- Konum
- Irlandaya yakin :)
-
- Üyelik Tarihi
- 29 Haz 2016
-
- Mesajlar
- 253
-
- MFC Puanı
- 1
ARDA DENKEL
Locke ve Berkeley'in kuramları, deneyci' yaklaşımın iki kar şıt uç noktasını oluşturur. Aralarındaki karşıtlık, çıkış noktala rının ortak olması nedeniyle, felsefi gerçekçilik (realizm) ve idea lizmin aynı sorun ve konular üzerindeki değişik tutumlarını en saydam bir biçimde gösterir. Kaba bir anlatımla, Locke ve Ber keley'in görüşlerinin birleşebildiği alanlar bilgi kuramı, yani epis temoloji kapsamında kalırken, epistemolojinin arka planında gördükleri metafizik yapılar taban tabana karşıttır, diyebiliriz. Bir başka deyişle, bu iki filozof, bilginin bize erişme yolu uzerin- de anlaşırlarken, bu bilginin kaynağını çok farklı biçimde yorum lamaktadırlar. Locke ve Berkeley, algıyı, bilgi edinmenin tek yo lu olarak görmüşlerdir. Bilginin içeriğini algı yoluyla edinilen idelerin oluşturduğu konusunda da düşünce birliği içindedirler. Ancak bu idelerin nereden geldiği konusunda apayrı ve çelişik açıklamalar vermişlerdir. Locke, deneyci epistemolojisine temel olarak deneyciliği fersah fersah aşan gerçekçi ve hatta «fiziksel» anlamında materyalist bir ontoloji önerirken, Berkeley deney cilikte tutarlı olmak adına bu gerçekçiliği yadsımıştır: Eğer bil ginin kökeni algı ise, bilgi olarak önerebileceklerimiz yalnız algı içerikleri olmalıdır. Gerçekçi ontoloji bu içeriklerin arkasına, ötesine ilişkindir. Oysa algı içeriğinden bağımsız olarak bunun arkasındakini kavrayamadığımıza göre, bu içeriğin kökeninin hangi niteliklere sahip olduğunu da bilemeyiz. Bilgimiz algıyla sınırlı ise, algıya neden olanı hiçbir zaman bilemeyiz. Az sonra bu tutarlı deneycilikten ontolojiye kaymasının, Berkeley! nere lere götürdüğünü izleyeceğiz. Deneycilikte tutarlı olmak açısın dan Berkeley'den hiç de aşağı kalmayan Hume'un bu varılan so- nuçlardan aldığı ders, ontoloji alanında susmayı öğrenmek ol muştur. Önce Locke'taki dış dünya kavramına göz atalım. Bu konu da ilk sorulabilecek soru, Locke epistemolojisi açısından dış dün yanın varlığına ne gibi bir gerek bulunduğudur. Bu gereğin bir kaç nedeni vardır: a) Birinci nedenin, Locke'un deneyciliğinin sağduyuya ba ğımlılığında bulunduğu gösterilebilir. Locke sağduyuya öyle bağ lıdır ki, pek çok yerde, kuramı sıradan kişinin sezgisine ters düş tüğü an, kuramsal tutarlılığından bile ödün vermeye hazırdır. Sağduyunun doğal eğilimi, algıyı bizden bağımsız somut nesne lere açılan bir pencere olarak görmek ve hatta algı içeriği ile al gının nesnesi arasında ayrım bile yapmamaktır. Locke bu eği limi kuramında önemli ölçüde korumuş ve algı içeriğinde hep ay nı kalan ide tutamlarının bileşimlerinin dış dünyanın somut nesnelerinin simgeleri, görüntüleri olduklarım ileri sürmüştür. Tabiî, bu ileri sürüş, kendisine Descartes'tan miras kalan görün tü ve gerçek ayrımım, yani algı içeriği ve bu içeriğin kendilerine ilişkin olduğu nesneler arasındaki ayrımı da içermekte ve bu noktada sağduyunun ötesine geçmektedir. Ancak bu ayrım, al gının yamlabilirliği doğrultusundaki güçlü kuşkucu uslamlama lar karşısında gerçekçilik açısından zorunlu olmuştur. b) Locke'u bir dış dünyanın var olduğu savma götüren ikinci neden, algı içeriğinin seyrek durumlar dışında şaşmaz bir tutarlılığa sahip oluşudur. Algı içeriğini oluşturan ideler yalnız ca tutarlı öbekler (yani nesnelerin görüntüleri) oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda bu öbekler tam bir kalıcılık gösteriyor: yani ideler aynı tutarlılığı sürdürüyor. Belirli bir nesnenin gö rüntüsünü, koşullar değişmedikçe, ancak o nesneyi daha önce gördüğüm açıdan görebildiğim gibi, bunu, istediğim yerde iste diğim zaman, keyfi olarak görebilmeme de olanak yok. Bu gö rüntünün algımda bulunabilmesi ve başka görüntülerle ilişkisi tam bir düzenlilik içinde. Öyle ki, bazı koşullar yerine geldiğin de hangi görüntülerin belireceği de kolayca kestirilebiliyor. Bu tutarlılığı Locke en doğal biçimde, bizden bağımsız ve bizi etki leyen bir ilke ile açıklayabilirdi; ve bu ilkeyi de sağduyunun var saydığı, «bizden bağımsız somut nesneler» kavramında bulmuş tur. Buna göre Locke, algımız tutarlıdır, çünkü o, varlığını bizim dışımızda belirli yasalara bağlı ve tutarlı olarak sürdüren somut nesnelerin algısıdır, diyebilecek durumdadır. c) Bir üçüncü neden olarak, Loeke'un, yaşam döneminde biçimlenmekte olan klasik bilime kendi epistemolojisini temel yapma eğilimi gösterilebilir. Deneysel bilginin bir bilim oluştur ması, onun, üzerinde etkin olunabilecek ve özellikleri betimlene bilip açıklanabilecek somut nesnelerden oluşan ve bizden bağım sız bir dünyaya ait olmasına bağlıdır. Öyle ise Locke açısından, bu somut nesneler, özelliklerini o güne dek fizik biliminin belir lediği cisimlerle çakışman ve algının konusu olan dış dünya fi zik bilimince' betimlenen cisimler dünyası olmalıydı. Deneysel bilginin doğa bilimlerine temel yapılması amacına gölge düşüren, algının yanılabilirligi yönündeki kuşkucu uslam lamaya karşı Locke'un savunma yöntemi, nesnelerin niteliklerini birincil ve ikinci nitelikler olmak üzere iki türe ayırmak olmuş tur. Böylece Locke algıdaki yanılabilirligi öznel olan ikincil ni teliklere bağlayarak, fiziksel cisimlerin bilimce belirlenen nesnel nitelikleri olan birincil niteliklerin dış dünya hakkındaki bilgi mizin gerçek nesnesi ve güvenilir kaynağı olduğunu ileri sürmüş tür. Şimdi Locke'un dış dünyayı nasıl kavradığına bakalım. Loc ke, her şeyden önce, algı içeriğimizin, en azından belirli bir öl çüde, dış dünyayı bize olduğu gibi yansıttığını düşünmüştür. Al gı içeriğimizde tutarlı olarak bir arada bulunan ideler, dış dün yadaki nesnelerin niteliklerinin görüntüleridir. Dış dünya tam göründüğü gibi değildir tabiî. Örneğin, renkler, sesler, kokular, tadlar vb. türden ikincil niteliklerin bizde oluşan ideleri, nesne lerin gerçekte taşıdıkları özellikleri göstermezler. Fakat kitle, de vinim, biçim, sayı v.b. türden birincili niteliklerin ideleri dış dün ya cisimlerinin gerçekten sahip oldukları özellikleri verirler. Şu halde, algı içeriğimizdeki idelerin (en azından) bazıları, gerçek likteki nesnelerin kendilerine benzerler. İşte bu düşünce, yani aigı. içeriğinin dış dünyaya benzerliği, Locke'un gerçekçiliğinin önemli bir ilkesidir. Bu gerçekçiliğin bir başka önemli ilkesi ise, algı içeriği ile bunun kaynağı olan dış dünyanın fiziksel nesne leri arasındaki ikinci bir ilişkidir: Algı, dış dünya hakkındaki bil gi edinme yolumuz ise, doğal olarak çıkarsanacak bir sonuç, nesneler ve niteliklerinin algı içeriğimiz olan ideleri oluşturduk ları, yani onlara neden olduklarıdır. Öyleyse, Locke'a göre nes neler ve ideleri, yani gerçeklik ve görüntüsü arasındaki iki ilişki, benzerlik ve neden olmadır. Dış dünya etkin ve kendini büyük ölçüde olduğu gibi gösteren bir ilkedir. Ancak bu kadarı gerçek- çilik için yeterli olamayacaktır. Gerçekçiliği asıl belirleyen, dış dünyaya atfettiği bağımsız varlıktır. Algımızın meydana gelme sine neden olan fiziksel cisimler, bu algı olmadığı zaman da var lıklarını sürdürürler ve var olmaları algıda görüntü olarak be lirmelerine bağlı değildir. İşte bu algıdan bağımsız varlığa sa hip olma özelliği, Locke için algı içeriğinin tutarlılığım büyük bir güçle açıklayan bir kuramsal ilke olmuştur. Orada gördüğüm ideler tutamı, bir nesnenin neden olduğu ve ona benzeyen görün tüsüdür. Başka yönlere baktıktan bir süre sonra yeniden ona baktığımda, onu yeniden görmemdeki tutarlılık, nesnenin, ben onu algılamadığımda da varlığını sürdürüyor olduğu önermesiy le tatmin edici bir biçimde açıklanmaktadır. II Berkeley'in neden idealizmi seçtiği düşünüldüğünde, kimi zaman bu filozofa karşı, felsefi açıdan olumsuz bir tavır takını lır; aslında bir din adamı olduğu için, Tanrı'yı kanıtlamak ve önemini vurgulamak uğruna, bir fiziksel dış dünyanın varlığın dan vazgeçtiği suçlaması yöneltilir ona. Vardığı sonuçlarda böy le bir görüşü benimsemesine karşın, Berkeley'in amaç ve çıkış noktasının, biraz kaba diye niteleyebileceğimiz bu değerlendiril mesi yanlıştır. Bir filozof olarak, Tanrı'yı kanıtlamak uğruna doğru olduğuna inandığı şeyde tahrife yeltenmeyecek bir çapa sahip olan Berkeley, aslında bu sonuca, bir misyoner tavrının gereği olarak değil, tutarlı bir deneycinin, tutarlı deneysel bil ginin olanaklı olduğunu gösterme çabaları içinde ve tam bir iç tenlikle sürüklenmiştir. Her şeyden önce, tutarlı deneyciliğin gerçekçiliği önereme- mesi gerekir. Bilgi deneysel ise, algıyı aşarak algının kökeni hak kında konuşma olanağına sahip olamamamız gerekir. Algının ardındakini deneysel olarak her ne zaman kavramaya çalışsak yine onun algısına çarparız. Çünkü nesneler ile olan deneysel iliş kimizde, yapımız gereği, algıyla sınırlıyız. Öyle ise algının ar ka planı hakkında söylenen her şey deneycilikle tutarsızdır. Şim di, bu geçerli düşüncenin içerdiği, algının kaynağının bilinemez olduğudur; yoksa, dış dünyanın var olmadığı değil. Demek ki, Berkeley'i idealizme götüren yol tutarlı deneycilikten geçse bile, bu tutum, yolun ancak yarısını oluşturmaktadır. Yolun geri ka lanını oluşturan felsefi zorunluklar hangileridir? Algının güvenilirliğine karşı kuşkucunun geliştirdiği uslam- lamaya kısaca değinmiştik. Felsefe tarihinde çok eskilere giden bu uslamlama, deneysel bilgiye karşı güçlü bir tehdit oluştur muştur. Algımız birçok durumda yanılır. Bazen var olmayan şeyleri de gördüğümüz olur. Üstelik algı içeriğini inceleyerek bu nun yanılgılı ya da serap veya rüya olduğunu anlamamıza ola nak da olmayabilir. Öyle ise, hiçbir algı içeriğinin tam olarak güvenilir olduğu söylenemeyecektir. Bu da deneyden elde edilen inançların, felsefi açıdan bilgi sayılamayacağını, yani, deneyden bilgi üretilemeyeceğini içermektedir. Kuşkucunun vardığı sonuç, bir dış dünya varsa, bunun güvenilir deneysel bilgisinin olanak sız olduğudur. Locke'un bunu nasıl karşıladığını gördük: Locke, kuşkucu uslamlamanın ikincil nitelikler için geçerli iken, birin cil niteliklerin, nesnel olmaları sayesinde, bundan etkilenmedik lerini ve onların bilgisinin tam güvenilirliğe sahip olduğunu ile ri sürmüştür. Böylece Locke, dış dünyanın doğru betimlemesinin birincil niteliklerin idelerince sağlandığını savunmaktadır. İşte Berkeley, birincil ve ikincil nitelikler arasındaki bu ayrımın sa kat olduğunu ve sağlam bir temele dayanmadığını iddia etmiştir. Bu yönde geliştirdiği uslamlamalara değinmeyecek ve ne ölçü de haklı olduğunu burada araştırmayacağım. Bunu yapmak ye rine, iddiasında haklı olduğu kabulünün kendisini nereye itmiş olduğunu göstermeye çalışacağım. Eğer birincil ve ikincil nitelikler tutarlı olarak ayırt edilemi- yorlarsa, kuşkucu uslamlama, birincil niteliklerin bilgisini de, tıpkı ikincillerinki gibi, kapsamına alacak ve dolayısıyla dış dün yanın deneysel bilgisinin güvenilirliği bütünüyle kuşku götüre cektir. Varılan nokta, kuşkuculuğun savının kabulü müdür? Eğer bir dış dünya varsa, bunun deneysel bilgisi olanaksız mı gö rülecektir? Gerçekte Berkeley ne kuşkucu idi, ne de deneycilik ten ödün vermeye razı olabilirdi. Öyle ise deneysel bilgiyi ola naklı duruma getirecek hangi işlem gerekiyorsa ona başvurmak Berkeley için zorunluydu. Kuşkucu uslamlamanın kanıtlama amacında olduğu nokta şudur: Eğer bir dış dünya varsa deneysel bilgi olanaksızdır. Berkeley'e göre bu kabul edilmesi gerekecek bir sonuç olacağına göre deneysel bilginin olanaksızlığını içeren bu önermenin her za man doğru olmasını önlemenin tek yolu «Bir dış dünya vardır» önermesini yadsımaktır. Tabiî bu yolla, «Deneysel bilgi olanaklıdır» önermesinin her zaman doğru olduğu kanıtlanmış olmayacaktır. Ama yine de böylece, bu önermenin doğru olabilme olanağı (ya ni olumsallığı) açık bırakılabilmektedir. Demek ki Berkeley dış dünyayı, kendi çıkış noktasının zorlaması sonucu ve deneysel bilgiye açık kapı bırakmak uğruna yadsımaktadır. Başka bir de yişle, Berkeley deneyciliğinde, idealizm bir başlangıç noktası ve ya bir önkabul değil, tutarlı olarak varılan bir sonuçtur.
Locke ve Berkeley'in kuramları, deneyci' yaklaşımın iki kar şıt uç noktasını oluşturur. Aralarındaki karşıtlık, çıkış noktala rının ortak olması nedeniyle, felsefi gerçekçilik (realizm) ve idea lizmin aynı sorun ve konular üzerindeki değişik tutumlarını en saydam bir biçimde gösterir. Kaba bir anlatımla, Locke ve Ber keley'in görüşlerinin birleşebildiği alanlar bilgi kuramı, yani epis temoloji kapsamında kalırken, epistemolojinin arka planında gördükleri metafizik yapılar taban tabana karşıttır, diyebiliriz. Bir başka deyişle, bu iki filozof, bilginin bize erişme yolu uzerin- de anlaşırlarken, bu bilginin kaynağını çok farklı biçimde yorum lamaktadırlar. Locke ve Berkeley, algıyı, bilgi edinmenin tek yo lu olarak görmüşlerdir. Bilginin içeriğini algı yoluyla edinilen idelerin oluşturduğu konusunda da düşünce birliği içindedirler. Ancak bu idelerin nereden geldiği konusunda apayrı ve çelişik açıklamalar vermişlerdir. Locke, deneyci epistemolojisine temel olarak deneyciliği fersah fersah aşan gerçekçi ve hatta «fiziksel» anlamında materyalist bir ontoloji önerirken, Berkeley deney cilikte tutarlı olmak adına bu gerçekçiliği yadsımıştır: Eğer bil ginin kökeni algı ise, bilgi olarak önerebileceklerimiz yalnız algı içerikleri olmalıdır. Gerçekçi ontoloji bu içeriklerin arkasına, ötesine ilişkindir. Oysa algı içeriğinden bağımsız olarak bunun arkasındakini kavrayamadığımıza göre, bu içeriğin kökeninin hangi niteliklere sahip olduğunu da bilemeyiz. Bilgimiz algıyla sınırlı ise, algıya neden olanı hiçbir zaman bilemeyiz. Az sonra bu tutarlı deneycilikten ontolojiye kaymasının, Berkeley! nere lere götürdüğünü izleyeceğiz. Deneycilikte tutarlı olmak açısın dan Berkeley'den hiç de aşağı kalmayan Hume'un bu varılan so- nuçlardan aldığı ders, ontoloji alanında susmayı öğrenmek ol muştur. Önce Locke'taki dış dünya kavramına göz atalım. Bu konu da ilk sorulabilecek soru, Locke epistemolojisi açısından dış dün yanın varlığına ne gibi bir gerek bulunduğudur. Bu gereğin bir kaç nedeni vardır: a) Birinci nedenin, Locke'un deneyciliğinin sağduyuya ba ğımlılığında bulunduğu gösterilebilir. Locke sağduyuya öyle bağ lıdır ki, pek çok yerde, kuramı sıradan kişinin sezgisine ters düş tüğü an, kuramsal tutarlılığından bile ödün vermeye hazırdır. Sağduyunun doğal eğilimi, algıyı bizden bağımsız somut nesne lere açılan bir pencere olarak görmek ve hatta algı içeriği ile al gının nesnesi arasında ayrım bile yapmamaktır. Locke bu eği limi kuramında önemli ölçüde korumuş ve algı içeriğinde hep ay nı kalan ide tutamlarının bileşimlerinin dış dünyanın somut nesnelerinin simgeleri, görüntüleri olduklarım ileri sürmüştür. Tabiî, bu ileri sürüş, kendisine Descartes'tan miras kalan görün tü ve gerçek ayrımım, yani algı içeriği ve bu içeriğin kendilerine ilişkin olduğu nesneler arasındaki ayrımı da içermekte ve bu noktada sağduyunun ötesine geçmektedir. Ancak bu ayrım, al gının yamlabilirliği doğrultusundaki güçlü kuşkucu uslamlama lar karşısında gerçekçilik açısından zorunlu olmuştur. b) Locke'u bir dış dünyanın var olduğu savma götüren ikinci neden, algı içeriğinin seyrek durumlar dışında şaşmaz bir tutarlılığa sahip oluşudur. Algı içeriğini oluşturan ideler yalnız ca tutarlı öbekler (yani nesnelerin görüntüleri) oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda bu öbekler tam bir kalıcılık gösteriyor: yani ideler aynı tutarlılığı sürdürüyor. Belirli bir nesnenin gö rüntüsünü, koşullar değişmedikçe, ancak o nesneyi daha önce gördüğüm açıdan görebildiğim gibi, bunu, istediğim yerde iste diğim zaman, keyfi olarak görebilmeme de olanak yok. Bu gö rüntünün algımda bulunabilmesi ve başka görüntülerle ilişkisi tam bir düzenlilik içinde. Öyle ki, bazı koşullar yerine geldiğin de hangi görüntülerin belireceği de kolayca kestirilebiliyor. Bu tutarlılığı Locke en doğal biçimde, bizden bağımsız ve bizi etki leyen bir ilke ile açıklayabilirdi; ve bu ilkeyi de sağduyunun var saydığı, «bizden bağımsız somut nesneler» kavramında bulmuş tur. Buna göre Locke, algımız tutarlıdır, çünkü o, varlığını bizim dışımızda belirli yasalara bağlı ve tutarlı olarak sürdüren somut nesnelerin algısıdır, diyebilecek durumdadır. c) Bir üçüncü neden olarak, Loeke'un, yaşam döneminde biçimlenmekte olan klasik bilime kendi epistemolojisini temel yapma eğilimi gösterilebilir. Deneysel bilginin bir bilim oluştur ması, onun, üzerinde etkin olunabilecek ve özellikleri betimlene bilip açıklanabilecek somut nesnelerden oluşan ve bizden bağım sız bir dünyaya ait olmasına bağlıdır. Öyle ise Locke açısından, bu somut nesneler, özelliklerini o güne dek fizik biliminin belir lediği cisimlerle çakışman ve algının konusu olan dış dünya fi zik bilimince' betimlenen cisimler dünyası olmalıydı. Deneysel bilginin doğa bilimlerine temel yapılması amacına gölge düşüren, algının yanılabilirligi yönündeki kuşkucu uslam lamaya karşı Locke'un savunma yöntemi, nesnelerin niteliklerini birincil ve ikinci nitelikler olmak üzere iki türe ayırmak olmuş tur. Böylece Locke algıdaki yanılabilirligi öznel olan ikincil ni teliklere bağlayarak, fiziksel cisimlerin bilimce belirlenen nesnel nitelikleri olan birincil niteliklerin dış dünya hakkındaki bilgi mizin gerçek nesnesi ve güvenilir kaynağı olduğunu ileri sürmüş tür. Şimdi Locke'un dış dünyayı nasıl kavradığına bakalım. Loc ke, her şeyden önce, algı içeriğimizin, en azından belirli bir öl çüde, dış dünyayı bize olduğu gibi yansıttığını düşünmüştür. Al gı içeriğimizde tutarlı olarak bir arada bulunan ideler, dış dün yadaki nesnelerin niteliklerinin görüntüleridir. Dış dünya tam göründüğü gibi değildir tabiî. Örneğin, renkler, sesler, kokular, tadlar vb. türden ikincil niteliklerin bizde oluşan ideleri, nesne lerin gerçekte taşıdıkları özellikleri göstermezler. Fakat kitle, de vinim, biçim, sayı v.b. türden birincili niteliklerin ideleri dış dün ya cisimlerinin gerçekten sahip oldukları özellikleri verirler. Şu halde, algı içeriğimizdeki idelerin (en azından) bazıları, gerçek likteki nesnelerin kendilerine benzerler. İşte bu düşünce, yani aigı. içeriğinin dış dünyaya benzerliği, Locke'un gerçekçiliğinin önemli bir ilkesidir. Bu gerçekçiliğin bir başka önemli ilkesi ise, algı içeriği ile bunun kaynağı olan dış dünyanın fiziksel nesne leri arasındaki ikinci bir ilişkidir: Algı, dış dünya hakkındaki bil gi edinme yolumuz ise, doğal olarak çıkarsanacak bir sonuç, nesneler ve niteliklerinin algı içeriğimiz olan ideleri oluşturduk ları, yani onlara neden olduklarıdır. Öyleyse, Locke'a göre nes neler ve ideleri, yani gerçeklik ve görüntüsü arasındaki iki ilişki, benzerlik ve neden olmadır. Dış dünya etkin ve kendini büyük ölçüde olduğu gibi gösteren bir ilkedir. Ancak bu kadarı gerçek- çilik için yeterli olamayacaktır. Gerçekçiliği asıl belirleyen, dış dünyaya atfettiği bağımsız varlıktır. Algımızın meydana gelme sine neden olan fiziksel cisimler, bu algı olmadığı zaman da var lıklarını sürdürürler ve var olmaları algıda görüntü olarak be lirmelerine bağlı değildir. İşte bu algıdan bağımsız varlığa sa hip olma özelliği, Locke için algı içeriğinin tutarlılığım büyük bir güçle açıklayan bir kuramsal ilke olmuştur. Orada gördüğüm ideler tutamı, bir nesnenin neden olduğu ve ona benzeyen görün tüsüdür. Başka yönlere baktıktan bir süre sonra yeniden ona baktığımda, onu yeniden görmemdeki tutarlılık, nesnenin, ben onu algılamadığımda da varlığını sürdürüyor olduğu önermesiy le tatmin edici bir biçimde açıklanmaktadır. II Berkeley'in neden idealizmi seçtiği düşünüldüğünde, kimi zaman bu filozofa karşı, felsefi açıdan olumsuz bir tavır takını lır; aslında bir din adamı olduğu için, Tanrı'yı kanıtlamak ve önemini vurgulamak uğruna, bir fiziksel dış dünyanın varlığın dan vazgeçtiği suçlaması yöneltilir ona. Vardığı sonuçlarda böy le bir görüşü benimsemesine karşın, Berkeley'in amaç ve çıkış noktasının, biraz kaba diye niteleyebileceğimiz bu değerlendiril mesi yanlıştır. Bir filozof olarak, Tanrı'yı kanıtlamak uğruna doğru olduğuna inandığı şeyde tahrife yeltenmeyecek bir çapa sahip olan Berkeley, aslında bu sonuca, bir misyoner tavrının gereği olarak değil, tutarlı bir deneycinin, tutarlı deneysel bil ginin olanaklı olduğunu gösterme çabaları içinde ve tam bir iç tenlikle sürüklenmiştir. Her şeyden önce, tutarlı deneyciliğin gerçekçiliği önereme- mesi gerekir. Bilgi deneysel ise, algıyı aşarak algının kökeni hak kında konuşma olanağına sahip olamamamız gerekir. Algının ardındakini deneysel olarak her ne zaman kavramaya çalışsak yine onun algısına çarparız. Çünkü nesneler ile olan deneysel iliş kimizde, yapımız gereği, algıyla sınırlıyız. Öyle ise algının ar ka planı hakkında söylenen her şey deneycilikle tutarsızdır. Şim di, bu geçerli düşüncenin içerdiği, algının kaynağının bilinemez olduğudur; yoksa, dış dünyanın var olmadığı değil. Demek ki, Berkeley'i idealizme götüren yol tutarlı deneycilikten geçse bile, bu tutum, yolun ancak yarısını oluşturmaktadır. Yolun geri ka lanını oluşturan felsefi zorunluklar hangileridir? Algının güvenilirliğine karşı kuşkucunun geliştirdiği uslam- lamaya kısaca değinmiştik. Felsefe tarihinde çok eskilere giden bu uslamlama, deneysel bilgiye karşı güçlü bir tehdit oluştur muştur. Algımız birçok durumda yanılır. Bazen var olmayan şeyleri de gördüğümüz olur. Üstelik algı içeriğini inceleyerek bu nun yanılgılı ya da serap veya rüya olduğunu anlamamıza ola nak da olmayabilir. Öyle ise, hiçbir algı içeriğinin tam olarak güvenilir olduğu söylenemeyecektir. Bu da deneyden elde edilen inançların, felsefi açıdan bilgi sayılamayacağını, yani, deneyden bilgi üretilemeyeceğini içermektedir. Kuşkucunun vardığı sonuç, bir dış dünya varsa, bunun güvenilir deneysel bilgisinin olanak sız olduğudur. Locke'un bunu nasıl karşıladığını gördük: Locke, kuşkucu uslamlamanın ikincil nitelikler için geçerli iken, birin cil niteliklerin, nesnel olmaları sayesinde, bundan etkilenmedik lerini ve onların bilgisinin tam güvenilirliğe sahip olduğunu ile ri sürmüştür. Böylece Locke, dış dünyanın doğru betimlemesinin birincil niteliklerin idelerince sağlandığını savunmaktadır. İşte Berkeley, birincil ve ikincil nitelikler arasındaki bu ayrımın sa kat olduğunu ve sağlam bir temele dayanmadığını iddia etmiştir. Bu yönde geliştirdiği uslamlamalara değinmeyecek ve ne ölçü de haklı olduğunu burada araştırmayacağım. Bunu yapmak ye rine, iddiasında haklı olduğu kabulünün kendisini nereye itmiş olduğunu göstermeye çalışacağım. Eğer birincil ve ikincil nitelikler tutarlı olarak ayırt edilemi- yorlarsa, kuşkucu uslamlama, birincil niteliklerin bilgisini de, tıpkı ikincillerinki gibi, kapsamına alacak ve dolayısıyla dış dün yanın deneysel bilgisinin güvenilirliği bütünüyle kuşku götüre cektir. Varılan nokta, kuşkuculuğun savının kabulü müdür? Eğer bir dış dünya varsa, bunun deneysel bilgisi olanaksız mı gö rülecektir? Gerçekte Berkeley ne kuşkucu idi, ne de deneycilik ten ödün vermeye razı olabilirdi. Öyle ise deneysel bilgiyi ola naklı duruma getirecek hangi işlem gerekiyorsa ona başvurmak Berkeley için zorunluydu. Kuşkucu uslamlamanın kanıtlama amacında olduğu nokta şudur: Eğer bir dış dünya varsa deneysel bilgi olanaksızdır. Berkeley'e göre bu kabul edilmesi gerekecek bir sonuç olacağına göre deneysel bilginin olanaksızlığını içeren bu önermenin her za man doğru olmasını önlemenin tek yolu «Bir dış dünya vardır» önermesini yadsımaktır. Tabiî bu yolla, «Deneysel bilgi olanaklıdır» önermesinin her zaman doğru olduğu kanıtlanmış olmayacaktır. Ama yine de böylece, bu önermenin doğru olabilme olanağı (ya ni olumsallığı) açık bırakılabilmektedir. Demek ki Berkeley dış dünyayı, kendi çıkış noktasının zorlaması sonucu ve deneysel bilgiye açık kapı bırakmak uğruna yadsımaktadır. Başka bir de yişle, Berkeley deneyciliğinde, idealizm bir başlangıç noktası ve ya bir önkabul değil, tutarlı olarak varılan bir sonuçtur.