• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Kur'ân-ı Kerim'in Allah Kelâmı Olduğunun Delilleri | Hayata Bakışınızı Değiştirecek Videolar

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
600 sayfalık bir kitap ezberlenebilir mi?

Sizce 600 sayfalık bir kitabın kelime kelime, harf harf ezberlenmesi mümkün müdür?

Hem de bu kitap lisanını hiç bilmediğiniz bir dilde yazılmış olsa?

Hem de her sayfasında karışıklığa sebep olacak birbirine benzeyen çok cümle ve kelime bulunsa?

Herhalde böyle bir kitabı ezberlemek için dâhi olmak gerekirdi.

Acaba böyle bir kitabın küçücük çocuklar tarafından kolayca ezberlendiğini görseydiniz ne düşünürdünüz?

Herhalde derdiniz ki “Ya bu çocuklarda bir şey var, bu çocuklar dâhidir” Ya da “Bu kitap da bir tılsım var ki, sıradan bir kitap değildir.” Ve sonra görseniz ki, o çocuklar kendi lisanlarında yazılmış kısacık bir şiiri bile ezberleyemiyorlar. Acaba hiç şüpheniz kalır mıydı ki, bu kitap harikulade olmasın?

Yeryüzünde hiçbir kitap yoktur ki, milyonlarca kişi tarafından kelime, kelime ezberlenip, her vakit milyonlarca dilde okunur olsun. Kur’an müstesna!
Evet, 7-8 yaşlarındaki küçücük bir çocuk, kendi lisanında olan bir şiiri bile ezberleyemez iken; Arapça bilmemesine, manasını anlayamamasına, ayetlerin birbirine benzemesinden dolayı karıştırma ihtimali olmasına ve Arapça harflerin mahreçlerinin birbirine benzemesine rağmen 600 sayfalık Kur’an’ı kolayca ezberleyebiliyor. Hiçbir ayeti başkasıyla karıştırmıyor.

İşte Kur’an’ın bir çocuğun bile hafızasına girmesi ve ona ağır gelmemesi ve milyonlarca hafızalarda gezmesi ve her vakit milyonlarca dilde okunması ispat eder ki, Kur’an; Allah’ın kelamıdır ve onun sözüdür.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Kur’an hiç bir beşer sözüne benzemez.

Kur’an’ın benzeri bir kitap yazmak ve taklidini yapmak için iki ciddi sebep vardı:

Birisi, düşmanlarının karşı koyma ve tenkit hırsı, diğeri ise dostlarının üsluplarını Kur’an’a benzetmek ve taklit etmek şevki.

Biri düşmanlıktan diğeri muhabbetten doğan iki sebep. İşte şu iki sebep altında milyonlarca Arapça kitap yazılmış ki, o kitaplar ortada geziyor. Lakin hiçbiri Kur’an’a benzemez. Âlim olsun, cahil olsun, her kim Kur’an’a ve diğer arapça eserlere baksa katiyen diyecek ki “Kur’an bunlara benzemiyor. Ve onların mertebesinde değil.” Şu halde iki ihtimal var:

1-Kur’an, bütün bu yazılan kitapların altındadır,

2-Ya da o yazılan bütün kitapların üstündedir.

Birinci şık, dost ve düşmanın ittifakıyla batıldır. Hatta şeytan bile bunu iddia edemez. Zira o kitapların altında olsaydı, taklit edilmeye çalışılmazdı.

O halde geriye ikinci şıkkı kabul etmek kalır ki, Kur’an diğer bütün kitapların üstündedir. Bu üstünlük ise Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna delildir.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Kur’an’ın usandırmaması

Çok sevdiğiniz bir kitabı kaç defa okuyabilirsiniz? 3 defa mı? 5 defa mı? 10 defa mı? Yoksa 100 defa mı?

Ya da sevdiğiniz bir yemeği kaç gün üst üste yiyebilirsiniz? 3 gün? 5 gün? Ya da 10 gün mü?

Evet, en tatlı ve en hoş şeylerde bile tekrar Sebebiyle bir usanç ve bıkkınlık vardır.

Hâlbuki Kur’an öyle hoş bir tatlılık göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’an’ı okuyanlar için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış insanlara tekrar tekrar okunması lezzetini artırmış ve bu hakikat herkes tarafından tasdik edilmiş. Evet, Kur’an ayetleri binler defa tekrar edilse yine usandırmıyor, belki lezzet veriyor.

Bir Müslüman namazlarında, günde 40 defa Fatiha suresini okur. Bir yılda aynı sureyi 14.600 defa, bir ömürde ise 1.000.000 küsur defa okur ama bıkmaz ve usanmaz. Her okuyuşta, sanki yeni nazil olmuş ve ilk defa okuyormuş gibi heyecanla okur.

Kur’an’dan başka hiçbir kitapta bu özellik yoktur.

Elbette bu müstesna özelliği kendinde taşıyan ve her an milyonlarca dilde okunan bir kitap, beşerin sözü olamaz. Ve hiçbir beşer sözünde bu tesir bulunmaz. O halde Kur’an Allah’ın kelamıdır.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Ediplerin şehadeti

Eğer bir hastalığa yakalansaydınız, tedavi için kime gider ve kimin sözüne itibar ederdiniz? Büyük bir mimarın mı? Yoksa büyük bir elektrik mühendisinin mi? Yoksa bir fizikçinin mi? Ya da küçük bir doktorun mu? Elbette doktorun sözünü dinler ve onun sözüne itibar ederdiniz. Çünkü bilinen bir kaidedir ki; Bir fende ve bir sanatta, münakaşaya sebep olan bir meselede, o fen ve sanatın dâhilerinin sözü geçer. En büyük bir mimarın sözü, küçük bir hastalığın keşfinde, küçük bir doktor kadar geçmez ve onun sözü kadar kıymeti yoktur.

O halde madem konumuz Kur’an’ın bir beşer sözü olup olamayacağıdır, elbette belagat ve edebiyatın dâhi âlimlerinin sözleri, bu fenden olmayan binlerce insanın sözüne tercih edilir.

Evet, Kur’an’ın kelimelerindeki kusursuzluğa ve beşerin sözü olamayacağına, belagat ilminin yani söz söyleme sanatının dâhi âlimleri şahittir.

Evet, Kur’an 20 senede hem muhtelif ve birbirinden farklı mevkilerde ve parça parça nazil olduğu halde, kelimeler ve ayetler arasında öyle bir uygunluk vardır ki, sanki bir defada nazil olmuş gibidir.

İşte o âlimlerden Zemahşeri, Sekkâki, Abdülkâhir Cürcâni gibi âlimler Kur’an’ı harf harf tetkik etmişler ve bu kelamın Allah’ın sözü olduğunda ve bir beşer sözü olamayacağında ittifak etmişlerdir.

Nasıl ki, bir yıldız böceği, bin sene, hakiki bir yıldız gibi gözlem ehline gözükemez ve onları aldatamaz. Gözlem ehli kısa bir süre aldansa da bir zaman sonra onun yıldız olmadığını, bir yıldız böceği olduğunu fark eder. Hem bir sinek, bir sene, tamamen tavus kuşu suretini, sinek olduğunu hissettirmeden seyredenlere gösteremez. Ve bunların yapmacık vaziyetleri en dikkatli gözlerden sakla-namaz. Nasıl bunlar mümkün değildir.

Aynen öyle de İslam âleminin semasında parlayan ve daima hakikati neşreden Kur’an yıldızı, “hâşâ” bir yıldız böceği hükmünde, bir beşerin uydurması olsaydı, onun en yakınında olan ve onu dikkatle inceleyen belagatin dâhi âlimleri ve söz sanatının ustaları elbette bunun farkında olacaktı.

Belagatin bu dâhi âlimlerinin, bir beşerin sözünü, Allah’ın sözü zannetmeleri ve on dört asır bunu fark edememeleri mümkün değildir. Hatta şeytan bile yüz derece şeytanlıkta ileriye gitse buna imkân verdiremez.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Alemde yaptığı eşsiz inkılâp

Büyük bir hükümdar düşünün, acaba sigara gibi küçük bir alışkanlığı, büyük bir gayretle, küçük bir topluluktan ne kadar bir zamanda kaldırabilir?

Herhalde bu soruya cevabınız şu olurdu: “Yıllarca değil, asırlarca çalışsa yine de tam başaramaz, herkese sigarayı bıraktıramaz.”

Hâlbuki hükümdar olmamakla ve gayet zayıf olmakla beraber, tek başına bir insan, Hz. Muhammed (S.a.v), elinde ilahî bir ferman: Kur’an-ı Hâkim.
Ve işte o ilahî kitabın âlemde yaptığı eşsiz inkılâp;

Sigara gibi küçük bir âdeti değil, kan ve damarlara karışan çok büyük adetleri ve inançları, hem de öyle küçük bir topluluk içinde değil, gayet büyük ve kalabalık ve aynı zamanda adetlerine son derece bağlı ve inatçı bir topluluk içinde, cebir ve zorlama olmaksızın, az bir kuvvetle ve gayretle, az bir zamanda tüm bu adetleri kaldırıp, yerlerine en güzel ahlakı tesis etmesi ancak Kur’an güneşinin gönüllerde ki aksindendir.

İşte Kur’an, bu dünya da öyle nuranî, saadetli ve hakikatli inkılâplar yapmış ve beşerin sosyal ve toplum hayatını öyle değiştirmiştir ki, bunun emsali yoktur.

Bunun ile birlikte insanların hem nefislerinde, hem kalplerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem şahsî hayatlarında, hem siyasî hayatlarında öyle değişiklikler yapmış ki, insanı, aşağıların en aşağısı olan esfel-i safilinden kurtarıp, yükseklerin en yükseği olan âlâyı illiyyîne çıkarmış ve onu insan-ı kâmil yapmış.

Bu inkılâplardan sadece kalplerde yaptığı inkılâba bakalım. Ve bu inkılâbın milyonlarca numunesinden sadece Hz. Ömer’i görelim:

İslam ile tanışmadan evvel, kendi kız çocuğunu diri diri toprağa gömen Ömer, İslam ile tanışıp, Müslüman olduktan sonra bir karıncayı bile ezemeyerek Hz. Ömer oluyor. Acaba Hz. Ömer’in kalbi, İslam’dan önce kendi öz kızını, hem de diri diri toprağa gömebilecek kadar katı iken, ona ne oldu ki karıncayı bile ezemeyecek bir hale geldi, kalbi nasıl merhamet ile doldu? Ondaki bu değişikliği kim yaptı?

Elbette Kur’an!

Şimdi Kur’an’ın milyonlarca kalpte yaptığı inkılâbı, Hz. Ömer’in kalbinde yaptığı inkılâba kıyas edelim. Ve daha sonra Kur’an’ın, kalpler ile birlikte nefislerde, ruhlarda, akıllarda, şahsî hayatta, siyasî hayatta ve sosyal hayat da yaptığı değişikleri düşünelim. Ve şu soruyu kendimize soralım;

Hiç mümkün müdür ki, böyle büyük inkılâplar yapan bir kitap, Allah’ın kelamı değil de, bir beşerin sözü olsun. Hâşâ, olamaz. Zira Kur’an’ın yaptığı bu inkılâpların yüzde birisini bile hiçbir beşer kitabı yapamamıştır.

O halde Kur’an, kalplerde, nefislerde, ruhlarda, akıllarda, şahsî hayatta, siyasî hayatta ve sosyal hayat da yaptığı değişikliklerin ve inkılâpların şehadetiyle Allah’ın kelamıdır.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Asrımızın filozoflarının tasdikiyle, Kuran Allah’ın kelamıdır

Bütün temiz vicdanlar ve selim fıtratlar Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu tasdik eder. Çünkü kalbin huzuru ve vicdanın tatmin olması ancak Kur’an’ın nuruyla olur. İnsanın yaratılışı hal diliyle Kur’an’a; “Yaratılışımızın kemali sensiz olamaz” der.

Vicdanı temiz olan insan hakikati görünce ona karşı meyleder ve gerçeği söyler, batıla karşı bağlılık gösteremez. Zaten bu sıfatta ki kişinin maksadı gerçeği bulmaktır. Bu insanlar başka dinlere mensup olsalar da insaf ile gerçeği konuşmaktan kaçınmazlar.

Hem “Kemal odur ki, dost değil, düşman onu takdir etsin.” İşte bu bahiste Kur’an’ın kemalini takdir eden yabancı filozofların ve dünya çapında binlerce ilim adamının Kur’an ve kanunları hakkındaki görüşlerinden bazılarını beyan edeceğiz. Onlar bu sözler ile Kur’an’ın hakkaniyetine canlı şahitler olmuşlardır.

Prens Bismarc’ın Beyanatı;

“Sana muasır bir vücut olamadığımdan müteessirim ey Muhammed! (S.a.v)

Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için Allah tarafından geldiği iddia olunan bütün indirilmiş semavî kitapları tam ve etrafıyla tetkik ettimse de, tahrif olundukları için hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır.

Lâkin Muhammedîlerin (S.a.v) Kur’an’ı, bu kayıttan azadedir. Ben Kur’an’ı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm.
Muhammedîlerin (S.a.v) düşmanları, bu kitabın Muhammed’in (S.a.v)) zatının eseri olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel bir dimağdan böyle bir harikanın meydana gelebileceğini iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasını ifade eder ki; bu da ilim ve hikmetle izah edilemez.

Ben şunu iddia ediyorum ki Muhammed (A.S.M.) mümtaz bir kuvvettir. İlahi kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.
Seninle aynı asırda yaşayamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed (S.a.v)! Muallimi ve naşiri olduğun bu kitap, senin değildir; o ilâhidir.

Bu kitabın ilâhi olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin batıllığını ileri sürmek kadar gülünçtür.

Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, heybetli huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.”
Meşhur araştırmacı, müsteşrik, Arap Edebiyatı Mütehassısı Doktor Maurice şöyle diyor:

Bizans Hristiyanlarını, içine düştükleri “bâtıl itikatlar” çıkmaz sokağından, ancak Arabistan’ın Hira Dağı’nda yükselen ses kurtarabilmiştir. İlahî kelimeyi en ulvî makama yükselten ses, bu ses idi. Fakat Rumlar bu sesi dinleyememişlerdi. Bu ses, insanlara en temiz ve en doğru dini talim ediyordu.

Kur’an nedir? Her tenkidin üstünde bir fesahat ve belâgat mucizesidir. Kur’an’ın, bir milyar Müslüman’ın göğsünü haklı bir gururla kabartan meziyeti, onun her manayı en güzel bir şekilde ifade etmesi itibariyle, indirilmiş kitapların en mükemmeli ve ezelî olmasıdır. Hayır, daha ileri gidebiliriz:

Kur’an, ezeli kudretin inayeti ile insana bahşettiği semavi kitapların en güzelidir. Beşeriyetin refahı nokta-i nazarından Kur’an’ın beyanatı, Yunan felsefesinin ifadelerinden pek ziyade ulvîdir. Kur’an, arz ve semanın yaratıcısına hamd ve şükranla doludur.

Mister John Davenport;

“Hazret-i Muhammed (S.a.v) ve Kur’an-ı Kerim” ismindeki eserinde Kur’an-ı Kerim’den bahsederken, şu sözleri söylüyor:

Kur’an’ın sayısız özellikleri içinde bilhassa ikisi fevkalâde mühimdir:

1- Allah’ın büyüklüğünü ifade eden ayetlerin ahengindeki ulviyettir. Kur’an-ı Kerim, beşerî zaaflardan herhangi birisini Allah’a isnaddan münezzehtir.

2- Kur’an başından sonuna kadar beliğ olmayan, ahlaka aykırı yahut terbiyeye muhalif fikirlerden, cümlelerden ve hikâyelerden tamamen münezzehtir.

Hâlbuki bütün bu noksanlıklar ve kusurlar, Hristiyanların ellerindeki tahrif edilmiş Kitab-ı Mukaddes’te bollukla vardır.

Carlyle şöyle diyor;

Kur’an’ı bir kere dikkatle okursanız, onun özelliklerini göstermeye başladığını görürsünüz. Kur’an’ın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden fark edilir. Kur’an’ın başlıca hususiyetlerinden biri, onun aslıyetidir.

Benim fikir ve kanaatime göre, Kur’an baştan sona samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (S.a.v.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattir.

Edward Gibbon;

İngiltere’nin en meşhur ve en büyük tarihçilerinden Edward Gibbon “Roma İmparatorluğu’nun gerilemesi ve çöküşü” adlı eserinde şöyle diyor:
Ganj Nehri ile Atlas Okyanusu arasındaki memleketler, Kur’an’ı bir temel kanunlar ve onun hükümlerini de hayatın ruhu olarak tanımışlardır.

Kur’an’ın nazarında, kuvvetli bir hükümdarla, zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Kur’an bu gibi esaslar üzerinde öyle bir sistemi vücuda getirmiştir ki, dünya da bir benzeri yoktur.

Müslümanlığın esası; teslisi ve Allah’ın cisim olduğunu ve vahdet-i vücud akidesini reddetmektedir. Kur’an bu gibi karışıklıklardan, belirsizliklerden âzadedir.

Kur’an, Allah’ın birliğine en kuvvetli delildir. Müslümanlık belki bugünkü fikrîmizin seviyesinden daha yüksek bir dindir.

Marmadüke Picktahall:

Kur’an’ın telkin ve Hazret-i Muhammed’in tebliğ ettiği esaslardan mükemmel bir ahlâk kitabı vücud bulur.

Kur’an hakikatlerinin muhtelif memleketlerde insanlığa ettiği iyiliği ve sonra da Allah’a yaklaşmak isteyen insanları Cenab-ı Hakk’a ulaştırdığını inkâr etmek mümkün değildir.

Yaratıcının hukuku ile yaratılmışın hukuku, ancak müslümanlık tarafından mükemmel bir surette tarif olunmuştur. Bunu yalnız Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da Musevîler de itiraf ediyorlar.

Levazaune;

Yeni keşiflerin veya ilmin yardımıyla hallolunan yahut halline uğraşılan meseleler arasında hiç bir mesele yoktur ki; İslâmiyet’in esaslarına taarruz etsin.
Bizim, Hristiyanlığı, tabiat kanunları ile telif için sarf ettiğimiz mesaiye mukabil, Kur’an-ı Kerim ve Kur’an’ın talimiyle, tabiat kanunları arasında tam bir ahenk görülmektedir. Kur’an, her hürmete layık olan eserdir.

Corsele;

Kur’an, Arapça’nın en mükemmel ve pek sağlam bir eseridir. Müslümanların itikadı veçhile; bir insan kalemi, bu mucize eseri vücuda getiremez.
Kur’an bizâtihî daimî bir mucizedir; hem öyle bir mucize ki, ölüleri diriltmekten daha yüksektir. Bu mukaddes kitabın ta kendisi, menşeinin semavî olduğunu ispata kâfidir.

Muhammed (Sa.v.) bu mucizeye dayanarak, bir peygamber olarak tanınmasını istemiştir. Arabistan’ın çıplak ve kısır çöllerini aydınlatan, şâir ve hatiplere meydan okuyan Kur’an’ın, bir âyetine bir benzer istemiş; hiçbir kimse bu meydan okumaya karşı gelememişti.

Rodwel;

Kur’an âyetlerini indiriliş tarihine göre tercüme ve tertip eden İngiltere’nin en mutaassıp papazlarından Rodwell, şu hakikatleri itiraf ediyor:
Kur’an Arabistan’ın basit bedevilerini öyle bir değişikliğe uğratmıştır ki, bunların âdeta sihirlendiklerini zannedersiniz.

Hristiyanların anlayışına göre Kur’an’ın nâzil olmuş bir kitap olduğunu inkâr edecek olsak bile, Kur’an putperestliği imha, Allah’ın birliği inancını tesis, cinlere, perilere, taşlara ibadeti kaldırma, çocukları diri diri gömmek gibi vahşi âdetleri ve bütün hurafeleri izale ile, bütün Araplar için ilahî lütuf ve nimet olmuştur. Kur’an bu Sebeplerden her türlü övgüye layıktır.

Jochahim;

İslâm Peygamberinin seciyesini aydınlatan Kur’an ayetleri, son derece mükemmel ve son derece tesirlidir. Bu kısım ayetler, Müslümanlığın ahlâkî kaidelerini ifade eder.

Fakat bu kaideler, bir iki sureye münhasır değildir. İnsafsızlık, yalancılık, hırs, israf, fuhuş, hıyanet, gıybet; bunların hepsi Kur’an tarafından en şiddetli surette yasaklanmış ve bunlar, rezaletin ta kendisi bilinmiştir.

Diğer taraftan hüsn-ü niyet sahibi olmak, başkalarına iyilik etmek, iffet, hayâ, müsamaha, sabır ve tahammül, iktisat, doğruluk, istikamet, sulhperverlik, hakperestlik, her şeyden fazla Cenab-ı Hakka itimat ve tevekkül, Allah’a itaat Müslümanlık nazarında hakikî iman esasları ve hakikî bir müminin başlıca sıfatları olarak gösterilmiştir. Resul-i Ekrem idrak ve şuur timsalidir.

İşte Kur’an hakkında Batılı filozofların görüşlerinden bir kısmını işittin. Bütün filozofların sözlerini toplasak, ciltler dolusu kitap olur. Biz sadece denizden bir damlayı gösterdik.

Acaba hiç mümkün müdür ki, bu kadar filozof ve bilim adamları yanılsın. Hâşâ, içinde hurafeler olan bir kitabı hak ve hakikat madeni zannetsin. Bu mümkün değildir. O halde geriye sadece tek bir seçenek kalıyor ki, o da Kur’an’ın Allah’ın kitabı olmasıdır.

 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Kur’an’ın meyveleri olan evliyalar ve asfiyalar ve ilimler

Kur’an’ı bir ağaca benzetirsek, o ağacın dalları; asırları, o dallardaki meyveler ve çiçekler de, o asırda yetişmiş evliyaları ve yüksek ilim sahibi olan âlimleri ifade eder.

Nasıl ki, ağacın hayat sahibi olması, meyvesi ve çiçeği ile bilinir. Dallarında binlerce meyve ve çiçek olan bir ağacın ölü olduğunu kimse iddia edemez. Zira böyle bir iddiaya karşı her bir meyve ve çiçek; “Bize bakın, bizim hayatımız ağacımızın hayatından geliyor. Bizler ağacımızın kökünden besleniyoruz, o halde ağacımız hayattadır” derler. Dolayısıyla ağacın hayatını inkâr etmek için, ilk önce dallarındaki meyvelerin hayatını inkâr etmek ve sözlerini çürütmek gerekir. Meyvenin ve çiçeğin hayatını inkâr edemeyen, ağaca ilişemez.

Aynen bunun gibi Kur’an ağacının meyveleri olan evliya ve âlimleri inkâr edemeyen, o meyvelerin ağacı olan Kur’an’ı da inkâr edemez.

Dolayısıyla şöyle bir söz söylesek: “Kur’an Allah’ın kelamıdır, çünkü Abdülkâdir-i Geylani hazretleri o kadar kemal sahibidir ki, asrında yaşayan gayri müslimler; “İslamı kabul etmiyoruz ama Abdülkadir’i de inkâr edemiyoruz” demişlerdir.”

Bu söz doğrudur. Yani bizler Geylani hazretlerinin kemalini, Kur’an’ın hak kelam olduğuna delil getirebiliriz. Zira O, Kur’an’ın bir talebesidir.

Ondaki kemal ve kerametler de, Kur’an’ın kökünden geliyor. Hâşâ, eğer Kur’an Allah’ın kelamı olmasaydı, o zaman bu ağaçta meyveler gözükmeyecekti. Madem gözükmüş, elbette Allah’ın kitabıdır.

O halde on dört asırda yaşamış bütün evliyalar ve yüksek âlimler, kerametleriyle, ilimleriyle, kemalleriyle, bütün güzel sıfatlarıyla ve hakikati gösteren yaşantılarıyla, Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğuna delildir.

Onları tamamıyla inkâr edemeyen, nuranî ağaçları olan Kur’an’a ilişemez.

Acaba, bir Geylani hazretleri bile inkâr edilemezken, nerede kaldı tamamını inkâr etmek!

İslamiyet’in bütün hak ilimleri ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kelamıdır.

Kur’an’ı yine bir ağaca benzetirsek, fıkıh, usul-ü fıkıh, tefsir, kelam, akait, tasavvuf gibi İslamiyet’in bütün hak ilimleri o ağacın birer meyvesi olur.

Acaba dallarında bu kadar hak meyveler olan bir ağacın hayatından hiç şüphe edilebilir mi?

Madem ağacın hayatını inkâr edebilmek için, ilk önce hayatının belirtileri olan meyvelerini inkâr etmek gerekir ve madem meyveye dil uzatamayan ağaca dil uzatamaz.

Aynen öyle de Kur’an’a dil uzatabilmek ve bu nuranî ağacın hayatını inkâr edebilmek için ilk önce meyveleri hükmünde olan İslamiyet’in hak ilimlerini inkâr etmek gerekir.

Bu ise mümkün değildir. Zira her bir ilim, sağlam kaidelere, aklî ve vicdanî delillere ve mantıkî kurallara bina edilmiştir. Bu ilimlerin sadece bir tanesini tamamen öğrenmek bile yıllar süren tahsile bağlıdır. Hele bir iki tanesinde mütehassıs olmak ancak dâhilere nasip olur.

Acaba hiç mümkün müdür ki, meyvesi, böyle hak ilimler olan Kur’an, okuma yazma bilmeyen bir beşerin sözü olsun ve bütün bu hak ilimler o zatın sözünden süzülsün. Hâşâ olamaz. O halde Kur’an, meyveleri olan bu ilimlerinin şehadetiyle Allah’ın kelamıdır ve mukaddes kitabıdır.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Kur’an’ın meydan okumasına karşı acziyet

Kur’an’ın nazil olduğu dönemde Araplar belagatın yani söz söyleme sanatının zirvesinde idiler. Şiir ve edebiyat o kadar revaçta idi ki, her sene yarışmalar düzenlenir ve birinci olan kaside altın yazıyla Kâbe’nin duvarına asılırdı. İşte Kur’an böyle bir zamanda nazil oldu ve bütün dâhi ediplere ve söz söyleme sanatının sultanlarına 8 mertebede meydan okudu.

8 mertebede meydan okumaya geçmeden önce şu sorumuzun cevabını arıyoruz: Acaba birisi şöyle bir iddiada bulunsa: Kimse şu taşı kaldıramaz. Bu taşı kaldırabilecek dünyada kimse yoktur… Siz de bu kişinin davasını çürütmek istiyorsunuz. Acaba bu kişinin davasını çürütmek için o taşı kaldırma yoluna mı gidersiniz? Yoksa o kişiyle kavga etme yoluna mı gidersiniz? Bir de düşünün, bu kişinin taraftarları var. Eğer kavga yoluna giderseniz, bu yolda binler tehlike, mal ve can kaybı da var… Acaba “kaldırılmaz” dediği taşı kaldırarak davasını çürütebilme imkânı varken, hiç uzun ve zahmetli yol olan kavga yolunu tercih eder misiniz? Herhalde aklı olan hiç kimse 2. yolu tercih etmezdi.

Sonra görseniz ki, bu kişinin davasını çürütmek için kimse taşı kaldırmıyor. Herkes onunla kavga yolunu tercih ediyor. Ve kavga yolunda da müthiş zararlara uğruyor. Bu zararlara rağmen de hala basit yol olan “taşı kaldırma” yolunu tercih etmiyor.

Herhalde bunu görseniz derdiniz ki: Demek bu kişinin “taşı kimse kaldıramaz” davası haklı bir davadır. Zira bu düşmanları taşı kaldırabilseydi elbette bu kısa yoldan giderek bu kişinin davasını çürütebilirlerdi. Bunlar ise bu kısa yol yerine, uzun ve tehlikeli yol olan kavga yolunu tercih etmişler. Demek kısa yol olan “taşı kaldırma” yolu kapalıdır.

Aynen bu misalde olduğu gibi, peygamber efendimiz (s.a.v) de bir dava ile ortaya çıkmıştır. Davası: “Bu Kur’an Allah’ın kelamıdır” sözüdür. Bunu inkâr edenlere de 8 mertebede meydan okuyarak, davasını kolayca çürütebilecekleri yolu göstermiştir. Bu 8 mertebe meydan okuma şu şekildedir:

Efendimiz (s.a.v.) Kur’an’ın ayetleriyle şöyle meydan okumuştur:

1- Eğer Bu Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğundan şüpheniz varsa, yani bu kitabı benim yazdığımı iddia ediyorsanız, o zaman haydi sizlerden benim gibi okuma-yazma bilmeyen birisi böyle bir kitap yazsın da görelim. Eğer bu kitabı -hâşâ- ben yazdıysam, benim gibi okuma-yazma bilmeyen sizlerden birisi de yazabilir. Hadi yazsın, getirsin, görelim…

Bu meydan okumaya karşı müşriklerin sesi çıkmayınca 2. mertebede meydan okuma yapıldı:

Madem benim gibi okuma-yazma bilmeyen birisi böyle bir kitap yazamıyor. Hadi o kişi okuma-yazma bilsin. Hem gayet âlim ve söz söyleme sanatının üstadı olsun, Kur’an gibi bir kitap yazsın da görelim…

Bu meydan okumaya karşı da o zamanın dâhi edipleri sessiz kalmış ve Kur’an gibi bir kitap yazamamışlardır.

Bundan sonra Kur’an’ın lisanıyla 3. mertebede meydan okuma yapılmıştır:

Madem tek başınıza böyle bir kitap yazamıyorsunuz, o halde birleşin, kafa kafaya verin, bütün edip ve söz sultanlarınızı toplayın, hatta eski yazılmış eserlerden de istifade edin. Hatta güvendiğiniz ilahlarınızı da yardıma çağırın ve Kur’an gibi bir kitap getirin.

Bu mertebede meydan okumaya da müşrikler sessiz kalmış ve Kur’an gibi bir kitap getirememişlerdir. Sonra Kur’an 4. mertebede meydana okumayı şu şekilde yapmıştır:

Madem Kur’an’ın bütün inceliklerine benzer bir kitap getiremiyorsunuz, o halde gelin sadece belagatına benzer bir kitap yazınız. Bunu yapınız ve Kur’an’ın davasını çürütünüz.

Bu meydan okumaya karşı da müşrikler sessizliğini bozamamış ve Kur’an’ın belagatına benzer bir kitap yazamamışlardır.

Bundan sonra Kur’an 5. mertebede şöyle meydan okumuştur:

Madem Kur’an’ın belagatına benzer bir kitap da getiremiyorsunuz, o halde, verdiği haberlerin doğru olmasını da sizlerden istemiyorum. Verdiği haberler yalan olsun, önemli değil, sadece belagatına benzese yeter. Bunu yapınız…

Müşrikler bu meydan okumaya karşı da çaresizce susunca, Kur’an 6. meydan okumasını yaptı:

Madem Kur’an’ın tamamına benzer bir kitap getiremiyorsunuz, öyleyse 10 suresi kadar bir kitap yazınız ve Kur’an’a benzetiniz.

Müşrikler 10 suresinin de benzerini getiremeyince, Kur’an 7. meydan okumasını yaptı:

Hadi madem 10 sureye benzer bir kitap yazamıyorsunuz, 10 sure olmasın, sadece bir suresine benzesin bu da yeter. Bunu yapınız ve Kur’an’ın davasını çürütünüz.

Müşrikler bunu da yapamadılar ve Kur’an’ın bir suresine benzer getiremediler. Bunun üzerine Kur’an 8. ve son meydan okumasını yaptı:

Madem uzun bir sureye benzer getiremediniz, o halde o sure uzun olmasın kısa olsun, kısa bir surenin benzerini getiriniz. Hiç değilse bunu yapınız. Zira bu dünyada haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve ahiretiniz bunu yapmakla kurtulabilir. Eğer bunu da yapamazsanız –ki yapamayacaksınız- o halde bilin ki, dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde yaşayacak, can ve malınız helakette mahvolup gidecek. Ahirette de Cehennemin ebedî hapsi ile mahkûm olup, putlarınız ile beraber ateşe odun olacaksınız…

Kur’an’ın bu meydan okumasına karşı da müşrikler sessizliklerini bozamadılar. Kur’an’ın davasını çürütmek için, kısa yol olan Kur’an’ın benzeri bir suresini yazamayıp, uzun ve tehlikeli olan, canların ve malların heder edildiği savaş yolunu tercih ettiler. Hâlbuki Kur’an’ın kısa bir suresinin benzerini yapabilselerdi, savaşa gerek kalmayacak ve Kur’an’ın davasını iptal edeceklerdi. Ama onlar savaşı tercih ettiler. İşte bu hal gösterir ki, kısa yol olan, Kur’an’ın benzerini getirmek mümkün değildir. Madem Kur’an’ın benzerini getirmek mümkün değildir, o halde Kur’an bir beşer sözü olamaz. Okuma- yazma bilmeyen bir beşerden asla sudur edemez.

Bu makamda şöyle bir soru akla gelebilir: Kur’an’ın 8 mertebede bu meydan okumasına karşı müşriklerin benzer bir kitap yazamadıklarını nereden bilelim. Belki de yazmışlardır.

Bu soruya karşı cevabımız şudur: Eğer onlar Kur’an’ın bir suresine benzer bir şey yazabilselerdi, elbette bu, âlemde şöhret bulacak ve Kur’an’ın davasını iptal etmek isteyen insanlar ona taraftar olacaktı. Hem nasıl ki onlar Kur’an’ın aleyhine zannettikleri her şeyi âleme neşretmişler, o halde bunu da neşredecekler ve bu da tarih ve siyer kitaplarına girecekti. Hâlbuki bütün tarih ver siyer kitapları araştırılsa, Kur’an’a benzer olarak yazılmış bir kitap, hatta kısa bir sure bile bulunamaz. İşte bu durum ispat eder ki, O asrın dâhi edipleri Kur’an’a benzer bir kitap yazmaktan aciz kalmışlardır.

Hatta bir edip, onların bu aczini şöyle ifade etmiştir: “Muarazayı bi-l huruf mümkün olmadı, muharabe-i bis-suyûfa mecbur oldular.” Yani “harfler ile karşı gelmek mümkün olmadığından, kılıçlar ile savaşmaya mecbur oldular.”

İşte Kur’an’ın 8 mertebede onlara meydan okuması, onların ise bu meydan okumaya karşı aciz kalmaları ve birkaç satır yazmak gibi kısa bir yolu bırakarak, uzun ve tehlikeli yol olan savaş yolunu tercih etmeleri ispat eder ki: Kur’an Allah’ın kelamıdır ve Onun sözüdür.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20

Kur’an’da hata ve tezatların olmaması

Kur’an bir lisan mucizesidir. Onda söze ve üsluba ait bütün güzellikleri, yüksek ifadelerin bütün çeşitleri, ahlaka ait bütün yüce esaslar, kâinata ait bütün kanunlar, müspet ilimlerin özü ve ilahi bilgilerin fihristi geçmişe ve geleceğe ait gaybi haberlerin bulunmasına rağmen hiçbir karışıklık izi görülmez.
Ve Kur’an’ın ayetlerine insaf ile dikkat edilirse görülür ki diğer kitaplar gibi bir iki fikri takip eden bir fikrin silsilesine benzemez.

Bu kadar farklı ve teferruatlı türleri bir yerde toplayıp herhangi bir karışıklık, zıtlık göstermemesi ispat eder ki Kur’an asla okuma yazma bilmeyen bir beşerin fikrinin mahsulü değildir.

Hâlbuki hangi seviyede olursa olsun, hiçbir beşeri eser, hata ve yanlıştan salim olamaz.

Edebiyatta ileri olan Arap edipleri ve belagatin âlimleri ve kelamların özelliklerini ortaya çıkarmaya çalışan edebiyat eleştirmenleri altının ayarını anlamak için onu mihenk taşına vuran bir sarraf titizliği ile asırlar boyunca Kur’an’ı incelemişler ve sonuçta onun bütün hata ve tezatlardan uzak olup bir beşerin böyle bir eseri vücuda getirmekten aciz olduğunu kabul etmişlerdir.

Onlar hâlâ Kur’ân’ı gereği gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı.”(Nisa:82)
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Kur’an ile hadis üslubunun benzememesi

Kur’an üslubu ile hadis üslubunun birbirinden uzak olması ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kitabıdır.

Kur’an-ı Kerim’i Allah’tan bize getiren Hz. Peygamber olduğu gibi onu tebliğ edende bizzat kendisidir. Kur’an ondan zuhur ettiği gibi hadiste ondan zuhur etmiştir.

Fakat dikkat edilirse Peygamber Efendimiz’in (S.a.v.) Kur’an olarak tebliğ ettiği ilahi kelam ile kendisine ait olan hadisler arasında büyük bir fark olduğu görülür.

Hem bu farkı anlamak için de âlim olmaya gerek yoktur. Kur’an ve hadis üslubunu karşılaştıranlar bunların arasında bariz bir fark olduğunu hemen görürler.

Eğer Kur’an kendisini inkâr edenlerin dediği gibi bir beşer sözü olsaydı peygamber efendimizle Kur’an’ın üslubunu aynı olması gerekirdi.

Hâlbuki Kur’an’ın üslubunun hadisi şeriflere benzememesi ve Kur’an’ın beyanının bütün beyanlardan üstün olması gösterir ki bu Kur’an peygamberin sözü değil kendisini peygamber kılan ve ona vahyeden Allah’ın sözüdür.
 

Kaldırımlar.

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
13 Kas 2020
Konular
21
Mesajlar
27
MFC Puanı
60
Kur’an ile hadis üslubunun benzememesi

Kur’an üslubu ile hadis üslubunun birbirinden uzak olması ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kitabıdır.

Kur’an-ı Kerim’i Allah’tan bize getiren Hz. Peygamber olduğu gibi onu tebliğ edende bizzat kendisidir. Kur’an ondan zuhur ettiği gibi hadiste ondan zuhur etmiştir.

Fakat dikkat edilirse Peygamber Efendimiz’in (S.a.v.) Kur’an olarak tebliğ ettiği ilahi kelam ile kendisine ait olan hadisler arasında büyük bir fark olduğu görülür.

Hem bu farkı anlamak için de âlim olmaya gerek yoktur. Kur’an ve hadis üslubunu karşılaştıranlar bunların arasında bariz bir fark olduğunu hemen görürler.

Eğer Kur’an kendisini inkâr edenlerin dediği gibi bir beşer sözü olsaydı peygamber efendimizle Kur’an’ın üslubunu aynı olması gerekirdi.

Hâlbuki Kur’an’ın üslubunun hadisi şeriflere benzememesi ve Kur’an’ın beyanının bütün beyanlardan üstün olması gösterir ki bu Kur’an peygamberin sözü değil kendisini peygamber kılan ve ona vahyeden Allah’ın sözüdür.


Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

“Er-Rahmân, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona, beyanı (konuşup kendini ifade etmeyi) öğretti.”[1]

Allah (cc) insanı yarattı. Sonra duygu ve düşünceleri aktarma aracı olan dili öğreterek onları amaçsız bir yığın olmaktan kurtardı. Duygu, düşünce, his ve isteklerin aktarılabilmesi ve anlaşılabilmesi için beyanı öğretti. Er-Rahmân, insanı bu formatta yarattıktan sonra onlarla Kur’ân vesilesiyle iletişim kurdu. Zatını, isteklerini, sevdiklerini, sevmediklerini, öfkelendiklerini, yaptıklarını, yapacaklarını… tüm insanlığın anlayacağı şekilde tafsilatlı olarak açıkladı.

Bu yazıda genel olarak yüce Allah’ın kullarıyla nasıl ve hangi yolla iletişime geçtiği, iletiyi alıcı konumunda olan bizlerin mesaja karşı nasıl bir tavır takınmamız gerektiği üzerinde duracağız inşallah.

Herhangi bir ortam ve zaman diliminde iletişimden söz edilebilmesi için şu beş unsurun mutlaka olması gerekir: gönderici, alıcı, ileti/mesaj, kanal (iletinin gönderilme şekli) ve kullanılan dil/kod.

Sağlıklı iletişimde ilk önce gönderici ile alıcı arasındaki anlaşılabilirliğin net olması gerekir. Yani gönderici, mesajını muhatabın anlayabileceği bir dille göndermelidir.

“Andolsun ki biz, Kur’ân’ı öğüt alınması için kolaylaştırdık. Peki var mı öğüt alan?”[2]

İkinci olarak, göndericinin vermek istediği mesaj ile alıcının bilgi ve anlayış düzeyinin birbirine yakın olması gerekir. Alıcı, göndericiyi anlamalı; mesajın, iç dünyasında karşılık bulabileceği ahlak, tecrübe ve bilgi düzeyinde olmalıdır. Çünkü bazen iletinin dili anlaşılabildiği hâlde alıcıdan kaynaklı problemler nedeniyle mesaj, istenilen etkiyi oluşturmayabilir, alıcıda tesir/değişiklik meydana getirmeyebilir. Eyke Halkı’nda ve Kur’ân’ın kendi dillerinde indiği Mekkeli müşriklerde olduğu gibi:

“Demişlerdi ki: ‘Ey Şuayb! Söylediklerinin birçoğunu anlamıyoruz.’ ”[3]

“...Ne oluyor bu topluluğa? Neredeyse hiçbir sözü anlamayacaklar.”[4]

Aynı mesaja muhatap olan sahabe ise iç dünyalarında “vahyi anlama düzeyini” yakaladıkları için mesajı hakkıyla anlamışlardı:

“...onları takva kelimesi (olan Lailaheillallah’a) bağlı kılmıştı. Onlar da buna layık ve ehil kimselerdi.”[5]

Ancak dilin doğru ve etik kullanılabildiği, sağlıklı iletişimin kurulabildiği bir ortamda, davranışlarda düzelme/ıslahtan ve sağlıklı bir toplumdan bahsedilebilir. Kur’ân’ı dikkatli bir şekilde okuyan bir kimse İsrailoğullarının, nebilerine karşı sürekli edepsiz konuştuklarını[6] ve bu konuda kınandıklarını görecektir. Organize, düzenli, birlikte hareket edemeyen bir topluluk olamamalarının nedenlerine bakıldığında karşımıza çıkacak en büyük problemin bu olduğu görülecektir:

“Ey iman edenler! Musa’ya eziyet edenler gibi olmayın. Allah söyledikleri şeylerden O’nu temize çıkardı.”[7]

“Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının ve doğru/sağlam/adil söz söyleyin. (Allah’ta buna karşılık) Amellerinizi ıslah etsin.”[8]

“Musa kavmine demişti ki: ‘Allah, bir inek kesmenizi emrediyor.’ Demişlerdi ki: ‘Bizimle alay mı ediyorsun?’ Musa: ‘Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.”[9]

Bu yüzdendir ki Allah (cc), ideal/örnek topluma en açık, en anlaşılabilir, en fasih ve beliğ şekilde hitap etmiş ve toplumun temellerini atarken dilin bu özeliklerini kullanmıştır:

“Şüphesiz ki biz, bilen bir topluluk için ayetlerimizi detaylı olarak açıkladık.”[10]

“O (Kur’ân’la) muttakileri müjdeleyesin ve inatçı topluluğu uyarasın diye onu senin dilinle kolaylaştırdık.”[11]

“(Bu Kitap,) (özünde merhamet sahibi olan) Er-Rahmân, (rahmetini kullarına eriştiren) Er-Rahîm olan (Allah) tarafından indirilmiştir. (Bu,) bilen bir topluluk için Arapça okunan, ayetleri detaylı olarak açıklanmış bir Kitap’tır. Müjdeci ve uyarıcı olarak…”[12]

“Hamd, kuluna Kitab’ı indiren ve onda hiçbir eğrilik/çarpıklık kılmayan Allah’a aittir. (O Kur’ân,) dosdoğru bir Kitap’tır. Katından şiddetli bir azapla uyarmak ve salih amel işleyen müminlere güzel bir mükâfat olduğunu müjdelemek için (indirilmiştir).”[13]

Filozof Konfüçyüs’e sordular:

“Bir memleketi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu?”

Konfüçyüs’ün cevabı şöyle oldu:

Hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle işe başlardım. Dil kusurlu olursa sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez…

Bu nedenle mesajı gönderen kişi muhatabında bırakmak istediği tesir kadar dili doğru kullanmalıdır. Gönderici ile alıcı arasında ortak bir dil oluştuktan sonra, ortak zeminin muhafazası için çabalamak gerekir. Zira dil, yaşayan bir organizmadır; ıslah edilmesi mümkün olduğu gibi bozulması da mümkündür. Bunun farkında olan şer odakları 1 Kasım 1928 tarihinde Osmanlıcayı ve Kur’ân dili olan Arapçayı yasakladılar. Dillerini değiştirerek; toplumun başta dini olmak üzere, kültür ve adetlerini de değiştirdiler. Allah Resûlü de (sav) bunun bilincinde olarak Kur’ân terminolojisinde/ıstılahında ismi “el-işâ” olan yatsı namazına “el-ateme“ diyen bedevileri uyarmıştır:

“Bedeviler namazınızın ismi hususunda size galabe çalmasın. Bu namazın adı sadece ‘el-işâ’dır.“ [14]

Kur’ân’a gelince; Kur’ân edebi bir metindir. Bir edebi metni doğru anlamanın, çözümlemenin temel şartı da o metinde dilin hangi işlevde kullandığının bilinmesidir. Yani dilin nasıl, ne şekilde ve ne amaçla kullanıldığını... Gönderici iletiyle bir şey isteyebilir, korkutabilir, harekete geçirmeye çalışabilir, sevdiğini hissettirebilir.

Alıcı ile gönderici arasındaki ilişki, sayısız işlevi gerçekleştirmek üzere kurulduğu için; ileti hangi işlevi gerçekleştiriyorsa dilin işlevi o şeyle adlandırılır. Dil bilimciler dilin en fazla -birazdan zikredilecek olan- altı işlevle kullanıldığını fark etmişlerdir. Yüce Rabbimiz bize olan merhameti nedeniyle bizlerle iletişim kurarken iletisini daha iyi anlamamız, bize tesir etmesi ve sıkılmamamız için altı işlevi de kullanarak iletişime geçmiştir.[15]

1. Göndergesel İşlev

Dilin bilgi vermek amacıyla kullanılmasıdır. Amaç, mesaj konusunda doğru, nesnel, gözlemlenebilir bilgi vermektir. Cümleler duygu içermez. Ansiklopedilerde, kullanım kılavuzlarında dil bu işlevle/amaçla kullanılır. Kevni ayetlerden bahsedilirken dil, bu işleviyle kullanılır:

“Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik.”[16]

“Allah ki; yedi göğü ve yerde de onun bir benzerini yarattı.”[17]

“O kâfirler, göklerin ve yerin bitişik olduğunu, bizim onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görmediler mi? İman etmezler mi?

Yer onları sarsmasın diye (dağlardan) kazıklar çaktık. Yollarını şaşırmamaları için de, (o dağlar arasında) geniş yollar kıldık.

Gökyüzünü (üzerlerine düşmesin diye) korunmuş bir tavan yaptık. Onlar, O’nun ayetlerinden yüz çevirmişlerdir.

Geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur. Her biri (belirlenmiş) bir yörüngede akıp gitmektedir.”[18]

2. Heyecana Bağlı İşlev

Göndericinin kendi iletisi hakkındaki duyguları ve hislerinin anlaşılabildiği iletilerde dil bu işlevde kullanılmıştır. Dilin göndergesel işlevinde nesnellik, heyecena bağlı işlevinde ise öznellik ön plandadır. Özel mektuplarda, lirik şiirlerde, eleştiri yazılarında sıkça kullanılır. “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!” “Eyvah geç kaldım!” gibi cümleler örnek verilebilir. Kur’ân’da bu işlevi gödüğümüz bazı ayetler şöyledir:

“Ey Nuh ile birlikte (gemide) taşıdığımız kimselerin çocukları! Şüphesiz ki o (Nuh), çokça şükreden bir kuruldu.”[19]

“Âlemler içinde Nuh’a selam olsun.”[20]

“De ki: ‘Şayet müminlerseniz, imanınız size ne kötü bir şey emrediyor!’ ”[21]

3. Alıcıyı Harekete Geçirme İşlevi

İleti/Mesaj bu amaçla kodlanarak alıcıyı harekete geçirmek üzere düzenlenir. Alıcıda tepki ve davranış değişikliği yaratmaya odaklıdır. Dilin çağrı işlevi, alıcıya hitap ve emir kipiyle oluşturulur. Cenaze merasimindeki telkinler, propagandalar, siyasi metinler, indirim kampanyalarında olduğu gibi: “Beni dikkatle dinleyin!” “Sınıfı hemen terk et!” “İnsanlar geliniz, toplanınız, dinleyiniz!”

Kur’ân’da bu işlevi gödüğümüz bazı ayetler şöyledir:

“Ey insanlar! Bir örnek verildi, (dikkatle) dinleyin. Şüphesiz ki Allah’ı bırakıp da dua ettikleriniz, bir araya toplansalar bir sinek dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey çekip alacak olsa, onu (sineğin elinden) kurtaramazlar. İsteyen de zayıf kaldı, istenen de…”[22]

“Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemeyi ister mi? (Nasıl da) tiksindiniz!” [23]

“Ey iman edenler! Size Allah yolunda savaşa çıkın denildiği zaman, ne oldu size de ağırlaşıp yerinize çakıldınız? Yoksa ahireti (bırakıp) dünya hayatına mı razı oldunuz? Ahiretin yanında dünya hayatının metaı pek azdır.”[24]

“Allah’tan gücünüz yettiğince korkup sakının. İşitin, itaat edin. Kendinize hayır olarak infakta bulunun.”[25]

4. Kanalı Kontrol İşlevi

Bu işlevde mesajdan daha çok iletişimin devam edip ettirilmemesi önemlidir. Gönderici, alıcılara sorular sorarak ya da dikkatlerini kendisine yönlendirecek şekilde dili kodlayarak bağlantıyı sürdürmeye çalışır. İletişimi sürdürmek ve dikkatin dağılmaması için dil bu işlevde kullanılır. Kişiye mesajdan kopmamasını telkin etmek ve bunu devam ettirebilmesi için malumatlarda bulunmak da denebilir. “Beni dinlemiyor musunuz?” “Sesim geliyor mu?” cümlelerinde dilin bu işlevi kullanılmıştır. Kur’ân’da bu işlevi gödüğümüz bazı ayetler şöyledir:

“Onlar, Rablerinin ayetleri kendilerine hatırlatıldığında sağır ve kör gibi davranmazlar. (Kulak kabartıp, anlamaya çalışırlar.)”[26]

“İşte bu, sizin hak Rabbiniz olan Allah’tır. Haktan ötesi sapıklıktan başka bir şey midir? Nasıl olur da (O’na ibadet etmekten, putlara ibadet etmeye) çevrilirsiniz?”[27]

“Kâfirler için cehennemde konaklayacak yer mi yok?”[28]

5. Şiirsel/Sanatsal İşlev

Dilin şiirsel işleviyle kullanıldığı metinlerde gönderici, alıcıda hissettirmek istediği etkileri uyandırmak için dili istediği gibi kullanır, yani kendi özgün üslubunu oluşturmak için bir anlamda dili kendi yaratır. Cümleler karşılaştırmalardan, çağrışım gücü yüksek sözcüklerden yararlanarak oluşturulur. Sözcükler sıkça yan ve mecaz anlamlarda kullanılır. Kur’ân’da başından sonuna kadar sanatsal işlevde kullanılmıştır, dersek yanılmış olmayız Allahuâlem:

“Hakka! (Her insana hak ettiği sonu getiren, gerçekleşmesi hak ve kesin olan kıyamet.)”[29]

“Bu kelimenin tıpkı kendine mahsus –tıpkı büyük bir ağırlığı kaldırıp sonra yerine bırakılmaya benzer- bir ses tonu vardır… Ha harfi elif ile yukarı kaldırılıp kaf harfine vurunca, zınk/şap diye yerine oturuyor. Sonundaki yuvarlak ha ise ağırlığın iyice yerine yerleştiğini ifade ediyor.”[30]

“Karia/Şiddetle sarsan kıyamet!”[31]

“Karia kıyamet demektir. Bu isim, habersiz ve ani olarak gürültülü bir şekilde inecek olan şamar sesini canlandırmaktadır.”[32]

“Ve deve iğne deliğinden geçene dek onlar cennete girmeyeceklerdir.”[33]

“Atların ayaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.”[34]

6. Dil Ötesi İşlev

Bu işlevde, kullanılan dil hakkında bilgi verilir. Dilin yapısı, özne yüklem ilişki, fiil çekimleri, hangi dil ailesine mensup olduğu, kelimelerin baştan mı-sondan mı eklemeli olduğu, kelimelerin cinsiyeti hakkında bilgi verilirken dil, dil ötesi işlevde kullanılır. Bu sayede iletişimin ana hatları açıklanmış olur. İletişimden önce iletinin iyi anlaşılması için verilen bilgilerdir de denebilir. İletişim için bu işlev; müfessir için tefsir usulü, muhaddis için hadis usülü, fakih için fıkıh usulü mesabesindedir. Kur’ân’da bu işlevi gödüğümüz bazı ayetler şöyledir:

“Apaçık/açıklayıcı Kitab’a yemin olsun ki; Akletmeniz için onu Arapça bir Kitap kıldık. Hiç kuşkusuz o, bizim katımızdaki ana Kitap’ta (Levh-i Mahfuz’da) olan, çok yüce, hüküm ve hikmet sahibi bir Kitap’tır.”[35]

“O, şair sözü değildir. Ne kadar da az inanıyorsunuz. Kâhin sözü de değildir. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.”[36]

“Şayet (okunan bir kitapla) dağlar yürütülse ya da onun aracılığıyla yeryüzü parçalansa veya onunla ölülerle konuşulacak olsa (hiç şüphesiz o, Kur’ân olurdu.)”[37]

O hâlde Kur’ân iletisinin muhatapları olarak bize düşen görev; Allah’ın (cc) bize gönderdiği bu kodu çözerek iletiyi anlamaktır. Rabbimizin bizi korkutmak istediği yerlerde korkmalı, sevinmemizi istediği yerlerde sevinmeli, yapmaya ve yapmamaya teşvik edildiğimiz emirlerde azimli olmalı, korkmamamız için verilen misallerde cesur olmalı, sorumluluk bilincinin hatırlatıldığı yerlerde ciddiyetle davayı yürütmeye çalışmalıyız. Mesajı net, gıcırtısız alabilmek için, bizlerin de tıpkı radyolarda olduğu gibi o ince frekans ayarını tutturmamız ve bunun sürekliliğini korumamız gerekir.

Yoksa satırlar ve sayfalar değişir de kişinin duygularında ve davranışlarında bir değişim gerçekleşmez. Dağları yürütebilecek ve dağları parçalayabilecek tesirde bir kitap, avuç içi kadar kalplerimizi sarsmaz, etkilemez.
 
Üst