Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Makalat Şems-i Tebrizi Bölüm 11

Kunduz

MFC Üyesi
Konum
Dünya
  • Üyelik Tarihi
    5 Kas 2012
  • Mesajlar
    228
  • MFC Puanı
    1
Beyit:
Ey Senaî gel bu âlemde kalenderler gibi yaşamaya baki
O, temizlikten dem vuran kuru davacının gözlerine toprak saç!
(M. 102) işte kuru davacıların yoksunluğu, onun habersizliği bundandır. Nasıl ki, Bayezid, ömrünün son gününde
zünnar istedi. Şahadet getirdi. «Şahadet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur, şahadet ederim ki, Muhammed Allahın
elçisidir,» dedi. Şimdi burada iki görüş vardır. Bazıları onun Müslüman olarak öldüğünü bazıları da, kâfir gittiğini söylerler. Bir
kimse bu saatte iman getirebilir ve, «Ey ulu Allahm,» der, «sen öyle bir kerem sahibisindir ki, bir kâfir senin hakkında yetmiş
yıl uygunsuz sözler söylese de son vaktinde yine sana dönse ve iman getirse kabul edersin,» diyebilir. Hazreti Muhammed'e
ümmet olmak nerede? Hazreti Muhammed nerede? Ona hem surette, hem manada uyabilmek nerede? Yani nerede bir ışık ve
aydınlık görürsen Muhammed onun göz nuru olur; onun gözü de Muhammed'in gözü olur. Sabır ile daha başka niteliklerle
süslenmiş olur. Bırak başka sıfatları, sabır'la ve daha güzel vasıflarla bezenmiş olur.
Şeyh nedir? Müridin varlığı nedir? Ancak yokluk değil mi? Zaten, mürid yok olmadıkça mürid olamaz.
Hamamda iki adam, birisine bir emanet bıraktılar. Bunlardan biri yıkanıp çıktı; bıraktığı çantayı istedi ve alıp
hamamdan gitti. Biraz sonra arkadaşı çıktı. Hamamcı, «Para bendedir, ancak o arkadaşı getir de al paranı!» dedi.
Ben şimdi hak erenlerden, halktan gizli yaşayan o topluluktan söz açmak istemiyorum. Onlar böyle imkân buldular,
böyle yaşadılar, geçip gittiler. Ben de dedim ki: Mevlânâ'dan başka hiç kimse ile konuşmayayım, yalnızca Mevlânâ ile sohbet
edeyim. Şimdi gel de kulağına söyleyeyim; ben bir iş yapmak istiyorum. Ama Allah engel olursa beni dinlemez. Bizi gören
kimse, ya Müslümanın Müslümanı, ya da zındığın zındığı olur. Çünkü bizim manamıza erememiş olanlar ancak dış yüzümüzü
görürler; ibadetlerimizde dış görünüşü bakımından eksiklik bulurlar. Çünkü onun himmeti yücedir, bu ibadete de ihtiyacı
kalmamıştır sanırlar. Âlemlerin gerçekten bağlılık sebebi olan iba-det'ten uzaklaşırlar. Bir kere benim arzuladığım şey, senin
dediğin gibi değildir. Sen diyorsun ki, «Arzu edilen hep odur, onu inciten bir şey var ama eli ona erişemez.» Bu Sunnîlerin
mezhebi, uygulamada Mutezile mezhebine daha yakındır. Mutezile mezhebi de, felsefeye yakındır. «Kardeşi için kuyu kazan,
içine kendi düşer,» derler. Bu nasıl bir inançtır? Ben ki dervişlik yönünden geliyorum, bu yol bütün korku ve tehlikelerle dolu
olduğu halde yine de yüce Allahnın koruduğunu görürsün.
(M. 103) Bu saatte sen bir dervişle berabersin. Bu nasıl korku ve kötü düşüncedir ki, bu toplum Allahya, «Öküz
çobanı Ahmet,» derler. Onları terbiye eden nedir? Şüphe yok ki bu dünyada onlar palaslarım boyunlarına asmış; o faydasız
azap içinde, o bilgisizlik ve karanlık âlemde mezarlarının kıyısına kadar sürüklenip giderler; mezar kıyısından sonra da, acaba
Allah o kulunu cehenneme kadar naz ve nimet içinde mi yaşatır? Diyelim ki, ben bir aralık kötü elbise giydim; bu benim
arzumladır, yoksa benim hakkımda Allahnın dilediği hep lütuf içinde lütuftur; kerem içinde keremdir. Ancak şu var ki benim
-lâyık olduğum şey yerine göre lütuf da olabilir, kahır da Ama lütuftan üzülüyorum ben. Bana her dört günde biraz gevşeklik,
bir uyuklama hali gelir. Biraz sonra da bu hal geçer. O zaman bir lokma bile yutamam. «Sana ne oldu?» derler. «Bana hiç bir
şey olmadı, öyle birinin divanesiyim ki, üstümü başımı yırtarım. Sana gelirsem senin elbiseni de yırtarım.» «Bir şey yemiyor
musun,» derler. «Hayır yemiyorum.» Bugün yarın, o bir gün, başka bir gün de...
Hemşeri nedir ki, benim babamın bile benden haberi yok! Kendi şehrimde bile garibim. Babam bile bana yabancı.
Gönlüm ondan ürküyor. Öyle sanıyorum ki, üstüme yıkılacak; bana güzellikle söz söylerken bile beni dövecek, evden kovacak
sanıyordum ve kendi kendime diyordum ki: Eğer benim manevî varlığım, onun manasından doğmuş olsaydı, gerekirdi ki,
bendeki mana onun yavrusu olsun; onunla uyuşsun, anlaşsın ve olgunlaşsın. Kümes tavuğunun altına konmuş bir kaz
yumurtasıyım sanki. Gözlerimden yaşlar boşanırdı.
Şeyh, hadis anlatıyor, filan hadis bilginleri ki böyle kimselerin içeride ve dışarıda kırk tane yetiştirmesi vardır; bunlar
ya divane, yahut sevdalıdır, diyordu. Kulak verdim, benim halim o hal değildi. Diyordum ki: Sen bizim babamızsın. Nasıl
oluyor da bizi götürmelerini uygun buluyorsun? Beni gizlice divane ediyorsun, kafamı bozuyorsun ben ne yapabilirim?
Mevlânâ Celaleddin, sanki beni şu zevk ve istekler âleminden ateşe sürüklüyor. Ancak, beni bağlamak için zincir
getiren o zata niyaz için nasıl gideceğim, diye düşünüyorum.
İki sevgili arasındaki davranış nasıl olursa, ben de, sana öylece gelip boynuna sarılıyorum. Başka ne .yapabilirim? Bu
niyaz ile elde edilirse, demek ki, Hakkın iradesi dileğimize göre açıkça belirmiştir. Çünkü murat yani istek iradeden pek
gizlidir. Murat, iradeyi bilir, ama irade muradı bilmez. Şu halde, o ne yaparsa Allah iradesi ile yapar. Onun için, işlerine hiç
kimsenin karışamayacağı o sevgilinin yaptığı her şey, iradeye uygundur. O her ne yaparsa iradeye göre yapar. Her ne işlerse,
iradeye uygun düşer. Bir kimseyi gördüğü zaman, onun doğuştaki halini, son durumunu, yaşantısı boyunca hangi duraklardan
geçeceğini de görür; ama asla o işleri yapmayan, Allah buyruğunu tutmayan kimse, nasıl olur da onun aksini yapabilir? O bir
yerde umut ışığı görürse belki uyanık davranır. Nasıl ki, Şeyhin nazarı ona erişmiştir dersin. Öyle bir insanın işi o yüzden
tamam olur. O, bu halin Şeyhden ve kendisi tarafından olduğunu sanır. Böyle bir Şeyhin etkisi nasıl olur? Bakarsınız ki, onda
hiç bir seyir ve sülük yoktur. Şeyh de kendisine bir şey söylememiştir. Burada Bayezid'e hıyar tarlası hikâyesini anlattılar.
Dediler ki: «Adam hiç karpuz yemedi.» Dedi ki: «Ben, Peygamberin karpuzu nasıl yediğini bilmediğim için yiyemem.» İşte
Peygambere uygun davranış burada hem suret, hem mana yönündendir. Peygambere uygun davranışı surette korumak
gerektir. Şu halde bu uygunlukta hem sureti, hem de manayı korumayı nasıl ihmal edebilirsin? Hazreti Mustafa, (Allahnın
Selât ve Selâmı üzerine olsun), şöyle buyurmuştur: «Yüce Allahm! Biz sana karşı, senin ululuğuna yaraşan şekilde kulluk
edemedik.» Bayezid ise, «Kendimi kutlarım, şanım ne yücedir!» diyor. İş böyle olunca bir kimse, Baye-zid'in bu sözüne bakıp
da, onun hali Hazreti Muhammed'in (S. A.) halinden daha kuvvetli olduğunu sanırsa çok ahmak ve bilgisiz sayılır. Eğer şeriatın
gerçek yönünü araşan, evet şeriat da vardır, tarikat da! Şeriatın hakikati kandil gibidir. Kandilin maksat ve manası ise, bir
yere gideceğin zaman sana ışık tut-masıdır.
Ona dosdoğru güvenebilirsin. Ona fitil takarsın havadan asarsın, onunla çevreyi görürsün. Ama bir yola gitmezsen
onun sana ne faydası olur? Hep yerinde duran bir ışıkla hakikata nasıl erebilirsin? Gerektir ki, hakikate eresin! Tarikat
yolundan yürüyesin! Diyelim ki, bu testi çorak bir su ile doludur. Sana, «Bu ırmak suyudur,» diyorum. «Ver bana,» diyorsun.
Veriyorum. Ama, «Bunu o acı sudan tamamıyla boşalt,» diyorsun...
Sıcaklık soğuklukla, soğukluk sıcaklıkla birliktedir. O işler soğumadıkça bu iş kolaylaşmaz. Bu söz sona ermiş değildir.
Ama uykuyu kaçırmıyor. Uykum kaçsın diye başımı sana dayadım.
Şu su ve toprak âleminin ötesinde gayb alemindeki dağın arkasında Yecuc ve Mecuc'lar (M. 105) gibi birbirimize
karışmıştık. Ansızın oradan, bize, «ininiz aşağı!» sesi geldi. Oradan bu aşağılık âleme indik. Uzaktan, karanlık ve yokluk
âleminde bir varlık belirdi. Uzaktan, kentler, ağaçlar henüz görünmüyordu. Bu âlemi hiç görmemiş çocuklar gibiydik; yavaş
yavaş yaklaşdıkca, dane ve tuzak belâsı, derece derece gözümüzün önünde belirmeye başladı. Daneye kavuşmanın zevki,
tuzağa düşmenin zorluklarına üstün gelmeseydi bu âlem, bu varlık da meydana gelmezdi. Söylendiğine göre, Âdem, uzaktan
bir taş gördü ki, heybetle kendisine doğru geliyordu. Sevgisi ayaklandı ve ona doğru koştu.
Dedim ki: Onların ululaması, saygısı ancak elli kişiyedir (!) Birisi sizin hakkınızda kadıya veya başkasına bir nafaka
davası açmıştı. Hattâ adınızı bile söylememiştir. Çok kere kadı hevadan hüküm verir ve der ki: «Sözüm onun kız kardeşi
içindik. Ona nafaka ver!» Bu sana borç sayılır. Benim korkum sizin gönlünüzü kırmaktır. Derler ki, bir şeyi almakta çirkinlik
olduğunu, onun değiştirildiğini görürsen üzülürsün. Şer yoluna gitmek insanın hoşuna gider. Bu işte sebat etmek de ona
ferahlık verir. Ama kadının hevadan hüküm vermesi bilinemez ki! O çok kere ancak şeriat üzerine hüküm verir. Fakat bazen
de hevadan, yani keyfine göre karar verir. Buna karşı tedbir alırız. Ama o zamana kadar da iş işten geçmiş olur. Bu hep
böyledir.
Sarayda bir Padişah vardır. Padişaha giden yol kapıdan geçer. Yani ona saygı göstermek için gelenler çok yüksek
olan sarayın yan duvarlarından giremezler. Allah korusun! O duvarlardan atlamak isteyenler düşerler. Her şeyi mubah gören
saygısızlar da ancak kapıda 'kalırlar. Bazı kimselerin kullukta nasıl davranacakları hakkındaki kuşkuları büyüktür. Dedim ki: Bu
eksik bir düşüncedir. Başka bir cevap daha var, ama burada söz tehlikelidir. Bu sözü çok dikkatle dinleyin. Kapı dışından
gelenlerin sultan sarayına mutlaka kapıdan girmeleri gereklidir. Ama Padişahın bazı has kulları da vardır ki, onlar zaten hep
içerdedirler. Bu çetin bir konudur. Burada büyük tehlike vardır. Hazreti Muhammed (S.A.) zaten has kullardandır. Kulluk
vazifesini tamamiyle yerine getiriyordu. Yine cevap olarak deriz ki: Hazreti Peygamber, kullukda tam kuvvet ve kudret
kazandığı zaman bile ondan kulluk manası asla eksilmez ve daima daha güçlü olurdu. Kulluğun yüksek zevkini tadardı. O
kapıda olduğu vakit kendini içerde görür, içerde iken de kendini yine içerde bulurdu. Ama başkalarında bu cihet zayıf idi; o
mana, onlarda eksik kalıyordu. Nasıl ki, Ebû Said (Ebül Hayr), Ebû Ali (Sina) için bu nasıl adamdır? demişti. Bir şeyler yaptı
ama yapmamış sayılır. Ben ve Mevlânâ, her ne kadar iş zamanında kasıtlı olmayarak ibadet vaktini geciktirmekteyiz. Buna
razı değiliz. Bunları gizlice kaza ediyoruz. Hele Cuma günleri Namaza gitmesem gönlüm daralır. (M. 106) Niçin onun
manasını bu mana ile birleştiremedim diye üzülürüm. Burada gerçekten bir üzüntü olmasa bile yine üzülüyorum. Ama bir kul
ki, ibadet ederken ansızın ilâhî hidayet onu cezbetmiştir. Hem ilk önce şu öğüdü hatırlayın ki, benim sözlerimde tekrarlamak,
yeniden anlatmak yoktur. Ne desem ona uymak yaraşır. Her ne oldu ise o hep bizim sözlerimizi tekrar etmekten oldu. Sözü
hiç tekrar etmeyin. Eğer birisi, söyleyin de bari hoşça, cana yakın ve tatlı sözlerden bir şeyler dinleyelim ne olur? diye İsrar
ederse, eski konuştuklarımı tekrar edemem. Eğer sana gerekli ise, git dinle! Sözün sırası gelince onu ben bilirim. O zaman
söyleyeceğim. Ama uygun görmezsem hiç söylemem.
Hoca Ebubekr (Sellebaf) bizim pirimizdir. Gel ki sana öpücük vereyim. Eğer şu saatte onu Kadıya götürseler bizim
lehimizde söyler. Ona bizden dinlediklerini anlatır. Kendisine, «Niçin buna tanıklık ediyorsun?» derlerse, şu cevabı verir: «Ben
ademoğluyum. Babam bir yanlışlık yaptı, Şeytan onun yönünü kesti. Sen de benim yoldaşlığımı kabul etmezsen alçalırsın,
lanete uğrarsın. Meğer bizim gözlerimiz körmüş. O sizden uzak olsun,» deyiniz. Bir hadis vardır. «Ulu Allah, varlıkları, onların
niteliklerini yaratmayı, geçimlerini, yaşantı sürelerini belirtmeyi bitirdi,» anlamındadır. Bu doğrudur ama Kuran'da da, «O her
gün yeni bir haldedir,» anlamına gelen bir âyet vardır ki, bunun, sözü geçen hadise uygun düşmesi için açıklanması gereklidir.
Burada, o her gün kulunun haliyle ilgilenmektedir, yani ezelden ebede; başlangıcı olmayan zamandan, sonsuzluğa kadar
böyledir. Nasıl ki kul da hep onun halindedir. O da böylece kulunun halinden ayrılmaz.
Dün gece iki üç kere sizi andım. Bana bir yufka yüreklilik, bir ağlama hali geldi. Hoylu Muhammed bana, «Şemseddin,
ben Sadettin'in yanında idim Ku-ran'daki, 'Cinleri ve insanları yarattım ki, bana kulluk etsinler,' anlamına gelen âyeti
yorumluyordu.» dedi. Ondan sordum: Bu Allahnın hiç bir niyaz dileği yok mudur? Diyorlar ki, hiç dünyaya gelmeseydim bu
yaratılan varlıkların bana göre bir yaban eşeği kadar değeri olmazdı. Şu halde bu nasıl dileksizlik olur; ona ne demeli? Bu
yüzden de, söylediklerin gerçeğe uygun düşmüyor. Sadettin güldü. Ona dedim ki: «Bu işe gülmek gerektiğini bildiğim için ben
de gülüyorum.» Bana, «Bu gece bizimle birlikte kal,» dedi. «Burada ne yapalım?» dedim. «Beynimi kurutuyorsun, müridleri
de kuru kafalı yetiştiriyorsun, daha ne olsun!» dedim. «Bari gideyim bir çorba içeyim.» «Git!» dedi. Karar verildi. O istiyordu
ki, senin bir zındık olduğuna fetva versin. Ona ne güveniyorsun?
(M. 107) «Ne diyorsun?» dedim. Bana, sen küfürdesin diyenin önünde ayağa kalkarak el bağlamak gerektir. O,
zahirde göründüğü gibi değildir. Ben de, böyle sanıyor ve korkuyordum ki, önce beni Şahnenin önüne çıkarır astırırlar. Bu
ondan değildir, o bizimledir. «Eğer bana gelirse koyver gitsin,» dedi. Ama ben korkmayan ancak Allahdır, diyemedim, îş verir,
anlamaz, sorar: Allah nasıldır?
Mevlânâ Celâleddin, «Ona sus dedim hele,» dedi. «Ama benim derimi yüzerler, ben onunla bir şey konuşamam.» «O
halde şimdi konuşma,» dedi. Dedim ki: «Şu kadehi eline al, sana secde edeyim.» Onu öyle bir durumda gördüm ve dedim ki:
«Kadehi ben çekiyorum, sen sus hiç konuşma.» Hoşuna gitmedi, dedi ki: «Aydınlığı kızıl altında arıyorsan dibi kurşun çıkar.»
Şemseddin diyordu ki: Bu bilgelerin hiç bir değeri yoktur. Hep, biziz biziz diye bıyık burup dururlar. Bizim bu Şahap
da ahmaktır. O da, ben şöyleyim böyleyim diye bıyık burar. O şey ki yoktur, sen kim oluyorsun? Şirin bir zındıkcık! Şems'in
sözünü başkalarından işitiyorum; bana hiç gayret gelmiyor. Ben bilmiyorum. Ben onun baş tarafını alıyorum sana geliyorum.
Mevlânâ Celâleddin, bendeki büyük korkuyu altüst eder diye korkuyorum. Dua ediyordu. Erkekliğin devamlı olsun, bu buğanın
kıçı sıkıdır. Ben yüz türlü çareye başvuruyorum. Allahm diyorum kendi kendime üç dört gün kadar vezirin tekkesine gideyim
bari. Ama büyük ziyan olacak.
Gazneli Sultan Mahmud'un, Hindistan savaşına giderken büyük bir çadırı vardı. Onu kurmak için çok güçlü seksen
kişiye ücret verirdi, ikindi namazına doğru birisi çıkageldi, «Ben bu çadırı tek başıma kurayım,» dedi. Sabah namazından önce
çadırı kurdu. Ama Padişahın yüzü ekşidi, o güzel huylu Sultan Mahmud, öfkeden yaratılmış bir insan olmuştu. Vezir
korkusundan hiç bir şey söyleyemiyordu. Ağzını açsa, bin kelle bir pula giderdi. Böylece yapılan iş boş değildir. Âlemde bu
kadar büyük iş yoktur. Fakat bütün bunlar bir nişan veya dilek uğrunda yapılmıştır.
Bunda dilekten hiç bir nişan yoktur.
Alemde, o Mansur (Hallac) kendini bir şüpheye kaptırdı. O Bayezid de, ölümü sırasında cesaretsiz davrandı.
(M. 108) Derler ki: Büyükler ki ömürlerinin sonunda tam bir inançla ona yüz çevirdiler, o sevgili nerede? Halis
inkarcılar nerede? Yol o cihetten ruh yönüne gider. Bu cihet ise saliklerin yürüdüğü yoldur. Salikler o yoldan giderler.
Bu iş medreseye gelmez, başka bir yönden de anlatılamaz. Bu dünyayı görüyorsun; bir yılın durumu bile onlara
soğukluk veriyor.
Hazreti îsa da, böylece bu dünyadan, farenin kediden kaçışı gibi kaçtı. Yiğit gerektir ki, yedi başlı arslanla oynaşsın da
gam yemesin. O ticaret kervan-sarayındaki alış verişten elde ettiği yetmiş çuval ipek ile, köle ve cariyeleri bıraksın da her
şeyden el çeksin. Bilmiyor musun ki, onu kim yarattı? Başkaları da her biri birer kurban keser, onların o kurbanda rızıkları
yoktur. Ama ben onların lokmasını yerim.
Ramazan boyunca, namazdan önce birer kurban keserlerdi. Biri dedi ki: «Bir sorayım, siz kurbanı kimin için
kesiyorsunuz? Ben imamlık ediyorum ama görmedim.» Öteki cevap verdi: «Yallah, imam efendi, birlikte yiyelim diye sizi
çağırmayı düşünmüştüm, ama beni başka birisi çağırdı, meşgul idim,» dedi. Acaba onları niçin dövmediler?
Humus yolunda, o kılavuz kaçmadı. Herkes malını önüne kattı; hep ilk kervanın önünde olanı soymuşlardı. Büyük
bilginler böyle ölü gibi, uyuklar gibi söz söylemekten uzaktırlar. Ancak rüyada Peygamberi görenlerin hali başkadır.
Beyit:
Dedim ki dikensiz bir gül koparayım,
Yahut yâr! olmayanın yâri olayım.
Yüzünü ekşitti, sözlerimden incindi. Nasıl ki yukarıda sözü geçen Sultan Mahmud o güzel huyluluğu ile hep öfke ve
hiddet kesilmişti; ne vezirin, ne devlet adamlarından hiç kimsenin onunla konuşmaya cesareti yoktu. O sırada vezirin gözü
Ayaz'a ilişti. Onun gülümsediğini gördü; hemen yanına koştu ve sordu: «Durumun ne olduğunu biliyor musun?» Ayaz, «Evet,
nasıl bilmem,» «O halde bu ne iş?» Ayaz cevap verdi: «İş, Şahın buyurduğu gibidir.» Vezir dedi ki: «Bu adam bir iddiada
bulundu, iş istediğinden daha iyi oldu. Padişah o adam yokken de aynı kerem sahi-. bi Padişahtır. Adamın bu hüneri
göstermesinden sonra da yine o Padişahtır. Bu değişme neden?» Ayaz: «Evet, orası Öyle ama Şah öyle buyurmuştur. Şaha
şöyle dedi: 'Ey âlemin Şahı! Şu hali görüyorsun, işin içyüzünü açıkla;' Sultan şu cevabı verdi: 'Kul efendiye nasıl emir verir?'
Bugün onun Padişahı odur.»
(M. 109) Gönlüm hoş oluyor. Biliyorum ki beni bir daha Kadıya götürmeyeceksin. Mademki iş böyledir bu kadarcık
yeter.
Ama çabuk söylemiyorsun. Diyorsun ki: Lokmayı böylece ağzına koy; avcuna da yavaşça kuru üzüm doldurayım!
Sarhoşum; avucun dolduysa dökmeyesin. Elini iyi tut! Bu üç oldu! Hey! Sana su da getirerek yardım edeyim. Ey Asım! Eğer
onlara bir şeyler sorarsan susturursun, sen de onlara cevap vermezsin. Sadettin-i Hamavî, ona niçin cevap vermedi. Ama o
nerede siz neredensiniz? Onun yazılarında benim sözüm üzerine akla uygun bir cevap varsa ve bu kendi kafasından ve
gönlünden doğmuşsa, yerindedir. Ama eğer bana zorluk çıkarırsa hem Şeyhlerin sözünden hem de benden bir nasip bulamaz.
Eğer hiç konuşmasa, kendisine yararlı çok büyük faydalar elde eder. Ah işte sen de böyle yap! Ah güzel nasıl olur? Ben onun
kulağına söylerken sen de işittin ah diye bağıramıyorsan, bir ah çek bari!
Sen, başlangıcı bu nükte olan o işleri bana anlatmıyorsun. Siz bunu arzuluyorsunuz, hiç hayır demiyorsunuz. Ama
hep su içer gibi bilmem diyorsunuz.
Şeyhden faydalanmak için iki soru sordum: karşılık vermedi. Acaba bizi, o vereceği cevabın faydasından yoksun mu
gördü? Yoksa onu kavrayacak kadar yeterli olmadığımızı mı sandı. Yahut da onu bilmek bize kısmet değil miydi?
Dedi ki: Onun âdeti değildir; böyle soruların cevabını vermez, ancak sırası gelir, neşelenirse söze başlar ve konuşur.
Görüyorsun ki, konuştukları, hep şundan bundan aktarma ve yapmacık şeylerdir. Ya bir hadis, ya bir hikâye yahut bir şairin
şiirini anlatır. Kendinden bir söz konuşmaz. Kendi doğuşlarından bir şeyler anlat, bir cevap söyle, diyorum! Ama, o hal diliyle
konuşuyor. Nasıl ki şu duvar, sana «Benden ne ses bekliyorsun?» der. Kinişe bu duvardan bir ses çıkacağını umar mı?
«Bu mana .açıktır,» dedi. «Sen niçin hücrede açık şeyleri konuşmuyorsun?» «Ben, kulaklarımı tutmak istiyorum,
işitmek istemiyorum», dedi. Eğer o sağ olsaydı ben ondan bir şey dinlemezdim. Çünkü onları senden işitti. Burada bilginin,
kitabın ne yeri var? «Nefsini öldürdün mü?» dedim; çünkü ölmek tekrar karanlığa düşmemek demektir. Sende o zevk sürekli
olmalı, eğer sürekli ve sonsuz değilse bütün bu haliyle diyorum ki, «Nefis ölmüştür!» diyelim. Ama kendisi yavaş yavaş ölür.
(M. 110) Şimdi bu öyle bir kimsenin yardımına bağlıdır ki, Allah onu da bir sebebe bağlamıştır. Ama, o önceden
Allahya dönmüşse, akla gelen ilk sebep budur. Şu halde o kimse gelir, seninle onun arasında yerden göğe kadar çekilmiş bir
duvar bile olsa, o yardımcı aradan o duvarı kaldırır, bir tekmede o engeli yıkar. Bundan önceki duvarları nasıl yıktığını da
öğretir sana! Şimdi senin işin onun yardımına bağlı olunca, bu sonuna kadar sürüp gider. Onun bu ilk yardımlarından sonra
da, Allah cezbesi gelir. Allanın kazasına boyun eğmek sana ne kazandırır? Onun işlerine razı olmak gerektir. O her ne yapar ve
söylerse boyun eğersin; başka bir şey yapmazsın ki, o da yardımını kesmesin! Bir şey ki yardımı artırır ona karşı saygı ve
sevgi çoğalır. Biz ölçtük, biçtik, içtik; bardaklar testiler devirdik! Öyle ki, elimizden kepçe de kâse de bıktı! Saki herkesi
bıktırdı, ama o saki de ancak bir kişiden yıldı, elinden âciz kaldı.
Devamlı şarap, şüphe yok ki aklı kaçırır. On kadehle sarhoş olmasan on iki kadehle olursun. Diyelim ki bir küp dolusu
içtin, bitirdin; başka bir küpten içersin. Sonra da batmanla içer, evde ne varsa tüketirsin. O zaman şarapçı sana der ki: Bu
meyhane boşandı ise şehirde meyhane çoktur; oralara git. Bunlar söz müdürkü söylüyoruz? Yoksa bir küp dolusu şarabı kim
içebilir? Yüz kişi bile içemez. Ama âlemde asla işitilmemiştir ki, içkiye düşkün bir adam şarabını döktüğü zaman daha ayıktır.
Yahut her kim çok sarhoş olur, gırtlağına kadar içerse daha ayıktır. Bu böyle olunca, kimdir o aklı başında olan ayık ki, aynı
zamanda bir cihanı ve âlemi akıllandırsın? îş-te bu şaşılacak bir haldir. O yiğidi görmez misin ki ilâhî şaraba kanmış olduğu
halde hep elinde şarap tutmaktadır! Varlığı baştan başa şarap olmuştur, îş-te o yiğit geldi. İşte görmüyor musun, o şarabı baş
aşağı getiren Pîr geldi, içimize düştü! Ama onun düşmesi, bin kere kalkışından daha hayırlıdır.
Allahya ant olsun ki, bizim kapıp kaldırdığımız o yiğidi, Allah yine bizden kapacaktır. N;hayet senin karşına yolda
perdeler çekildi. O Şeytan, Allahdan başkasından gelmiş ise ö yok demektir. Şeytan senin karşına çıkamaz; bunu iyi bil!
Görüyorsun ki seni nasıl kaptım, dostlarımızdan biri hatırıma geldi; düşmanlarımızdan demiyorum.
Düşmanlarımızdan, deseydim, o, dostlardan olurdu.
(M. 111) Mevlânâ'nm sözü yerindedir. Buyurmuştu ki: O kime söğerse velî olur. O sırada hatırından geçti ki, sen
geldiğin zaman biz de, o geldi, diye konuşuyorduk. Gerekmez ki, bizim sözümüzü kessin. Ben dedim ki: Burada o kadar
kuvvet var ki, onları tek renge boyayalım. içinde kıyam ve rükû gibi farzlar bulunmasa bile Allah ile birlikte olursan canına
kuvvet gelir. Tenin aradan gider, gözün akan suya döner.
Kabristana gittiğin zaman ölülere saygı göstermek, onlardan bir şey istemek vacip değildir. Ancak ölülerin halinden
sormak diriler üzerine vacip olur. Kabristandan geçerken, «Selâm sana ey müminler yurdu!» dersin. Eğer biri dese ki, «Sen
ölü müsün? Diriler ölüyle konuşmaz. Onun sesi bu âlemde değildir. O başka bir âlemden gelen bir sestir. Bundan dolayı bana
ne buyuruyorsun, ne yapayım şu âlemde?» Bunun işle ne ilgisi var? Çok söz eşek yükü gibidir, derler. Bu bellidir ama sözden
de iş anlaşılır. Ama gerektir ki, söz hem öğretici, hem de açık olsun. Konuşurken tatlı, güzel ve zevkli konuşmalı. Söz, kuru ve
tatsız olmamalı, söz ne kadar açık olursa o kadar parlak düşer. Zaman zaman hoşa giden bir sözün aksini bile söyleseler yine
ona zevksiz bir sözdür diyemeyiz. Söz vardır ki, her tarafa çekip çevirebilirsin. Nasıl ki, «Minareden atlarken yarı yolda pişman
oldu!» dediğin zaman sözünü kesmiyorum, «Söyle ama olacak şey değildir,» demiyorum. «Sende bir kuvvet varsa söylediğin
sözler bana çok çekici gelir,» dedi. Ona sordum: «Artık ne cazibe arıyorsun? Her ne söylüyorsan dinliyorum, onu doğruluk
yönüne çekiyorum, zevk alıyorum.»
Hazreti Peygamberin, «Yarabbi! Bize eşyayı olduğu gibi göster,» anlamındaki duasının içyüzünü anlamayanlar şu taş
ve kesek âleminde rahat yaşarlar. Ancak gözü açık olanlar Allah âleminde seyirci olurlar. Meğer senin de kulağın ve aklın bu
yolda değil mi? «Evet evet!» dedi. Tâ bugüne kadar yüzlerce askıda kalmış konulara değindik. Burada sana kim engel oldu?
Her yolda hevesle senin sohbetine koştum. Senin sohbetinin niteliğini soranlara, «Ben onun meclisine Kayseride uğradım,»
dedim. Şeyhin lütfü ve keremi bana erişti, onun bir işareti ile bana tımarlar bağlandı. Ancak geldiğim zaman o meclise
yaraşan nitelikler bende henüz eksikti. Sen gittikten sonra beni yalnızca yanına (M. 112) çağırdı, dedi ki: «Ben ona karşı
gösterdiğim gönül alçaklığını senin için gösterdim. Artık bunu yapmama sebep yok, niçin yapayım?» Derler ki: Müslümanlık
gerektir. Evet Müslümanlık gerekse ona çalışmalı, yoksa aldatıcı akıldan ne çıkar? Boş sözler değil mi? «Evet,» dedim.
Müslümanlık da keskin düşünceden doğmuştur, çok iyidir. Allahın seçkin kulları yok mudur ki, Müslümanlar arasından yetişmiş
olmasın ve yine aynı Müslümanlıktan onlara bir korku gelmesin? Hepsi küçük yaşlarından beri Müslümanlıktan başka bir işe
çalışmamışlardır, çalışamazlar da. Her ne kadar Müslümanlıktan ve Müslüman olmaktan kaçınsalar da, Müslümanlık onların
yüzlerinden okunur.
Başlarını sallarlar, «Evet, evet!» derler. Ben de başımı sallarım, derim ki: Böyle aşırı davranışların ne değeri var?
Eğer onu şarap alçalttıysa, şarabın etkisi altında kalır, söz söyleyemez; söylerse de belli olur, hiç anlaşılmaz, onun başı da
belâya girmez. Ancak o kimse ki, susmak yüzünden, alçalmıştır, o, şaraba dayanamaz, onun ışığından ve kokusundan
anlamaz. Onun başı kendiliğinden tehlikededir. Hallacı Mansur da bunlardandır. Ama.işte bu Hallaç o yüzden şaraptan yüz
çevirdi. Bunun âlemde bir yankısı yoktur. Ama âlemde onun sözünü de hiç kimse söylemedi, işte Hallaç garip kişi oldu. Bu
âleme geldi, gördü ve gitti. Ama ötekilerden belki daha yüz bin kişi var.
Önce ona bütün yolları kapadım. Ben şimdi söylenmiş (gevelenmiş) sözleri dinlemek istemiyorum. Sana kulak
veriyorum, senden yeni sözler istiyorum; senin sözlerin nerede? Evet kulaklarım hoşlandı. Ama kulakları hoşlanan o topluluk
da, bu yüzden kavga çıkarırlar. Eğer burada bir düşman olsaydı hemen şimdi öldürürüz derler. Mademki, aramızda düşman
yok birbirimizle mi vuruşalım? Ama kıyasıya vuruşmayalım ki, bir yerimiz kırılmasın; kimse ölmesin, birbirimizin yüzünü
mosmor etmeyelim dedim.
Ama o, «Hiç inkâr etmedi,» dedi. Ben de, «Etti!» dedim, hem de manevî inkârda bulundu. Semâm hakkını vermedi,
onu tamamiyle anlamadı, işte bu inkârdır. Yoksa sen önceden bana bu sözü dinlemekten utanç gelmiyor dememiş miydin?
Büyük Mevlânâ'nın (Sultanûl-Ulemâ) sözünü yazıyorum: Buyuruyor ki: «Eğer Hakkı göremiyorsan nasıl secde
ediyorsun? Allahdan daha büyük birisine mi secde ediyorsun? Nihayet, yazılması küfür sayılan bu sözde bir tutarsızlık var mı?
Kuran'da, «De ki, eğer deniz Allah yaratıklarını yazmak için mürekkep olsaydı, o yaratıkların sayısı bitmeden denizin suyu
biterdi, isterse denize bir kat daha yardımcı gelsin!» buyurulmuştur. Bazıları bu konuda korkmadan çok açık konuşmuşlardır.
Yusuf ve Zeliha hikâyesinde nasıl gizlilik olabilir? (M. 113) Ancak o sırrın sahibi eğer onun açıklanmasını dilerse açıklar. Yoksa
o sır var olduğu müddetçe sır olarak kalır. Bilmeyenlere göre sır yoktur, onlar?, göre her şey açıktır. Nerede o insan ki, içinde
bir sırrı olmasın; bir sır ki, Yahudilere ve. Mecusîlere kadar gelmiş, okuyan çocuklara kadar ulaşmıştır. O nasıl sır olabilir?
Evet, sır olur, ama nasıl olur Kuran'm farz kıldığı şey nasıl sır olarak kalabilir? Evet sır olur ama Kuran'm açıkça
yapılmasını farz kıldığı bir şey sır değildir. O değişik renkli de olamaz. Sır, nasıl değişik renkte olabilir? Hele sözdeki himmet
hep sürekli olursa.
Kuran'daki nâsih ve mensûh bahsine gelince, bunlar nasıl kadîm olabilir? Va'd ile Va'id de öyle değişik değil mi? Bu,
anlayıştaki eksiklikten ileri gelir. Nâsih, mensûh gibidir. Va'd de Va'id gibidir. O cihet bu sözlerle anlaşılmazsa bunu başka bir
deyimle buyurdu ki, bu sözü kapayalım.
Her gün kendi sözümü tutmuyorum. Nasılki Senâî, o kişinin attığı kerpiçleri kuvvetli şiirleri ile parçaladı; onun
ayağına vurdu. O zaman adam, «Hey, hey! Ne yapıyorsun?» dedi. Senâî şu cevabı verdi: «Sana şiirlerini çürütmek, harap
etmek galiba güç geliyor.» «Sen niçin benim şiirlerimi değersiz buluyorsun?» Adam, «Yoksa sen Senâî misin?» dedi ve
ayağına kapandı. O hilaf yani tartışma bilgisi okuduğundan dolayı tartışmacı olmuştu. Ama bu sözümden onda bir muhabbet
belirdi. «Artık onun sözlerini kırmadım,» dedi. Sen de kendi benliğinden kurtulduğun zaman ona dön; o sana dönünce sen de
dönüverirsin. Böylece susarsın. «Ama sonra ne yapayım,» dedi. Dedim ki: «Sen de kalkarsın alnına on öpücük, yüz öpücük
kondurursun, tartışma böyle olur.»
Bu soru yalnızca Reşidüddin'den mi yoksa herkesten midir? Gel ey katıksız ruh! Biz saman altından yürüyen su
muyuz acaba? Nasıl ki, su samanın altından yavaş yavaş yürürken samanın haberi olmaz. Saman, ansızın havada toz duman
olur bir hamlede uçup gider. Ama su kalır yerinde. Senin olduğun yerde dost meydandadır. Aslanı avlamak için ona karakulak
denilen bir hayvancık gösterirler. Onu görmeden aslan tutulamaz. Sofî de sürünerek olgunlaşır. Şaha-beddin (Sühreverdi-i
Maktul) Allah zatı ve zat ötesi hakkında söz söyledi.
Gönlüm Nasiruddin'i istiyor. Ziya'ya şöyle demişti: «Karım Allah yoluna gitmiyor.» O da, «Onlar uyumaktadır, uyku
çekiyorlar gerektir ki biz uyandıralım, denetleyelim,» dedi. Bir kere Şeyh Ebubekr'e murakabe sırasında dedim ki: «Ondan
yoksun kaldık.» Dedi ki, «Onun müridini görüyorsun ya!» Bu sözü aynen Şeref de, Ebubekr'den nakletmişti. Bir aralık, «Eğer
bu bulguru yemek sizde gaz yapıyorsa ben gaz yapan şeyler yiyorum. Bunu inkâr etmiyorsun ya!» dedim. «Hayır,» dedi. «O
halde neyi inkâr ediyorsun?» Onu yapmayayım da ne yapayım? (M. 114) Ev birdir, kışın bin türlü zorlukla yaşıyorum. Zaman
zaman kırlara çıkıyorum ne kadar zorlansam bir ses çıkmıyor ancak burada korkudan damarlarım altüst oluyor da-ralıyorum
ve bende gaz toplanıyor. İstiyorum ki, o saatte bir leğen çalayım da ses arada kaybolsun. Şimdi de böylece farz et, tâ ki bana
o utandırıcı hal gelmesin.
Ant olsun ki, senin yüzünü görmek bizim için mutluluktur. Hazreti Muhammed'i (S. A.) görmek dileyen kolayca gitsin
Mevlânâ'yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi kendini zorlamadan onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak
isteyen de dilediği gibi yaşar.
Mevlânâ'yı bulan ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer inancında kuşkun varsa, o,
en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan hoşlanasın; bir zaman da
sana soğukluk gelsin. Bu bir iş hesabı değildir, dostluk hesabı da değ Idir. Bu yol o tarafa giden kestirme yoldur. Mev-lânâ'ya
karşı günün hayırla geçsin, gecen saadetle! demenin manası nedir?
Bir gün biri sordu: «Âyetteki, 'Allahyı erken sabahlarda gece gündüz teşbih et,' diye buyurulmasının manası nedir?
Ona şu cevabı verdim: «Yazı öğrenmeye çalışan bir çocuk, ancak sözlerin alt tarafını anlar, sen de böylece sözü altından
anlıyorsun. Şu halde burada fark nedir? Mademki sen bir gerçeğe eremiyorsun o da kendi çalışması yönünden bir mertebeye
erişemez. Buradaki fark acaba ne olabilir?»
Dedi ki: «Gece şu demektir ki, bir bulut gelir, karşına bir perde çeker.» Nasıl olur ki bir velînin müridi onu yetmiş
kere görebilsin? Kitapla gönderilmiş Peygamber bile o mertebeye erememiştir. Dedi ki: «Bütün bilginlerce açıkça bilinmektedir
ki, her Peygambere bir özellik verilmiştir, İbrahim'e dostluk Musa'ya kelâm (konuşma), Hazreti Muhammed'e (S. A.) rüyet
yani Allah cemalini görme ve çeşitli arkadaşlar edinme hasleti verilmiştir.» Dedi ki: «Bunu söyleyen Ayşe midir? Yoksa
onlardan bir topluluk mu?» Hatta Ayşe demiştir ki, bunu Muhammed'in (S.A.) söylediğini sananlar kâfir oldular, İbni Abbas
dedi ki: «Ey Ayşe bize hayz (aybaşı) meselelerini anlat.» Ama o kimse ki, kendiliğinden, velilik ve peygamberlik, kendini
görmektir, derse bu yalnız bilgisiz halk tarafını korumak içindir. Bunu ancak başka sözlerle ifade ederler. (M. 115) Her ne
kadar nurların coşup taşması, ilâhî doğuşlar ve buluşlardan açıkça bahsetmezler. Bugün o bir gerçektir. Bütün bilginlerin
birleştikleri bir nokta vardır: Velî, nebinin mertebesine erişemez, çünkü velînin yahut velînin müridinin gördüğü şey, nebiden
niçin gizli kalsın? Âyette: «Bu dünyada kör olan ahirette de kördür,» buyurulmuştur. Mevlânâ'nın mektubunda yazdığı bu söz
çok düşündürücü ve heyecan vericidir. Taş bile olsa o taşlığıy-la kendiliğinden kımıldanır, harekete gelir. Hazreti Peygamber
buyurdu ki: «Zamanınızda size Rabbin:z-den gelen kokular vardır. Ancak siz ondan yüz çevireceksiniz.» Bana öyle geliyor ki,
bu hadisi, bu sözü ve tercümesini halka anlatasın, bunun manasını yo-rumlayasın! Görünüyor ki, bu güzel kokular Allah
yakınlığına ermiş öyle bir kulun nefesidir ki, saadet kimyası odur. Yoksa ne o kitap, ne o kimya, ne o saadet bununla
ölçülemez. Bu kimyadan (iksirden) bir zerre, bakırla dopdolu yüz binlerce ambara konsa hepsi de halis altın olur. O halde, o
Allah erinin nefesi nerede? diye sorarlarsa! Şiir:
Dün gece rüyamda bir pir bana dedi ki,
Aşk yolunun belâsı, hep ben ve biz sözündendîr.
Ona dedim ki, o halde ben ve biz hangisidir?
Bütün zorlukların çaresi sizdedir.
Her hangi bir şey ki Hakkın aynı değildir hep ben ve biz sözlerinden ibarettir. Hatanın kaynağı odur dedi.
Kelâm yani söz, Allah sıfatlarındandır. Çünkü Allah, Kelâm sıfatı ile görünür, kendi zatını gizler ki, söz halka erişsin de
perde arkasında kalmasın. Yoksa perdede olan Zat sözünü halka nasıl duyurabilir? Bu onun elindedir, dilerse bu perdeyi önüne
çeker, dilerse arkasına atar, onları perdeye sokmaz, derler. Perdelediği şeylerin de örtüsünü kaldırmaz. Bu sözü şu maksatla
söylüyorum: Konuştuğum zamanlarda çok kere pek tatsız hallere düşüyorum. Allahın zat'ından ayrılmaz sıfatları vardır.
Mucize ve keramet ise kulun sıfatlarıdır. Allahın mucizesi olmaz. Çok makbul kullar vardır ki, onlara Allah sıfatları yol gösterir.
Şeyhin katında olduğun zamanlarda da başka şeyhlerin yanında da, çilede kalmayınca, sana devamlı bir halvet hali gelir. Öyle
bir durumda olursun ki, hep yalnız kalmak istersin. Allahın öyle kulları vardır ki, yanlarına giden bir kimse onu daima halvette
bulur. Bana da mademki hiç kimsenin mü-rid olması gerekli değil! Ben niçin ona bir şeyler söylemek kaygısına düşeyim ki, o
da bana gücensin ve yolundan sapsın.
(M. 116) Evet hangi gün olduğunu iyice hatırlamıyorum, bir söze başlamıştım. Mevlânâ'ya gerekirdi ki o sözden
dolayı bana öfkelensin. Çünkü benim onunla aramızdaki dostluğa yaraşan da, o konuda hiç bir söz konuşmamaktı. Mevlânâ da
gönül alçaklığı gösterir; hayır derdi. Mevlânâ, benim üzerime farz veya vacib olanı ben yerine getiririm, diye cevap verirdi,
işte o gönül alçaklığı, şeyhlerden kalma bir töredir. Bu, onların yapacakları bir iş onlara yaraşan bir erdemdir. Bu, eskiden beri
böyledir. Ezelden ebede kadar da Allah ile birlikte ayakta kalacaktır. Ancak bu kulaklarla duyulmaz! Çünkü kulaklar da
toprakla doludur, gözler de. O güzel ve büyük Allah kelâmı bu kula buyurdu ki, o konuda bir kaç söz söyleyeyim, onlara
sesleneyim de yollarına ışık tutayım. Tâ içimden gelen bu sözler hiç bir zamanda söylenmiş sözlerden değildir. Ben bir kaç
örnekle yetindim. Bunların özetini Kuran'dan dinleyebilirsin. Sözün değişmesi, mananın da değişmesine delildir.
Derler ki: Hazreti Muhammed (S. A.) Hira dağın-da halvete girmişti. Buyurmuşlardı ki, bu halvet kendi kurdukları
kurallara göre yapılsın. Dedim ki: «Bunu kendileri yapmamışlardır.» Bana, «Biz senin sözüne inanmak istemiyoruz,» dediler.
Hayır asla, ama ben evvelce nakledilmiş olanlardan başka bir şey sorarsam, tefsirden bir şey söylemediğin gibi, kendi aydın
görüşlerinden de açıklamalar yapmıyorsun, dedim. Benim yanımda sözlerimin özetlerini dinledikten sonra kendimden bir şey
söyleyemem, dedi. Şu halde sakalını, bıyığını birer birer yolsam, bu benim aydın görüşümün ifadesi ve benim sözüm olur mu?
Bu yolda, bu söylediğin şeylere çok rastlanmaz. Benim emrim olmadan hiç kimseye vahiy gelmez, benim emrimle gelir, benim
emrimle gider, gibi sözler vardır. Ah, istedi ki benden bir söz işitsin! Ama onu önledim. Başını çevirdi, şaşırdı. Her şey benim
emrime boyun eğmiş, benim hükmüm altındadır; her şey benim buyruğuma ve fermanıma bağlıdır. Ansızın bir «Ah!» çekti,
başına vurarak dışarı fırladı. Ak saçları birer birer meydana çıkmamıştı ki, onları koparalım. «Niçin gitmiyorsun,
toplamıyorsun?» dedi «İstemiyorum,» dedim. «Niçin?» diye sordu. Bugün benim nefesimi kesiyorsun, bu yemek bana ziyan
verdi. Maksadın ne olduğu belli değildi, «Bana ziyam yok,» dedi; çıkar bir yürüyüş yaparsın birlikte dolaşırız. Bizimle ilimden
konuş. Orada ne dolaşıp duracağız. Eğer bu marifet altı yıl önce olaydı vakit geçirmiye yarardı. Dostlarla da beraber olurduk.
(M. 117) işitiyoruz ki bu Konya'da bir çok semâ âlemleri, davetler oluyormuş. Biz görmedik. "Yani onlarda bir hal ve
kal'dan bir şey yok. Göreceksin, dedi. Sizin cemalinizi gördüğüm günden beri, gönülde size karşı bir ilgi ve sevgi yerleşti. Eğer
hiç yazı yazmak bilmiyorsan, sana yazı öğreteyim. Ancak sen bunu biliyorsun. Ben öyle birini istiyorum ki hiç bir şey bilmez,
ama öğrenmeye heveslid r. Bunu söylediğim şu anda sen gönül alçaklığı gösteriyorsun, bu ilgi sana neden dolayı gösterilmedi
diye üzülüyorsun. Sen benim ne söylediğimi işitmiyorsun. O senin nefsini, nefsinle buldu ki, Peygambere karşı hâşâ, «Yolunu
şaşırmış,» demeyesin. Ne Allahyı kaybedip tekrar bulmakla ilgili sözlerden, ne de çeşitli söz yorumlarından başın dönmesin!
Bu her ne kadar açık manalı sözdür ama buradan Hak yolcusuna yüz milyon sır meydana çıkar. Bu manadan, Tann isimlerinin
çevrelediği engeller ortadan kalkar; bu arada, başka duvar ve engellerin nasıl aşılacağını öğretir. Nefis kelimesi iç'n «dişil»
dememişler miydi? Ben buradaki gizli nükteyi saklayabilirsem onu saklı tutayım.
Muhammed Gûyanî, «Bu ne oluyor?» diye soruyor ve tekrar diyordu ki: Evet o onlardan daha bilgindir. Yakışık alır mı
ki, o onların kadın gibi olan nefislerni bir Mevlânâ Celâleddin yapsın? Onlar bilmezlerdi ki, onların nefisleri yaratılışta inci
gibiydi.
Tusî, o buzağıyı benden soruyordu: «Ne diyorsun bu konuda?» Biri pek aşağı düştü diyor, öteki bu zikir yüzünden
olmalı diyor. Dedim ki: Hayır bu mezkûr yani Allah yönünden olmuştur. O mimber üzerinde bir kaç nağra atar. Şu halde
bilmiyor musun ki, neden bu? Ne bağırıp duruyor? Önünde başka iki buzağı daha oturmuş ama onları kendine yakın
görmüyor. Onlar da bizi kendi postuna oturtacak diye çabalıyorlar. O, özürler diliyor, «Ben onun şehrine geldim, evine konuk
oldum. Bana nimetler verdiler, hizmetler ettiler,» dedi. Bir bahane ile onları dışarı gönderdi. Benden sorular sordu. Dedim ki:
îç âlemle meşgul olan bir insan Kuran'ı ezberinde tutamaz.
Zeynedd'n-i Tusî benim müridim idi. Onun da bir müridi vardı ki, divane olmuştu. Onu daha beter bir hale getirdim.
Dedi ki: «O kim oluyor ki, benim müridim olabilsin? Ben onun g bi kimseleri hiç müridli-ğe kabul eder miyim?» Çünkü o ancak
kendi hayatını gördü. Ama o kimse ki kendini feda eder, şüphesiz diri kalır. Çünkü kendi hayatını orada görür ve nereye
gideceğini sonunda kestirir. Ama kendi hayatım göremeyen, bu hayatı nasıl hevaya verebilir? (M. 118) Meğer divane olsun ki,
ölümü hayattan üstün tutsun. Bu noktayı açıkça gören kendi hayatını ve onunla ilgisini düzenine koyar. Kâfirler ve onlara
uyanlar, ilişiklerini kesmişlerdir. Ölüden kimse namaz bekler mi? Biri gelse de ölüye, «Kalk namaz kıl!» dese, bütün akıllılar,
«Bu adam delidir, bunu tımarhaneye götürmeli, zincirlere vurmalı, her gün sopa atmalı ki, aklı başına gelsin,» derler. Ama
yarı deli olan kimse bunu işitirse, «Hayır,» der. Bu divanedir; bunu ya tımarhaneye götürmeli, yahut öldürmeli.
Sendeki o kutsal kuş, beden kuyusundan bir uçtu mu, artık oruç düşüncesinden, namazın utancından kurtulmuştur.
Çünkü ruh uçtu mu, beden ölüdür. Kim, ölüye, kalk, namaz kıl! diyebilir? Şu halde buna nasıl öyle bir teklifte bulunmak
gerekmezse, aynı sebeple, yaşıyan ölülere de bir teklif yapılmjaz. Meğerki, taklit yoluyla hatırında bir şeyler kalsın. Ama
şüphe yok ki buna da bu saatte doğrudur demek yaraşmaz.
Merhaba ey biricik dost! Nefsin bendedir; gönlün de benim hükmüm altındadır. Kâh bunun sözünü dinlerim, kâh onun
sözünü kabul ederim. Bana diyor ki, «Gel Yasin oku seni hal mertebesine yükselteyim!» Ben açım, sende de hal mertebesi
var, bende bu yoktur.
O kadın öğretmen çocuklara Arap alfabesini öğretirken, «Elif iki üstün, elif iki esre,» diye bir ezgi tutturuyor, el
çırpıyordu. Bana bir hal geldi, raks etmeye başladım. Dedim ki: Benim üstümde hiç bir şeyim yok ama, elifin iki üstünü var.
Benim kış gününde postum bile yok! Hep şeyhlerden kalma gelenekleri anıyordum. Diyordum ki: Eğer yolculuk ederse, onunla
birlikte gideyim. Onlarla demiyorum. Bununla beraber bin türlü bahane buluyorum, gitmiyeyim diye gözlerim ağrıyor,
diyordum. Gelemiyeceğim. Biz birisine bir şey söylüyoruz; onun bu işle ilgisini göremiyorsak uzaklaş diyoruz. Çünkü zorluk
olur. Böylece kurtarıyoruz. Ancak onda kendi benliğinden bir şey kalmadığı zamana kadar bekliyoruz. Nasıl ki, bedenin yarası
sağılınca üzerindeki pamuk düşer. Çelik çomak oyunu zamanında bir kere bana Cüneyd ile Bayczid'in hali geldi, onlar ne
yaptılar, diye düşündüm.
(M. 119) Şimdi Sultanın oğlu Sultan olur, meydanda top oynar, topa çomak vurur. Bu nasıl oluyor? Herkes bilir ki,
çelik çomak oynamak nerede, devlet topunu oynamak nerede? Yani meydandan ikbal topunu kapmak ve onu dilediğine
vermek başka başka şeylerdir. Allah dilerse görülecek, görülmüş olacaktır.
Mevlânâ alnımdan öptü. Ben benim, ama şimdi ben sen oldum. Tıpkı öyle görmüyor musun? Bu birliği bir kaynaşma
farzet. Kalk gidelim. Benim ne zaman arkadaşım oldun? Benle sen hangi mescitte namaz kıldık? Şimdi de ağlamak zamanıdır.
Ağlamıyorum. Ancak Perir ağlıyordu. Çeşme başında oturttum sustu. Bir Haç sarık parçası verdim. Kulağını bük de ağlasın.
Sen ve ben hoşuz ya! Allah beni senin için yaratmış. Bütün âlemi sana sattım!
Gidin, arayın! O Şemsi göremedim. Halep'te mi acaba? O iradesini yitirmiş müritlerin üzüntüsünden olacak ki, o da
onlar gibidir. Bir kaç adım gider, sonra buz gibi soğurlar. Ama eğer beni göreydi hizmetlerde bulunurdu; bırakmazdı geleyim.
Bu gümüşler de yanımda kalırdı.
Aman bir tuhaf bakıyorsun! Evet ne diyorsun? Yarabbi olmaya ki bir gün bile gönlümde ona ait saygı ve sevgiler
azalsın! Allah izin verirse sakın gitmeyi düşünme. Tâ bir hafta onu oyaladım. Parlak, aydın ve güzeldi. Mademki insaflı
davranıyorsun, ondan yüz bin nişan bulacaksın. Kâh hayal kuruyor, kâh şaşkın duruyorsun, însan oğlunun azığı gecikse de
yine kendi önüne gelir perde olur dedim.
Kötü hayaller, kötü hayal değildir. Sana da temiz, güzel ve aydın bir hayal böylece perde oldu. Ama nereye gider? O
senindir. Ancak o azık bugün vermiş olsaydı, gelecek hafta başka bir şey olurdu. O azık, bugün de sana ulaşır, çünkü senindir
o! Senin olmasaydı bile yine sana erişirdi. Çünkü öyle olmasını Allah dilemiştir. Allahnın işi böyledir. Olmayacak şeyleri
olanaklı kılar. Anadan doğma körleri bile gördürür. Göze tam bir beyazlık gelince filozofların aklı bu gözün artık görebilmesini
kabul etmez. Ama bu, Peygamberlerin aklına sığar. Hakkı elinde tutan felsefeci, «Bu benim işim değildir, bende o kudret
yoktur,» der.
(M. 120) Ama böyle söylersen kendiliğinden Müslüman olursun. Kul öyle bir durumda kalır ki, düşer, yüzüstü kapanır,
ama Allah yardımı onun elinden tutarsa yine kalkar. Tann o kulunu zikir yönünden de sorumlu tutmaz, özürü vardır, der.
İnsan sevdiğini çok anar. Hele o sevgili, Allah olursa! Ama onu gereği gibi anabilmek kimin elinden gelir? Biz hep sizi
anmaktayız; sizin aşkınızla doluyuz, istersen vur onun parmağını kır, ben derim ki o parmak eskisinden daha sağlam olur.
Lâkin sana el uzatan o edepsizlerden seni Allah korusun. Cebrailin bile bundan sonra onun ilhamlarını elinden almaya gücü
yetmez. Bir «Euzu Besmele» çekerek parmaklarını tut, öylece kaldır.
Hoş bir şaka bir Mısır altını değer. Bir Mısır altını değmezse bir Rey mangırı, bir Rey mangırı değ-mezse bir Rey
akçesi değer. Altın, mücevher değerinde olabilir.
Onlara, benim önümde şarap içmeyin demiştim. Öteki de diyordu ki: «Bizler din bilginlerindeniz, medresemiz,
mescidimiz var, korkumuz yok!» Sen kendini üzecek bir iş yapıyorsun, arada bir azar işitirsen ne çıkar? Bana söyledikleri bu
sözden ürkmedim. Küpün içine girsem de otursam bile elbisem namazdan geri kalmaz, bana ne zararı var? Zaten benim
küçüklükten beri bir korkum yoktur. Ancak uzaktan bir sarhoş görsem üzerime düşecek diye iğrenirim. Şimdi paran var mı?
Seni hacamat ettireyim de bir şerbet içireyim!
Bugün «La ilahe illallah», yani «İlâh yoktur ancak Allah vardır,» demekle önce Allahyı inkâr eder sonra Allahı anmaya
başlarsın. Halbuki kâfirler, onun birliğini isbata, ancak «La îlâhe İllallah,» dedikten sonra başlarlar. Ondan sonra da bir takım
kara ve san kuruntuları kafadan atarlar ve daha sonra da o kuruntular geçip gider. En çok aydınlık bu tevhidden sonra başlar.
Zaten işin ve düşüncenin temeli de bu dur. Yoksa hocanın ve bilgin geçinen kimsenin içtiği şey bu değildir.
Kadı Honci ona çok saygı gösterir, «O benden daha soyludur, yetkili kişidir,» derdi. Onun hakkında her ne kadar
şöyle böyle yapıyor diye söylerlerse de o aldırmaz, bunları yüzüne vurmazdı.
(M. 121) Bir gün diyordu ki: «Bize, namusumuzla bu işten vaz geçmekten başka çare yoktur.» Bana da diyordu ki:
«Benim hakkımda Kadı şöyle söyledi.» Ben utandım. Güldüler.
Küçük yaştan beri çocuklara öğretmenlik yapıyorduk. İçiyorduk. Bu bizim için eski bir adet halini almıştı. Bir kaç gün
içmezsem, bedenimde bir titreme başlar, felci andıran bir rahatsızlık belirirdi. «Güzel söylüyorsun,» dedim, «Ama yavaş sesle
konuşuyorsun. Gerektir ki yüksek sesle söyliyesin.»
O gerçekten bize bağlı ise, başlık parasını önceden verir. Şehirde hangi kadın vardır ki, başlığı peşin almıştır? Nerede
o yüzsüz kız ki, yüz görümlüğünü peşin ister? Nerede o eşek damatçık ki, onu benden üstün görür. Başlığı başka bir yere
emanet bırakır da bana güvenmez. Yahut yerine koyar. Nerede o yüz görümlüğü almamış kadın? Onun ne değeri olur! Yoksa
ben onunla nasıl anlaşırım? Elini uzattı. «Elimi mi istersin, yoksa kitabı mı?» dedim. Elimi tuttu, dedi ki: «İşte kitap!» Sözünü
tut, iki kişi arasında düşmanlık olursa huzurda barıştırılır. Birleşirlerse ne iyi! İki Allah kulu geçimsizlikte devam ederlerse,
buna iki kişi arasındaki anlaşmazlık derler. Ama bu düşmanlık ve geçimsizlik Allah ile kul arasında ise düzeltilemez. İki kişi
arasındaki anlaşmazlık iki taraflı düşmanlık demektir. O bizimle birlikte hile ile kurnazlıkla yaşıyor, bize inanarak değil. Ama
kurnazlığın tamamını da bilmiyor. Halbuki, Müslüman bütün hileleri bilir. Ben, eğer hayatta olsalardı ünlü Cuhâ'nın kurnazlığını
da bilirim, Ebubekri Rababî' nin hilesini de. Hattâ Peygamberimize hile eden Abdullah Bin Ümeyye'nin marifetlerini de bilirim.
Onlar bana bu konuda çok şeyler öğrettiler, onlardan faydalandım. Bu yüzden bütün kurnazlıkları öğrendim. Hattâ bunlar
ellerinde olmayarak benden bir tek şikâyette bile bulunamadılar. Çünkü bu işte olgunlaşmamışlardı.
Abdullah kaç kere hapis olmadı mı? Eğer kurnazlıkta olgunlaşmış olsa idi düşmanları onu hapis edemezlerdi. Belki o
düşmanlarını hapis ederdi de onların haberi bile olmazdı. Bunu bilirim, ama böyle bir davranışta bulunmadım. Çünkü ben
kurnazlığın sonunu ve derecesini de bilirim, gerçek davranışların sonucunu ve derecesini; nereden gelip nereye gideceğini de
anlarım. Bu kadın istiyor ki hem kurnazlık yapsın, hem de kimse bilmesin! Eğer yüzüğü ve yorganı hazırlattırsam, bundan
daha hayırlısı gelirdi. Bunlar kendisinin oldu. Ama eğer gerçekten bana bağlı olsaydı, ona hiç kimseye vermediğim şeyleri
bağışlardım. Kaç kere bana zahmet vermek için Kadıya başvurdu. Ama, «Kız kardeşime yedi dirhem karşılığında aldığı yorganı
getirin,» diyemedi.
(M. 122) Bilir misin sen kimsin, makamın nedir? Ben sana diyorum ki, sen öyle yüce bir kişisin ki, eğer Hazreti
Peygamber hayatta olsaydı seni yoldaş olarak seçerdi. Öteki peygamberler demiyorum. O sana geldi, seninle birlikte başka
dost seçmedi, seni halvetde ziyaret etti. Bununla beraber, sana düşmek tehlikesi görünüyor. Ama bu, kötü bir düşme değil.
«Ancak maksadı geciktirecek olan bir düşme tehlikesi bu,» dedi. Bunun üzerine kabul ettim; ama aramızda geçenleri
anlatmasını kabul etmedim. Bu, cimri likten değil. Eğer Allah kullarında cimrilik olsaydı, Allah korusun, sen beni nasıl
beğenebilirdin? Çünkü ben seninle birlikte olursam daha çok beğeniliyorum. Dediler ki: işte sen böylesin; onun seninle birlikte
olması hoşuna gitmiyoc mu? Şimdi yaptığı gibi sana bir zahmet mi veriyor? Öyle ise bu iyilikten sonra yumuşamak gerekli
oldu. Hayır ancak bunda bir ikiyüzlülük, bir nifak var ki, o başka yönden geliyor. Şüphe yok ki sen bugün güzelsin. Biz
Muhammed Güya-nî'den aydınlandık; sen de temiz kalplisin. Ondan söylemiş olduğun şeyleri dinledim. Ben artık güçsüzüm,
sana döndüm; bu noktada duruyor, seni dinliyorum. Hatırımdan neler geçiyor? Aramızda geçen tatsız hatıraları unutur, yahut
gizlersen ben de bunları olmamış sayarım. Ancak sen nerede olsan yine eksik sayılırsın. Sonra acaba benimle Mevlânâ Celâleddin'in
bu çocuğu arasında ne var diye düşündüm; Allah bilir dedim. «Acaip,» dedi. Senin bundan sonra bu olay üzerinde
durmana şaşıyorum. Şüphe yok ki, biz seninle ilk sene bir anlaşmazlık halindeydik, ama bunu sana hiç açmadım. Bunu
gizlediğim için de an-laşmamazlık günden güne arttı. Şüphe yok ki bu sözüm yanan bir ateş gibidir. Ben de ilk sene bu ateşle
kavruldum. Bir sürü hikâyeler anlattım. Artık geçen geçmiştir, ben de bu işten vaz geçtim. Zaten daha ne zamana kadar
konuşacaktın bunları? Hep eskiden beri anlatılan hikâyeler. Zaman olurdu ki, çok ateşlenirdim. Bu alışkanlık hali bende o
derecede kuvvetli olmazdı. Çünkü bende sevgi eksikliği olmakla beraber bir ikiyüzlülük de vardı.
«îslâm beş temel üzerine kurulmuştur,» anlamına gelen hadis dolayısiyle büyük bir mesele üzerinde durdum. Bizden
sordular: «Bana bir câriye verirlerse, bu meşru bir evlenme olur mu? Ayrılma veya birleşme hallerinde mihr parası vermek
gerekir mi? Ona, parası karşılığında bir şey satabilir miyiz?» «Evet, bak istediğin gibi sana teslim oluyoruz,» dedi. Bizim
sözümüze ve işimize razı oldu. «Onun işlerinden ve kendisinden sakınır mısın?» diye sorunca da, «Evet,» dedim. Eğer o, «Ben
senin muhabbetini satın almak istiyorum, ama Allahtan korkuyorum,» derse, ben de, «Dilediğin şey mümkündür,» derim.
Mademki Allah adını anarak bir söz söyledin, Allah o işe yardımcı olur. O bana bir câriye verir de ben mazeret gösterir miyim?
Bu armağanında gerçek davranmış ise hiç nazlanır mıyım?
Bana dedi ki: «Cübbeni satmaktan hoşnutsuzluk duymaz mısın?» Bu inkârı gerektiren bir soru yahut da anlamak için
sorulmuştu. Ben inkârla cevap verdim. Dedi ki: «Eğer bu ondan değildir dersem bu ö manayı azaltmaz.» (M. 123) Bu cevap
ancak sana sadaka olarak bir şey veren kimseye yaraşır. Sadaka alan kimse onu alırken nasıl bir eziklik ve gönül alçaklığı ile
alır, «Ben fakirim, yoksulum, hiç bir şeyim yok,» der. Has kulları besleyen o kimseler için demiyorum. Bu, Allahnın elinde pek
önemsiz bir iştir. Bir kimse başka birini gerçekten sevdiğini iddia ederse, ondan delil istenir. O delil ise, mal vermek, bağışta
bulunmaktır. Nasıl ki Mevlânâ da beni sevdiğini iddia etti, geldiğim zaman binlerce ihsanda bulundu, beni korudu. Bunların
hepsini Allanın bir lütfü sayarım.
Musa dedi ki: «Allahım! Bana bir arkadaş verir misin ki, ben söylemeden bana hizmette bulunsun.» Acaba verdi mi
vermedi mi? Dedim ki: «Verdiği bu yoldaş için ona başarı da verdi mi?» «Hani?» dedi. İkinci defa sordu, Hızır ona öfke ile
cevap verdi; ben sana sen benim yaptıklarıma sabredemezsin demedim mi? Bu öfke, nefisten gelen bir davranış değildi.
Allahnın has kullarında, nefisten gelen öfke nasıl olabilir? Allahya sığınırız. O Allahsal öfke idi. Ondan sakınmak gerektir.
Musa'nın başkaca dilediği özürler anlatılamaz. «Eğer senden bir şey sorarsam...» dedi. Hızır el çırptı, sevincinden
oynamaya başladı ve nihayet, «Çabuk söyle beni bu işten kurtar!» dedi. «Kendine gel!» diyordu, Allah nerede? Şimdi ne
veriyorsunuz ki? Büyüklerden biri bana bir şey anlattı. Ben onu kuru sözlerle anlatabildiğim için üzülüyorum. Eğer Mevlânâ'
nın dileği o ise bana ne devlet ki, yüzümü o dilek tarafından çevirmişken Allah tekrar beni o tarafa yöneltti.
Musa'nın başından geçen o hali o bir daha göremedi. Bu Hazreti Muhammed'in (S. A.) başından geçmişti. Çalışın
gayret edin ki, arada hiç bir perde engel olmasın. Size gideceğiniz yolu öğrettim. Allaha yalvarın: Ey ulu Allahm! Bize bu
devleti sen verdin. Bizim bunu elde etmemiz için hiç bir yolumuz yoktu. Senin keremin bize ışık tuttu, tekrar kerem et bize!
Bu devleti elimizden alma! Bu konuda sizin yolunuzu kesecek olan Şeytan değildir. Ancak Allah gayretidir. Çünkü onun size
gösterdiği keremi koruyamazsanız onun gayreti sizden geri kalacaktır. Eğer aranıza bir kaç günlük bir ayrılık girecek olursa
ona tekrar yetişmek için çalışın. Benim bulunduğum yerde konuşulan sözler arasında belki benden dinlemişsinizdir. Araya ne
evlât, ne de başka bir şey engel olabilir. Dileğiniz öylesine hararetli olur. O dilekteki şiddet ve hararet, her kime çarparsa onu
yıkar ve o sizinle dost olur. En soğuk kimselerde bile artık soğukluk kalmaz. Eğer o olaydan size (M. 124) bir hal erişirse ne
mutlu olaydı o. Bu hale her kim engel olursa işte o Şeytandır. İlk Allah gayretine engel olmak ister, ama şimdi o bir iş
yaparken Şeytan karışırsa, sen de ona uydun demektir. Hayır efendi! «Allahın adını anarak ona yoldaş olalım,» diyorsun.
Şimdi bu sırra niçin «Değerlidir,» diyorsun? Evet, buna ne verseler değer ama bu da ölçü ile olur. Siz benimle yoldaşlık
yapamayacaksanız o başka. Ben teklifsiz, pervasız bir adamım; ne Mevlânâ'nın ayrılığından bana bir zahmet, ne de ona
kavuşmaktan bir sevinç gelir. Benim bir şeyden hoşlanmam da, incinmem de yaratılışımın gereğidir. Şimdi benimle yaşamak
zordur. Nasıl ki, Musa Peygamberin o üçüncü dileği Allahya karşı duyduğu arzu ve istek ateşinden, aşk tutkunluğundan idi.
Yoksa Hızır'la buluşmak için değildi. Musa'nın bu husustaki açlığı senden daha mı azdı? O, öyle bir âşık idi ki, sekiz gün dokuz
gün hiç bir şey yiyip içmedi, bundan dolayı da halinde bir değişiklik olmadı. Hızır'a dedi ki: «Eğer yolculuğun ücretini istersen,
alabilirsin.» «Hayır,» dedi Hızır, «îştc seninle benim ayrılmamız zamanı gelmiştir. Aramızda uzaklaşma günü gelmiştir.» Musa
Peygamber uyandı gördü ki:
Şiir:
Dilber gitmiş, mum sönmüş. Saki uyuyakalmış,
Can ver ki onun vuslatı bir daha ele geçmez,
Sermest olanlara şeriat kadehiyle bade verilmez.
Tecrid ehli erenlerin birlikte içtikleri mecliste,
Kendi nefsine tapan gafillere bir damla bile verilmez.
Baharda yarin yanağından uzak olunca,
Bağdan bana ne? Yeşillikle ne işim var?
Bağdan yeşillik yerine nasıl diken koparırsın?
Buluttan damla yerine nasıl taş yağar?
 
Üst Alt