Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

KÜR'ŞAD İHTİLALİ DESTANI (Bir Milletin esaretten kurtuluşu)

SouL

➡️ ↘️ ↖️ ↪️ ↩️ ⤴️ ⤵️ Ben Sakinim!!!
Yönetici
  • Üyelik Tarihi
    8 Ara 2012
  • Mesajlar
    17,522
  • MFC Puanı
    3,901
KÜR'ŞAD İHTİLALİ DESTANI
(Bir Milletin esaretten kurtuluşu)
–––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––
Gök Türklerin Çin başkenti Si Gan Fu’da
on yıl tutsak kalışları, kırk yiğidin Kür
şad’ın çevresinde tek yürek oluşları…
kurtuluşu erkekçe ölmekte buluşlarıdır.
kırk yiğit,
birer birer
devrilecekler…
fakat,
birgün yine
dirilecekler!
gece…
Si Gan Fu’dayız,
bin üç yüz elli yıl önce…
bir Çin kentidir Si Gan Fu,
bu,
sarı su
demektir çince…
Çindeyiz…
en kara bir gündeyiz.
bir kara duman tutmuş bahtımızı,
karanlık içindeyiz…
Çin’e tutsak olalı
on yıl geçti aradan.
ne katıymış canımız,
ölmedik bu yaradan…
on yaşına basmıştı Çin’de doğanlarımız,
on yaşında tutsaktı yavru kurtlar..
on yıldır töresiz,
bayraksızdı yurtlar…
on yıl olmuştu yıkılalı
gök Türk kağanlığı.
çöreklenmişti Asya bozkırları üstüne,
koyu bir Çin karanlığı…
yıkılmıştı Ötüken’de otağlar,
Türk budunu yaslıydı.
on yıldır gerilmiyordu yaylar,
kılıçlar paslıydı.
koca kurtların başları avuçlarında,
elleri böğürlerinde bozkurtların,
deli kurt usluydu…
tutsaklık acısı ile kavrulanların geçmişi
düşündükleridir:
yıl, milâdın altı yüz yirmi dördü…
büyük bozgundan birkaç yıl önce…
Orta Asya yaşanılmaz bir yerdi.
ak saçlı kadınlar, ellerini vurup dizlerine,
yerle gök üstüne ağıt derlerdi.
yeşil yurt çöldür şimdi
denizler göldür şimdi
odumuz, ocağımız
savrulur, küldür şimdi…
güneş alınlarda bir kızgın yazı…
kalmamıştı dirliğin tadı, tuzu.
bir yel esmişti ki öylesine,
tersine dönmüştü evrenin çarkı.
bozulmuştu yerin, göğün düzeni,
sarmıştı budunu bir büyük korku…
açlıktan kırılıyordu çoluk çocuk,
ölüler doldurmuştu evi-barkı…
bir kızıl tamuya dönmüştü bozkır,
ne koyun kalmıştı, ne yılkı…
“delinse yer, çökse gök…”
dayanılırdı belki…
beterin beteri varmış meğer,
Çin’e tutsak etmişti Tanrı, Türk’ü!…
tutsak bir Türk için atsız, pusatsız, savaşsız
geçen her yıl, bin yıl kadar uzundur ve
utanç vericidir:
on yıl oldu Çin’deyiz
bir karanlık indeyiz.
ne kılıç, ne ok, ne yay…
on yıl bu, dile kolay…
on yıllık tutsaklığın
utancı içindeyiz.
tutsaklık, ok yarasından acı, em fayda etmez
bir sancıdır. fakat kurtuluş için yaşamak
boyun borcudur:
yıl, milâdın altı yüz kırkı…
gece.
si gan fu’dayız…
si gan fu, Çin’dir…
Çin’de geceler,
kör bir kuyu gibi derindir…
bir sarı kâbus böler uykuları,
uykular tedirgindir…
dayanılmaz on yıllık tutsaklığa!
bizi on yıl yaşatan,
bir kutlu kindir!
on yıllık tutsaklıktan sonra, gönüllerdeki
Türklük odunun parlamaya, yüreklerin
göğüsleri zorlamaya, bozkurtların derinden
derine gürlemeye başladığıdır:
yıl milâdın altı yüz kırkı…
gece yarısı…
bir bozkurt ünledi geceye karşı:
“var mı tutsaklığın ölümden farkı???”
yıl, milâdın altı yüz kırkı.
si gan fu’dayız.
bir deli kurt ünler geceye karşı:
“sanmayın uykudayız!!!”
yıl milâdın altı yüz kırkı…
gece…
bir koca kurt ünler geceye karşı:
“kurtuluş uğruna kılıçlar keskin,
boyunlar kıldan ince!!!”
yıl milâdın altı yüz kırkı…
gece…
si gan fu…
yavru kurtlar ünler geceye karşı:
“uuuuuuuuuuuuuu!!!”
kurt ulurdu
kurt ulurdu
it ürür, kurt ulurdu,
bir bozkurt yol gösterse,
tutsaklar kurtulurdu.
tahtadan yapılmış Çin evleri… tutsaklar
mahallesinde kür şad’ın evi… ve bu evde
kırk Türk’ün kılıçlar üstüne ant içtikleridir:
si gan fu kenti…
si gan fu kentinin sokakları dar,
bir özge ağıta gebedir şimdi,
si gan fu sokaklarında kaldırımlar!…
koyu bulutlar dolaşmakta
sivri kulelerde,
bulutlarda yıldırımlar…
yıl, milâdın altı yüz kırkı.
indi si gan fu sokaklarına bir gece,
dağları bekleyen korku!
si gan fu kentinde tahtadan bir ev,
tutsaklar mahallesinde…
yüz bin tutsak bir ağızdan söyleşir,
bu bir evin sesinde…
si gan fu kentinde tahtadan bir ev,
bu evde biri.
bir kasırga gücü var nefesinde…
si gan fu kenti…
ve tahtadan ev…
bu evde biri.
pençeleri asya kadar kocaman,
yumrukları Tanrıdağ kadar iri!..
yüz bin yürek atmadadır göğsünde…
si gan fu kentinde tahtadan bir ev,
bu evde toplandı bir gece kırk dev.
ortada biri..
adlarıyla çağırarak kırk eri,
sordu:
“ölüm mü, dirlik mi?”
kırkı bir ağızdan “ölüm” dediler!
bir uçmak tadıydı dillerindeki,
sonra el attılar kemerlerine,
bir anda sıyrıldı bellerindeki!!
and içeceklerdi Türk töresince,
gömgök kılıçlardı ellerindeki!…
üç kez dediler:
gök girsin, kızıl çıksın
gök tanrı sen tanıksın!
gök girsin, kızıl çıksın
gök tanrı sen tanıksın!
gök girsin, kızıl çıksın
gök tanrı sen tanıksın!
ve Türk budunu yaşasın diye
kıyamete dek
birleşti kırk yürek!..
kırk yiğit ihtilâlci, akşamları gezintiye çıkan Çin
kağanını tutsak edip Türklerin kurtuluşunu
sağlayacaklardı. fakat, büyük talihsizlik!.. O gece, yağmur yağmaya ve görülmemiş bir hızla rüzgâr
esmeye başlamıştı. Çin kağanı, bu durumda gezintiye
çıkamazdı. kırk er, sözleşilen yere gelmiş bulundular. işin kötüsü, içlerinden birinin kavşıta gelmeyişiydi!!!
kırk gök Türk’ün artık geriye dönüş olmadığını
anlamaları ve Çin sarayına yürümeleridir:
tutsak olur
tutsak olur
Türk nice tutsak olur?
kurtuluş olmaz deme
el ele tutsak olur!
gece…
bir yağmur başladı ince ince…
iğri sokaklarda karanlık,
zifir gibiydi!
rüzgâr esiyordu alabildiğine…
rüzgâr, yüzümüze küfür gibiydi!
Çin’deydiler…
ne kötü gündeydiler.
yürüdü kırk yiğit Çin sarayına,
beyler öndeydiler!..
adımlar atılmıştı bir kez,
dönmezdi.
öç odu tutuşmuştu yüreklerde
sönmezdi.
yalındı kılıçlar.. kana girmeden
kına konmazdı.
Çin’di bu,
kindi bu,
kandı bu
suyla yunmazdı!!!
tutsaklık yarası kansız onmazdı!
yağabildiğince yağmur,
esebildiğince rüzgârdı…
yürüdü kırk yiğit Çin sarayına,
ölümden öte ne vardı!!!
geceydi,
uyuyordu si gan fu kenti,
geceydi…
ölüm, her zamanki gibi iki heceydi.
geceler güzeldi Asya bozkırlarında,
Çin’de işkenceydi…
kara bulutlar yığıladursun
Çin göklerine..
Tanrı dağları’nın karlı yamaçlarından
derinden derine
bozkurtlar sesleniyordu..
yürüyordu kırk yiğit Çin sarayına,
destanlar tarihi yeniden
süsleniyordu…
kara bir duvar gibiydi karanlık…
karanlık göğüsleniyordu.
değişmezdi Tanrı yasası,
yeni bir hayat,
yeni dökülecek kanlarla besleniyordu!!!
karanlıktı, rüzgârdı, yağmurdu…
yay kirişleri ıslanıyordu!
yalın kılıçtılar…
tepeden tırnağa hınçtılar…
içlerinde ak saçlı koca kurtlar,
nice savaş görmüş baturlar vardı.
bazıları delikanlı gençtiler…
bilirlerdi niçin doğdular,
nerde öleceklerdi…
at üstünde doğmuşlardı,
yerde öleceklerdi!!
atları yoktu,
ilk kez,
yaya döğüşeceklerdi!!!.
ısırıyordu rüzgâr, kırbaçlıyordu yağmur…
kan kokuyordu karanlığın
kara dişlerinde…
kurtuluşun türküsünü uluyordu bozkurtlar
yay kirişlerinde!..
Çin ülkesi
Çin ülkesinde çinli sayısını
bilen yoktu.
kaç kadın, kaç er kişi vardılar!
kırılsalar kırk tamu doldururdular.
genişti Çin ülkesi…
kırk gün at tepilse mola vermeden
bir baştan bir başa erişilmez!
azığı, akçası, ürünü boldur
fakat pazarlığa girişilmez!
savaşta bir Türk’e kırk çinli düşer.
teke tek vuruşulmaz!
Tanrı da ezelden düşman yaratmış
barışılmaz!!
bu gece yine o, sayıca çok…
ve ihtilâlciler hepsi kırk kişi!
neylerse güzeldir Tanrı’nın işi…
karışılmaz!!!
Çin sarayi
Çin sarayı taş duvarlar içinde
ve demir kapılıydı.
kırkların içinde yumru’yla yamtar
dev yapılıydı.
birer kaya parçası kucaklamış her biri
her kaya bir çinli evinden iri!
bunlarla kırarak demir kapıyı,
alacaklar saray denen yapıyı…
rüzgârdı, yağmurdu, karanlıktı…
yol, yıllar kadar uzun,
her şey bir anlıktı…
aynı hızla atıyordu yürekler,
aynı ezgi idi dudaklardaki.
kindi, öfkeydi ayaklardaki…
yürüyordu kırk yiğit,
yağıyordu yağmur, boğuyordu yel…
ve uzun saçları rüzgârda tel tel…
ok… kargı… kılıç saraya doğru…
bir gök tuğ yükselir Tanrıdağı’ndan,
ardınca yoldadır, “elli milyon ruh”
biri sorar:
“gidiş nereye doğru?”
Alp Er Tunga der:
“oraya doğru!!!”
Kür şad
ben,
Bumun kağan torunu,
Çuluk kağan oğlu Kür şad!
otuz bile değil yaşım!
Çin’de tutsaklığa dayandım on yıl,
işe yarar diye başım!!!
azığa, akçaya, eğilmez boynum,
savaştır aşım!
ırkım almadıkça Çin’den öcünü,
ölsem de yine bitmez savaşım!!!
bir bozkurt oğluna dirlik yaraşmaz…
tutsak yaşıyorken bunca soydaşım!!!
Böğü alp
az konuşur,
öz konuşurdu.
sorulmadan söze karışmaz,
yeri geldiğinde uz konuşurdu!
şaşmazdı doğru bildiğinden,
bilmediğini danışırdı.
yardımlıydı dostlarına,
düşmanıyla amansız vuruşurdu!
kılıç sallamada, kargı sançmada
yoktu üstüne…
oklaşır, güreşir, yarışırdı!…
beydi.
bey olduğu için öndeydi!
düşünüyordu on yıl önceyi…
Böğü alp, on yıl öncesinden
biliyordu bu geceyi…
Kıraç ata’ya gitmişti bir gün,
kocamış kam, okumuştu ona
geleceği!…
demişti:
yıkılacak Gök Türk kağanlığı
çökecek üstünüze Çin karanlığı!..
demişti:
“Çin’de…
bir ulu kent içinde
kırk er görüyorum!..
aralarında sen de varsın!
yağmur yağıyor…
döğüşeceksiniz!!!”
Gök Börü
son savaşta,
bir çinli okuyla delinmişti
gözünün biri!
tek gözüyle gelmişti si gan fu’ya
deli Gök Börü…
bir gün, bir çinli subay,
“tek gözlü” diyerek edince alay,
Gök Börü’nün deliliği tuttu,
çinli subaya bir tokat attı!..
patlamıştı gözü çinli subayın…
bundan sonrasını artık sormayın…
bir kütüğe bağlayıp
tam yüz değnek vuruldu!
sarı alevli ocaklarda
şişler kızdırıldı!!
şişler…
bir yılan gözü gibi kıpkızıldı…
saplandı Gök Börü’nün gözbebeğine
ve üç damla yaş düştü yüreğine
Çin… Çin… Çin! diye.
uğuldadı sonsuzluğa dek gökler…
kin… kin… kin!… diye
yakarış
iki gözden yoksun deli Gök Börü, on yıl boyunca
durmamış, Gök Türk çocuklarına güreşmeyi,
oklaşmayı, kılıçla vuruşmayı, bıçak ve kargı
sançmayı öğretmişti. Kür şad tarafından ihtilâle
katılması kabul edilince sevincinden deliye
dönmüş, yetiştirdiği genç savaşçılarla Kür şad’ın
katına giderek ant içmişlerdi. Gök Börü, ihtilâlden
bir gün önce evinin bir köşesinde oturdu. ellerini
göğe açtı ve şöylece yakarmaya başladı:
karaların, denizlerin,
göklerin Tanrısı!
rüzgârların, şimşeklerin,
Türklerin Tanrısı!
öcüm yağıda kalmasın,
budun tutsak olmasın,
gücünden güç ver bana!
Türk Tanrısı!
acunun tek Tanrısı!
özge nesne istemem…
istersem hiç ver bana!
eşimi aldın,
yüreğim yaralandı.
gözlerimi aldın.
gündüzüm karalandı,
yüksünmedim.
çinliden gayrı yarattığından
tiksinmedim!
gerçek Tanrı!
gökcek Tanrı!
sönmez ışığından bir damlasını
yoluma fırlat.
dokuz yıllık karanlığımı
aydınlat!!!
kana kana vuruşabileyim.
doya doya kırışabileyim…
ululuğunu saç,
gözlerimi aç.
dileğime erişebileyim.
Türk Tanrısı!
acunun tek Tanrısı!..
çok değil,
öcümü alıncaya dek,
yağıyla döğüşüp ölünceye dek,
esirgeme ışığını…
damarlarımda kan tükeninceye dek!
Tanrı’nın esirgemesi ve bağışlaması Gök
Börü’ye erişti… dokuz yıldır pınarları
kurumuş gözlerden yaşlar süzülmeye başladı
Gök Börü yakarışını şöyle tamamladı:
ulular ulusu Tanrı!
gönüller dolusu Tanrı!
kuruyan gözlerime yaş verdin,
yağıyı gösterdin!
gözlerimin yaşını silme.
dol gönlüme, eksilme…
budunu yerindirme,
yağıyı sevindirme!
Badruk
en yaşlıları Badruk,
ellibeşindeydi.
bu gece dirliğinin
en tatlı düşündeydi…
tutsak olarak ölmekti
en korktuğu şey!!
mutluydu şimdi kocamış Badruk.
çünkü:
niçin yaşadığını bilecekti.
Ötüken’i görmeyecekti belki…
fakat, bir ülkü uğrunda
vuruşarak ölecekti!!!
***
yalın kılıçtılar,
tepeden tırnağa hınçtılar!
ağırlık etmesin diye,
almamışlardı kalkanlarını…
atılmıştı kınlar!
üçlerle yediler kimdir bilmeyiz.
fakat kirklardı bunlar!!!
yağmur yağıyordu,
zifir karası bulutlardan…
bir deli yel savuruyordu karanlığı,
alıp götürüyordu aydınlığı
umutlardan!..
kırk yiğittiler…
en önde biri.
kırk yiğittiler…
en önde biri,
başını öfkeyle çevirdi geri
ve sert bir buyrukla bölündü gece:
“ileri!!!”
soluğu kesildi karanlığın,
yürekler kımıldadı.
çakıldı toprağa öfkesi ilk adımların,
bilekler kımıldadı.
kırk yiğittiler,
en önde biri…
karanlığı göğüsleyip ittiler…
bir dağ görkemiyle börkler kımıldadı!
bir bozkurt ünledi Ergenekon’dan,
şehitler uyandı sinlerinde…
gökler kımıldadı…
ve Çin uykusunda korkulu bir düş,
Türkler kımıldadı…
Çin sarayının önündeydiler…
ya olmak, ya ölmek günündeydiler!
yağlı çıraların sarı aydınlığında
muhafızlar dolaşıyordu.
yedi-sekiz kişi kadar vardılar…
kırk bozkurt yavaşladı ilkin,
sonra durdular…
Kür şad buyruk verdi öndekilere,
yaylar gerildi!..
delindi karanlık tam on yerinden…
on çinli muhafız yere serildi.
kırk yiğit koşarak açık kapıdan
girdiler sarayın iç avlusuna…
sevinçten uçuyor gibiydiler.
şaka değil,
savaş derlerdi buna!
on yıl ne gürz, ne kargı tutulmuştu.
ne de kabzalara el atılmıştı.
ve bilekler, yay germeye hasretti!
ayrılık, gayrılık bitti bu gece…
çinliler de sayıca pek cömertti!
Çin sarayının iç avlusu…
burda muhafızlar sayıyla değil,
avlu dolusu!
ben on kat diyeyim, siz yirmi deyin!.
fakat ne önemi var böyle şeyin?
beş bin yıldan beri yetmiş ulusa
tek başına çıkmak Türk’ün kaderi!
değişecek miydi sanki bu gece
kırkın kaderi?
sonsuza kadar sürüp gidecek,
Tanrı’nın övdüğü ırkın kaderi!
sen mazlum insanın umut kapısı,
çinli, insanlığın çirkin kaderi!..
yeni bir buyrukla gerildi kırk yay
art arda üç kez!!!
al kana boyandı saray avlusu…
bu anı yaşayan yiğitler ölmez!
gönlünde öç odu yananlar, vurun!!!
bu gün, ya bir daha gelir, ya gelmez!!!
bugün öç almanın eşsiz tadını,
senin öz mayandan olmayan bilmez!
***
uyandı saray…
uyandı si gan fu…
bütün çin uyandı…
kırk yiğit geçerek geniş avluyu, tunç kapıya dayandı!
yumru elindeki kocaman taşı
var gücüyle indirdi…
arkasından Yamtar dev öfkesiyle
vurdu kapıya!
fakat ne kapının kırılacağı vardı,
ne tükeniyordu Çin çerisi…
kırıldıkça geliyordu gerisi!
ilk düşenler
kızışıyordu savaş.
büyüyordu kan…
iki taraf hâlâ oklaşıyordu,
hâlâ çıkmamıştı kılıçlar kından!!!
ilk vurulup düşen Turumtay oldu!
onun arkasından Arbuz’la Kaban
verdiler can!
sonra Yeke, Alp Kaya, Kalalduruk,
ve kocamış ak saçlı Badruk…
bir bir devrildiler.
omzuna saplanan ok, vız geliyordu
onbaşı Ay Kutluk’a.
ölse de gam yemezdi artık,
ermişti mutluluğa…
***
çinliler çoğaldıkça
Türkler azalıyordu!
fakat kurtlar yine kurt,
itler ittiler!
bir bir düşüyordu
bozkurt soylular…
ölüyorlardı ama,
yiğittiler!!!
Çinliden kir gidiyordu,
Türk’ten kan!
işte, onbaşı Emen, İlaçin, Kutan…
şehittiler!
kara budundan iki er
kara budundan
il kaya ile
Öküş Kara Akçi..
biri kargıcıydı,
biri bıçakçı…
yan yana vuruşuyorlardı.
biri kılıç yemişti omuz başından,
birinin kan sızıyordu kaşından!
Kara Akçi attı kılıcını…
iki kargısından birini
aldı eline.
en öndeki zırhlı çin subayını
gezledi…
kin dumanı çökmüştü gözlerine.
gerildi sağ kolu…
gerildi göğsü…
kan yürüdü parmak uçlarına dek!
ve uçtu kargısı Kara Akçi’nın
geberdi bir köpek!
bu kez öbürünü attı kargının..
bütün gücüyle…
ardından haykırdı öç sevinciyle..
almıştı öcünü gülebilirdi!
almıştı öcünü ölebilirdi!
dört bıçağı vardı il kaya’nın.
üçünü art arda savurdu…
her biriyle bir çinliyi devirdi!
fakat atamadı dördüncüsünü…
oklar delik deşik etti göğsünü!
önce kaykıldı geriye doğru,
sonra toparlanıp atıldı ileri…
bir kan pınarına dönmüştü bağrı!
son bıçağı elindeydi sımsıkı,
gömgök!!!
……………………………….
……………………………….
gücü kesilmişti İl Kaya’nın!
çöktü diz üstü
dinelmek istedi, kalkamadı…
uzandı yüz üstü!
sürüne sürüne vardı duvara..
bıçağı elinde gömgök,
göğsünde dokuz yara!
İl Kaya hıncını alamamıştı
son bıçak yerini bulamamıştı!
buldurmak gerekti yerini,
sonra yummalıydı gözlerini!
dönüp sağına,
bir kez daha baktı bıçağına…
baktı…
baktı…
yanıbaşında saray duvarı,
elindeki bıçaktı!
sisli gözleriyle çevresini yokladı…
öptü bıçağını önce, sonra kokladı!
sağ elinde bıçak,
gömgöktü…
İl Kaya,
karabudundan
bir Türk’tü!!!
bir kez daha öptü bıçağını,
bir kez daha kokladı…
bir kez daha…
sisli gözleriyle,
çevresini yokladı…..
ve…..
üç kez…
salladı son bıçağını taş duvarlara!!!
il kaya üç kez,
çin sarayını bıçakladı!!!
almıştı öcünü, ölebilirdi…
tutsaklık yasını silebilirdi!
on alti yaşinda onbaşi Göktaş
savaş sertleşiyor,
hızlanıyordu.
oklar, kargılar, kılıçlar
sabırsızlanıyordu.
talih gülüyordu çinliye
Türk’e nazlanıyordu!
Utar, Tokuş, Tanrıvermiş…
ölmüşlerdi peş peşe…
yüzlerine vurmuştu övünçleri,
acılar yüreklerde gizleniyordu!
Yamtar’la yumru demir kapıyı
durmadan dövüyorlardı…
hem dövüyor…
hem sövüyorlardı!
az ötelerinde onbaşi Göktaş..
son okunu sürdü yayına!
gezleyip attı,
ok saplandı bir çinli subayına!
son oktu.
gerisi yoktu!!
oysa ki vuruşmalıydı sonuna dek.
kullanmalıydı kılıcının kınına dek!
hiçbiri yoktu,
son pusatı,
son attığı oktu!
Göktaş, sol elinde yayı,
döndü fırdolayı…
onbaşi Ay Kutluk yatıyordu solunda,
cansız!
yedi ok saplıydı gövdesine…
birine asıldı onbaşi Göktaş!..
çekti!!
çekemedi!!
son gücüyle asıldı…
çekemedi.
Yamtar’ın oğlu onbaşi Göktaş,
öfkeliydi…
öfkesini dökemedi!
kolları düştü iki yanına,
inleyerek çöktü genç onbaşı!
ilk kez savaşıyordu dirliğinde,
henüz on altıydı yaşı!!!
onu, eritiyordu her an
sol böğründen giden kan!!!
son bir kez açıp gözlerini
baktı…
Ay Kutluk’ın göğsündeki oklara…
uzattı elini, eremedi.
ve,
bütün gücüyle haykırdı Yamtar’a:
-hey baba!………
dev Yamtar’ın devce çevrildi başı,
al kanlar içinde gördü Göktaş’ı!..
koca taş parçası kaldı elinde…
vuramadı!
dili tutulmuştu Göktürk devinin,
bir şey soracaktı…
soramadı!
bir yürek sancısı aldı usunu.
ve kucağındaki dağ yavrusunu
fırlattı kabaran çinli seline…
sonra sağ elini attı beline!
çekti kılıcını en yüce hazla,
düştü çin çerisi yirmiden fazla!!!
arkasından Yumru izledi onu,
fakat geliyordu kirklar’ın sonu!
Çin seli gittikçe kabarıyordu..
Çağrı ile onbaşi Kızıl Buka,
uçmağa varıyordu!!!!!!!
***
binbaşı Bögü Alp
kılıçla vuruşuyordu,
savaşıyor denilmezdi,
yarışıyordu!..
ne ölse, gam yerdi,
ne yaşarsa, sevinirdi
Türk olduğunu bilirdi ancak!
onunla övünürdü!!!
Kıraç ata’ya gitmişti bir gün,
sormuştu geleceğini Türk’ün.
kocamış kam,
demişti:
“bir akşam,
Çin’de,
bir ulu kent içinde,
kırk er görüyorum!
aralarında sende varsın…
yağmur yağıyor…
ırmağın kıyısında döğüşüyorsunuz!!!”
***
iki tarafın da okları bitmiş,
iki kat çoğalmıştı Çin çerisi…
bir bozkurda yaraşan yiğitlikle,
uçmağa varmıştı kırkın yarısı!
yirmi Göktürk,
yirmi kat Çin çerisi…
bir bakıma çok sayılmazdı ama,
geliyordu gerisi!…….
Çin sarayının avlusunda yirmi Gök Türk’ün
dört yüz çinliyle vuruştuğu sırada, Kür
şad’ın Böğü aAlp’e seslenişi. Kür şad’la
birlikte on beş çerinin atlara binişidir:
-binbaşı Böğü Alp!
-buyur Kür şad!
-beş kişiyle sen düşmanı oyala…
onbeşimiz dalalım gizli yola!
budur kalan elimizde son fırsat!!!
-buyruk senindir Kür şad!!!
***
Böğü Alp, çinlilere dalarken kılıcıyla
bir yandan çevresine bakındı göz ucuyla..
ünledi:
-Yamtar, Yumru, Sungur, deli Gök Börü!!!
verin omuz omuza, yaklaşın beri.
yeni savaş düzeni alırken bunlar,
Kür şad’ın arkasından yürüdü onbeş çeri!
beş yiğit saldırıya
geçti yeni bir hızla.
Gök Börü, iki gözü
olanlardan da fazla
kırıp geçiriyordu!
Sungur, babası gibi
rasgele saldırmıyor.
ustaca vuruşlarla
kelle uçuruyordu…
iri gövdesiyle ortada
yüzbaşı Yamtar.
esrik bir dev gibi saldırır!
uzun kılıcı döner havada,
değse de değmese de öldürür!!
Yumru, Böğü Alp’ın at uşağıdır,
Yamtar’dan aşağı kalmaz irilikte…
bir savaşta, yıkılan bir köprüyü
omuzlayıp tutmuşlardı birlikte!!!!
sarayın demir kapısını
beraber zorlamışlardı.
yoldaşları kan dökerken
kendileri terlemişlerdi.
şimdi, canla başla
bu utancı silmek için vuruşuyordu!
Yumru’nun korkusu tutsak ölmekti!
bu fırsat bir daha geçmezdi ele
Yumru, ölmek için vuruşuyordu!!!!
Kür şad’a gereken zaman kazandırılmıştı.
artık buradan ayrılıp gidenlere katılabilirlerdi.
Böğü Alp, kapıya yaklaşmaları için buyruk
verdi. fakat, Gök Börü ile oğlu Sungur’un
çevresini, Çinliler sarmış, çekilmelerine imkân
bırakmamışlardı. Yamtar, ister istemez ölüme
bırakılmış olan andasına baktı ve kaşlarını
çatarak bağırdı:
“Gök Börü!
gözünü çıkaran çinli yanında!!”
buşkulandı Ötüken delisi,
bir alev dolaştı kanında…
sevinçten kudurmuştu sanki.
attı kalkanını yere,
savurdu kılıcını hınçla
Gök Börü’nün kılıcı çarpıştı havada,
bir başka kılınçla!
kılıcı kırılan Gök Börü,
el yordamıyla düşmanına yaklaştı…
bir aç kurt gibi atılıp
çinliyle kucaklaştı!
daha deliydi Ötüken delisi
daha deli…
bahtiyar.. sevinçli.. öfkeli!
kızgın şişle gözünü oyandı bu!
kırbaçlanması için,
giysilerini soyandı bu!
tutsaklık acısı üstüne,
Gök Börü’yü on yıl karanlıkta
koyandı bu!!!
Çinlinin gırtlağına
geçirdi parmaklarını,
yere yıktı!
kasıklarını bastırıp dizleriyle
göğsüne çıktı!
“Tanrının işini görüyor musun?
kancık dölü!!!”
derken bıçağına gitti sağ eli…
sıyırdı hızla..
Çinlinin dışarı fırlayan gözlerine
daldırdı hazla!!!
daldırdı…
daldırdı…
daldırdı…
kırktan fazla!
***
Gök Börü’nün oğlu Sungur,
vuruşuyordu.
bir elinde babasının attığı kalkan…
birinde kılıç.
gövdesi al kan!!!,kırk çinli,
baba ile oğula kılıç üşürdüler
ve ilkin,
Sungur’u düşürdüler!
Sungur, dört yaşındaydı
Çin’e gelirken!
ondördüne basmıştı bu yıl..
Ötüken’in silik hayâli
vardı gözlerinde,
ölürken!.
***
Gök Börü almıştı öcünü.
başı ve gövdesi paramparçaydı.
fakat mutluydu.
öcünü aldıkça kişi,
ölüm tatlıydı!
sağ kalan on sekiz ihtilâlcinin
gizli yoldan saray ahırına inişleri ve atlara binişleridir:
at üstünde doğup
at üstünde ölürlerdi.
şölene, toya, düğüne
at üstünde gelirlerdi.
altınla atı yan yana görseler,
atı alırlardı.
azıklarını atlarına yedirir,
kendileri aç kalırlardı.
vatan gibi, bayrak gibi…
pusat gibi, avrat gibi…
atı kutsal bilirlerdi!!!
on sekiz Göktürk nefes nefese
koşuyordu
gizli yolda.
günlerce susuz kalmışların
suya koşmaları gibi çölde…
saray ahırını bekleyen,
yirmi at uşağı şaşırdı önce.
fakat, gelenlerin az olduklarını görünce,
değişti durum.
davrandılar pusatlara!
önce abi düştü, sonra yirim!!!
kısa bir çarpışmadan sonra,
on iki Türk bindi atlara.
bozkurt ocağının sönmeyen odu,
Çuluk Kağan oğlu Kür şad,
altında bidevi at,
buyurdu:
-Çengşi!… Tuğrul!.. Yamtar!.. Yumru!!!
dört ağızdan tok bir ses duyuldu:
-buyur!!!
-her biriniz dikilin bir kapıya.
biz dışarı çıkana dek bekleyin,
ardınızdan gelenleri oklayın!
bu son fırsat, ya bizim, ya Çin’indir!
dört ağızdan tek ses karşılık verdi:
-buyruk senindir!!!
Çin sarayının geniş ahırında dört Türk’ün
yaptığı savaş ve Yamtar’ın yediği son aş:
ahırın dört kapısının her birine,
bir er dikildi.
az sonra saldırdı Çinli çeriler,
yaylar gerilerek oklar çekildi…
dördü de biliyordu ki,
buradan öte kurtuluş yoktu!
her kapıya yığılan Çin çerisi,
üç yüzden çoktu!
o hâlde,
kazandırılmalıydı gidenlere
gereken zaman…
bırakılmamalıydı nöbet yeri,
dökülmeden son damla kan!
daha çok çinli öldürülmeli
pahalı satılmalıydı can!
üç yüz değil, üç bin çinli de gelse,
vermemeliydi aman!
erlik budur, ülkü budur, ün budur!!!
budur iman!
***
yirmi birinci çinli’yi düşürürken Yumru,
tuttuğu kapının önüne,
bir kargı saplandı böğrüne!!!
yaman bir acıyla kıvrandı.
kıvrandı… ve kılıcına davrandı.
iki eliyle havaya kaldırıp kılıcını, indirdi son hızıyla…
tepeden tırnağa böldü çinliyi…
fakat kendisi de yığıldı yere
dayanılmaz bir sızıyla!!!
Çengşi, Tuğrul ve Yamtar
Yumru’nun öldüğünü gördüler!
ve çinliler, ahırın içine
o kapıdan girdiler…
Çengşi, Tuğrul ve Yamtar…
buyruk verilmeden geri çekilip
yan yana durdular!
üç Göktürk, üç yüz çinliye karşı
cephe kurdular!!!
Çengşi, Tuğrul ve Yamtar..
önlerinde üç yüz çin çerisi…
ve sırtları yemliklere dayalı
kılıç savurdular!!!
önce Tuğrul düştü,
az sonra Çengşi…
uçmağa vardılar!!!
şimdi, üç yüz çinli…
dev Yamtar tekti!
bir kurta saldıran,
üç yüz köpekti!
Yamtar, sırtını dayadığı yemliğin sağlamlığını
denemek için eliyle yoklayıp bakınca, gözleri
parladı! orada at uşaklarından birinin
bıraktığı kızartılmış bir et parçası duruyordu!..
Yamtar, sevindi ve eti oradan aldı…
Ötüken devi yüzbaşı Yamtar…
bir elinde et parçası,
bir elinde kılıç,
durmuyordu hiç.
hem savaşıyor, hem yiyordu!
ve kendi kendine şöyle diyordu:
“yiyecek buldukça yaşamak yeğdir.”
iri bir lokma kalmıştı elinde,
bir kılıç indi bileğine!
et düştü yere…
öfkeyle kükredi Yamtar,
saldırdı çinlilere!!!
fakat,
sağ bileğine gelen ikinci kılıç
pusatsız bırakmıştı Yamtar’ı
Ötüken devi yüzbaşı Yamtar
pusatsızdı!
aradı yerdeki et parçasını…
onu yiyemezse ölüm tatsızdı!
birden, gördü et parçasını!
ve aldı yerden.
isırdı!
tepeden tırnağa kan içindeydi…
kılıçlar durmadan iniyordu…
Yamtar, aldırmıyor, eti yiyordu!
yarı aç yaşamıştı dirliğince..
fakat aç ölmek istemiyordu!!
bu et parçasını almak için,
üç yüz çeri değil, gelse bütün Çin
vermeyecekti!
aç gitmeye niyeti yoktu
Tanrı katına…
bunları düşünürken Yamtar,
birden kükredi,
ve elindeki but parçasını
indirdi bir çinlinin suratına!!!
sonra tutup birini boğazından
dilini bir karış çekti ağzından!
Göktürk devi Yamtar,
anlaşılmaz bir korku salmıştı.
yaklaşamıyordu çinliler artık,
tepeden tırnağa kan içinde,
kaftanı yırtık!!!
kıpkızıl bir destan deviydi Yamtar!!!
pusatsızdı… düşmüştü börkü…
üç yüz pusatlı çinli
öldüremiyorlardı bu, pusatsız Türk’ü!!!
tepeden tırnağa kan içinde
ve pusatsız…
ölüm saçıyordu Çin sarayına!
bu sırada bir çinli ok sürüp yayına,
fırlattı…
ok, yamtar’ın göğsüne battı!!
değdi yüreğine!..
arkadan gelen bir başka ok,
saplandı küreğine!!
Yamtar,
yüzyıllık bir çınar gibi sarsıldı..
bir eliyle göğsünü bastırırken
öbürüyle yemliğe asıldı.
kan süzülüyordu şakaklarından.
kan doluyordu gözlerine…
ve bir dağa yıldırım düşer gibi,
oklar yağıyordu üzerine!!!
başındaydı usu,
yoktu ölümden korkusu.
az önceki et parçasını düşündü….
onu bitiremeden ölürse,
üzülürdü doğrusu!
yemlikten çekerek elini,
sildi kan dolu gözlerini…
ve bir ok değerken kalçasına,
uzandı yerdeki et parçasına!
onu yiyemeden ölürse,
Çinliler sevineceklerdi.
aç öldürdükleri için bir Türk’ü,
övüneceklerdi!
yiğitçe vuruşmaktan korkanlar,
lâyık olamazlardı övünce…
Yamtar, son lokmayı çiğneyip
tükürürken suratlarına,
haykırdı çince!!!..
-karnım tok…….!
Ötüken devi yüzbaşi Yamtar,
yüz yıllık bir çınar gibi
serilip kaldı…
yiğitlik ufkunda bir bayrak gibi
gerilip kaldı….!
sonsuz koşu
yıl, milâdın altı yüz kırkı…
gece…
tan yeri ağarmadan önce…
kuzeye doğru, yalın pusatlı
on iki atlı
uçuyordu…
yağmur…
“yağıyor” denemezdi..
boşanıyordu.
esiyordu bir karganmış yel,
bozkır bir yapışkan,
boz-bulanık sel…
delirtiyordu atları…
atların burun kanatları
bir kara çadır ağzı gibi
geriliyordu…
si gan fu, Ötüken arası.. yollar
yumak gibi sarılıyordu!.
gittikçe küçülüyordu Çin…
gittikçe büyüyordu için için…
derin derin soluyordu koca ülke!
bu,
akşamdan beri aldığı
ilk soluktu…
ve yıllar, bu soluğu
kuzeye akıtan bir oluktu…
on iki Türk atlısının peşinden,
on iki ordu yürüdü Çin’den!..
önde Vey ırmağı,
arkada Çin…
önde on iki atlı,
arkada on iki bin!..
on iki Göktürk atlısının Vey ırmağı kıyısına
vardıkları ve köprünün yıkılmış olduğunu
gördükleridir:
Vey ırmağı derler
bir ırmak vardır
Çin’le Ötüken arasında.
sanılmasın bu, Orta Asya’da,
herhangi bir ırmak gibidir.
Çin topraklarında uzayan
hain bir parmak gibidir.
suyu gelmez içilmeye,
köprüsü geçilmeye!…
hele bu gece…
akşamdan beri, yağan yağmurla
çıldırmış gider
bir azgın at gibi,
başını kaldırmış gider…
gümüş, atından atlayıp
dayadı başını toprağa,
dinledi yeri…
dinledi.. ordu ordu
yaklaşan çinlileri…
dedi: “geliyorlar hem de çok…”
ne yeterince kargı var sançmaya;
ne yeterince ok!..
Kara Ozan
bilge bir ozandı.
hem yiğitti…
içli deyişleri
hoş sözü vardı.
tek başındaydı acunda
ne oğlu, ne kızı vardı,
boyun eğmezdi kimseye
ne de Tanrı’ya nazı vardı.
geri kalmazdı akınlardan,
her savaşta bir tutam
tuzu vardı.
kılıcı kırılmış,
okları bitmişti….
omzunda yalnız kopuzu vardı.
Kür şad’ın önünde
dizleyip yeri,
dedi: “ben durdururum çinlileri!…
siz geçit arayın ırmakta
kurtuluş yok böyle durmakta”
ve hemen atına atlayıp
sürdü geri…
kayboldu karanlıkta…
gitti… gitti… gitti…
Kara Ozan böylesine bir yiğitti…
az sonra durdurup atını,
atladı yere..
bir tümseğe bağdaş kurup oturdu.
aldı kopuzunu…
en ince tele vurdu… vurdu…
ve bütün tellerde gezindi parmakları
Kara Ozan hem deyiş söylüyor,
hem kopuz çalıyordu…
“kırış günü gelince
gönül şöyle hoş olur,
söz kılıçla okundur,
gayrı sözler boş olur.
gönül nedir? bir gonca..
hayat dikendir onca.
yaşamaya doyunca
can, görünmez kuş olur.
bozkurt bizim ünümüz;
şan doludur dünümüz.
gelince son günümüz.
bütün dirlik düş olur.
kırk kişiydi çerimiz,
düşüp kaldı yarımız.
baş koyacak yerimiz
yağız yerle taş olur.
kara ozan, söz uzun…
feryadı çok kopuzun.
bir bir andıkça, gözün
kanlı kanlı yaş olur..”
karanlık bozkırda, kopuz sesini duyan
çinlilerin kara ozan’ı görmeleri… başına
toplanıp durmaları… yüzlerce itin bir kurda
ürmeleri… ve kara ozan’ı vurmalarıdır:
Türkleri kovalayan Çin atlıları,
kopuz sesini duyunca durdular.
“neyin nesidir” diye meraklanıp
o yana at sürdüler…
Kara Ozan dalmış söylüyordu…
Çinliler çevresini sardılar!..
bir Göktürk, bozkırda, gece yarısı
kopuz çalıyordu yağmur altında!
Çinliler şaşırmış bakıyordular…
kuşkulanmadılar önce…
fakat bir çin subayı
şakağındaki kılıç yarasını görünce
sordu, çince:
“kimsin, buralarda ne arıyorsun?”
Kara Ozan aldırmadı
kimliğini bildirmedi.
Çin subayı yere indi atından
karganmışlık saçarak suratından
yaklaştı… yaklaştı…
tepeden tırnağa süzdü ozan’ı
süzdü iyice!
lime lime olmuştu kaftanı;
kan sızıyordu yarasından…
belli ki savaşmıştı bu gece!
el attı kopuza, almak için…
kara ozan itti Çin subayını,
dedi: “bağışlasan Çin sarayını
yine vermem!!!”
o, benim dilimdir, dinimdir hey!
özge dine vermem!
o, benim töremdir, tuğumdur, hey!
ele güne vermem!
o, benim kinimdir, ünümdür hey!
bütün Çin’e vermem!…
Çin subayı anlamıştı, onun
ihtilâlcilerden olduğunu..
el attı kılıcına..
fakat boşuna!
Kara Ozan daha erken davranıp
kopuzu indirdi çinli’nin başına!..
çinli, yıldırımla vurulmuş gibi düştü..
ölmüştü..
ortalık karıştı bir anda,
paramparçaydı kara ozan..
yüzüyordu kanda.
atların ayakları altında
çiğnendi gövdesi…
halâ duyuluyordu boşlukta
bir kopuz sesi…
***
Çobayıkmış’la Barmaklak,
atlarını sürdüler suya…
***
bu,
dediğimiz su
Vey ırmağıdır…
bu ırmak,
gözümüzü oymak için uzayan
çinli parmağıdır…
Çobayıkmış’la Barmaklak
kara budundan iki yiğitti.
gövdeleri, kıyısız denizlere
ve ruhları Tanrıdağı’na gitti…
sonuna kadar
hey!.. hey!…
hey… hey de.. hey… hey!..
dokuz kişiyiz!..
ardımızda dokuz bin çin atlısı,
önümüzde Vey!..
“olur mu?” demeyin;
olur böyle şey!..
acunda er olup
ün almak var mı?
ölümle evlenip
olmadan güvey!..
hey!.. hey!…
hey… hey de.. hey… hey!..
dokuz kişiyiz!..
ülkümüz uğrunda
canlarımız pey!..
ardımızda dokuz bin çin atlısı;
önümüzde bir sarı yılan gibi
kıvrılan Vey!..
“olamaz” demeyin..
olur böyle şey!..
yıl milâdın altı yüz kırkı
gece…
Vey ırmağı kıyısında
tan ağarmadan az önce
dokuz Göktürk
Çin ordusunu bekliyordu.
alaca karanlıkta bozkır
karaya kesti birden…
Çin ordusu bir kara bulut gibi
kaynadı yerden…
Çin ordusu…
tepeden tırnağa zırhlı,
tepeden tırnağa pusatlı,
sayısız atlı…
yüreklerinde Türk korkusu…
***
dokuz kişiden biri…
görünce çinlileri
buyruk verdi yoldaşlarına:
“atlan…”
kabardı yelesi
dokuz bozkurdun…
sarardı dokuz bin sırtlan…
kabına sığmıyordu
dokuz yiğit…
gökler basıktı,
yeryüzü dar…
dokuz yiğidin biri,
kılıcını uzatarak ileri
haykırdı: “sonuna kadar!..”
ve dokuz gök, birden gürledi:
“sonuna kadar…”
yıl milâdın altı yüz kırkı…
gece…
Vey ırmağının kıyısındayız,
gün doğmadan az önce…
ne yağmur yağıyor,
ne rüzgâr esiyordu…
pusatlar konuşuyordu yalnız,
yer-gök susuyordu…
kargılar, kılıçlar, oklar
ölüm kusuyordu!…
ilkin Karabudak’la Yığaç,
bir ormanda iki ağaç
gibi düştüler…
peşlerinden,
Gümüş’le Tunga devrildi…
dört deli kurt,
gerdeğe girer gibi gittiler ölüme!
sarılıp öpüştüler!!
***
yıl milâdın altı yüz kırkı…
Vey ırmağının kıyısındayız.
doğuda sıradağlar çizgisi,
havada bir ağıt ezgisi
vardı!…
ufukta güneş, çenesi ufka dayalı…
bakıyor bozkıra…
bozkır dokuz dilim nardı!…
güneş,
doğduğuna pişmandı bugün,
güneş,
güneş olduğuna yanardı!..
göğe vurmuş kanımın kırmızısı…
sanki göğün bağrı kanardı!!!
o gün orda yağan her damla yağmur,
o gece yağanı görse,
kınardı!…
kırkı erin özünde
bozkurt soyunu,
sanki Tanrı bir kez daha
sınardı!..
bugün de vurulup düşen yiğidin,
kökü o günlere varan çınardı!
o gün dökülen kan,
bugün bende can…
yarın deniz olur,
o gün pınardı!..
***
birdenbire, yüzbaşı Yağmur,
bir kılıç yedi ensesine…
ve…
acıyla inledi yüzbaşı,
od düşmüş gibi yandı omuz başı…
önce, derin bir “ah..” çekti,
sonra tutup saplanan kargıyı
büktü!.
kan sıcağı indi topuklarına…
acısı büyüktü!
durdu..
bakındı çevresine
ve kendisine
kargı sançanı gördü!..
çekerek atının dizginlerini
art ayakları üstüne kaldırdı.
kükreyen bir arslan gibi,
çinliye saldırdı!
omuzundan çektiği kargıyı,
çinlinin böğrüne daldırdı!..
yüzbaşı Yağmur
alamamıştı hızını.
atladı çinlinin sırtına,
tuttu boğazını!
geçirdi gırtlağına parmaklarını..
sıkıyor… sıkıyor… sıkıyordu!..
çinlinin elindeki bıçak,
yüzbaşının sırtına
girip çıkıyordu!
yavaş yavaş ağırlaştı nabzı.
kan süzülüyordu yenlerinden…
kan taşıyordu çizmelerinden
olan olmuştu.
çinlinin vurduğu son bıçak,
sırtında kalmıştı!
çinlinin gırtlağı elindeydi,
artık göremiyordu acunu..
yüzbaşı Yağmur bey,
ölmüştü!
***
kanıyordu Böğü Alp’ın
kırk yarası…
sırtında dokuz bıçak,
göğsü bir kan deresi!..
kesilmiş gücü…
kaldırdı kılıcını, vuramadı!
beline saplanan bir okla,
karardı acun…
atının sırtında duramadı,
düştü!..
kemerinde,
atadan kalma bir bıçak vardı…
sapı gümüştü.
düşmesiyle atılması bir oldu…
en yakın çinliye fırlattı bıçağı!
bir çinlinin daha karnını deşti!..
sonra, serilerek çamurlu toprağa,
gözlerini yumdu…
son uykuya varırken mırıldanıyordu:
bugün kara yere serilmek vardır…
yarın, birgün yine dirilmek vardır!..
Çıgay Börü ile Toluk Tüğe…
biri beydi, biri kara budundan.
kaftanları görünmüyordu kandan!
ilk akşamdan beri çin devletine
ölüm saçmaktaydılar!
yumuşlar bitmişti artık,
uçmaktaydilar!
yıl milâdın altı yüz kırkı…
Vey ırmağının kıyısı..
bire indi bozkurtların sayısı!
artık,
boz-bulanık bir şey
değildi Vey..
kıpkızıl akıyordu!
güneş, doğduğuna değildi pişman,
sıra dağlar çizgisinin üstünden
Kür şad’a bakıyordu…
***
Bumun Kağan’ın torunu,
Çuluk Kağan oğlu Kür şad,
kırkların başı..
ölü çinli yığınları üstünde
vuruşuyordu.
Çin devletine karşı!
hey!.. hey!..
yine de hey!.. hey!..
bir yanda Çin ordusu,
öbür yanda Vey!…
ortada Kür şad!..
olmaz böyle şey
kim derdi ki Kür şad,
kemikle etti?
o bir kişi değil,
o bir devletti!..
bayraktı, vatandı…
bir özge candı…
tepeden tırnağa
kıpkızıl kandı!..
Tanrı kut soyunun
altın halkası…
yedi iklim üzre
düşer gölgesi!…
çinliye ölümdü,
Türk’e kalkandı!..
bin üç yüz elli yıl
önceki dünden
odu gönlümüze
düşen volkandı!..
bozkurt ocağının sönmeyen odu,
Çuluk kağan Kür şad,
korku bilmiyordu!.
ölümcül yaralar almıştı,
ölmüyordu!..
yanıbaşındaydı ölüm meleği,
gelmiyordu!..
güneş,
sıradağlar çizgisindeydi,
yükselmiyordu!..
susamıştı…
bağrı yanmıştı…
bir dolu sağrak sundu
ölüm meleği…,
eğilerek atının yelesine,
uzandı…
içti son damlasına dek!
içti… ve kandı!
bozkurt ocağının sönmeyen odu;
Çuluk kağan oğlu Kür şad…
ölmüştü!…
ölmüştü fakat yenilmemişti!
kırk şehidin Tanrıdağı’na uçuşları ve Tanrı
katında geçişleridir:
gece…
si gan fu’dayız…
bin üç yüz elli yıl önce…
si gan fu…
bu,
“en büyük korku”
demektir çince…
***
gece
Vey ırmağının kıyısındayız…
bin üç yüz elli yıl önce…
ne yağmur yağıyor,
ne rüzgar esiyordu…
pusatlar da konuşmuyordu artık..
yer-gök susuyordu..
***
dolun ayın şavkı vurmuştu suya;
yalnız onun nabzı atıyordu…
si gan fu’yla Vey suyu arasında,
sayısız çin ölüsü…
kırk şehit yatıyordu!…
birden!..
bir uğultu koptu derinden…
bir bulut indi yere…
sis gibi.. duman gibi!…
kırk şehit toplandı Vey kıyısında:
yeni bir iman gibi!
***
kırk şehittiler…
en önde Kür şad!..
elinde kurt başlı tuğ vardı!..
uzakta bir yeri gösteriyordu…
uzakta bir dağ vardı!..
dağda bir otağ vardı!..
“oraya” diye gürledi…
***
yürüdü kırk şehit..
en önde Kür şad…
elinde kurt başlı tuğ vardı…
bir bozkurt ünledi Ergenekon’dan…
bir Tanrısal Türkü,
evreni sardı…
“delinse yer; çökse gök;
yansa, kül olsa dört yan…
yüce dileğe doğru
yürürüz yine yayan…
dirilecek bozkurtlar;
bir ordu bütün Türkler…
birleşip eski yurtlar,
doğacak büyük Turan…”
***
bu türküyle hâlâ
doludur gökler…
bir gün yine,
söylesin diye Türkler…
Kür şad ve kırk yiğit
Tanrıdağı’nda;
atam Alp Er Tunga’nın otağında
bin üç yüz senedir bizleri bekler…

(Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu)
 
Üst Alt