benim için ne gam? Âlemde hem dünya hem ahiret, hem de Hak adamı vardır. Nasıl ki Şiblî ahiret adamı, Mevlânâ da Hak
adamıdır.
Dün gece yine dostları arıyordum. Her birini ayrı ayrı göz önüne getirdim. Her birinin inancına, dileğine, anlayışına bir
başkalık gelmiş. Bu niçin böyle oluyor, dedim ve hallerine acıdım. O bizimdir, böyledir; sen de bu gönül hoşluğu ile kal ki,
bizim olasın, derim. O selâmı onun için verdim. Ben selâm verdiklerime hep böyle yaparım. Önce onun işini yoluna koyar,
sonra hal hatır sorarım. Belki bin defa söyledim. Her kimi seversek ona cefa ediyoruz. Ama azıcık düşkünlüğünü görünce de,
yüz bin ödül veriyoruz. Ötekilerini de, dağlarda tutmuyoruz ya. Her kimin başını sahraya çevirdilerse bu, yabancılıktan ve
bilgisizliktendir. Ona saygı gösterelim. Hizmetinde bulunalım. Çünkü bize yabancı kalmış, uzaklaşmıştır. Görmüyor musun ki,
senin eski pabuçlarını bile taşıyacak değeri olmayan birine saygı göstermekte, onu yüksek görmekte ne kadar ileri gidiyoruz!
Kaç kaç kere onun kötü hallerine göz yummuşuzdur. Düşünmüyor musun ki, nebilerin, velîlerin başlarına gelen belâlar da o
yüzdendi. Çünkü onlar Allahın has kulları idiler. Dün... gönül alçaklığı gösterdi. Birinin böyle aşağıdan alması, benim hoşuma
gider. Çünkü onun hali bütün dostlar, düşmanlar, müminler ve kâfirler için rahmetin son derecesidir. Allahdan bunu dilerim ki,
onlara doğru yolu göstersin.
Gönlüm o köpeğin (nefs'in) yüzünden bir aydınlığa eremedi. Hep onu şöyle idare et, böyle yaşat ki, kimse vurup
inciltmesin kaygısı ile oyalandım.
Çok ayrı düştük, biz evde bile dağılmış bir haldeyiz! Biri o tarafa o kâsenin başına gider. Öteki bu sofranın başına
koşar. Gariptir, bu hikâye ve bütün bunlar onun hatırına gelse bile yalnız bizim kendisini görmek hususundaki arzumuzu
hatırlamaz. (M. 132) Ona ne diyelim ki, kendisine bu kadar saygı beslediğimiz halde hâlâ bizden uzak durmakta, yabancılık
göstermektedir. Bu hikâye uzundur.
Allahya yalvardım: Yarabbi! Beni kendi velilerinle tanıştır, onlar ile yoldaş et! dedim. Rüyamda seni bir velî ile yoldaş
edeceğiz dediler. Sordum: O velî nerededir? Ertesi gece bu velinin, Rum diyarında (Anadolu'da) olduğunu söylediler. Bir
zaman sonra tekrar gördüğüm rüyada, «Henüz vakti gelmemiştir. Her işin bir zamanı vardır,» dediler.
Benim bir âdetim vardır. Yanıma gelenlere sorarım: «Efendi! Konuşacak mısın yoksa dinleyecek misin?»
«Konuşacağım,» derse, üç gün üç gece arka arkaya dinleyebilirim. Meğer ki o kaçsın da ben kurtulayım. Eğer, «Ben
dinleyeceğim,» derse, ben de, «O halde biribirimizle uyuşuruz,» derim. Ben söze başlarım, o da laf arasında konuşur.
Sofiye sormuşlar: «Peşin bir tokat mı istersin, yoksa veresiye para mı?» «Vur da geç!» demiş. Bu bir nimettir.
«Geç!» derken acıdan korkuyor, nimetin elden gitmesine acıyor. Mevlânâ diyor ki: Filân, dün gece raks ediyordu. Gerçi başka
zamanlarda bir nevi edep dışı hareket olması bakımından bu hali hoşuma gitmezdi. Fakat dün gece bunun neden ileri geldiğini
bildiğim için pek hoşlandım rahatlaştım.
Ben de, duaya bel bağladım. Ağır davranırsın, ağır davranırlar. Acele edersin, acele ederler. Sen bu Meryem'i
sevmiyor musun? Bu yavrunun güzelliğini görmüyor musun, ona âşık olmuyor musun?
Derse başlayan bir çocuk vardır; öteki arkadaşlarını da kendisiyle birlikte ders okumaya, Kuran öğrenmeye teşvik
eder. Bir başka çocuk da bunun ta-mamiyle aksidir. Kitaptan, dersten kaçar. Ama kendi kendine, «Ben ne bahtsızım, benim
yaşımdaki bütün çocuklar mektebe başlamış!» diye gizlice ağlar. Bu çocukta ümit vardır. Ama üçüncü bir çocuk daha var ki
başka arkadaşlarını da kendisi ile birlikte okuldan kaçırır, îşte onda hiç ümit yoktur. Bu çocukların ikisi de kararsız, dönek
tabiatlıdırlar. Biri kaçar kendini kurtarır. Ama öteki orada oturur kararsızlığı bir hamlede parçalar. Bir kere bu çocuk ötek'ne
erişemez. Nerede kaldı ki, onu geçebilsin.
(M. 133) Henüz pekmez satıyorsun, sarf etmiyorsun. Başka bir yerde Hakka ödünç vermek bahsini tefsir etmiştim.
Fakat o iyiliksever kişinin gözü bu cihette değildi. Bak bunu nasıl tevil etti: Kendimden ödünç verdiğim şey daima gönlümden
çıkmaz, niçin onu düşüneyim, niçin hatırlayayım? Böyle adama Allahnın verdiği gıda ile oruç tutmak haramdır. Bu, o demektir
ki, bu ağzı mazeretle açasın, öteki oruçtan tutmuş olasın. Çünkü o oruç, bağlı bir ağızla tutulmuş olur. Bu orucu açtığın zaman
öteki oruç da tutulmuş sayılır.
Semerkant, ne kadar hoş yerdir! Bu âlemde olmayan hoş bir âlem o taraftadır. Dünyanın hoşluğu o cihettedir.
Mevlânâ buyuruyor ki, benim ayrılmaklığım onun hoşuna gitmez, 'ama bu böyledir. Ben yalnız ca her yeri dolaşırım, her
dükkânda çömelirim. O ise vekarlı kişidir. Bir Şehir Müftüsünü öyle dükkân dükkân, yer yer gezdiremem, her külhanda
dolaştıramam ki, benim seninle beraber olduğumu bilsinler. Seninle şöyle teklifsizce bir şeyhlik sohbeti etmedim. İstesen de
istemesen de ben bu tarafa giderim. Eğer benim olacaksan benimle birlikte gelirsin, yoksa çetin gördüğün her şey sana
gerekmez.
Nasıl öyle eğreti oturmuşsun? Gönlüme ürkeklik geliyor. Şimdi İblisin manasını bu kadar hoş bir şekilde işittin mi?
Bakarsan İbliste de İdriste de belirli birer mana vardır. Bir vakit bu dersin manası yürür başka bir vakit de o dersin manası. O,
bundan daha hoştur. İblise gazap edilmesindeki bu nükte latif ve manevîdir. O İdristeki mana ise daha manevîdir, ama
surette İdris görünecek olursa ancak İdristen doğan mana, İblisden doğan manaya göre daha lâtiftir. Çün-kün gazaptan lütfa
doğrudur.
Evet, kendi sözünden kendi şiirinden sana bir coşkunluk geliyorsa başkalarının sözleri ve şiirleri de öyle gelir. Onlara
karşı da heyecanın artar. İyiye, güzele karşı ne denilebilir? Lâkin sen diyorsun ki, vaktin birinde bir hırka söz söylüyordu.
Nihayet senin halin hırkanın halinden daha iyi olmalıdır. Senin kendi sözün yok mu? Hep başkalarının hikâyeleri, başkalarının
şiirleri!
Hırka nasıl konuşabilir? Cansız varlıklar içinde ancak Samiri'nin danası konuşmuştur. Başka cansızlarda böyle bir âdet
görülmemiştir. Fakat o buzağı mademki Allahlıktan dem vurmuştur, Musa'nın peygamberliğini nasıl kabul eder? İşte Musa'nın
hikâye ettikleri o hali senin halindir.
(M. 134) Müridin biri dedi ki: «Ben her gün Allahyı .yetmiş kere açıkça görürüm.» Şeyhi ona şunu söyledi: «Senin bir
kere Bayezid-i Bistamî'yi görmen, Allahyı yetmiş kere görmenden daha hayırlıdır.» Mürit meşelikten dışarı çıkıp da Bayezid-i
görünce hemen düşüp öldü, çünkü âşık idi. Sevgiliyi arama yönünde öldü. Yani nefsinden ona da bir artık kalmıştı, o da
temizlendi.
Mürit, âciz görüşü ile eksik basiretiyle ancak kendi 'tasavvurunun suretini görür. Allahyı Bayezid kuvvetiyle göremez.
Şimdi yüz bin Bayezid de, Musa'nın pabucunun tozuna erişemez. Hem sen taklit yoluyla da diyorsun ki, binlerce veli, nebinin
ayak tozuna erişemez. O halde nasıl reva görüyorsun ki, bir külhancı onu her gün bin defa görsün? Allah ile konuşan Musa'ya
da onu göremedi diyorsun. Eğer biri senin gerçeklediğin «Allahyı görmek vardır,» anlamındaki Allah kelâmını tevil etmek
isterse fetva istemek lâzımdır. Söz, çekiştirilmeye elverişli ise tevil ile söylenir. Doğru söze tevil gerekmez.
«Enel Hak» (Ben Hakkım) sözü gibi çıplak ve uygunsuz sözler ise tevil götürmediğinden şüphesiz söyleyenin başı
araya gitti.
Bir divane ötekine şöyle diyordu: Bir çuval yün nasıl olur da bir çuval mücevherle beraber olur? Yüz kere boşaltsan,
altınla doldursan bile yine mücevhere eşit olmaz. Bu öyle bir divaneydi ki akıllının söyleyeceği sözü söylüyordu. Kadı ona yan
yan baktı. Ben de Tebriz şeyhleri ile Zahid'in ve kölelerin hikâyelerini anlatıyordum. Dün gece dedim ki, sizin sözlerinizi de
Mevlânâ ile birlikte sizin ağzınızdan dinleyelim. Sonra gönlüm razı olmadı. Niçin, yemek yerken konuşulan o sözleri yine
birlikte yemek sofrasında konuşmayalım? dedim. Yine gelseniz ne olur? Dualar edelim! Arzunuz nedir, aradığınız nedir?
Yukarıda sözü geçen, «Gözler onu göremez ama o gözleri görür,» âyetindeki manayı anlamak konusunu mademki
sen açıklayamıyorsun, bari dokuz şeftali ver ki ben söyleyeyim. Aranılanı bulmak ona kavuşmak için en yüksek arzunuz nedir?
Allah daima doğruyu söyler onun ilâhî varlığına ant içerim ki bu doğrudur. Allahın selâmı ve rahmeti üzerinize olsun. Ben artık
ense, göbek yapmak düşüncesinden vazgeçtim. Dostlar yen lendi ama ben eski bedenimi bulamadım, tşin kötü tarafı sen hep
kendi mektubunu okuyorsun, dostun mektubunu okumuyorsun. Nihayet biraz da dostun mektubundan birşeyler oku. Kitapta
yazılı olan şeyler hakkında onlara bir utanç gelmez. (M. 135) Bu gibi şeyleri biri kitapta yazar. Nasıl ki bir adam soruyordu:
«Kadınların kapalı yerine bakmak helâl midir, yoksa haram mı?» «Helâl geçti,» dedim. «Ona el yetmiyor.» Ancak, bu
sözümden de hayrette kaldım. Yüksek sesle, «Onun etrafında dolaş, okşayıver, nihayet vücuttan dışarı çıkmaz,» dedi. Tekrar
sordu: «O halde söyle, O beni niçin okşamasın?» Bu ikinci sorunun cevabım niçin vereyim. Niçin ağzımdan bu söz çıksın?
Ancak benim sana ilk söylediğim sözü dinle! Çünkü bu ikinci mesele, sana gevşeklik ve arıklık verir. Bunu niçin anlatayım.
Bundan sana ne fayda var? Eğer bu noktada bir yanlışlık olmuşsa gayret et, mümkün-olduğu kadar düzeltmeye çalış! Ama
sana b:r fayda sağlamaz. Ben bu konuda bir şeyler bilsem de senin nefsine bir fenalık gelmesin diye söylemem sana.
Bana bundan sonra Medrese çevresindeki yollardan geçmek yaraşmaz. Şimdi tabiatını bilmediğimiz bir insanın
gönlünü nasıl bilebilirsiniz? Zaten aranılan da gönüldür. Kaldı ki, sana bu aranılan şeyden söz açmak da belki hoş gelmez.
Şimdi beni en çok korkutan nokta, dışarda gördüğüm bir çok şeyleri sana söyleyememektir. Şimdi sen söyle; önce
bana sevgi ve saygısı vardı, onu sizin sohbetinizi anlatırken dinlemiştim. Halvette sizi hep hayırla anıyordu. Bu yüzden
duacınızın size karşı beslediği sevgi yüz kat daha artmıştı.
Rüyamda gördüm ki Mevlânâ ile birlikte Kuran' daki şu âyeti okuyorduk: «Her şey yok olacaktır. Ancak onun vechi
kalacaktır,» Yani bu varlıktan geri kalacak bir şey varsa, ancak dostların yüzüdür.
Beyit:
Nice sevgili, mest, başı dönmüş
Gözleri yaşlı olduğu halde kapıya geldi.
«Lenterâni!» (Beni göremeyeceksin!) hitabı gözünün önünde ama göremiyorsun. Onu böyle görmek istiyorsan bu
«Lenterâni,» o kadar lâtiftir ki gözle görülmez. Yine âyette, «Onu gözler göremez, ama o gözleri görür,» buyurulmuştur.
Buradaki mânâ evvelkini kat kat geçer. «Onu göremezsin, ancak dağa bak!» buyurulmuş olmasındaki hikmete gelince; o dağ,
senin benliğindir.
Ahırzaman Peygamberi Hazreti Muhammed Aley-hisselâm'dan, «Nefsini bilen Rabbini de bildi,» nüktesini iyi dinle!
Bundan dolayı onun Rabbini görmek dileği, Musa'dan başka oldu. Bu, «Yarabbi!» böyle bir istekte bulunmaya tövbe ettim,
«Ben, müminlerin ilkiyim,» sözünün delilidir.
Akar su pislikleri beraber sürükler, onları geri çevirmez. Şu halde kendisini özleyen, susamış bir kimseyi nasıl geri
çevirir. Su vardır ki, içindeki pisliklere dayanamaz, kirlenir diye içindekileri kendir ğinden dışarı atar, ama başka bir su vardır
ki, âlemdeki pislikleri içine atsanız asla değ'şmez ve kirlenmez.
(M.136) Bu halk İblisdeki hakikatten âciz kalmışlardır. Eğer, iblis, «insanoğlunun damarlarında dolaşan kan gibi onun
bedenini dolaşır,» sözündeki surette ise bu ifade uygun düşmez. Bu takdirde, bu deyim manevîdir. Bunun başka bir anlamı
daha olmalıdır ki, evvelkinin dışında olsun. Diyelim ki, sana ansızın bir öfke gelir, sonra da bir rahatlık duyarsın. Evvelkisi
manevîdir, ama ikincisi daha manevîdir. Bir zamanlar (Melekler) iblisten ders alırlardı. İyi bil ki, dersin rahmetini yine o
götürdü. O felsefe yaptı; gerçi o bu felsefeden daha tatlıdır. Allahnın yüce zatı hakkı için demişlerdir ki, onun sözü şeyhe
yaraşır sözdür. Ama tekrar söylemek gerekmez. Her ne kadar onu yorumlamak uygun görülse de yine tekrarlamak yaraşmaz.
İşte şu, «Enel Hak» (Ben Hakkım) sözü de yorumsuz değildir. O zaman iş şüpheli olur. Çünkü mademki ben diyorsun, Hak
kim oluyor? Hak diyorsan, ben sözü çıplak, alçak ve öldürücü bir kuru lâftan başka nedir?
Zamane müftüleri Hallâc'ın ölümünü istediler. Tahkik ehli müftülerle şeriat müftüleri de onlara yardım ettiler ki
sevabını paylaşsınlar. Bununla beraber, O hem şüphe, hem de yakın mertebesinde kaldı. Acaba ben var mıyım? diye yakın
mertebesine erişemedi.
Hakikat yolcularının yolu yakın mertebesinden geçer. Onlar ancak bu menzilden sonra son duraklarına erişirler. Asıl
aranılan da o mertebedir. Âlemin görünüşü karşısında der ki: «Nihayet ben sende bir âlem görüyorum!» O da, «Şu toprak
âleminde ne yapacaksın?» deyince: «Senin lütfün benimle beraber değil mi?» diye sorar. O, «İster olsun ister olmasın,» der.
Ama, «Sana daha çok yardım edemiyorum,» deyince de, ona, «Ben de üzülüyorum. İçimden sana yardım etmek için bir
gayret geliyor.» der ve «O halde, benim için ne gam!» cevabını alır.
Gideyim Mevlânâ'yı göreyim. O, dünyaya ne bir şey istemek için ne de bu işareti tamamlamak için geldi. Âlemde,
nişanı olmayan bir sevgilinin halinden haber veren işaretten onda bir nişan yoktu.
Görünen her nişan, arayanın nişanıdır, yoksa aranılanın nişanı değildir. Bu sözler hep arayanın sözleridir. Onlara bir
şey görünmez. Hakkı arayan gerçek, yolcu odur ki, aradığı sevgiliden alnında bir ışık parlar. O ışık sayesinde her kimin yüzüne
bakarsa onun said (mutlu) veya şaki yani (mutsuz) ve fena yara-tılışlı olduğunu görür. Hak yolcusu bir temaşa âlemine
gelmiştir. Bu arada aranılan sevgili ile bir ilgi kuranlar vardır. Bunlar Hak yolcularını görürler, rahatları kaçar, ıstırap çekerler.
Biri der ki: «İşte bu yetim inci benim. Âlem içinde aranılan sevgiliyi seyretmeye geldim. Artık huzura kavuştuk şimdi
yerimizde oturalım.» Öteki der ki: «Burası oturacak yer midir? gidelim.» Başka biri de, «Hele bir kaç gün daha temaşa
edelim.» der. (M. 137) Şimdi her gün benim ışığımla temaşa ediyoruz âlemi. Yine her gün benim nurumla cihanı seyredelim.
Mademki hem dost hem de Hak yolcusu olduk. Hakkı arayan, coşkunlukla İsa gibi erken konuşmaya başlar ama aranılan
sevgili onu ya kırk gün sonra söz söylemeye yetkili kılar, ya on altı yıl geçtikten sonra aradığı dostun yüzünü görebilir. On beş
yıl sonra da onu konuşturur, hararetli hararetli söyletir.
Bütün bunlarla beraber diyorum ki, onun pabucunun tozuna şüphe karışmıştır. Yakîn ve yakînde şüphe, Allah yolunun
başıdır. Bunlardan yüz bin tanesinin bile o noktaya erişememiş olması daha iyidir. Hele şeyhliğe ve kılavuzluğa yakışmaz ki, o
saçı ile, sakalı ile kapıda kalsın. Bu gibiler kendilerini asla şüpheden kurtaramazlar. Ama pek azı taklitçilikten uzak kalır. Zaten
taklitçi, ne onun bunun şiirinden, ne de Allah kelâmından bir şey anlar. Allah korusun o bir sapkın olur. Yani o ancak yakîn ve
hakikat yolu ile Hakkı kabul eder, taklit yolu ile değil. Kuran'ın içyüzünü, bâtın manasını ki ona, bâtının bâtını perde çekmiştir,
taklit yolu ile değil ancak tahkik yolu ile anlar. Başka birinin şiiri mi daha dokunaklı olur yoksa senin sözün, senin araştırma
ışığın mı? Sendeki kudret büyük bir çuvaldaki yün gibidir. Ama cevherle iddiaya girişir de, «Ben mi daha değerliyim yoksa
pamuk çuvalı mı?» derse, cevher ona der ki, «Bunu bir kere divanelerden soralım, akıllılardan değil.» Bunu işiten divaneler de
şu cevabı verirler: «Bir cevher vardır ki çuvallar dolusu berberi altını bile onun kadar değerli değildir.» Cevherin kıymeti
kendindendir. Akıllıya gelince o da şöyle der; Siz onun sözüne bakmayın, o divanedir; yetim inciye asla değer biçilemez.
Hümameddin'in sözleri bütün âlemde senet sayılır. Bundan sonra da ben konuşacağım, ona ayakbağı olacağım.
Mevlânâ o gün pek duygulanmıştı, diyordu ki: «Sen bir gün bana Hümameddin'i seviyorum dememiş miydin?» Ama
bu (birlikte yaşadığımız) Halk dururken kervansaraya gitmeye hakkım yoktur. Yabancılarla sohbet mi daha iyi yoksa bunlarla
anlaşmak mı? O Yahudinin bir tek putu vardır, bunun yüz bin. Bir putla uğraşmak daha iyi değil mi? O bana yumruk atar ama
ben ona atamam. Çünkü bu noktada bir rahmet vardır. Böylece benimle birlikte yoldaşlık edersin. Bütün âlemde bütün sözler
talipleri^, arayanlarındır. Ya aranılan nişanı nedir? Dinliyorum, dinliyorsun.
(M. 138) Aranılan gerçeğin Allah ile karşılaştırılması yolu ile, o âleme varabilmenin zamanını bilmek gerektir. Nihayet
nereye gidiyorsun? Benim nazenin -dostum! Bu tartışmadan sonra artık ne söyleyeyim. Allah seninle beraber olsun derim.
Ama bu ayrılış dileği değil, ancak Allah lütfunun, inayetinin, Mevlâ dostluğunun ve sırları bilen Hakkın seni koruması için bir
duadır.
«Dur, ey Devem! Sevinç son kertesine geldi, iş bitti, yol kesildi. Yeryüzü güzel bir cennete döndü. Bayram geri geldi,
işler düzeldi.»
Biri dedi ki: «Tekkenin işi nedir? Hangi niyetle iş görür?» O, yedirir, istirahat ettirir, yoksulun biri ondan bir şey istese
bütün kalbi ile der ki: Sen benden özel bir istekte bulunmadın, belki umum sırasında bir şey istedin. Sen de o umum istekliler
arasındasın. Acaba benden geç kaldığını mı soruyor? Onunla benim yüzümü yırttı, bu bana yeter, dedim. Benim şeriat yönüne
meylimi bilselerdi bana her gün sabahları külbastı ve tuğrak yedirirlerdi. Her türlü pişmiş et gaz yapar, ama bunda pek az gaz
vardır. Sen benim kızarmış et parçalarını sevdiğimi nasıl bildin? Bunlar meselenin aslım bilirler. Şüphe yok ki, sen benim
isteğime uygun hareket ettin, insanın niyeti uyanmak olduktan sonra, ister uyumuş olsun, ister ölmüş bulunsun, ona İsa
nefesi gerektir. Ama ona Isa Peygamber üfler ve kalbiyle onun dirilmesini isterse, o uyanır. Lâkin onu yalnızca sarsar da
uyandırmak niyetinde olmazsa o zaman ne olur. O zaman o kimse direnmeye başlar. Nasıl ki, Hazreti Peygambere hitaben
Yüce Allah, «Sen sevdiğin kimseyi doğru yola getiremezsin!» buyurmuştur. Bana dedi ki: «Ben her zaman Bed-reddin'in evine
giderken hep seni çağırırım. Sen niçin abdest almaya giderken beni çağırmadın?» «Yoldan mı?» dedim. «Yoldan,» dedi. «Ben
seni çağırdım. Eğer aramızda muhabbet ve saygı olmasaydı başka ne ya-pabilirdim?» Bu arada meseleyi öğrenmek için
kendimi zorluyordum. Çünkü anlaşmak ve birleşmek istiyordum. Mevlânâ'nın sevgisi olmasaydı, Allah hakkı için öz babam bile
olsaydı bana onların yaptığını yapar mıydı? isterse kitapla gönderilmiş Peygamber olsun onun şan ve şerefini kırar işini alt üst
ederdim.» Dedi ki: Görüyorsun ya iş ne kadar ağırdır. Yiğitler gerektir' ki bu dağları kökünden kazısınlar. Dinde ve işte geri
kalmışlardır. Hazreti Muhammed Aleyhisselâm kendisine gelen kesin emirden nasıl inledi. Kuran'da, «Emrolunduğun gibi doğru
yürü!» buyuruldu ve buna işaretle, «Hud sûresi ve benzerleri, beni ihtiyarlattı,» diye yakındı. (M.139) Bu bir feryattır. Ama
Ayaz için zor bir iş yoktur. Hep kolaydır. Ben buna karşı dedim ki: «Nihayet Ayaz'ın himmet ve gayreti işleri kolaylaştırır.»
«Evet,» dedi. «O Ayaz ki, köpeklere karşı bile sevgi ve şefkat besler, kendi gözünün nuruna karşı nasıl sevgi beslemez?»
Şimdi bizim sözümüzü üzülerek tekrar söyler ve ondan faydalanır.
Ömründe hamam yüzü görmemiş, vücudu ter ve kir kokan edepsiz bir adamı, Gazneli Sultan Mahmud huzuruna
kabul etmedi. Hazreti Muhammed (S.A.) ki Mahmud'un mübalâğa sığası ile ifadesidir, yani ondan pek çok yüce bir
mertebededir, öyle adamları nasıl kabul eder? Nihayet büyük erenlerin ruhları hazırdır; yaşıyanları görür, onlara yardımcı
olurlar. Bir kimse nasıl edepsizlik yapar da, Dergahına lâyık olmadığı halde Hazreti Muhammed (S.A.) hakkında söz
söyleyebilir? Bu, şu sebepten dolayı imkânsız görünüyor. Çünkü sen hep kendi mektubunu okuyorsun, O Hazre-tin mektubunu
okumuyorsun, yani ona kendi halinden kıyas yapıyorsun (Onu kendi nefsinle karşılaştırıyorsun). Onun kıyasını, kendi haline
uydurmuyorsun. Bu konuda O şöyle buyurur: «Benim dış görünüşüm (zahir), başkalarının bâtınlarının yaratıldığı yerden
yaratılmıştır.» işte bu «başkalarının» sözlerinden anlaşılan, velilerle nebilerdir.; Yani onlarin kalpleri ve bâtınları ile bildikleri
şeyler, benim için zahir bilgisi sayılır, demektir. Ytine onların bâtında gördüklerini Hazreti Peygamber zahirde görür.
Kendinden söz söyleyen kimse, kendi benliğinden dışarı çıkmıştır. O kendi kendine der ki: Bunu düşünebilmek için kafamı
idare eden zabıta kuvveti, kendi yuvasından dışarı çıkmıştır. «Ey gönülleri ve gözleri dilediği tarafa döndüren ulu Allah!
Kalbimi dinim üzerinde sabit kıl!» Bu dua başkaları için. bir dilektir. Yani böyle bir olayla karşı karşıya gelirseniz, Allaha böyle
yalvarınız demektir. Eğer iş böyle değilse sen, o kitapla gönderilmiş olan en büyük Allah Peygamberi hakkında yanlış
düşünceye kapılır, onu öylesine nefsine düşkün, korkak, nefsinin fitnesinden feryat ediyor1 sanırsın. Halbuki onun gönül evinin
etrafında hiç bir ihtisapçı (zabıta kuvveti) dolaşamaz. Zındık bile bilir ki, onun için korku yoktur. Ama o sözü kendine söyler.
Söz başka bir yere gitmez. Nasıl ki şair, «Kendimle hoşum, bundan sonra da ben kendi kendime yaşayacağım,» demiştir. Bu
noktada başka bir sır daha vardır ki, Hazreti Peygamber onu Hazreti Ömer'den gizledi. Ama bu, ondan bir şey esirgediği için
değildi. Ancak daha vakti gelmemişti. Eğer o zaman bunu Ömer'e açıklasaydı Halifelikte şaşkın bir hale gelirdi. O sözün
manasını kavramak mümkün olmazdı. Şeriat zahirdedir. Onu âlemde yaymak gerektir. Benim sizden istediğim, içinizdeki
coşkunluğu, derin duyguları dışarı atmanız, açığa vurmamzdır. Sarhoşluk da ayıklık da meydana çıksın. Benim istediğim hal
sende var mı? Nerede? Ben bu işleri senin önünde kendi kendime yapıyorum ki, göresin de o sırrı açığa vurasın! Seni ibrik gibi
kaldırıp gezdireyim, oraya götü-reyim de, o geniş hırka yeni ile o işleri yapasın ki bâtının da sağlam kalsın.
(M. 140) önce sana yuvarlak bir tandır ocağında oturmayı öğreteyim, ilk günü biraz geride oturursun, sonra yavaş
yavaş tandırın kenarına gelirsin... Mev-lânâ ile sizin niyazınızdan bahsediyorduk, ben birkaç kelime söylüyordum. Ben demek
de ne oluyor? Niyazınızın sonucundan ve içinizin temizliğinden gözümden yaşlar boşandı. Evet Peygamberimiz buyurdu ki:
«Bu edep için bir öğretmen, bir mürşid gerektir.» «Bana edebi, Rabbim öğretti!» buyurmakla büyüklük göstermiştir, O bu
sözleri ile dervişi övmüştür. Bana sizinle birlikte bir şey söylemek gerekmez, çünkü anlayamazlar. Ancak bana içinden
çıkılması çok zor olan bir soru yönelten o tek insanın faydalanması için konuşacağım. Çünkü onun bu sorusundan bir fayda
umulur ve bu yüzden irşad eden şeyh ile irşad olunan müridin hali belli olur. Devamlı olarak şeyhlik yapacak kimse ile ona
devamlı surette bağlanacak mürit seçilmiş ve anlaşılmış olur. Bu bambaşka bir iştir. Dedi ki: Mevlânâ'ya sordum; şu âlemde
neler temaşa ettiniz? dedim. Bana şu cevabı verdi: «Bir insan ki herkesle bir konu üzerinde konuşur, o ya temaşa yönünden
geri kalmıştır, yahut sadece temaşa davasın- » da kuru davacıdır. Ama eğer yapacağı o temaşa, herkesle konuşmasına engel
olursa iş başkadır. Diyelim ki karnım toktur, ama bana su lâzımdır. Ben nasıl ekmek yiyebilirim? Yersem durumum daha kötü
olur.»
Pirlerde bir onur vardır, özellikle bilginlerde. Hele onun karanlığı bana engel oluyor gibi sözlerden daha çok incinirim.
Onun karanlığından verecek cevabı da kaçırdım. Ama o kim oluyor? Onun karanlığı nedir ki, sana perde olabilsin?
O gün şehre gelmeden o şeyhi tanımıyordum. Onun hali bana kapalı idi. Hele karanlığı bana hiç perde olmadı, îster
çırpınsın, ister yılan gibi kıvransın, ben diyeceğimi dedim ve gitti.
Yetmiş yaşlarında bir Mecusî, yolculukta, yedi yaşındaki bir çocuğa muhtaç olur; bana bir su ver diyebilir. Ama ben
bu halin ona kanıt olmasına razı olmam. Mecusîdeki sevda başkadır. Halbuki sen onun sözünü örnek alıyorsun. Yahut ondan
daha aşağılık, daha bayağı birinin sözünü misal gösteriyorsun. İstiyorum ki Tekkeye gideyim de senin şu sözünü eleştireyim.
Hani ya diyordun ki senin suç bağışlaman günah öğretmek anlamına geliyor ki, daha fazla olmasın. Ama çok zararlar
ediyorsun, çok değişiklikler ve-karışıklıklar oluyor, başka bir sefer de söylemiştim. Eğer Nârenç bir günah işlerse, kime ziyanı
var? (M. 141) Hiç evini bırakır da başka bir eve gider mi? Onu bir şeye benzetiyorsun ki, sana bir faydası yok. Dine de faydası
yok. Razı değdlim ki iş kuru bir sonuca varsın. Nasıl ki bezirganın birinin boy abdesti almak pek hoşuna gitmezdi. Kaç kere su
dökünse üşenirdi, bir kere de başı şişmiş, ağrımaya başlamıştı. Onu her gün şeytan aldatıyordu. Yeni erginlik yaşına girmişti.
Onu-Gülistandaki medreseye götürdüm. Medresenin hocası dedi ki: Evet, ilham bir şeytanın adıdır diyorlar. Onu İblis bu gence
musallat etmiştir. Bu gencin namaz ve temizlik niyetlerini şüpheye düşürür.» Hoca, postunu bir yere götürdü, rengi sarardı.
Sonra ikinci defa anlattı: «Bil ki, bu vesvese yani kuruntu denilen şey de bir köpek, bir melundur. Onun günahı senin boynuna
yazılır. Sakın onu bir daha dinleme!»
Şimdi benim çok yemek hakkındaki sözüm de bu; konuya dayandı. Sana Halep'te ne dualar ettim. Rahatça
oturduğumuz o kervansarayda yüzümü halka göstermek istemiyordum. Eğer böyle yapmasaydım, ya bir işle uğraşmak yahut
da tekrar Tekkeye dönmek zorunda kalacaktım. Benim yirmi günde başardığım işleri, sen bir anda tekmeler, alt üst ederdin.
Bütün onlar iş hesabına sığmaz. Sonra bütün dşler bozulur, üzüntüsü de bana düşerdi. Görüyorsun, senin terbiye ve yetişme
tarzın sana neler getirdi! Ben artık bu işe başladım. Allah fakirlerinin işi boş değildir. Nasıl ki, o ük günde ne aydınlıklar
belirdiğini gördün. Eğer o neşe bu ana kadar devam etseydi he-sabet ki neler olurdu? Şu hale göre o olup bitenler hep iş
hesabı değildi. Şam'a gitmek sizin işiniz değildir, o benim isimdir.
Mevlânâ bana şöyle bir yan gözle baktı ve dedi ki: «O Allahyı böyle bir kimseden arıyor.» Ben ona çok inanırım.
Önce, «Bu yanlıştır,» dedim. Dedi ki: «Ben Allahı ondan aramıyorum, onu ben Allahtan istiyorum.»
Şu insanoğluna kendi gözü kadar hiç bir şey ziyan vermez. Yani kendine çok nazar değdirir. Bakarsanız hiç kimse
bunun farkında değildir. Ancak bu işi .ben bilirim. Nazar değdi, bir yudum su gibi geçip gitti:
Kazvin'li dinsizin hikâyesi meşhurdur: Başım keşliler de Allah yoluna gitmedi.
Şiir:
Yazık ki, umut gününde aşk, bedenimi sırsıklam etti.
Eğer sen imanlı kişilere, namaz ve hizmet yolunda olanlara dil uzatmıyorsan bunu bu kadar güzel bir ..şekilde kim
ifade edebilir. Sen o abdesti alınca bütün bedenin öylesine parlak ve güzel görünür, başını secdeye koyduğun vakit sana öyle
bir hal gelir ki, içki bile ona ziyan vermez. (M. 142) Ancak kendisinde bu makam yoksa, bu denizde kol ve bacak sallayacak
gücü yoksa boştur. O taliplerden idi, arıyordu; aradığının ne olduğunu söylemek de ona ziyan vermez. Ben kıyamete kadar bu
yanda yatar uyurum, bu bana zarar vermez. Belki her gün bana daha iyi gelir. Bununla beraber benden ayrıldığın gün
üzüldüm, gece sabaha kadar rahatsız oldum. Onu bıraktığın gün de sevinçli ve neşeli olurum. Kabe'nin kapısı kıble olmasaydı,
Kabe dışındaki dört taraf da kıble olmazdı.
Sen Erzurum'dansın. Rum ülkesinden genç olsun, yaşlı olsun, insan Allah evinden bu kadar uzaklaşır mı hiç? Kulağına
vurayım gel sofra örtüsünü kaldır da bana su ver! Bu gece eğer benden ayrı ve yalnız uyursan ben rahat edemem. Elimi
ayağımı bir tarafa atar çırpınırım. Sen arkamı örtersin, önüm isterse kış olsun. Eğer başka küçük biri olsa, kâğıdı tutar, yağlar
ve fareye kaptırır. Sen bu işleri bize emret! Biz içiyoruz sana bakmıyoruz. Sen, «Oh, oh!» deyiver ki, ben de senden ne kadar
istekli olduğumu anlayayım. Vücudum pek narin; ufak bir rahatsızlık bana yol buldu mu her gün geceli gündüzlü hasta
olurum. Ancak ben rahatsızlıkların saldırısını, açlıkla önlüyorum. Onları açlık ve perhiz ateşiyle yakarım.
Mevlânâ'dan nihayet bir şey aşırabildik. Bu hikâyeden hisse alman yerinde olur. Ama önce onun per-desM kaldır da
öyle oku! Bu Kazvin'linin hikâyesidir: llya efendinin yaptığı çatlak ibriğe işeyip de onunla taharetlenen Kazvinlinin hikâyesi.
Mevlânâ birisine darılınca ne hoş oluyor. Bir şeye kızdı mı pabuçlarını yere vurur, «Vahşeti anmak vahşettir,» derler.
İşte ben onları sağlam tutarım. Zamanede soğukluk vardır. Biri yüzünü halka çevirirse, bu, cimrilik yönündendir derler.
Sofi ile dişi merkep ve virane hikâyesi de bir başka türlü, ileride bunları da anlatırım. Benden her hangi biri incinirse
onu çabuk bırakırım ama benden nasıl ayrılabilir? O pişman olur. Şimdi onu daha iyi olması için sıkıştırıyorum. O, belki daha
çok zahmet çekecektir. Ama bir gün benden ayrılınca daha güçsüz kalır. (M. 143) Çektiği zahmetler hatırına gelir, başka
biriyle dostluk kurar, o dost da kendisinden kaçar. Ama Mevlânâ'nın şaşırtıcı ve yorum isteyen sözleri her konuya uygun
düşer. Dedi ki, «Kilise gereklidir. Çünkü ilk önce Müslüman olan pek az kimse vardır.» Dedim ki: «Bu söz ilk defa söylenmiş
sözlerdendir.» Bu tekkeye geldiğimden beri dün gece bundan konuşuldu. Bu kimin sözüdür, bunu yazmak gerek. «Şüphesiz,
Hak, Ömer'in dilinden konuşur,» buyurulmuştur. Mademki sende kendi sözlerinden hangisinin Allah ilhamı, hangisinin Şeytan
vesvesesi olduğunu ayıracak güç yoktur, bunu ben sana söyleyeyim: Bunlardan Allah ilhamı sonucu olanları yazmak gerek.
Nihayet kendi kusurunu anlatıyordu, diyordu ki: «Önce bana iman konusunda bir şeyler olmuştu. O şeyh, beni kendisine çok
güvendiği zata- götürdü. Onunla çok konuştu. O, ortaya bir söz atıyordu, ama şüpheli konuşuyordu. Biz, onu bizim tarafımıza
çekiyorduk. Çünkü o söz öyle bir kimseden doğuyordu ki onu Hazreti Muhammed''in (S.A.) yanında oturtsalar yaraşırdı.
Bende öyle ateşli bir hal var ki, hiç kimse bu duruma katlanamaz. Ancak benim sözüm dinleyene merhem olur. Halk
arasında kabul edildikçe kuvvet bulur. Bir gün, o da bu hale düşerse sonucuna katlanır. İş adamı, yaptığı işte yetkili olmak
gerektir. Öyle kişi ne acımakla, ne gam çekmekle kendini yorar ve hiç üzülmez. Yola koyulunca her an ayağı kaymasın diye
dikkatle yürür. Çünkü babadan kalma o hata bir kere işlenir. İnsan bir kere yanıldı mı arkasından hemen pişman olur. Artık bir
daha yamlmamak için tetik ve uyanık davranır. Yanılsa bile ona fazla önem vermez, düşünmez. Çünkü zaman geçtikçe
üzülmenin ve gam çekmenin bir faydası olmadığım anlar. Diyelim ki, savaşta bir adamın eli yaralanmıştır. İlk defa buna çok
acı ve üzüntü duyar, ağlar, ama ne faydası olur? Ancak tedavi için bir cerraha, bir hekime koşar, yahut hiç ağlayıp sızlamadan
bir kırıkçıya para vererek kuru sargı ile bağlattırır. O pansumanın verdiği rahatlık sonunda iyi olduğunu sanır.
Mevlânâ'da, ledün ilminden sözler vardır. O konuşurken sözlerinin kimseye bir faydası olup olmadığını düşünmez.
Ama benim çocukluğumdan beri Allah ilhamı olan bir halim vardır. Birini sözle terbiye edersem kend'i benliğinden kurtulur.
(M. 144) Daha fazla ilerler. Bu şeyh, Haktır. Allah kullarından kimi iş adamı, kimi de söz eridir. Siz benim için birer örnek iş
adamısınız. İçinizden söz adamı da çıkaracağım. Ancak bu daha yenidir. Kendisinde iş adamı olmak gücü bulunan kişi
konuştuğu zaman, sözü iş kuvvetiyle birleşir, ona göre iş görür. Ben Tekkeye daha çok onu yakalamak için giderim. E'ğer
avlayabilirsem selâm ve saygıyı, son derecesine vardırırsa ,başka bir zaman yine giderim; onu avlamak için yine yakalarım.
Ben Hak yoluna çağırmakta serbestim. Ama Hazreti Peygamber, bu işe memur olduğu için, «Hûd sûresi, beni kocalttı,»
buyurmuştur. Ben bu konuda zorunlu olmadığım için Allahnın, «Emrolunduğun gibi davran!» fermanı beni ancak gençleştirir.
Çünkü hadisteki «y» harfinden bir nokta düşünce kelime gençlik anlamına gelir. Düşen ikinci nokta birinci nokta ile yanyana
gelince birleşme meydana gelir. Ama bağımsızlık söz konusu olunca birleşmeye ne gerek var diyeceksiniz. Ama Allahm
işlerinde hiç bir zorluk yoktur, ona göre hiç de güç değildir. Mevlânâ, «Yaratıcıların en güzeli olan Allah, seni mübarek kılsın!»
diye dua eden kişinin elini öptü. O dininden mi döndü? Bilmedi ki o, Hazreti Peygamberin nurunun ışığı ile Hazreti Ömer'in
dilinden konuştu. Nasıl olur da di-n'inden döner1? Görüyorsun ki o söz onun değildir. Mu-hammed'in (S.A.) hesabına Ali
konuşmaz, çünkü Cenabı Hak hep Muhammed'in (S.A.) diliyle konuşmuştur. Bugün de öyle değil mi? Sana ne diyeyim ona ne
söyleyeyim. Dünya ve ahiret durdukça şehvet duygularından uzak bir sevgi vardır ki, buna hiç bir şey engel olamaz.
Dün sizi hayırla anıyorduk. Ben hep böyle yapabilir miyim? Bunda asla günah olamaz. İster inkârlı olsun, ister
inkârsız, ben bundan sonra bu mesele üzerinde durmuyorum. Bana yaramazlık etmeye başladı ama yine de beni sevdi.
Ne olur birer birer söyleyin ne olur? Dost mu istiyorsun, yoksa aydın sabahlara eriştirecek sâm mı?