-
- Üyelik Tarihi
- 8 Ara 2012
-
- Mesajlar
- 17,522
-
- MFC Puanı
- 3,901
KÜR'ŞAD İHTİLALİ DESTANI
(Bir Milletin esaretten kurtuluşu)
Gök Türklerin Çin başkenti Si Gan Fuda
on yıl tutsak kalışları, kırk yiğidin Kür
şadın çevresinde tek yürek oluşları
kurtuluşu erkekçe ölmekte buluşlarıdır.
kırk yiğit,
birer birer
devrilecekler
fakat,
birgün yine
dirilecekler!
gece
Si Gan Fudayız,
bin üç yüz elli yıl önce
bir Çin kentidir Si Gan Fu,
bu,
sarı su
demektir çince
Çindeyiz
en kara bir gündeyiz.
bir kara duman tutmuş bahtımızı,
karanlık içindeyiz
Çine tutsak olalı
on yıl geçti aradan.
ne katıymış canımız,
ölmedik bu yaradan
on yaşına basmıştı Çinde doğanlarımız,
on yaşında tutsaktı yavru kurtlar..
on yıldır töresiz,
bayraksızdı yurtlar
on yıl olmuştu yıkılalı
gök Türk kağanlığı.
çöreklenmişti Asya bozkırları üstüne,
koyu bir Çin karanlığı
yıkılmıştı Ötükende otağlar,
Türk budunu yaslıydı.
on yıldır gerilmiyordu yaylar,
kılıçlar paslıydı.
koca kurtların başları avuçlarında,
elleri böğürlerinde bozkurtların,
deli kurt usluydu
tutsaklık acısı ile kavrulanların geçmişi
düşündükleridir:
yıl, milâdın altı yüz yirmi dördü
büyük bozgundan birkaç yıl önce
Orta Asya yaşanılmaz bir yerdi.
ak saçlı kadınlar, ellerini vurup dizlerine,
yerle gök üstüne ağıt derlerdi.
yeşil yurt çöldür şimdi
denizler göldür şimdi
odumuz, ocağımız
savrulur, küldür şimdi
güneş alınlarda bir kızgın yazı
kalmamıştı dirliğin tadı, tuzu.
bir yel esmişti ki öylesine,
tersine dönmüştü evrenin çarkı.
bozulmuştu yerin, göğün düzeni,
sarmıştı budunu bir büyük korku
açlıktan kırılıyordu çoluk çocuk,
ölüler doldurmuştu evi-barkı
bir kızıl tamuya dönmüştü bozkır,
ne koyun kalmıştı, ne yılkı
delinse yer, çökse gök
dayanılırdı belki
beterin beteri varmış meğer,
Çine tutsak etmişti Tanrı, Türkü!
tutsak bir Türk için atsız, pusatsız, savaşsız
geçen her yıl, bin yıl kadar uzundur ve
utanç vericidir:
on yıl oldu Çindeyiz
bir karanlık indeyiz.
ne kılıç, ne ok, ne yay
on yıl bu, dile kolay
on yıllık tutsaklığın
utancı içindeyiz.
tutsaklık, ok yarasından acı, em fayda etmez
bir sancıdır. fakat kurtuluş için yaşamak
boyun borcudur:
yıl, milâdın altı yüz kırkı
gece.
si gan fudayız
si gan fu, Çindir
Çinde geceler,
kör bir kuyu gibi derindir
bir sarı kâbus böler uykuları,
uykular tedirgindir
dayanılmaz on yıllık tutsaklığa!
bizi on yıl yaşatan,
bir kutlu kindir!
on yıllık tutsaklıktan sonra, gönüllerdeki
Türklük odunun parlamaya, yüreklerin
göğüsleri zorlamaya, bozkurtların derinden
derine gürlemeye başladığıdır:
yıl milâdın altı yüz kırkı
gece yarısı
bir bozkurt ünledi geceye karşı:
var mı tutsaklığın ölümden farkı???
yıl, milâdın altı yüz kırkı.
si gan fudayız.
bir deli kurt ünler geceye karşı:
sanmayın uykudayız!!!
yıl milâdın altı yüz kırkı
gece
bir koca kurt ünler geceye karşı:
kurtuluş uğruna kılıçlar keskin,
boyunlar kıldan ince!!!
yıl milâdın altı yüz kırkı
gece
si gan fu
yavru kurtlar ünler geceye karşı:
uuuuuuuuuuuuuu!!!
kurt ulurdu
kurt ulurdu
it ürür, kurt ulurdu,
bir bozkurt yol gösterse,
tutsaklar kurtulurdu.
tahtadan yapılmış Çin evleri tutsaklar
mahallesinde kür şadın evi ve bu evde
kırk Türkün kılıçlar üstüne ant içtikleridir:
si gan fu kenti
si gan fu kentinin sokakları dar,
bir özge ağıta gebedir şimdi,
si gan fu sokaklarında kaldırımlar!
koyu bulutlar dolaşmakta
sivri kulelerde,
bulutlarda yıldırımlar
yıl, milâdın altı yüz kırkı.
indi si gan fu sokaklarına bir gece,
dağları bekleyen korku!
si gan fu kentinde tahtadan bir ev,
tutsaklar mahallesinde
yüz bin tutsak bir ağızdan söyleşir,
bu bir evin sesinde
si gan fu kentinde tahtadan bir ev,
bu evde biri.
bir kasırga gücü var nefesinde
si gan fu kenti
ve tahtadan ev
bu evde biri.
pençeleri asya kadar kocaman,
yumrukları Tanrıdağ kadar iri!..
yüz bin yürek atmadadır göğsünde
si gan fu kentinde tahtadan bir ev,
bu evde toplandı bir gece kırk dev.
ortada biri..
adlarıyla çağırarak kırk eri,
sordu:
ölüm mü, dirlik mi?
kırkı bir ağızdan ölüm dediler!
bir uçmak tadıydı dillerindeki,
sonra el attılar kemerlerine,
bir anda sıyrıldı bellerindeki!!
and içeceklerdi Türk töresince,
gömgök kılıçlardı ellerindeki!
üç kez dediler:
gök girsin, kızıl çıksın
gök tanrı sen tanıksın!
gök girsin, kızıl çıksın
gök tanrı sen tanıksın!
gök girsin, kızıl çıksın
gök tanrı sen tanıksın!
ve Türk budunu yaşasın diye
kıyamete dek
birleşti kırk yürek!..
kırk yiğit ihtilâlci, akşamları gezintiye çıkan Çin
kağanını tutsak edip Türklerin kurtuluşunu
sağlayacaklardı. fakat, büyük talihsizlik!.. O gece, yağmur yağmaya ve görülmemiş bir hızla rüzgâr
esmeye başlamıştı. Çin kağanı, bu durumda gezintiye
çıkamazdı. kırk er, sözleşilen yere gelmiş bulundular. işin kötüsü, içlerinden birinin kavşıta gelmeyişiydi!!!
kırk gök Türkün artık geriye dönüş olmadığını
anlamaları ve Çin sarayına yürümeleridir:
tutsak olur
tutsak olur
Türk nice tutsak olur?
kurtuluş olmaz deme
el ele tutsak olur!
gece
bir yağmur başladı ince ince
iğri sokaklarda karanlık,
zifir gibiydi!
rüzgâr esiyordu alabildiğine
rüzgâr, yüzümüze küfür gibiydi!
Çindeydiler
ne kötü gündeydiler.
yürüdü kırk yiğit Çin sarayına,
beyler öndeydiler!..
adımlar atılmıştı bir kez,
dönmezdi.
öç odu tutuşmuştu yüreklerde
sönmezdi.
yalındı kılıçlar.. kana girmeden
kına konmazdı.
Çindi bu,
kindi bu,
kandı bu
suyla yunmazdı!!!
tutsaklık yarası kansız onmazdı!
yağabildiğince yağmur,
esebildiğince rüzgârdı
yürüdü kırk yiğit Çin sarayına,
ölümden öte ne vardı!!!
geceydi,
uyuyordu si gan fu kenti,
geceydi
ölüm, her zamanki gibi iki heceydi.
geceler güzeldi Asya bozkırlarında,
Çinde işkenceydi
kara bulutlar yığıladursun
Çin göklerine..
Tanrı dağlarının karlı yamaçlarından
derinden derine
bozkurtlar sesleniyordu..
yürüyordu kırk yiğit Çin sarayına,
destanlar tarihi yeniden
süsleniyordu
kara bir duvar gibiydi karanlık
karanlık göğüsleniyordu.
değişmezdi Tanrı yasası,
yeni bir hayat,
yeni dökülecek kanlarla besleniyordu!!!
karanlıktı, rüzgârdı, yağmurdu
yay kirişleri ıslanıyordu!
yalın kılıçtılar
tepeden tırnağa hınçtılar
içlerinde ak saçlı koca kurtlar,
nice savaş görmüş baturlar vardı.
bazıları delikanlı gençtiler
bilirlerdi niçin doğdular,
nerde öleceklerdi
at üstünde doğmuşlardı,
yerde öleceklerdi!!
atları yoktu,
ilk kez,
yaya döğüşeceklerdi!!!.
ısırıyordu rüzgâr, kırbaçlıyordu yağmur
kan kokuyordu karanlığın
kara dişlerinde
kurtuluşun türküsünü uluyordu bozkurtlar
yay kirişlerinde!..
Çin ülkesi
Çin ülkesinde çinli sayısını
bilen yoktu.
kaç kadın, kaç er kişi vardılar!
kırılsalar kırk tamu doldururdular.
genişti Çin ülkesi
kırk gün at tepilse mola vermeden
bir baştan bir başa erişilmez!
azığı, akçası, ürünü boldur
fakat pazarlığa girişilmez!
savaşta bir Türke kırk çinli düşer.
teke tek vuruşulmaz!
Tanrı da ezelden düşman yaratmış
barışılmaz!!
bu gece yine o, sayıca çok
ve ihtilâlciler hepsi kırk kişi!
neylerse güzeldir Tanrının işi
karışılmaz!!!
Çin sarayi
Çin sarayı taş duvarlar içinde
ve demir kapılıydı.
kırkların içinde yumruyla yamtar
dev yapılıydı.
birer kaya parçası kucaklamış her biri
her kaya bir çinli evinden iri!
bunlarla kırarak demir kapıyı,
alacaklar saray denen yapıyı
rüzgârdı, yağmurdu, karanlıktı
yol, yıllar kadar uzun,
her şey bir anlıktı
aynı hızla atıyordu yürekler,
aynı ezgi idi dudaklardaki.
kindi, öfkeydi ayaklardaki
yürüyordu kırk yiğit,
yağıyordu yağmur, boğuyordu yel
ve uzun saçları rüzgârda tel tel
ok kargı kılıç saraya doğru
bir gök tuğ yükselir Tanrıdağından,
ardınca yoldadır, elli milyon ruh
biri sorar:
gidiş nereye doğru?
Alp Er Tunga der:
oraya doğru!!!
Kür şad
ben,
Bumun kağan torunu,
Çuluk kağan oğlu Kür şad!
otuz bile değil yaşım!
Çinde tutsaklığa dayandım on yıl,
işe yarar diye başım!!!
azığa, akçaya, eğilmez boynum,
savaştır aşım!
ırkım almadıkça Çinden öcünü,
ölsem de yine bitmez savaşım!!!
bir bozkurt oğluna dirlik yaraşmaz
tutsak yaşıyorken bunca soydaşım!!!
Böğü alp
az konuşur,
öz konuşurdu.
sorulmadan söze karışmaz,
yeri geldiğinde uz konuşurdu!
şaşmazdı doğru bildiğinden,
bilmediğini danışırdı.
yardımlıydı dostlarına,
düşmanıyla amansız vuruşurdu!
kılıç sallamada, kargı sançmada
yoktu üstüne
oklaşır, güreşir, yarışırdı!
beydi.
bey olduğu için öndeydi!
düşünüyordu on yıl önceyi
Böğü alp, on yıl öncesinden
biliyordu bu geceyi
Kıraç ataya gitmişti bir gün,
kocamış kam, okumuştu ona
geleceği!
demişti:
yıkılacak Gök Türk kağanlığı
çökecek üstünüze Çin karanlığı!..
demişti:
Çinde
bir ulu kent içinde
kırk er görüyorum!..
aralarında sen de varsın!
yağmur yağıyor
döğüşeceksiniz!!!
Gök Börü
son savaşta,
bir çinli okuyla delinmişti
gözünün biri!
tek gözüyle gelmişti si gan fuya
deli Gök Börü
bir gün, bir çinli subay,
tek gözlü diyerek edince alay,
Gök Börünün deliliği tuttu,
çinli subaya bir tokat attı!..
patlamıştı gözü çinli subayın
bundan sonrasını artık sormayın
bir kütüğe bağlayıp
tam yüz değnek vuruldu!
sarı alevli ocaklarda
şişler kızdırıldı!!
şişler
bir yılan gözü gibi kıpkızıldı
saplandı Gök Börünün gözbebeğine
ve üç damla yaş düştü yüreğine
Çin Çin Çin! diye.
uğuldadı sonsuzluğa dek gökler
kin kin kin! diye
yakarış
iki gözden yoksun deli Gök Börü, on yıl boyunca
durmamış, Gök Türk çocuklarına güreşmeyi,
oklaşmayı, kılıçla vuruşmayı, bıçak ve kargı
sançmayı öğretmişti. Kür şad tarafından ihtilâle
katılması kabul edilince sevincinden deliye
dönmüş, yetiştirdiği genç savaşçılarla Kür şadın
katına giderek ant içmişlerdi. Gök Börü, ihtilâlden
bir gün önce evinin bir köşesinde oturdu. ellerini
göğe açtı ve şöylece yakarmaya başladı:
karaların, denizlerin,
göklerin Tanrısı!
rüzgârların, şimşeklerin,
Türklerin Tanrısı!
öcüm yağıda kalmasın,
budun tutsak olmasın,
gücünden güç ver bana!
Türk Tanrısı!
acunun tek Tanrısı!
özge nesne istemem
istersem hiç ver bana!
eşimi aldın,
yüreğim yaralandı.
gözlerimi aldın.
gündüzüm karalandı,
yüksünmedim.
çinliden gayrı yarattığından
tiksinmedim!
gerçek Tanrı!
gökcek Tanrı!
sönmez ışığından bir damlasını
yoluma fırlat.
dokuz yıllık karanlığımı
aydınlat!!!
kana kana vuruşabileyim.
doya doya kırışabileyim
ululuğunu saç,
gözlerimi aç.
dileğime erişebileyim.
Türk Tanrısı!
acunun tek Tanrısı!..
çok değil,
öcümü alıncaya dek,
yağıyla döğüşüp ölünceye dek,
esirgeme ışığını
damarlarımda kan tükeninceye dek!
Tanrının esirgemesi ve bağışlaması Gök
Börüye erişti dokuz yıldır pınarları
kurumuş gözlerden yaşlar süzülmeye başladı
Gök Börü yakarışını şöyle tamamladı:
ulular ulusu Tanrı!
gönüller dolusu Tanrı!
kuruyan gözlerime yaş verdin,
yağıyı gösterdin!
gözlerimin yaşını silme.
dol gönlüme, eksilme
budunu yerindirme,
yağıyı sevindirme!
Badruk
en yaşlıları Badruk,
ellibeşindeydi.
bu gece dirliğinin
en tatlı düşündeydi
tutsak olarak ölmekti
en korktuğu şey!!
mutluydu şimdi kocamış Badruk.
çünkü:
niçin yaşadığını bilecekti.
Ötükeni görmeyecekti belki
fakat, bir ülkü uğrunda
vuruşarak ölecekti!!!
***
yalın kılıçtılar,
tepeden tırnağa hınçtılar!
ağırlık etmesin diye,
almamışlardı kalkanlarını
atılmıştı kınlar!
üçlerle yediler kimdir bilmeyiz.
fakat kirklardı bunlar!!!
yağmur yağıyordu,
zifir karası bulutlardan
bir deli yel savuruyordu karanlığı,
alıp götürüyordu aydınlığı
umutlardan!..
kırk yiğittiler
en önde biri.
kırk yiğittiler
en önde biri,
başını öfkeyle çevirdi geri
ve sert bir buyrukla bölündü gece:
ileri!!!
soluğu kesildi karanlığın,
yürekler kımıldadı.
çakıldı toprağa öfkesi ilk adımların,
bilekler kımıldadı.
kırk yiğittiler,
en önde biri
karanlığı göğüsleyip ittiler
bir dağ görkemiyle börkler kımıldadı!
bir bozkurt ünledi Ergenekondan,
şehitler uyandı sinlerinde
gökler kımıldadı
ve Çin uykusunda korkulu bir düş,
Türkler kımıldadı
Çin sarayının önündeydiler
ya olmak, ya ölmek günündeydiler!
yağlı çıraların sarı aydınlığında
muhafızlar dolaşıyordu.
yedi-sekiz kişi kadar vardılar
kırk bozkurt yavaşladı ilkin,
sonra durdular
Kür şad buyruk verdi öndekilere,
yaylar gerildi!..
delindi karanlık tam on yerinden
on çinli muhafız yere serildi.
kırk yiğit koşarak açık kapıdan
girdiler sarayın iç avlusuna
sevinçten uçuyor gibiydiler.
şaka değil,
savaş derlerdi buna!
on yıl ne gürz, ne kargı tutulmuştu.
ne de kabzalara el atılmıştı.
ve bilekler, yay germeye hasretti!
ayrılık, gayrılık bitti bu gece
çinliler de sayıca pek cömertti!
Çin sarayının iç avlusu
burda muhafızlar sayıyla değil,
avlu dolusu!
ben on kat diyeyim, siz yirmi deyin!.
fakat ne önemi var böyle şeyin?
beş bin yıldan beri yetmiş ulusa
tek başına çıkmak Türkün kaderi!
değişecek miydi sanki bu gece
kırkın kaderi?
sonsuza kadar sürüp gidecek,
Tanrının övdüğü ırkın kaderi!
sen mazlum insanın umut kapısı,
çinli, insanlığın çirkin kaderi!..
yeni bir buyrukla gerildi kırk yay
art arda üç kez!!!
al kana boyandı saray avlusu
bu anı yaşayan yiğitler ölmez!
gönlünde öç odu yananlar, vurun!!!
bu gün, ya bir daha gelir, ya gelmez!!!
bugün öç almanın eşsiz tadını,
senin öz mayandan olmayan bilmez!
***
uyandı saray
uyandı si gan fu
bütün çin uyandı
kırk yiğit geçerek geniş avluyu, tunç kapıya dayandı!
yumru elindeki kocaman taşı
var gücüyle indirdi
arkasından Yamtar dev öfkesiyle
vurdu kapıya!
fakat ne kapının kırılacağı vardı,
ne tükeniyordu Çin çerisi
kırıldıkça geliyordu gerisi!
ilk düşenler
kızışıyordu savaş.
büyüyordu kan
iki taraf hâlâ oklaşıyordu,
hâlâ çıkmamıştı kılıçlar kından!!!
ilk vurulup düşen Turumtay oldu!
onun arkasından Arbuzla Kaban
verdiler can!
sonra Yeke, Alp Kaya, Kalalduruk,
ve kocamış ak saçlı Badruk
bir bir devrildiler.
omzuna saplanan ok, vız geliyordu
onbaşı Ay Kutluka.
ölse de gam yemezdi artık,
ermişti mutluluğa
***
çinliler çoğaldıkça
Türkler azalıyordu!
fakat kurtlar yine kurt,
itler ittiler!
bir bir düşüyordu
bozkurt soylular
ölüyorlardı ama,
yiğittiler!!!
Çinliden kir gidiyordu,
Türkten kan!
işte, onbaşı Emen, İlaçin, Kutan
şehittiler!
kara budundan iki er
kara budundan
il kaya ile
Öküş Kara Akçi..
biri kargıcıydı,
biri bıçakçı
yan yana vuruşuyorlardı.
biri kılıç yemişti omuz başından,
birinin kan sızıyordu kaşından!
Kara Akçi attı kılıcını
iki kargısından birini
aldı eline.
en öndeki zırhlı çin subayını
gezledi
kin dumanı çökmüştü gözlerine.
gerildi sağ kolu
gerildi göğsü
kan yürüdü parmak uçlarına dek!
ve uçtu kargısı Kara Akçinın
geberdi bir köpek!
bu kez öbürünü attı kargının..
bütün gücüyle
ardından haykırdı öç sevinciyle..
almıştı öcünü gülebilirdi!
almıştı öcünü ölebilirdi!
dört bıçağı vardı il kayanın.
üçünü art arda savurdu
her biriyle bir çinliyi devirdi!
fakat atamadı dördüncüsünü
oklar delik deşik etti göğsünü!
önce kaykıldı geriye doğru,
sonra toparlanıp atıldı ileri
bir kan pınarına dönmüştü bağrı!
son bıçağı elindeydi sımsıkı,
gömgök!!!
.
.
gücü kesilmişti İl Kayanın!
çöktü diz üstü
dinelmek istedi, kalkamadı
uzandı yüz üstü!
sürüne sürüne vardı duvara..
bıçağı elinde gömgök,
göğsünde dokuz yara!
İl Kaya hıncını alamamıştı
son bıçak yerini bulamamıştı!
buldurmak gerekti yerini,
sonra yummalıydı gözlerini!
dönüp sağına,
bir kez daha baktı bıçağına
baktı
baktı
yanıbaşında saray duvarı,
elindeki bıçaktı!
sisli gözleriyle çevresini yokladı
öptü bıçağını önce, sonra kokladı!
sağ elinde bıçak,
gömgöktü
İl Kaya,
karabudundan
bir Türktü!!!
bir kez daha öptü bıçağını,
bir kez daha kokladı
bir kez daha
sisli gözleriyle,
çevresini yokladı ..
ve ..
üç kez
salladı son bıçağını taş duvarlara!!!
il kaya üç kez,
çin sarayını bıçakladı!!!
almıştı öcünü, ölebilirdi
tutsaklık yasını silebilirdi!
on alti yaşinda onbaşi Göktaş
savaş sertleşiyor,
hızlanıyordu.
oklar, kargılar, kılıçlar
sabırsızlanıyordu.
talih gülüyordu çinliye
Türke nazlanıyordu!
Utar, Tokuş, Tanrıvermiş
ölmüşlerdi peş peşe
yüzlerine vurmuştu övünçleri,
acılar yüreklerde gizleniyordu!
Yamtarla yumru demir kapıyı
durmadan dövüyorlardı
hem dövüyor
hem sövüyorlardı!
az ötelerinde onbaşi Göktaş..
son okunu sürdü yayına!
gezleyip attı,
ok saplandı bir çinli subayına!
son oktu.
gerisi yoktu!!
oysa ki vuruşmalıydı sonuna dek.
kullanmalıydı kılıcının kınına dek!
hiçbiri yoktu,
son pusatı,
son attığı oktu!
Göktaş, sol elinde yayı,
döndü fırdolayı
onbaşi Ay Kutluk yatıyordu solunda,
cansız!
yedi ok saplıydı gövdesine
birine asıldı onbaşi Göktaş!..
çekti!!
çekemedi!!
son gücüyle asıldı
çekemedi.
Yamtarın oğlu onbaşi Göktaş,
öfkeliydi
öfkesini dökemedi!
kolları düştü iki yanına,
inleyerek çöktü genç onbaşı!
ilk kez savaşıyordu dirliğinde,
henüz on altıydı yaşı!!!
onu, eritiyordu her an
sol böğründen giden kan!!!
son bir kez açıp gözlerini
baktı
Ay Kutlukın göğsündeki oklara
uzattı elini, eremedi.
ve,
bütün gücüyle haykırdı Yamtara:
-hey baba!
dev Yamtarın devce çevrildi başı,
al kanlar içinde gördü Göktaşı!..
koca taş parçası kaldı elinde
vuramadı!
dili tutulmuştu Göktürk devinin,
bir şey soracaktı
soramadı!
bir yürek sancısı aldı usunu.
ve kucağındaki dağ yavrusunu
fırlattı kabaran çinli seline
sonra sağ elini attı beline!
çekti kılıcını en yüce hazla,
düştü çin çerisi yirmiden fazla!!!
arkasından Yumru izledi onu,
fakat geliyordu kirkların sonu!
Çin seli gittikçe kabarıyordu..
Çağrı ile onbaşi Kızıl Buka,
uçmağa varıyordu!!!!!!!
***
binbaşı Bögü Alp
kılıçla vuruşuyordu,
savaşıyor denilmezdi,
yarışıyordu!..
ne ölse, gam yerdi,
ne yaşarsa, sevinirdi
Türk olduğunu bilirdi ancak!
onunla övünürdü!!!
Kıraç ataya gitmişti bir gün,
sormuştu geleceğini Türkün.
kocamış kam,
demişti:
bir akşam,
Çinde,
bir ulu kent içinde,
kırk er görüyorum!
aralarında sende varsın
yağmur yağıyor
ırmağın kıyısında döğüşüyorsunuz!!!
***
iki tarafın da okları bitmiş,
iki kat çoğalmıştı Çin çerisi
bir bozkurda yaraşan yiğitlikle,
uçmağa varmıştı kırkın yarısı!
yirmi Göktürk,
yirmi kat Çin çerisi
bir bakıma çok sayılmazdı ama,
geliyordu gerisi! .
Çin sarayının avlusunda yirmi Gök Türkün
dört yüz çinliyle vuruştuğu sırada, Kür
şadın Böğü aAlpe seslenişi. Kür şadla
birlikte on beş çerinin atlara binişidir:
-binbaşı Böğü Alp!
-buyur Kür şad!
-beş kişiyle sen düşmanı oyala
onbeşimiz dalalım gizli yola!
budur kalan elimizde son fırsat!!!
-buyruk senindir Kür şad!!!
***
Böğü Alp, çinlilere dalarken kılıcıyla
bir yandan çevresine bakındı göz ucuyla..
ünledi:
-Yamtar, Yumru, Sungur, deli Gök Börü!!!
verin omuz omuza, yaklaşın beri.
yeni savaş düzeni alırken bunlar,
Kür şadın arkasından yürüdü onbeş çeri!
beş yiğit saldırıya
geçti yeni bir hızla.
Gök Börü, iki gözü
olanlardan da fazla
kırıp geçiriyordu!
Sungur, babası gibi
rasgele saldırmıyor.
ustaca vuruşlarla
kelle uçuruyordu
iri gövdesiyle ortada
yüzbaşı Yamtar.
esrik bir dev gibi saldırır!
uzun kılıcı döner havada,
değse de değmese de öldürür!!
Yumru, Böğü Alpın at uşağıdır,
Yamtardan aşağı kalmaz irilikte
bir savaşta, yıkılan bir köprüyü
omuzlayıp tutmuşlardı birlikte!!!!
sarayın demir kapısını
beraber zorlamışlardı.
yoldaşları kan dökerken
kendileri terlemişlerdi.
şimdi, canla başla
bu utancı silmek için vuruşuyordu!
Yumrunun korkusu tutsak ölmekti!
bu fırsat bir daha geçmezdi ele
Yumru, ölmek için vuruşuyordu!!!!
Kür şada gereken zaman kazandırılmıştı.
artık buradan ayrılıp gidenlere katılabilirlerdi.
Böğü Alp, kapıya yaklaşmaları için buyruk
verdi. fakat, Gök Börü ile oğlu Sungurun
çevresini, Çinliler sarmış, çekilmelerine imkân
bırakmamışlardı. Yamtar, ister istemez ölüme
bırakılmış olan andasına baktı ve kaşlarını
çatarak bağırdı:
Gök Börü!
gözünü çıkaran çinli yanında!!
buşkulandı Ötüken delisi,
bir alev dolaştı kanında
sevinçten kudurmuştu sanki.
attı kalkanını yere,
savurdu kılıcını hınçla
Gök Börünün kılıcı çarpıştı havada,
bir başka kılınçla!
kılıcı kırılan Gök Börü,
el yordamıyla düşmanına yaklaştı
bir aç kurt gibi atılıp
çinliyle kucaklaştı!
daha deliydi Ötüken delisi
daha deli
bahtiyar.. sevinçli.. öfkeli!
kızgın şişle gözünü oyandı bu!
kırbaçlanması için,
giysilerini soyandı bu!
tutsaklık acısı üstüne,
Gök Börüyü on yıl karanlıkta
koyandı bu!!!
Çinlinin gırtlağına
geçirdi parmaklarını,
yere yıktı!
kasıklarını bastırıp dizleriyle
göğsüne çıktı!
Tanrının işini görüyor musun?
kancık dölü!!!
derken bıçağına gitti sağ eli
sıyırdı hızla..
Çinlinin dışarı fırlayan gözlerine
daldırdı hazla!!!
daldırdı
daldırdı
daldırdı
kırktan fazla!
***
Gök Börünün oğlu Sungur,
vuruşuyordu.
bir elinde babasının attığı kalkan
birinde kılıç.
gövdesi al kan!!!,kırk çinli,
baba ile oğula kılıç üşürdüler
ve ilkin,
Sunguru düşürdüler!
Sungur, dört yaşındaydı
Çine gelirken!
ondördüne basmıştı bu yıl..
Ötükenin silik hayâli
vardı gözlerinde,
ölürken!.
***
Gök Börü almıştı öcünü.
başı ve gövdesi paramparçaydı.
fakat mutluydu.
öcünü aldıkça kişi,
ölüm tatlıydı!
sağ kalan on sekiz ihtilâlcinin
gizli yoldan saray ahırına inişleri ve atlara binişleridir:
at üstünde doğup
at üstünde ölürlerdi.
şölene, toya, düğüne
at üstünde gelirlerdi.
altınla atı yan yana görseler,
atı alırlardı.
azıklarını atlarına yedirir,
kendileri aç kalırlardı.
vatan gibi, bayrak gibi
pusat gibi, avrat gibi
atı kutsal bilirlerdi!!!
on sekiz Göktürk nefes nefese
koşuyordu
gizli yolda.
günlerce susuz kalmışların
suya koşmaları gibi çölde
saray ahırını bekleyen,
yirmi at uşağı şaşırdı önce.
fakat, gelenlerin az olduklarını görünce,
değişti durum.
davrandılar pusatlara!
önce abi düştü, sonra yirim!!!
kısa bir çarpışmadan sonra,
on iki Türk bindi atlara.
bozkurt ocağının sönmeyen odu,
Çuluk Kağan oğlu Kür şad,
altında bidevi at,
buyurdu:
-Çengşi! Tuğrul!.. Yamtar!.. Yumru!!!
dört ağızdan tok bir ses duyuldu:
-buyur!!!
-her biriniz dikilin bir kapıya.
biz dışarı çıkana dek bekleyin,
ardınızdan gelenleri oklayın!
bu son fırsat, ya bizim, ya Çinindir!
dört ağızdan tek ses karşılık verdi:
-buyruk senindir!!!
Çin sarayının geniş ahırında dört Türkün
yaptığı savaş ve Yamtarın yediği son aş:
ahırın dört kapısının her birine,
bir er dikildi.
az sonra saldırdı Çinli çeriler,
yaylar gerilerek oklar çekildi
dördü de biliyordu ki,
buradan öte kurtuluş yoktu!
her kapıya yığılan Çin çerisi,
üç yüzden çoktu!
o hâlde,
kazandırılmalıydı gidenlere
gereken zaman
bırakılmamalıydı nöbet yeri,
dökülmeden son damla kan!
daha çok çinli öldürülmeli
pahalı satılmalıydı can!
üç yüz değil, üç bin çinli de gelse,
vermemeliydi aman!
erlik budur, ülkü budur, ün budur!!!
budur iman!
***
yirmi birinci çinliyi düşürürken Yumru,
tuttuğu kapının önüne,
bir kargı saplandı böğrüne!!!
yaman bir acıyla kıvrandı.
kıvrandı ve kılıcına davrandı.
iki eliyle havaya kaldırıp kılıcını, indirdi son hızıyla
tepeden tırnağa böldü çinliyi
fakat kendisi de yığıldı yere
dayanılmaz bir sızıyla!!!
Çengşi, Tuğrul ve Yamtar
Yumrunun öldüğünü gördüler!
ve çinliler, ahırın içine
o kapıdan girdiler
Çengşi, Tuğrul ve Yamtar
buyruk verilmeden geri çekilip
yan yana durdular!
üç Göktürk, üç yüz çinliye karşı
cephe kurdular!!!
Çengşi, Tuğrul ve Yamtar..
önlerinde üç yüz çin çerisi
ve sırtları yemliklere dayalı
kılıç savurdular!!!
önce Tuğrul düştü,
az sonra Çengşi
uçmağa vardılar!!!
şimdi, üç yüz çinli
dev Yamtar tekti!
bir kurta saldıran,
üç yüz köpekti!
Yamtar, sırtını dayadığı yemliğin sağlamlığını
denemek için eliyle yoklayıp bakınca, gözleri
parladı! orada at uşaklarından birinin
bıraktığı kızartılmış bir et parçası duruyordu!..
Yamtar, sevindi ve eti oradan aldı
Ötüken devi yüzbaşı Yamtar
bir elinde et parçası,
bir elinde kılıç,
durmuyordu hiç.
hem savaşıyor, hem yiyordu!
ve kendi kendine şöyle diyordu:
yiyecek buldukça yaşamak yeğdir.
iri bir lokma kalmıştı elinde,
bir kılıç indi bileğine!
et düştü yere
öfkeyle kükredi Yamtar,
saldırdı çinlilere!!!
fakat,
sağ bileğine gelen ikinci kılıç
pusatsız bırakmıştı Yamtarı
Ötüken devi yüzbaşı Yamtar
pusatsızdı!
aradı yerdeki et parçasını
onu yiyemezse ölüm tatsızdı!
birden, gördü et parçasını!
ve aldı yerden.
isırdı!
tepeden tırnağa kan içindeydi
kılıçlar durmadan iniyordu
Yamtar, aldırmıyor, eti yiyordu!
yarı aç yaşamıştı dirliğince..
fakat aç ölmek istemiyordu!!
bu et parçasını almak için,
üç yüz çeri değil, gelse bütün Çin
vermeyecekti!
aç gitmeye niyeti yoktu
Tanrı katına
bunları düşünürken Yamtar,
birden kükredi,
ve elindeki but parçasını
indirdi bir çinlinin suratına!!!
sonra tutup birini boğazından
dilini bir karış çekti ağzından!
Göktürk devi Yamtar,
anlaşılmaz bir korku salmıştı.
yaklaşamıyordu çinliler artık,
tepeden tırnağa kan içinde,
kaftanı yırtık!!!
kıpkızıl bir destan deviydi Yamtar!!!
pusatsızdı düşmüştü börkü
üç yüz pusatlı çinli
öldüremiyorlardı bu, pusatsız Türkü!!!
tepeden tırnağa kan içinde
ve pusatsız
ölüm saçıyordu Çin sarayına!
bu sırada bir çinli ok sürüp yayına,
fırlattı
ok, yamtarın göğsüne battı!!
değdi yüreğine!..
arkadan gelen bir başka ok,
saplandı küreğine!!
Yamtar,
yüzyıllık bir çınar gibi sarsıldı..
bir eliyle göğsünü bastırırken
öbürüyle yemliğe asıldı.
kan süzülüyordu şakaklarından.
kan doluyordu gözlerine
ve bir dağa yıldırım düşer gibi,
oklar yağıyordu üzerine!!!
başındaydı usu,
yoktu ölümden korkusu.
az önceki et parçasını düşündü .
onu bitiremeden ölürse,
üzülürdü doğrusu!
yemlikten çekerek elini,
sildi kan dolu gözlerini
ve bir ok değerken kalçasına,
uzandı yerdeki et parçasına!
onu yiyemeden ölürse,
Çinliler sevineceklerdi.
aç öldürdükleri için bir Türkü,
övüneceklerdi!
yiğitçe vuruşmaktan korkanlar,
lâyık olamazlardı övünce
Yamtar, son lokmayı çiğneyip
tükürürken suratlarına,
haykırdı çince!!!..
-karnım tok .!
Ötüken devi yüzbaşi Yamtar,
yüz yıllık bir çınar gibi
serilip kaldı
yiğitlik ufkunda bir bayrak gibi
gerilip kaldı .!
sonsuz koşu
yıl, milâdın altı yüz kırkı
gece
tan yeri ağarmadan önce
kuzeye doğru, yalın pusatlı
on iki atlı
uçuyordu
yağmur
yağıyor denemezdi..
boşanıyordu.
esiyordu bir karganmış yel,
bozkır bir yapışkan,
boz-bulanık sel
delirtiyordu atları
atların burun kanatları
bir kara çadır ağzı gibi
geriliyordu
si gan fu, Ötüken arası.. yollar
yumak gibi sarılıyordu!.
gittikçe küçülüyordu Çin
gittikçe büyüyordu için için
derin derin soluyordu koca ülke!
bu,
akşamdan beri aldığı
ilk soluktu
ve yıllar, bu soluğu
kuzeye akıtan bir oluktu
on iki Türk atlısının peşinden,
on iki ordu yürüdü Çinden!..
önde Vey ırmağı,
arkada Çin
önde on iki atlı,
arkada on iki bin!..
on iki Göktürk atlısının Vey ırmağı kıyısına
vardıkları ve köprünün yıkılmış olduğunu
gördükleridir:
Vey ırmağı derler
bir ırmak vardır
Çinle Ötüken arasında.
sanılmasın bu, Orta Asyada,
herhangi bir ırmak gibidir.
Çin topraklarında uzayan
hain bir parmak gibidir.
suyu gelmez içilmeye,
köprüsü geçilmeye!
hele bu gece
akşamdan beri, yağan yağmurla
çıldırmış gider
bir azgın at gibi,
başını kaldırmış gider
gümüş, atından atlayıp
dayadı başını toprağa,
dinledi yeri
dinledi.. ordu ordu
yaklaşan çinlileri
dedi: geliyorlar hem de çok
ne yeterince kargı var sançmaya;
ne yeterince ok!..
Kara Ozan
bilge bir ozandı.
hem yiğitti
içli deyişleri
hoş sözü vardı.
tek başındaydı acunda
ne oğlu, ne kızı vardı,
boyun eğmezdi kimseye
ne de Tanrıya nazı vardı.
geri kalmazdı akınlardan,
her savaşta bir tutam
tuzu vardı.
kılıcı kırılmış,
okları bitmişti .
omzunda yalnız kopuzu vardı.
Kür şadın önünde
dizleyip yeri,
dedi: ben durdururum çinlileri!
siz geçit arayın ırmakta
kurtuluş yok böyle durmakta
ve hemen atına atlayıp
sürdü geri
kayboldu karanlıkta
gitti gitti gitti
Kara Ozan böylesine bir yiğitti
az sonra durdurup atını,
atladı yere..
bir tümseğe bağdaş kurup oturdu.
aldı kopuzunu
en ince tele vurdu vurdu
ve bütün tellerde gezindi parmakları
Kara Ozan hem deyiş söylüyor,
hem kopuz çalıyordu
kırış günü gelince
gönül şöyle hoş olur,
söz kılıçla okundur,
gayrı sözler boş olur.
gönül nedir? bir gonca..
hayat dikendir onca.
yaşamaya doyunca
can, görünmez kuş olur.
bozkurt bizim ünümüz;
şan doludur dünümüz.
gelince son günümüz.
bütün dirlik düş olur.
kırk kişiydi çerimiz,
düşüp kaldı yarımız.
baş koyacak yerimiz
yağız yerle taş olur.
kara ozan, söz uzun
feryadı çok kopuzun.
bir bir andıkça, gözün
kanlı kanlı yaş olur..
karanlık bozkırda, kopuz sesini duyan
çinlilerin kara ozanı görmeleri başına
toplanıp durmaları yüzlerce itin bir kurda
ürmeleri ve kara ozanı vurmalarıdır:
Türkleri kovalayan Çin atlıları,
kopuz sesini duyunca durdular.
neyin nesidir diye meraklanıp
o yana at sürdüler
Kara Ozan dalmış söylüyordu
Çinliler çevresini sardılar!..
bir Göktürk, bozkırda, gece yarısı
kopuz çalıyordu yağmur altında!
Çinliler şaşırmış bakıyordular
kuşkulanmadılar önce
fakat bir çin subayı
şakağındaki kılıç yarasını görünce
sordu, çince:
kimsin, buralarda ne arıyorsun?
Kara Ozan aldırmadı
kimliğini bildirmedi.
Çin subayı yere indi atından
karganmışlık saçarak suratından
yaklaştı yaklaştı
tepeden tırnağa süzdü ozanı
süzdü iyice!
lime lime olmuştu kaftanı;
kan sızıyordu yarasından
belli ki savaşmıştı bu gece!
el attı kopuza, almak için
kara ozan itti Çin subayını,
dedi: bağışlasan Çin sarayını
yine vermem!!!
o, benim dilimdir, dinimdir hey!
özge dine vermem!
o, benim töremdir, tuğumdur, hey!
ele güne vermem!
o, benim kinimdir, ünümdür hey!
bütün Çine vermem!
Çin subayı anlamıştı, onun
ihtilâlcilerden olduğunu..
el attı kılıcına..
fakat boşuna!
Kara Ozan daha erken davranıp
kopuzu indirdi çinlinin başına!..
çinli, yıldırımla vurulmuş gibi düştü..
ölmüştü..
ortalık karıştı bir anda,
paramparçaydı kara ozan..
yüzüyordu kanda.
atların ayakları altında
çiğnendi gövdesi
halâ duyuluyordu boşlukta
bir kopuz sesi
***
Çobayıkmışla Barmaklak,
atlarını sürdüler suya
***
bu,
dediğimiz su
Vey ırmağıdır
bu ırmak,
gözümüzü oymak için uzayan
çinli parmağıdır
Çobayıkmışla Barmaklak
kara budundan iki yiğitti.
gövdeleri, kıyısız denizlere
ve ruhları Tanrıdağına gitti
sonuna kadar
hey!.. hey!
hey hey de.. hey hey!..
dokuz kişiyiz!..
ardımızda dokuz bin çin atlısı,
önümüzde Vey!..
olur mu? demeyin;
olur böyle şey!..
acunda er olup
ün almak var mı?
ölümle evlenip
olmadan güvey!..
hey!.. hey!
hey hey de.. hey hey!..
dokuz kişiyiz!..
ülkümüz uğrunda
canlarımız pey!..
ardımızda dokuz bin çin atlısı;
önümüzde bir sarı yılan gibi
kıvrılan Vey!..
olamaz demeyin..
olur böyle şey!..
yıl milâdın altı yüz kırkı
gece
Vey ırmağı kıyısında
tan ağarmadan az önce
dokuz Göktürk
Çin ordusunu bekliyordu.
alaca karanlıkta bozkır
karaya kesti birden
Çin ordusu bir kara bulut gibi
kaynadı yerden
Çin ordusu
tepeden tırnağa zırhlı,
tepeden tırnağa pusatlı,
sayısız atlı
yüreklerinde Türk korkusu
***
dokuz kişiden biri
görünce çinlileri
buyruk verdi yoldaşlarına:
atlan
kabardı yelesi
dokuz bozkurdun
sarardı dokuz bin sırtlan
kabına sığmıyordu
dokuz yiğit
gökler basıktı,
yeryüzü dar
dokuz yiğidin biri,
kılıcını uzatarak ileri
haykırdı: sonuna kadar!..
ve dokuz gök, birden gürledi:
sonuna kadar
yıl milâdın altı yüz kırkı
gece
Vey ırmağının kıyısındayız,
gün doğmadan az önce
ne yağmur yağıyor,
ne rüzgâr esiyordu
pusatlar konuşuyordu yalnız,
yer-gök susuyordu
kargılar, kılıçlar, oklar
ölüm kusuyordu!
ilkin Karabudakla Yığaç,
bir ormanda iki ağaç
gibi düştüler
peşlerinden,
Gümüşle Tunga devrildi
dört deli kurt,
gerdeğe girer gibi gittiler ölüme!
sarılıp öpüştüler!!
***
yıl milâdın altı yüz kırkı
Vey ırmağının kıyısındayız.
doğuda sıradağlar çizgisi,
havada bir ağıt ezgisi
vardı!
ufukta güneş, çenesi ufka dayalı
bakıyor bozkıra
bozkır dokuz dilim nardı!
güneş,
doğduğuna pişmandı bugün,
güneş,
güneş olduğuna yanardı!..
göğe vurmuş kanımın kırmızısı
sanki göğün bağrı kanardı!!!
o gün orda yağan her damla yağmur,
o gece yağanı görse,
kınardı!
kırkı erin özünde
bozkurt soyunu,
sanki Tanrı bir kez daha
sınardı!..
bugün de vurulup düşen yiğidin,
kökü o günlere varan çınardı!
o gün dökülen kan,
bugün bende can
yarın deniz olur,
o gün pınardı!..
***
birdenbire, yüzbaşı Yağmur,
bir kılıç yedi ensesine
ve
acıyla inledi yüzbaşı,
od düşmüş gibi yandı omuz başı
önce, derin bir ah.. çekti,
sonra tutup saplanan kargıyı
büktü!.
kan sıcağı indi topuklarına
acısı büyüktü!
durdu..
bakındı çevresine
ve kendisine
kargı sançanı gördü!..
çekerek atının dizginlerini
art ayakları üstüne kaldırdı.
kükreyen bir arslan gibi,
çinliye saldırdı!
omuzundan çektiği kargıyı,
çinlinin böğrüne daldırdı!..
yüzbaşı Yağmur
alamamıştı hızını.
atladı çinlinin sırtına,
tuttu boğazını!
geçirdi gırtlağına parmaklarını..
sıkıyor sıkıyor sıkıyordu!..
çinlinin elindeki bıçak,
yüzbaşının sırtına
girip çıkıyordu!
yavaş yavaş ağırlaştı nabzı.
kan süzülüyordu yenlerinden
kan taşıyordu çizmelerinden
olan olmuştu.
çinlinin vurduğu son bıçak,
sırtında kalmıştı!
çinlinin gırtlağı elindeydi,
artık göremiyordu acunu..
yüzbaşı Yağmur bey,
ölmüştü!
***
kanıyordu Böğü Alpın
kırk yarası
sırtında dokuz bıçak,
göğsü bir kan deresi!..
kesilmiş gücü
kaldırdı kılıcını, vuramadı!
beline saplanan bir okla,
karardı acun
atının sırtında duramadı,
düştü!..
kemerinde,
atadan kalma bir bıçak vardı
sapı gümüştü.
düşmesiyle atılması bir oldu
en yakın çinliye fırlattı bıçağı!
bir çinlinin daha karnını deşti!..
sonra, serilerek çamurlu toprağa,
gözlerini yumdu
son uykuya varırken mırıldanıyordu:
bugün kara yere serilmek vardır
yarın, birgün yine dirilmek vardır!..
Çıgay Börü ile Toluk Tüğe
biri beydi, biri kara budundan.
kaftanları görünmüyordu kandan!
ilk akşamdan beri çin devletine
ölüm saçmaktaydılar!
yumuşlar bitmişti artık,
uçmaktaydilar!
yıl milâdın altı yüz kırkı
Vey ırmağının kıyısı..
bire indi bozkurtların sayısı!
artık,
boz-bulanık bir şey
değildi Vey..
kıpkızıl akıyordu!
güneş, doğduğuna değildi pişman,
sıra dağlar çizgisinin üstünden
Kür şada bakıyordu
***
Bumun Kağanın torunu,
Çuluk Kağan oğlu Kür şad,
kırkların başı..
ölü çinli yığınları üstünde
vuruşuyordu.
Çin devletine karşı!
hey!.. hey!..
yine de hey!.. hey!..
bir yanda Çin ordusu,
öbür yanda Vey!
ortada Kür şad!..
olmaz böyle şey
kim derdi ki Kür şad,
kemikle etti?
o bir kişi değil,
o bir devletti!..
bayraktı, vatandı
bir özge candı
tepeden tırnağa
kıpkızıl kandı!..
Tanrı kut soyunun
altın halkası
yedi iklim üzre
düşer gölgesi!
çinliye ölümdü,
Türke kalkandı!..
bin üç yüz elli yıl
önceki dünden
odu gönlümüze
düşen volkandı!..
bozkurt ocağının sönmeyen odu,
Çuluk kağan Kür şad,
korku bilmiyordu!.
ölümcül yaralar almıştı,
ölmüyordu!..
yanıbaşındaydı ölüm meleği,
gelmiyordu!..
güneş,
sıradağlar çizgisindeydi,
yükselmiyordu!..
susamıştı
bağrı yanmıştı
bir dolu sağrak sundu
ölüm meleği ,
eğilerek atının yelesine,
uzandı
içti son damlasına dek!
içti ve kandı!
bozkurt ocağının sönmeyen odu;
Çuluk kağan oğlu Kür şad
ölmüştü!
ölmüştü fakat yenilmemişti!
kırk şehidin Tanrıdağına uçuşları ve Tanrı
katında geçişleridir:
gece
si gan fudayız
bin üç yüz elli yıl önce
si gan fu
bu,
en büyük korku
demektir çince
***
gece
Vey ırmağının kıyısındayız
bin üç yüz elli yıl önce
ne yağmur yağıyor,
ne rüzgar esiyordu
pusatlar da konuşmuyordu artık..
yer-gök susuyordu..
***
dolun ayın şavkı vurmuştu suya;
yalnız onun nabzı atıyordu
si gan fuyla Vey suyu arasında,
sayısız çin ölüsü
kırk şehit yatıyordu!
birden!..
bir uğultu koptu derinden
bir bulut indi yere
sis gibi.. duman gibi!
kırk şehit toplandı Vey kıyısında:
yeni bir iman gibi!
***
kırk şehittiler
en önde Kür şad!..
elinde kurt başlı tuğ vardı!..
uzakta bir yeri gösteriyordu
uzakta bir dağ vardı!..
dağda bir otağ vardı!..
oraya diye gürledi
***
yürüdü kırk şehit..
en önde Kür şad
elinde kurt başlı tuğ vardı
bir bozkurt ünledi Ergenekondan
bir Tanrısal Türkü,
evreni sardı
delinse yer; çökse gök;
yansa, kül olsa dört yan
yüce dileğe doğru
yürürüz yine yayan
dirilecek bozkurtlar;
bir ordu bütün Türkler
birleşip eski yurtlar,
doğacak büyük Turan
***
bu türküyle hâlâ
doludur gökler
bir gün yine,
söylesin diye Türkler
Kür şad ve kırk yiğit
Tanrıdağında;
atam Alp Er Tunganın otağında
bin üç yüz senedir bizleri bekler
(Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu)
(Bir Milletin esaretten kurtuluşu)
Gök Türklerin Çin başkenti Si Gan Fuda
on yıl tutsak kalışları, kırk yiğidin Kür
şadın çevresinde tek yürek oluşları
kurtuluşu erkekçe ölmekte buluşlarıdır.
kırk yiğit,
birer birer
devrilecekler
fakat,
birgün yine
dirilecekler!
gece
Si Gan Fudayız,
bin üç yüz elli yıl önce
bir Çin kentidir Si Gan Fu,
bu,
sarı su
demektir çince
Çindeyiz
en kara bir gündeyiz.
bir kara duman tutmuş bahtımızı,
karanlık içindeyiz
Çine tutsak olalı
on yıl geçti aradan.
ne katıymış canımız,
ölmedik bu yaradan
on yaşına basmıştı Çinde doğanlarımız,
on yaşında tutsaktı yavru kurtlar..
on yıldır töresiz,
bayraksızdı yurtlar
on yıl olmuştu yıkılalı
gök Türk kağanlığı.
çöreklenmişti Asya bozkırları üstüne,
koyu bir Çin karanlığı
yıkılmıştı Ötükende otağlar,
Türk budunu yaslıydı.
on yıldır gerilmiyordu yaylar,
kılıçlar paslıydı.
koca kurtların başları avuçlarında,
elleri böğürlerinde bozkurtların,
deli kurt usluydu
tutsaklık acısı ile kavrulanların geçmişi
düşündükleridir:
yıl, milâdın altı yüz yirmi dördü
büyük bozgundan birkaç yıl önce
Orta Asya yaşanılmaz bir yerdi.
ak saçlı kadınlar, ellerini vurup dizlerine,
yerle gök üstüne ağıt derlerdi.
yeşil yurt çöldür şimdi
denizler göldür şimdi
odumuz, ocağımız
savrulur, küldür şimdi
güneş alınlarda bir kızgın yazı
kalmamıştı dirliğin tadı, tuzu.
bir yel esmişti ki öylesine,
tersine dönmüştü evrenin çarkı.
bozulmuştu yerin, göğün düzeni,
sarmıştı budunu bir büyük korku
açlıktan kırılıyordu çoluk çocuk,
ölüler doldurmuştu evi-barkı
bir kızıl tamuya dönmüştü bozkır,
ne koyun kalmıştı, ne yılkı
delinse yer, çökse gök
dayanılırdı belki
beterin beteri varmış meğer,
Çine tutsak etmişti Tanrı, Türkü!
tutsak bir Türk için atsız, pusatsız, savaşsız
geçen her yıl, bin yıl kadar uzundur ve
utanç vericidir:
on yıl oldu Çindeyiz
bir karanlık indeyiz.
ne kılıç, ne ok, ne yay
on yıl bu, dile kolay
on yıllık tutsaklığın
utancı içindeyiz.
tutsaklık, ok yarasından acı, em fayda etmez
bir sancıdır. fakat kurtuluş için yaşamak
boyun borcudur:
yıl, milâdın altı yüz kırkı
gece.
si gan fudayız
si gan fu, Çindir
Çinde geceler,
kör bir kuyu gibi derindir
bir sarı kâbus böler uykuları,
uykular tedirgindir
dayanılmaz on yıllık tutsaklığa!
bizi on yıl yaşatan,
bir kutlu kindir!
on yıllık tutsaklıktan sonra, gönüllerdeki
Türklük odunun parlamaya, yüreklerin
göğüsleri zorlamaya, bozkurtların derinden
derine gürlemeye başladığıdır:
yıl milâdın altı yüz kırkı
gece yarısı
bir bozkurt ünledi geceye karşı:
var mı tutsaklığın ölümden farkı???
yıl, milâdın altı yüz kırkı.
si gan fudayız.
bir deli kurt ünler geceye karşı:
sanmayın uykudayız!!!
yıl milâdın altı yüz kırkı
gece
bir koca kurt ünler geceye karşı:
kurtuluş uğruna kılıçlar keskin,
boyunlar kıldan ince!!!
yıl milâdın altı yüz kırkı
gece
si gan fu
yavru kurtlar ünler geceye karşı:
uuuuuuuuuuuuuu!!!
kurt ulurdu
kurt ulurdu
it ürür, kurt ulurdu,
bir bozkurt yol gösterse,
tutsaklar kurtulurdu.
tahtadan yapılmış Çin evleri tutsaklar
mahallesinde kür şadın evi ve bu evde
kırk Türkün kılıçlar üstüne ant içtikleridir:
si gan fu kenti
si gan fu kentinin sokakları dar,
bir özge ağıta gebedir şimdi,
si gan fu sokaklarında kaldırımlar!
koyu bulutlar dolaşmakta
sivri kulelerde,
bulutlarda yıldırımlar
yıl, milâdın altı yüz kırkı.
indi si gan fu sokaklarına bir gece,
dağları bekleyen korku!
si gan fu kentinde tahtadan bir ev,
tutsaklar mahallesinde
yüz bin tutsak bir ağızdan söyleşir,
bu bir evin sesinde
si gan fu kentinde tahtadan bir ev,
bu evde biri.
bir kasırga gücü var nefesinde
si gan fu kenti
ve tahtadan ev
bu evde biri.
pençeleri asya kadar kocaman,
yumrukları Tanrıdağ kadar iri!..
yüz bin yürek atmadadır göğsünde
si gan fu kentinde tahtadan bir ev,
bu evde toplandı bir gece kırk dev.
ortada biri..
adlarıyla çağırarak kırk eri,
sordu:
ölüm mü, dirlik mi?
kırkı bir ağızdan ölüm dediler!
bir uçmak tadıydı dillerindeki,
sonra el attılar kemerlerine,
bir anda sıyrıldı bellerindeki!!
and içeceklerdi Türk töresince,
gömgök kılıçlardı ellerindeki!
üç kez dediler:
gök girsin, kızıl çıksın
gök tanrı sen tanıksın!
gök girsin, kızıl çıksın
gök tanrı sen tanıksın!
gök girsin, kızıl çıksın
gök tanrı sen tanıksın!
ve Türk budunu yaşasın diye
kıyamete dek
birleşti kırk yürek!..
kırk yiğit ihtilâlci, akşamları gezintiye çıkan Çin
kağanını tutsak edip Türklerin kurtuluşunu
sağlayacaklardı. fakat, büyük talihsizlik!.. O gece, yağmur yağmaya ve görülmemiş bir hızla rüzgâr
esmeye başlamıştı. Çin kağanı, bu durumda gezintiye
çıkamazdı. kırk er, sözleşilen yere gelmiş bulundular. işin kötüsü, içlerinden birinin kavşıta gelmeyişiydi!!!
kırk gök Türkün artık geriye dönüş olmadığını
anlamaları ve Çin sarayına yürümeleridir:
tutsak olur
tutsak olur
Türk nice tutsak olur?
kurtuluş olmaz deme
el ele tutsak olur!
gece
bir yağmur başladı ince ince
iğri sokaklarda karanlık,
zifir gibiydi!
rüzgâr esiyordu alabildiğine
rüzgâr, yüzümüze küfür gibiydi!
Çindeydiler
ne kötü gündeydiler.
yürüdü kırk yiğit Çin sarayına,
beyler öndeydiler!..
adımlar atılmıştı bir kez,
dönmezdi.
öç odu tutuşmuştu yüreklerde
sönmezdi.
yalındı kılıçlar.. kana girmeden
kına konmazdı.
Çindi bu,
kindi bu,
kandı bu
suyla yunmazdı!!!
tutsaklık yarası kansız onmazdı!
yağabildiğince yağmur,
esebildiğince rüzgârdı
yürüdü kırk yiğit Çin sarayına,
ölümden öte ne vardı!!!
geceydi,
uyuyordu si gan fu kenti,
geceydi
ölüm, her zamanki gibi iki heceydi.
geceler güzeldi Asya bozkırlarında,
Çinde işkenceydi
kara bulutlar yığıladursun
Çin göklerine..
Tanrı dağlarının karlı yamaçlarından
derinden derine
bozkurtlar sesleniyordu..
yürüyordu kırk yiğit Çin sarayına,
destanlar tarihi yeniden
süsleniyordu
kara bir duvar gibiydi karanlık
karanlık göğüsleniyordu.
değişmezdi Tanrı yasası,
yeni bir hayat,
yeni dökülecek kanlarla besleniyordu!!!
karanlıktı, rüzgârdı, yağmurdu
yay kirişleri ıslanıyordu!
yalın kılıçtılar
tepeden tırnağa hınçtılar
içlerinde ak saçlı koca kurtlar,
nice savaş görmüş baturlar vardı.
bazıları delikanlı gençtiler
bilirlerdi niçin doğdular,
nerde öleceklerdi
at üstünde doğmuşlardı,
yerde öleceklerdi!!
atları yoktu,
ilk kez,
yaya döğüşeceklerdi!!!.
ısırıyordu rüzgâr, kırbaçlıyordu yağmur
kan kokuyordu karanlığın
kara dişlerinde
kurtuluşun türküsünü uluyordu bozkurtlar
yay kirişlerinde!..
Çin ülkesi
Çin ülkesinde çinli sayısını
bilen yoktu.
kaç kadın, kaç er kişi vardılar!
kırılsalar kırk tamu doldururdular.
genişti Çin ülkesi
kırk gün at tepilse mola vermeden
bir baştan bir başa erişilmez!
azığı, akçası, ürünü boldur
fakat pazarlığa girişilmez!
savaşta bir Türke kırk çinli düşer.
teke tek vuruşulmaz!
Tanrı da ezelden düşman yaratmış
barışılmaz!!
bu gece yine o, sayıca çok
ve ihtilâlciler hepsi kırk kişi!
neylerse güzeldir Tanrının işi
karışılmaz!!!
Çin sarayi
Çin sarayı taş duvarlar içinde
ve demir kapılıydı.
kırkların içinde yumruyla yamtar
dev yapılıydı.
birer kaya parçası kucaklamış her biri
her kaya bir çinli evinden iri!
bunlarla kırarak demir kapıyı,
alacaklar saray denen yapıyı
rüzgârdı, yağmurdu, karanlıktı
yol, yıllar kadar uzun,
her şey bir anlıktı
aynı hızla atıyordu yürekler,
aynı ezgi idi dudaklardaki.
kindi, öfkeydi ayaklardaki
yürüyordu kırk yiğit,
yağıyordu yağmur, boğuyordu yel
ve uzun saçları rüzgârda tel tel
ok kargı kılıç saraya doğru
bir gök tuğ yükselir Tanrıdağından,
ardınca yoldadır, elli milyon ruh
biri sorar:
gidiş nereye doğru?
Alp Er Tunga der:
oraya doğru!!!
Kür şad
ben,
Bumun kağan torunu,
Çuluk kağan oğlu Kür şad!
otuz bile değil yaşım!
Çinde tutsaklığa dayandım on yıl,
işe yarar diye başım!!!
azığa, akçaya, eğilmez boynum,
savaştır aşım!
ırkım almadıkça Çinden öcünü,
ölsem de yine bitmez savaşım!!!
bir bozkurt oğluna dirlik yaraşmaz
tutsak yaşıyorken bunca soydaşım!!!
Böğü alp
az konuşur,
öz konuşurdu.
sorulmadan söze karışmaz,
yeri geldiğinde uz konuşurdu!
şaşmazdı doğru bildiğinden,
bilmediğini danışırdı.
yardımlıydı dostlarına,
düşmanıyla amansız vuruşurdu!
kılıç sallamada, kargı sançmada
yoktu üstüne
oklaşır, güreşir, yarışırdı!
beydi.
bey olduğu için öndeydi!
düşünüyordu on yıl önceyi
Böğü alp, on yıl öncesinden
biliyordu bu geceyi
Kıraç ataya gitmişti bir gün,
kocamış kam, okumuştu ona
geleceği!
demişti:
yıkılacak Gök Türk kağanlığı
çökecek üstünüze Çin karanlığı!..
demişti:
Çinde
bir ulu kent içinde
kırk er görüyorum!..
aralarında sen de varsın!
yağmur yağıyor
döğüşeceksiniz!!!
Gök Börü
son savaşta,
bir çinli okuyla delinmişti
gözünün biri!
tek gözüyle gelmişti si gan fuya
deli Gök Börü
bir gün, bir çinli subay,
tek gözlü diyerek edince alay,
Gök Börünün deliliği tuttu,
çinli subaya bir tokat attı!..
patlamıştı gözü çinli subayın
bundan sonrasını artık sormayın
bir kütüğe bağlayıp
tam yüz değnek vuruldu!
sarı alevli ocaklarda
şişler kızdırıldı!!
şişler
bir yılan gözü gibi kıpkızıldı
saplandı Gök Börünün gözbebeğine
ve üç damla yaş düştü yüreğine
Çin Çin Çin! diye.
uğuldadı sonsuzluğa dek gökler
kin kin kin! diye
yakarış
iki gözden yoksun deli Gök Börü, on yıl boyunca
durmamış, Gök Türk çocuklarına güreşmeyi,
oklaşmayı, kılıçla vuruşmayı, bıçak ve kargı
sançmayı öğretmişti. Kür şad tarafından ihtilâle
katılması kabul edilince sevincinden deliye
dönmüş, yetiştirdiği genç savaşçılarla Kür şadın
katına giderek ant içmişlerdi. Gök Börü, ihtilâlden
bir gün önce evinin bir köşesinde oturdu. ellerini
göğe açtı ve şöylece yakarmaya başladı:
karaların, denizlerin,
göklerin Tanrısı!
rüzgârların, şimşeklerin,
Türklerin Tanrısı!
öcüm yağıda kalmasın,
budun tutsak olmasın,
gücünden güç ver bana!
Türk Tanrısı!
acunun tek Tanrısı!
özge nesne istemem
istersem hiç ver bana!
eşimi aldın,
yüreğim yaralandı.
gözlerimi aldın.
gündüzüm karalandı,
yüksünmedim.
çinliden gayrı yarattığından
tiksinmedim!
gerçek Tanrı!
gökcek Tanrı!
sönmez ışığından bir damlasını
yoluma fırlat.
dokuz yıllık karanlığımı
aydınlat!!!
kana kana vuruşabileyim.
doya doya kırışabileyim
ululuğunu saç,
gözlerimi aç.
dileğime erişebileyim.
Türk Tanrısı!
acunun tek Tanrısı!..
çok değil,
öcümü alıncaya dek,
yağıyla döğüşüp ölünceye dek,
esirgeme ışığını
damarlarımda kan tükeninceye dek!
Tanrının esirgemesi ve bağışlaması Gök
Börüye erişti dokuz yıldır pınarları
kurumuş gözlerden yaşlar süzülmeye başladı
Gök Börü yakarışını şöyle tamamladı:
ulular ulusu Tanrı!
gönüller dolusu Tanrı!
kuruyan gözlerime yaş verdin,
yağıyı gösterdin!
gözlerimin yaşını silme.
dol gönlüme, eksilme
budunu yerindirme,
yağıyı sevindirme!
Badruk
en yaşlıları Badruk,
ellibeşindeydi.
bu gece dirliğinin
en tatlı düşündeydi
tutsak olarak ölmekti
en korktuğu şey!!
mutluydu şimdi kocamış Badruk.
çünkü:
niçin yaşadığını bilecekti.
Ötükeni görmeyecekti belki
fakat, bir ülkü uğrunda
vuruşarak ölecekti!!!
***
yalın kılıçtılar,
tepeden tırnağa hınçtılar!
ağırlık etmesin diye,
almamışlardı kalkanlarını
atılmıştı kınlar!
üçlerle yediler kimdir bilmeyiz.
fakat kirklardı bunlar!!!
yağmur yağıyordu,
zifir karası bulutlardan
bir deli yel savuruyordu karanlığı,
alıp götürüyordu aydınlığı
umutlardan!..
kırk yiğittiler
en önde biri.
kırk yiğittiler
en önde biri,
başını öfkeyle çevirdi geri
ve sert bir buyrukla bölündü gece:
ileri!!!
soluğu kesildi karanlığın,
yürekler kımıldadı.
çakıldı toprağa öfkesi ilk adımların,
bilekler kımıldadı.
kırk yiğittiler,
en önde biri
karanlığı göğüsleyip ittiler
bir dağ görkemiyle börkler kımıldadı!
bir bozkurt ünledi Ergenekondan,
şehitler uyandı sinlerinde
gökler kımıldadı
ve Çin uykusunda korkulu bir düş,
Türkler kımıldadı
Çin sarayının önündeydiler
ya olmak, ya ölmek günündeydiler!
yağlı çıraların sarı aydınlığında
muhafızlar dolaşıyordu.
yedi-sekiz kişi kadar vardılar
kırk bozkurt yavaşladı ilkin,
sonra durdular
Kür şad buyruk verdi öndekilere,
yaylar gerildi!..
delindi karanlık tam on yerinden
on çinli muhafız yere serildi.
kırk yiğit koşarak açık kapıdan
girdiler sarayın iç avlusuna
sevinçten uçuyor gibiydiler.
şaka değil,
savaş derlerdi buna!
on yıl ne gürz, ne kargı tutulmuştu.
ne de kabzalara el atılmıştı.
ve bilekler, yay germeye hasretti!
ayrılık, gayrılık bitti bu gece
çinliler de sayıca pek cömertti!
Çin sarayının iç avlusu
burda muhafızlar sayıyla değil,
avlu dolusu!
ben on kat diyeyim, siz yirmi deyin!.
fakat ne önemi var böyle şeyin?
beş bin yıldan beri yetmiş ulusa
tek başına çıkmak Türkün kaderi!
değişecek miydi sanki bu gece
kırkın kaderi?
sonsuza kadar sürüp gidecek,
Tanrının övdüğü ırkın kaderi!
sen mazlum insanın umut kapısı,
çinli, insanlığın çirkin kaderi!..
yeni bir buyrukla gerildi kırk yay
art arda üç kez!!!
al kana boyandı saray avlusu
bu anı yaşayan yiğitler ölmez!
gönlünde öç odu yananlar, vurun!!!
bu gün, ya bir daha gelir, ya gelmez!!!
bugün öç almanın eşsiz tadını,
senin öz mayandan olmayan bilmez!
***
uyandı saray
uyandı si gan fu
bütün çin uyandı
kırk yiğit geçerek geniş avluyu, tunç kapıya dayandı!
yumru elindeki kocaman taşı
var gücüyle indirdi
arkasından Yamtar dev öfkesiyle
vurdu kapıya!
fakat ne kapının kırılacağı vardı,
ne tükeniyordu Çin çerisi
kırıldıkça geliyordu gerisi!
ilk düşenler
kızışıyordu savaş.
büyüyordu kan
iki taraf hâlâ oklaşıyordu,
hâlâ çıkmamıştı kılıçlar kından!!!
ilk vurulup düşen Turumtay oldu!
onun arkasından Arbuzla Kaban
verdiler can!
sonra Yeke, Alp Kaya, Kalalduruk,
ve kocamış ak saçlı Badruk
bir bir devrildiler.
omzuna saplanan ok, vız geliyordu
onbaşı Ay Kutluka.
ölse de gam yemezdi artık,
ermişti mutluluğa
***
çinliler çoğaldıkça
Türkler azalıyordu!
fakat kurtlar yine kurt,
itler ittiler!
bir bir düşüyordu
bozkurt soylular
ölüyorlardı ama,
yiğittiler!!!
Çinliden kir gidiyordu,
Türkten kan!
işte, onbaşı Emen, İlaçin, Kutan
şehittiler!
kara budundan iki er
kara budundan
il kaya ile
Öküş Kara Akçi..
biri kargıcıydı,
biri bıçakçı
yan yana vuruşuyorlardı.
biri kılıç yemişti omuz başından,
birinin kan sızıyordu kaşından!
Kara Akçi attı kılıcını
iki kargısından birini
aldı eline.
en öndeki zırhlı çin subayını
gezledi
kin dumanı çökmüştü gözlerine.
gerildi sağ kolu
gerildi göğsü
kan yürüdü parmak uçlarına dek!
ve uçtu kargısı Kara Akçinın
geberdi bir köpek!
bu kez öbürünü attı kargının..
bütün gücüyle
ardından haykırdı öç sevinciyle..
almıştı öcünü gülebilirdi!
almıştı öcünü ölebilirdi!
dört bıçağı vardı il kayanın.
üçünü art arda savurdu
her biriyle bir çinliyi devirdi!
fakat atamadı dördüncüsünü
oklar delik deşik etti göğsünü!
önce kaykıldı geriye doğru,
sonra toparlanıp atıldı ileri
bir kan pınarına dönmüştü bağrı!
son bıçağı elindeydi sımsıkı,
gömgök!!!
.
.
gücü kesilmişti İl Kayanın!
çöktü diz üstü
dinelmek istedi, kalkamadı
uzandı yüz üstü!
sürüne sürüne vardı duvara..
bıçağı elinde gömgök,
göğsünde dokuz yara!
İl Kaya hıncını alamamıştı
son bıçak yerini bulamamıştı!
buldurmak gerekti yerini,
sonra yummalıydı gözlerini!
dönüp sağına,
bir kez daha baktı bıçağına
baktı
baktı
yanıbaşında saray duvarı,
elindeki bıçaktı!
sisli gözleriyle çevresini yokladı
öptü bıçağını önce, sonra kokladı!
sağ elinde bıçak,
gömgöktü
İl Kaya,
karabudundan
bir Türktü!!!
bir kez daha öptü bıçağını,
bir kez daha kokladı
bir kez daha
sisli gözleriyle,
çevresini yokladı ..
ve ..
üç kez
salladı son bıçağını taş duvarlara!!!
il kaya üç kez,
çin sarayını bıçakladı!!!
almıştı öcünü, ölebilirdi
tutsaklık yasını silebilirdi!
on alti yaşinda onbaşi Göktaş
savaş sertleşiyor,
hızlanıyordu.
oklar, kargılar, kılıçlar
sabırsızlanıyordu.
talih gülüyordu çinliye
Türke nazlanıyordu!
Utar, Tokuş, Tanrıvermiş
ölmüşlerdi peş peşe
yüzlerine vurmuştu övünçleri,
acılar yüreklerde gizleniyordu!
Yamtarla yumru demir kapıyı
durmadan dövüyorlardı
hem dövüyor
hem sövüyorlardı!
az ötelerinde onbaşi Göktaş..
son okunu sürdü yayına!
gezleyip attı,
ok saplandı bir çinli subayına!
son oktu.
gerisi yoktu!!
oysa ki vuruşmalıydı sonuna dek.
kullanmalıydı kılıcının kınına dek!
hiçbiri yoktu,
son pusatı,
son attığı oktu!
Göktaş, sol elinde yayı,
döndü fırdolayı
onbaşi Ay Kutluk yatıyordu solunda,
cansız!
yedi ok saplıydı gövdesine
birine asıldı onbaşi Göktaş!..
çekti!!
çekemedi!!
son gücüyle asıldı
çekemedi.
Yamtarın oğlu onbaşi Göktaş,
öfkeliydi
öfkesini dökemedi!
kolları düştü iki yanına,
inleyerek çöktü genç onbaşı!
ilk kez savaşıyordu dirliğinde,
henüz on altıydı yaşı!!!
onu, eritiyordu her an
sol böğründen giden kan!!!
son bir kez açıp gözlerini
baktı
Ay Kutlukın göğsündeki oklara
uzattı elini, eremedi.
ve,
bütün gücüyle haykırdı Yamtara:
-hey baba!
dev Yamtarın devce çevrildi başı,
al kanlar içinde gördü Göktaşı!..
koca taş parçası kaldı elinde
vuramadı!
dili tutulmuştu Göktürk devinin,
bir şey soracaktı
soramadı!
bir yürek sancısı aldı usunu.
ve kucağındaki dağ yavrusunu
fırlattı kabaran çinli seline
sonra sağ elini attı beline!
çekti kılıcını en yüce hazla,
düştü çin çerisi yirmiden fazla!!!
arkasından Yumru izledi onu,
fakat geliyordu kirkların sonu!
Çin seli gittikçe kabarıyordu..
Çağrı ile onbaşi Kızıl Buka,
uçmağa varıyordu!!!!!!!
***
binbaşı Bögü Alp
kılıçla vuruşuyordu,
savaşıyor denilmezdi,
yarışıyordu!..
ne ölse, gam yerdi,
ne yaşarsa, sevinirdi
Türk olduğunu bilirdi ancak!
onunla övünürdü!!!
Kıraç ataya gitmişti bir gün,
sormuştu geleceğini Türkün.
kocamış kam,
demişti:
bir akşam,
Çinde,
bir ulu kent içinde,
kırk er görüyorum!
aralarında sende varsın
yağmur yağıyor
ırmağın kıyısında döğüşüyorsunuz!!!
***
iki tarafın da okları bitmiş,
iki kat çoğalmıştı Çin çerisi
bir bozkurda yaraşan yiğitlikle,
uçmağa varmıştı kırkın yarısı!
yirmi Göktürk,
yirmi kat Çin çerisi
bir bakıma çok sayılmazdı ama,
geliyordu gerisi! .
Çin sarayının avlusunda yirmi Gök Türkün
dört yüz çinliyle vuruştuğu sırada, Kür
şadın Böğü aAlpe seslenişi. Kür şadla
birlikte on beş çerinin atlara binişidir:
-binbaşı Böğü Alp!
-buyur Kür şad!
-beş kişiyle sen düşmanı oyala
onbeşimiz dalalım gizli yola!
budur kalan elimizde son fırsat!!!
-buyruk senindir Kür şad!!!
***
Böğü Alp, çinlilere dalarken kılıcıyla
bir yandan çevresine bakındı göz ucuyla..
ünledi:
-Yamtar, Yumru, Sungur, deli Gök Börü!!!
verin omuz omuza, yaklaşın beri.
yeni savaş düzeni alırken bunlar,
Kür şadın arkasından yürüdü onbeş çeri!
beş yiğit saldırıya
geçti yeni bir hızla.
Gök Börü, iki gözü
olanlardan da fazla
kırıp geçiriyordu!
Sungur, babası gibi
rasgele saldırmıyor.
ustaca vuruşlarla
kelle uçuruyordu
iri gövdesiyle ortada
yüzbaşı Yamtar.
esrik bir dev gibi saldırır!
uzun kılıcı döner havada,
değse de değmese de öldürür!!
Yumru, Böğü Alpın at uşağıdır,
Yamtardan aşağı kalmaz irilikte
bir savaşta, yıkılan bir köprüyü
omuzlayıp tutmuşlardı birlikte!!!!
sarayın demir kapısını
beraber zorlamışlardı.
yoldaşları kan dökerken
kendileri terlemişlerdi.
şimdi, canla başla
bu utancı silmek için vuruşuyordu!
Yumrunun korkusu tutsak ölmekti!
bu fırsat bir daha geçmezdi ele
Yumru, ölmek için vuruşuyordu!!!!
Kür şada gereken zaman kazandırılmıştı.
artık buradan ayrılıp gidenlere katılabilirlerdi.
Böğü Alp, kapıya yaklaşmaları için buyruk
verdi. fakat, Gök Börü ile oğlu Sungurun
çevresini, Çinliler sarmış, çekilmelerine imkân
bırakmamışlardı. Yamtar, ister istemez ölüme
bırakılmış olan andasına baktı ve kaşlarını
çatarak bağırdı:
Gök Börü!
gözünü çıkaran çinli yanında!!
buşkulandı Ötüken delisi,
bir alev dolaştı kanında
sevinçten kudurmuştu sanki.
attı kalkanını yere,
savurdu kılıcını hınçla
Gök Börünün kılıcı çarpıştı havada,
bir başka kılınçla!
kılıcı kırılan Gök Börü,
el yordamıyla düşmanına yaklaştı
bir aç kurt gibi atılıp
çinliyle kucaklaştı!
daha deliydi Ötüken delisi
daha deli
bahtiyar.. sevinçli.. öfkeli!
kızgın şişle gözünü oyandı bu!
kırbaçlanması için,
giysilerini soyandı bu!
tutsaklık acısı üstüne,
Gök Börüyü on yıl karanlıkta
koyandı bu!!!
Çinlinin gırtlağına
geçirdi parmaklarını,
yere yıktı!
kasıklarını bastırıp dizleriyle
göğsüne çıktı!
Tanrının işini görüyor musun?
kancık dölü!!!
derken bıçağına gitti sağ eli
sıyırdı hızla..
Çinlinin dışarı fırlayan gözlerine
daldırdı hazla!!!
daldırdı
daldırdı
daldırdı
kırktan fazla!
***
Gök Börünün oğlu Sungur,
vuruşuyordu.
bir elinde babasının attığı kalkan
birinde kılıç.
gövdesi al kan!!!,kırk çinli,
baba ile oğula kılıç üşürdüler
ve ilkin,
Sunguru düşürdüler!
Sungur, dört yaşındaydı
Çine gelirken!
ondördüne basmıştı bu yıl..
Ötükenin silik hayâli
vardı gözlerinde,
ölürken!.
***
Gök Börü almıştı öcünü.
başı ve gövdesi paramparçaydı.
fakat mutluydu.
öcünü aldıkça kişi,
ölüm tatlıydı!
sağ kalan on sekiz ihtilâlcinin
gizli yoldan saray ahırına inişleri ve atlara binişleridir:
at üstünde doğup
at üstünde ölürlerdi.
şölene, toya, düğüne
at üstünde gelirlerdi.
altınla atı yan yana görseler,
atı alırlardı.
azıklarını atlarına yedirir,
kendileri aç kalırlardı.
vatan gibi, bayrak gibi
pusat gibi, avrat gibi
atı kutsal bilirlerdi!!!
on sekiz Göktürk nefes nefese
koşuyordu
gizli yolda.
günlerce susuz kalmışların
suya koşmaları gibi çölde
saray ahırını bekleyen,
yirmi at uşağı şaşırdı önce.
fakat, gelenlerin az olduklarını görünce,
değişti durum.
davrandılar pusatlara!
önce abi düştü, sonra yirim!!!
kısa bir çarpışmadan sonra,
on iki Türk bindi atlara.
bozkurt ocağının sönmeyen odu,
Çuluk Kağan oğlu Kür şad,
altında bidevi at,
buyurdu:
-Çengşi! Tuğrul!.. Yamtar!.. Yumru!!!
dört ağızdan tok bir ses duyuldu:
-buyur!!!
-her biriniz dikilin bir kapıya.
biz dışarı çıkana dek bekleyin,
ardınızdan gelenleri oklayın!
bu son fırsat, ya bizim, ya Çinindir!
dört ağızdan tek ses karşılık verdi:
-buyruk senindir!!!
Çin sarayının geniş ahırında dört Türkün
yaptığı savaş ve Yamtarın yediği son aş:
ahırın dört kapısının her birine,
bir er dikildi.
az sonra saldırdı Çinli çeriler,
yaylar gerilerek oklar çekildi
dördü de biliyordu ki,
buradan öte kurtuluş yoktu!
her kapıya yığılan Çin çerisi,
üç yüzden çoktu!
o hâlde,
kazandırılmalıydı gidenlere
gereken zaman
bırakılmamalıydı nöbet yeri,
dökülmeden son damla kan!
daha çok çinli öldürülmeli
pahalı satılmalıydı can!
üç yüz değil, üç bin çinli de gelse,
vermemeliydi aman!
erlik budur, ülkü budur, ün budur!!!
budur iman!
***
yirmi birinci çinliyi düşürürken Yumru,
tuttuğu kapının önüne,
bir kargı saplandı böğrüne!!!
yaman bir acıyla kıvrandı.
kıvrandı ve kılıcına davrandı.
iki eliyle havaya kaldırıp kılıcını, indirdi son hızıyla
tepeden tırnağa böldü çinliyi
fakat kendisi de yığıldı yere
dayanılmaz bir sızıyla!!!
Çengşi, Tuğrul ve Yamtar
Yumrunun öldüğünü gördüler!
ve çinliler, ahırın içine
o kapıdan girdiler
Çengşi, Tuğrul ve Yamtar
buyruk verilmeden geri çekilip
yan yana durdular!
üç Göktürk, üç yüz çinliye karşı
cephe kurdular!!!
Çengşi, Tuğrul ve Yamtar..
önlerinde üç yüz çin çerisi
ve sırtları yemliklere dayalı
kılıç savurdular!!!
önce Tuğrul düştü,
az sonra Çengşi
uçmağa vardılar!!!
şimdi, üç yüz çinli
dev Yamtar tekti!
bir kurta saldıran,
üç yüz köpekti!
Yamtar, sırtını dayadığı yemliğin sağlamlığını
denemek için eliyle yoklayıp bakınca, gözleri
parladı! orada at uşaklarından birinin
bıraktığı kızartılmış bir et parçası duruyordu!..
Yamtar, sevindi ve eti oradan aldı
Ötüken devi yüzbaşı Yamtar
bir elinde et parçası,
bir elinde kılıç,
durmuyordu hiç.
hem savaşıyor, hem yiyordu!
ve kendi kendine şöyle diyordu:
yiyecek buldukça yaşamak yeğdir.
iri bir lokma kalmıştı elinde,
bir kılıç indi bileğine!
et düştü yere
öfkeyle kükredi Yamtar,
saldırdı çinlilere!!!
fakat,
sağ bileğine gelen ikinci kılıç
pusatsız bırakmıştı Yamtarı
Ötüken devi yüzbaşı Yamtar
pusatsızdı!
aradı yerdeki et parçasını
onu yiyemezse ölüm tatsızdı!
birden, gördü et parçasını!
ve aldı yerden.
isırdı!
tepeden tırnağa kan içindeydi
kılıçlar durmadan iniyordu
Yamtar, aldırmıyor, eti yiyordu!
yarı aç yaşamıştı dirliğince..
fakat aç ölmek istemiyordu!!
bu et parçasını almak için,
üç yüz çeri değil, gelse bütün Çin
vermeyecekti!
aç gitmeye niyeti yoktu
Tanrı katına
bunları düşünürken Yamtar,
birden kükredi,
ve elindeki but parçasını
indirdi bir çinlinin suratına!!!
sonra tutup birini boğazından
dilini bir karış çekti ağzından!
Göktürk devi Yamtar,
anlaşılmaz bir korku salmıştı.
yaklaşamıyordu çinliler artık,
tepeden tırnağa kan içinde,
kaftanı yırtık!!!
kıpkızıl bir destan deviydi Yamtar!!!
pusatsızdı düşmüştü börkü
üç yüz pusatlı çinli
öldüremiyorlardı bu, pusatsız Türkü!!!
tepeden tırnağa kan içinde
ve pusatsız
ölüm saçıyordu Çin sarayına!
bu sırada bir çinli ok sürüp yayına,
fırlattı
ok, yamtarın göğsüne battı!!
değdi yüreğine!..
arkadan gelen bir başka ok,
saplandı küreğine!!
Yamtar,
yüzyıllık bir çınar gibi sarsıldı..
bir eliyle göğsünü bastırırken
öbürüyle yemliğe asıldı.
kan süzülüyordu şakaklarından.
kan doluyordu gözlerine
ve bir dağa yıldırım düşer gibi,
oklar yağıyordu üzerine!!!
başındaydı usu,
yoktu ölümden korkusu.
az önceki et parçasını düşündü .
onu bitiremeden ölürse,
üzülürdü doğrusu!
yemlikten çekerek elini,
sildi kan dolu gözlerini
ve bir ok değerken kalçasına,
uzandı yerdeki et parçasına!
onu yiyemeden ölürse,
Çinliler sevineceklerdi.
aç öldürdükleri için bir Türkü,
övüneceklerdi!
yiğitçe vuruşmaktan korkanlar,
lâyık olamazlardı övünce
Yamtar, son lokmayı çiğneyip
tükürürken suratlarına,
haykırdı çince!!!..
-karnım tok .!
Ötüken devi yüzbaşi Yamtar,
yüz yıllık bir çınar gibi
serilip kaldı
yiğitlik ufkunda bir bayrak gibi
gerilip kaldı .!
sonsuz koşu
yıl, milâdın altı yüz kırkı
gece
tan yeri ağarmadan önce
kuzeye doğru, yalın pusatlı
on iki atlı
uçuyordu
yağmur
yağıyor denemezdi..
boşanıyordu.
esiyordu bir karganmış yel,
bozkır bir yapışkan,
boz-bulanık sel
delirtiyordu atları
atların burun kanatları
bir kara çadır ağzı gibi
geriliyordu
si gan fu, Ötüken arası.. yollar
yumak gibi sarılıyordu!.
gittikçe küçülüyordu Çin
gittikçe büyüyordu için için
derin derin soluyordu koca ülke!
bu,
akşamdan beri aldığı
ilk soluktu
ve yıllar, bu soluğu
kuzeye akıtan bir oluktu
on iki Türk atlısının peşinden,
on iki ordu yürüdü Çinden!..
önde Vey ırmağı,
arkada Çin
önde on iki atlı,
arkada on iki bin!..
on iki Göktürk atlısının Vey ırmağı kıyısına
vardıkları ve köprünün yıkılmış olduğunu
gördükleridir:
Vey ırmağı derler
bir ırmak vardır
Çinle Ötüken arasında.
sanılmasın bu, Orta Asyada,
herhangi bir ırmak gibidir.
Çin topraklarında uzayan
hain bir parmak gibidir.
suyu gelmez içilmeye,
köprüsü geçilmeye!
hele bu gece
akşamdan beri, yağan yağmurla
çıldırmış gider
bir azgın at gibi,
başını kaldırmış gider
gümüş, atından atlayıp
dayadı başını toprağa,
dinledi yeri
dinledi.. ordu ordu
yaklaşan çinlileri
dedi: geliyorlar hem de çok
ne yeterince kargı var sançmaya;
ne yeterince ok!..
Kara Ozan
bilge bir ozandı.
hem yiğitti
içli deyişleri
hoş sözü vardı.
tek başındaydı acunda
ne oğlu, ne kızı vardı,
boyun eğmezdi kimseye
ne de Tanrıya nazı vardı.
geri kalmazdı akınlardan,
her savaşta bir tutam
tuzu vardı.
kılıcı kırılmış,
okları bitmişti .
omzunda yalnız kopuzu vardı.
Kür şadın önünde
dizleyip yeri,
dedi: ben durdururum çinlileri!
siz geçit arayın ırmakta
kurtuluş yok böyle durmakta
ve hemen atına atlayıp
sürdü geri
kayboldu karanlıkta
gitti gitti gitti
Kara Ozan böylesine bir yiğitti
az sonra durdurup atını,
atladı yere..
bir tümseğe bağdaş kurup oturdu.
aldı kopuzunu
en ince tele vurdu vurdu
ve bütün tellerde gezindi parmakları
Kara Ozan hem deyiş söylüyor,
hem kopuz çalıyordu
kırış günü gelince
gönül şöyle hoş olur,
söz kılıçla okundur,
gayrı sözler boş olur.
gönül nedir? bir gonca..
hayat dikendir onca.
yaşamaya doyunca
can, görünmez kuş olur.
bozkurt bizim ünümüz;
şan doludur dünümüz.
gelince son günümüz.
bütün dirlik düş olur.
kırk kişiydi çerimiz,
düşüp kaldı yarımız.
baş koyacak yerimiz
yağız yerle taş olur.
kara ozan, söz uzun
feryadı çok kopuzun.
bir bir andıkça, gözün
kanlı kanlı yaş olur..
karanlık bozkırda, kopuz sesini duyan
çinlilerin kara ozanı görmeleri başına
toplanıp durmaları yüzlerce itin bir kurda
ürmeleri ve kara ozanı vurmalarıdır:
Türkleri kovalayan Çin atlıları,
kopuz sesini duyunca durdular.
neyin nesidir diye meraklanıp
o yana at sürdüler
Kara Ozan dalmış söylüyordu
Çinliler çevresini sardılar!..
bir Göktürk, bozkırda, gece yarısı
kopuz çalıyordu yağmur altında!
Çinliler şaşırmış bakıyordular
kuşkulanmadılar önce
fakat bir çin subayı
şakağındaki kılıç yarasını görünce
sordu, çince:
kimsin, buralarda ne arıyorsun?
Kara Ozan aldırmadı
kimliğini bildirmedi.
Çin subayı yere indi atından
karganmışlık saçarak suratından
yaklaştı yaklaştı
tepeden tırnağa süzdü ozanı
süzdü iyice!
lime lime olmuştu kaftanı;
kan sızıyordu yarasından
belli ki savaşmıştı bu gece!
el attı kopuza, almak için
kara ozan itti Çin subayını,
dedi: bağışlasan Çin sarayını
yine vermem!!!
o, benim dilimdir, dinimdir hey!
özge dine vermem!
o, benim töremdir, tuğumdur, hey!
ele güne vermem!
o, benim kinimdir, ünümdür hey!
bütün Çine vermem!
Çin subayı anlamıştı, onun
ihtilâlcilerden olduğunu..
el attı kılıcına..
fakat boşuna!
Kara Ozan daha erken davranıp
kopuzu indirdi çinlinin başına!..
çinli, yıldırımla vurulmuş gibi düştü..
ölmüştü..
ortalık karıştı bir anda,
paramparçaydı kara ozan..
yüzüyordu kanda.
atların ayakları altında
çiğnendi gövdesi
halâ duyuluyordu boşlukta
bir kopuz sesi
***
Çobayıkmışla Barmaklak,
atlarını sürdüler suya
***
bu,
dediğimiz su
Vey ırmağıdır
bu ırmak,
gözümüzü oymak için uzayan
çinli parmağıdır
Çobayıkmışla Barmaklak
kara budundan iki yiğitti.
gövdeleri, kıyısız denizlere
ve ruhları Tanrıdağına gitti
sonuna kadar
hey!.. hey!
hey hey de.. hey hey!..
dokuz kişiyiz!..
ardımızda dokuz bin çin atlısı,
önümüzde Vey!..
olur mu? demeyin;
olur böyle şey!..
acunda er olup
ün almak var mı?
ölümle evlenip
olmadan güvey!..
hey!.. hey!
hey hey de.. hey hey!..
dokuz kişiyiz!..
ülkümüz uğrunda
canlarımız pey!..
ardımızda dokuz bin çin atlısı;
önümüzde bir sarı yılan gibi
kıvrılan Vey!..
olamaz demeyin..
olur böyle şey!..
yıl milâdın altı yüz kırkı
gece
Vey ırmağı kıyısında
tan ağarmadan az önce
dokuz Göktürk
Çin ordusunu bekliyordu.
alaca karanlıkta bozkır
karaya kesti birden
Çin ordusu bir kara bulut gibi
kaynadı yerden
Çin ordusu
tepeden tırnağa zırhlı,
tepeden tırnağa pusatlı,
sayısız atlı
yüreklerinde Türk korkusu
***
dokuz kişiden biri
görünce çinlileri
buyruk verdi yoldaşlarına:
atlan
kabardı yelesi
dokuz bozkurdun
sarardı dokuz bin sırtlan
kabına sığmıyordu
dokuz yiğit
gökler basıktı,
yeryüzü dar
dokuz yiğidin biri,
kılıcını uzatarak ileri
haykırdı: sonuna kadar!..
ve dokuz gök, birden gürledi:
sonuna kadar
yıl milâdın altı yüz kırkı
gece
Vey ırmağının kıyısındayız,
gün doğmadan az önce
ne yağmur yağıyor,
ne rüzgâr esiyordu
pusatlar konuşuyordu yalnız,
yer-gök susuyordu
kargılar, kılıçlar, oklar
ölüm kusuyordu!
ilkin Karabudakla Yığaç,
bir ormanda iki ağaç
gibi düştüler
peşlerinden,
Gümüşle Tunga devrildi
dört deli kurt,
gerdeğe girer gibi gittiler ölüme!
sarılıp öpüştüler!!
***
yıl milâdın altı yüz kırkı
Vey ırmağının kıyısındayız.
doğuda sıradağlar çizgisi,
havada bir ağıt ezgisi
vardı!
ufukta güneş, çenesi ufka dayalı
bakıyor bozkıra
bozkır dokuz dilim nardı!
güneş,
doğduğuna pişmandı bugün,
güneş,
güneş olduğuna yanardı!..
göğe vurmuş kanımın kırmızısı
sanki göğün bağrı kanardı!!!
o gün orda yağan her damla yağmur,
o gece yağanı görse,
kınardı!
kırkı erin özünde
bozkurt soyunu,
sanki Tanrı bir kez daha
sınardı!..
bugün de vurulup düşen yiğidin,
kökü o günlere varan çınardı!
o gün dökülen kan,
bugün bende can
yarın deniz olur,
o gün pınardı!..
***
birdenbire, yüzbaşı Yağmur,
bir kılıç yedi ensesine
ve
acıyla inledi yüzbaşı,
od düşmüş gibi yandı omuz başı
önce, derin bir ah.. çekti,
sonra tutup saplanan kargıyı
büktü!.
kan sıcağı indi topuklarına
acısı büyüktü!
durdu..
bakındı çevresine
ve kendisine
kargı sançanı gördü!..
çekerek atının dizginlerini
art ayakları üstüne kaldırdı.
kükreyen bir arslan gibi,
çinliye saldırdı!
omuzundan çektiği kargıyı,
çinlinin böğrüne daldırdı!..
yüzbaşı Yağmur
alamamıştı hızını.
atladı çinlinin sırtına,
tuttu boğazını!
geçirdi gırtlağına parmaklarını..
sıkıyor sıkıyor sıkıyordu!..
çinlinin elindeki bıçak,
yüzbaşının sırtına
girip çıkıyordu!
yavaş yavaş ağırlaştı nabzı.
kan süzülüyordu yenlerinden
kan taşıyordu çizmelerinden
olan olmuştu.
çinlinin vurduğu son bıçak,
sırtında kalmıştı!
çinlinin gırtlağı elindeydi,
artık göremiyordu acunu..
yüzbaşı Yağmur bey,
ölmüştü!
***
kanıyordu Böğü Alpın
kırk yarası
sırtında dokuz bıçak,
göğsü bir kan deresi!..
kesilmiş gücü
kaldırdı kılıcını, vuramadı!
beline saplanan bir okla,
karardı acun
atının sırtında duramadı,
düştü!..
kemerinde,
atadan kalma bir bıçak vardı
sapı gümüştü.
düşmesiyle atılması bir oldu
en yakın çinliye fırlattı bıçağı!
bir çinlinin daha karnını deşti!..
sonra, serilerek çamurlu toprağa,
gözlerini yumdu
son uykuya varırken mırıldanıyordu:
bugün kara yere serilmek vardır
yarın, birgün yine dirilmek vardır!..
Çıgay Börü ile Toluk Tüğe
biri beydi, biri kara budundan.
kaftanları görünmüyordu kandan!
ilk akşamdan beri çin devletine
ölüm saçmaktaydılar!
yumuşlar bitmişti artık,
uçmaktaydilar!
yıl milâdın altı yüz kırkı
Vey ırmağının kıyısı..
bire indi bozkurtların sayısı!
artık,
boz-bulanık bir şey
değildi Vey..
kıpkızıl akıyordu!
güneş, doğduğuna değildi pişman,
sıra dağlar çizgisinin üstünden
Kür şada bakıyordu
***
Bumun Kağanın torunu,
Çuluk Kağan oğlu Kür şad,
kırkların başı..
ölü çinli yığınları üstünde
vuruşuyordu.
Çin devletine karşı!
hey!.. hey!..
yine de hey!.. hey!..
bir yanda Çin ordusu,
öbür yanda Vey!
ortada Kür şad!..
olmaz böyle şey
kim derdi ki Kür şad,
kemikle etti?
o bir kişi değil,
o bir devletti!..
bayraktı, vatandı
bir özge candı
tepeden tırnağa
kıpkızıl kandı!..
Tanrı kut soyunun
altın halkası
yedi iklim üzre
düşer gölgesi!
çinliye ölümdü,
Türke kalkandı!..
bin üç yüz elli yıl
önceki dünden
odu gönlümüze
düşen volkandı!..
bozkurt ocağının sönmeyen odu,
Çuluk kağan Kür şad,
korku bilmiyordu!.
ölümcül yaralar almıştı,
ölmüyordu!..
yanıbaşındaydı ölüm meleği,
gelmiyordu!..
güneş,
sıradağlar çizgisindeydi,
yükselmiyordu!..
susamıştı
bağrı yanmıştı
bir dolu sağrak sundu
ölüm meleği ,
eğilerek atının yelesine,
uzandı
içti son damlasına dek!
içti ve kandı!
bozkurt ocağının sönmeyen odu;
Çuluk kağan oğlu Kür şad
ölmüştü!
ölmüştü fakat yenilmemişti!
kırk şehidin Tanrıdağına uçuşları ve Tanrı
katında geçişleridir:
gece
si gan fudayız
bin üç yüz elli yıl önce
si gan fu
bu,
en büyük korku
demektir çince
***
gece
Vey ırmağının kıyısındayız
bin üç yüz elli yıl önce
ne yağmur yağıyor,
ne rüzgar esiyordu
pusatlar da konuşmuyordu artık..
yer-gök susuyordu..
***
dolun ayın şavkı vurmuştu suya;
yalnız onun nabzı atıyordu
si gan fuyla Vey suyu arasında,
sayısız çin ölüsü
kırk şehit yatıyordu!
birden!..
bir uğultu koptu derinden
bir bulut indi yere
sis gibi.. duman gibi!
kırk şehit toplandı Vey kıyısında:
yeni bir iman gibi!
***
kırk şehittiler
en önde Kür şad!..
elinde kurt başlı tuğ vardı!..
uzakta bir yeri gösteriyordu
uzakta bir dağ vardı!..
dağda bir otağ vardı!..
oraya diye gürledi
***
yürüdü kırk şehit..
en önde Kür şad
elinde kurt başlı tuğ vardı
bir bozkurt ünledi Ergenekondan
bir Tanrısal Türkü,
evreni sardı
delinse yer; çökse gök;
yansa, kül olsa dört yan
yüce dileğe doğru
yürürüz yine yayan
dirilecek bozkurtlar;
bir ordu bütün Türkler
birleşip eski yurtlar,
doğacak büyük Turan
***
bu türküyle hâlâ
doludur gökler
bir gün yine,
söylesin diye Türkler
Kür şad ve kırk yiğit
Tanrıdağında;
atam Alp Er Tunganın otağında
bin üç yüz senedir bizleri bekler
(Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu)