Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

Mahzun Kalblerin Ağlaması

Herkül

Canım Dedem
Admin
Konum
BERGAMA
  • Üyelik Tarihi
    4 Haz 2013
  • Mesajlar
    32,171
  • MFC Puanı
    62,236
Soru: “Bazen mahzun bir kalbin ağlamasıyla Allah bütün bir âleme merhamet buyurur.” deniliyor. Bugün itibarıyla vicdanlarımızda yeteri kadar ızdırap duyamıyor ve dertlenemiyoruz. Bunun sebepleri nelerdir?

Cevap: Hazreti Âdem’den bugüne beşeriyetin yaşadığı ferdî, ailevî, içtimaî bütün problemlerin temelinde insan vardır. Çağımızda yaşanan anarşi, zulüm, fitne ve buhranların temelinde de yine insan unsuru bulunmaktadır. Bütün problemler gelip gelip insanda düğümleniyorsa, o hâlde, bu problemlerin çözümü de vahiy buudlu, vicdan eksenli bir terbiye sistemi ile insanın yeniden ele alınmasıyla mümkündür. Aksi takdirde yeryüzündeki hiçbir şekavet, dalâlet, sefahet ve sefaletin önü alınamaz.

Kuyunun Dibinde Olduğunu Fark Edebilmek

Evet, bugün beşeriyetin en büyük problemi insanı ihmal problemidir. Fakat acaba kaçımız bu problemi derinden derine yüreğimizde hissediyor ve içimizde bunun ızdırabını duyuyoruz? Maalesef çoğumuz itibarıyla biz, aynı ortamı paylaştığımızdan dolayı, yeryüzünü kasıp kavuran bu sefahet ve sefaletin, bu inhiraf ve düşüşün çap ve büyüklüğünü dahi anlayabilmiş değiliz.

Maksadımı ifade adına size basit bir misal vereyim: Ben bir süre şehirde kaldıktan sonra köydeki dayımların evine gitmiştim. Başımı kapıdan içeri uzatır uzatmaz yanan tezek kokusunu hissetmiş ve “ne fena kokuyor” demiştim. Bunun üzerine dayımın torunları arkadan bana gülmeye başlamışlardı. Çünkü ben çocukluğumda bir ay kadar bu evde kalmış, fakat hiçbir rahatsızlık duymamıştım.

Hazreti Mevlâna da Mesnevî’sinde, derici dükkânındaki pis kokuya alışıp daha sonra ıtriyat çarşısına götürülen bir insanın, oradaki güzel kokular karşısında düşüp bayıldığından bahseder. Esasında hazret bu hikâyesiyle bize, bozulmuş tabiatların hâlini resmetmektedir. İşte çağımızın insanları olarak biz, neş’et ettiğimiz ortama öyle alışmış ve öyle uyum sağlamışız ki, insanı insanlığından utandıracak manzaralar karşısında dahi herhangi bir utanç ve acı duymuyoruz. Bütün terslikleri ve yanlışlıkları âdeta normal görüyoruz. Bir şairin dediği gibi;

“Tok olan cümle âlemi hep tok sanır.
Aç olan âlemde ekmek yok sanır.”


Bunun gibi biz de acıyı hissedip farkına varmayınca, vicdanımızda ona karşı “yeter” deme ve ardından silkinip doğrulma gayreti içinde olmuyoruz. Çünkü insanın yaşadığı ortam ve şartların kendisine göre bir insibağı vardır. Bu insibağ, insanın kulağına, gözüne, burnuna, ağzına kısaca bütün zevk sistemlerine tesir eder ve bir yönüyle onun korteksini etkisi altına alır. Böylece kişi, her şeyi buna göre duyar, buna göre değerlendirir ve bir türlü bu çerçevenin dışına çıkamaz. Dolayısıyla da Allah nezdinde durması gerekli olan farklı bir konum olduğunun, kendisinin bu konumun çok gerisinde bulunduğunun farkına varamaz. Kuyunun dibinde durduğu hâlde kendisinin ferah feza bir iklimde dolaştığını zanneder. Bu yüzden de onun kuyudan çıkma adına bir gayreti olmaz.

Evet, insan, tabiatı icabı belli bir süre sonra yaşadığı ortama uyum sağlar. Mesela yüksek seslerin olduğu bir ortamda bulunan bir insanın kulakları belli bir süre sonra kendini o sese göre ayarlar. Bu defa o kulak, duyması gerekli olan frekanstaki sesleri duyamaz olur. Bunun gibi, biz de dünyaya gözümüzü açtığımız andan itibaren hep hâllerinden memnun olan ve günlerini gün etme peşinde koşturan insanlar gördük. Dolayısıyla da içler acısı perişan hâlimizin bir türlü farkına varamadık.

Hâlbuki ızdırap çok önemli bir ilham kaynağıdır. O, insana içinde bulunduğu sıkıntılı hâlden kurtulma adına çok farklı yol ve yöntemler ilham eder. Mesela kuyuya düşen bir insan, kuyunun dibinde bulunduğunun farkındaysa ve bunun ızdırabını duyuyorsa, kuyudan çıkmak adına elli türlü yol arar ve Allah’ın izni ve inayetiyle bir çaresini bulup oradan çıkar. Elinde kazma ve kürek olmasa bile, ellerini âdeta pençe gibi kullanıp oradan çıkmaya çalışır. Didinir durur, tırnaklarıyla ayaklarını koyabileceği iki oyuk açar. Daha sonra ayaklarını o oyuklara koyup daha yukarıda iki tane daha oyuk açar ve böylece bir takvime bağlamak suretiyle belli bir müddet sonra oradan çıkmayı başarır. Fakat kuyunun dibinde yaşadığının farkında olmayan ve hâlinden memnun olan birisinin hiçbir zaman böyle bir cehd ve gayreti olmaz.

Merhameti Celbeden Mağduriyet Hâli

Ayrıca insan yaşadığı düşüş ve inhiraf karşısında, onun ızdırabını derinden derine duyar ve Cenâb-ı Hakk’a tam bir teveccühte bulunursa, Hazreti Üstad’ın Lem’alar isimli eserinde ifade ettiği gibi, esbabın bi’l-külliye sukût ettiği böyle bir anda, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin zuhur ettiğini görebilir. Bilindiği üzere Yunus bin Metta (aleyhisselâm) balık tarafından yutulduğunda; balık, denizin dalgaları ve gecenin karanlığı bir araya gelerek onu dört bir taraftan çepeçevre kuşatmıştı. Fakat o büyük peygamber, üst üste bu karanlıklar içinde,

“Senden başka ilâh yoktur. Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin; doğrusu ben kendi kendime zulmettim (affını bekliyorum).” (Enbiyâ Sûresi, 21/87) şeklinde niyaz ederek, Cenâb-ı Hakk’ın nazar-ı merhametini celbetmiş ve karanlık karanlık üstüne bir hâlde bulunuyorken balığın karnından kurtulmuştu. İsterseniz siz, burada İbrahim Hakkı Hazretleri’nin şu mısralarını hatırlayabilirsiniz:

“Nâçâr kaldığın yerde,
Nâgâh açar ol perde,
Derman olur her derde,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”

Şimdi bu açıdan bir bakın günümüzdeki derbeder hâlimize! Allah aşkına, bugün biz, Yunus bin Mettâ’nın (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) balığın karnına düşmesinden daha feci bir durumda değil miyiz? Hazreti Pîr, bu konuyu ele aldığı yerde, “Nefsimiz, bizim hutumuzdur.” diyor. Yani bugün bizler, esasında nefislerimiz tarafından yutulmuş bir hâldeyiz. Varsa bu dünya, yoksa bu dünya deyip, heva-i nefse esir olmuşuz; fakat en acısı bu durumun farkında bile değiliz. Dolayısıyla günümüzde değişik coğrafyalarda yaşanan fevkalâde mazlumiyet, mağduriyet ve mahkûmiyet karşısında da hissizler, kalbsizler gibi hareket ediyoruz. O hâlde evvelâ kendimize “biz ne idik, ne olduk?” sorusunu sormamız gerekir. Daha sonra da, yaşadığımız zamanla devr-i risalet-penahi arasında irtibat kurup her iki dönem arasında mukayeseli okuma yapmamız lazım. Hatta Eyyubilerin, Zengilerin, Selçukluların ve Osmanlıların yaşadıkları dönemlere giderek, bir Selahattin Eyyubî, Nureddin Zengî, Alparslan, Melik Şah, Kılıç Arslan, Fatih Sultan Mehmet gibi iradeli ve güçlü devlet adamlarının, amansız ve insafsız bir dünyanın taarruz ve hücumları karşısında nasıl mukavemet ettiklerini, beyinlerini zonklatırcasına problemlere ne tür reçeteler sunduklarını düşünmeli ve gül devri sayılabilecek o dönemleri günümüzle mukayese ederek içinde bulunduğumuz derbeder hâlin büyüklük ve fecaatini anlamaya çalışmalıyız. Zannediyorum böyle bir fikir cehdi, derdi anlayıp derman bulma adına bizi Cenâb-ı Hakk’ın kapısının tokmağına dokunmaya götürecek ve O da bize bu meş’um durumdan sıyrılma adına alternatif çıkış yolları gösterecektir. Fakat biz yaşadığımız bu feci hâli normal gördüğümüz takdirde ne alternatif yollar bulabilir ne de kurtuluş adına yeni yöntemler keşfedebiliriz.

Yüreklere Saçılan Izdırap Tohumları

Evet, çile ve ızdırabın temelinde, öncelikle İslâm’ın hayata hayat kılındığı altın devirlerin bilinmesi, daha sonra da, bugünkü Müslümanların maruz kaldığı zillet ve meskenetin farkına varılması meselesi vardır. Hazreti Pîr böyle bir tablo karşısında, “Maruz kaldığım zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!” gibi ifadelerle ızdırabını dile getirmiştir. Keza o, milletinin imanını selâmette gördüğü takdirde, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya bile razı olduğunu ifade etmiştir. İşte bunlar gerçek insan olmanın gereği düşüncelerdir. Eğer insanlık başını almış Cehennem’e doğru gidiyorsa ve sen insansan böyle bir tablo karşısında mutlaka ürpermen gerekir. Fakat şurası da bir gerçek ki, herkes meseleleri bu ölçüde bir vicdan genişliğiyle duyup hissedemeyebilir.

Vakıa, herkesin her sıkıntı ve problemi bilmesi de doğru olmayabilir. Zira bazı insanlar, çok küçük bir grip virüsü karşısında dahi dayanamayıp ölürler. Ama bağışıklık sistemi sağlam insanlar aynı virüslerin hücumuna maruz kaldıklarında, bu durum, onlarda sadece muvakkat bir sarsıntı meydana getirir. Bunun gibi hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’de koşturan herkes, aynı seviyede bir mukavemet sistemine sahip olmayabilir. Bu sebeple, onlara dert ve problemlerin bütününü aktarmanız, onların kuvve-i maneviyelerini kırabilir. Evet, anlattığınız bazı büyük problemlerle onları sarsıp ye’se sürükleyebilirsiniz. Bu noktada durup size bir hissiyatımı ifade edeyim: Bugün annem, babam, dedem, ninem hayatta olsalardı ve hepsi de bir anda ölselerdi, yemin ederim, bu acı, benim İslâm’ın kaderi adına duyduğum yarım günlük ızdırabıma muadil gelmezdi. Öyle ki kimi zaman geceleri ızdıraptan iki büklüm odamdan çıkıyor ve koridorda deli divane gibi dolaşıyorum. Fakat buna rağmen her biri ayrı bir komplo ve tuzak peşinde koşan ve gulyabaniler gibi köşe başlarını tutmuş bulunan kötü niyetlilerden bahis açmamaya çalışıyorum. Zira bu durum insanları ye’se düşürüp kuvve-i mâneviyelerini kırabilir. Bu itibarla gam izhar etmemeye, izhar edip ağyarı âhımdan âgâh eylememeye çalışıyorum.

Ancak dayanabileceklerini bilsem, elimin ulaştığı herkesin gönlüne, insanlığın dertleriyle alakadar olmaları için korlar saçar, ızdırap tohumları ekerdim. Ta ki uykuları kaçsın ve çare bulma adına deli divane gibi dolaşıp dursunlar. Zaten bir insana dininden dolayı deli denmeyince onun imanda kemale erdiğini söylemek zordur. Yani başkaları sizin hâlinize bakıp diyecekler ki: “Bağları, bahçeleri, revnaktar çiçekleri ve ferah feza iklimiyle bu cazip dünyanın keyfini çıkarmak varken, şu insanlar niye bu işlerle meşgul oluyor ki?” İşte bu, deli görülmenin, Yunus’un ifadesiyle varını yoğunu Allah yolunda yağma etmenin ifadesidir. Böyle olmayan insanlar batmış ve bitmiş midir? Hâşâ ve kellâ! Zira Sahib-i Şeriat, imanla ahirete yürüyenin Cennet’e gireceğini haber vermiştir. Biz, bu konuda kimsenin savcısı olamaz ve kimsenin Cennet’e girmesine haciz koyamayız. Dolayısıyla bu, ayrı bir meseledir. Fakat insanlığın dertlerine çare bulma adına, şakakları zonklatırcasına ızdırapla iki büklüm olup peygamberane bir tavırla insanlığı kucaklama ise tamamen ayrı bir meseledir.

 
Üst Alt