• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

KiBR

Üyelik Tarihi
7 Mar 2010
Konular
27
Mesajlar
106
MFC Puanı
70
12 - Kalb hastalıklarının onikincisi​
(Kibr)dir. Kibr, kendisini
baskasından üstün görmekdir. Kendini ondan üstün görmekle,
kalbi râhat eder.
(Ucb) da kendini ondan üstün bilmekdir. Burada
baskasını düsünmez. Kendini ve ibâdetlerini begenir. Kibr; kötü
huydur. Harâmdır. Hâlıkını, Rabbini unutmanın alâmetidir.
Çok din adamı, bu kötü hastalıga yakalanmısdır. Hadîs-i serîfde,

(Kalbinde zerre kadar kibr bulunan kimse Cennete girmez)​
buyuruldu.
Kibrin aksine
(Tevâdu’) denir. Tevâdu’ kendini baskaları
ile bir görmekdir. Baskalarından dahâ üstün ve dahâ asagı görmemekdir.
Tevâdu’, insan için çok iyi bir huydur. Hadîs-i serîfde,

(Tevâdu’ edene müjdeler olsun)​
buyuruldu. Tevadû’ sâhibi, kendini
baskalarından asagı görmez. Zelîl ve miskîn olmaz. Mâlını halâldan
kazanıp çok hediyye verir. Âlimlerle ve fen adamları ile tanısır.
Fakîrlere merhamet eder. Hadîs-i serîfde,
(Tevâdu’ eden,
halâl kazanan, huyu güzel olan, herkese karsı yumusak olan ve
kimseye kötülük yapmayan, çok iyi bir insandır)
ve (Allah için tevâdu’
edeni, Allahü teâlâ yükseltir)
buyuruldu. Tekebbür edene,
ya’nî kibr sâhibi olana karsı tekebbür etmek câizdir. Allahü teâlâ,
kullarına karsı mütekebbirdir. Allahü teâlâ, kibriyâ sâhibidir.
Kibr sâhibine tekebbür etmek, sadaka vermek gibi sevâbdır. Kibr
sâhibine karsı tevâdu’ eden kimse, kendisine zulm etmis olur.
Bid’at sâhiblerine ve zenginlere karsı da tekebbür etmek câizdir.
Bu tekebbür kendini yüksek göstermek için degildir. Onlara ders
vermek, gafletden uyandırmak içindir. Harbde düsmana karsı tekebbür
etmek sevâbdır. Bu tekebbüre
(Huyelâ) denir. Sadaka verirken,
nes’e ve sevinç ile karısık tekebbür etmek lâzımdır. Sadaka
verenin tekebbür etmesi, fakîre karsı degildir. Verdigi mâlı küçültmekdir.
Mâla kıymet vermedigini gösterir. Hadîs-i serîfde,

(Veren el, alandan yüksekdir)​
buyuruldu. Riyâ, gösteris yapanlara
karsı da tekebbür etmek câizdir. Kendinden asagı olanlara karsı
tevâdu’ göstermek iyi ise de, bunun ifrâta kaçmaması, ya’nî asırı
olmaması lâzımdır. Asırı olan tevâdu’a
(Temelluk) denir. Temelluk,
ancak üstâda ve âlime karsı câizdir. Baskalarına karsı câiz
degildir. Hadîs-i serîfde,
(Temelluk, müslimân ahlâkından degildir)

buyuruldu. Si’r:​
Mu’allim ile tabîbe
temelluk etmek lâzımdır.
Biri bâtın, biri zâhir,
tedâvîsine hâdimdir.​
Kibr çesidlerinin en kötüsü Allahü teâlâya karsı kibrli ol-
makdır. Nemrûd böyle idi. Tanrı oldugunu i’lân etdi. Allahü teâlânın
nasîhat vermek için gönderdigi Peygamberi “aleyhissalâtü vesselâm”
atese atdı. Fir’avn da böyle ahmaklardan biri idi. Mısırda
ülûhiyyetini i’lân etdi. Ben sizin güçlü tanrınızım dedi. Allahü teâlâ,
nasîhat vermek için, Mûsâ aleyhisselâmı gönderdi. Buna inanmadı.
Allahü teâlâ, onu Süveys denizinde bogdu. Bunlar gibi, bu
dünyânın yaratıcısına inanmayanlara​
(Dehrî), ateist denir. [Her
asrda böyle ahmaklar gelmisdir. Mao gibi, Stalin gibi zâlimler, milyonlarca
insanı öldürerek ve iskence yaparak ve din, islâm adamlarını
ve kitâblarını yok ederek, milletlerini sindirmisler, korkutmuslardır.
Her istediklerini zorla yapdırarak sımarmıslardır. Ilâha,
ma’bûda mahsûs üstünlüklere mâlik olduklarını sanmıslar ve söylemislerdir.
Islâm kitâblarının yurdlarına sokulmasını, okunmasını
yasak etmisler, dinden, Allahü teâlâdan bahs edenleri öldürmüslerdir.
Allahü teâlânın kahrından, gadabından kurtulamayıp yok
olmuslar. Târîhde geçen bütün zâlimler gibi, la’net ve nefret ile
anılmıslardır. Ihtilâl ve hîle yolu ile, ba’zı arab memleketlerinin basına
geçen, zehrli propagandalarla beyinleri yıkanmıs, zâlimler,
diktatörler de, o ateistleri taklîd ediyor, islâm düsmanlıgı yapıyorlar.
Târîh kitâblarında okudukları zâlimlerin feci’ âkıbetlerinden
ibret almıyorlar. Dünyâda, âhıretde baslarına gelecek olan azâbları,
felâketleri hiç düsünmiyorlar.]
Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” karsı da tekebbür
edenler çok isitildi. Allahın gönderdigi Peygamber “aleyhissalâtü
vesselâm” bu mudur? dediler. Bu Kur’ân, Mekke sehrinin ileri
gelenlerine indirilseydi iyi olurdu dediler. Târîh boyunca, islâmın
büyüklerine karsı da, böyle tekebbür edenler, alay edenler, hiç
eksik olmadı. Bu tekebbürler, âciz, za’îf, elinden birsey gelmeyen,
hattâ kendinden ve bedeninin yapısından haberi olmıyan kulun,
kendi mâlikine, sâhibine, kuvveti, gücü sonsuz olan Rabbine karsı
bir savas idi. Vaktiyle iblîs de, böyle tekebbür etdi. Meleklere,
Âdem aleyhisselâma karsı secde etmeleri emr olununca, topraga
karsı niçin secde edeyim? Ben ondan dahâ üstünüm. Beni atesden,
onu çamurdan yaratdın diyerek, Rabbine karsı geldi. Atesin
alevini, latîfligini ve ısık yaydıgını görünce, onu sudan ve toprakdan
üstün sandı. Hâlbuki üstünlük, kendini üstün görmekde
degil, tevâdu’ göstermekdedir. Cennetde toprak vardır ve misk
gibi kokacakdır. Cennetde ates yokdur. Ates, Cehennemde azâb
vâsıtasıdır. Ates, harâb etmege, toprak, binâ yapmaga yarar.
Mahlûklar toprak üstünde yasamakdadır. Hazîneler, defîneler
toprakda bulunur. Kâ’be toprakdan yapılmısdır. Atesin ısıgı gecelere

son verir, gündüzü getirir ise de, toprakdan çiçekler,
meyveler hâsıl olmakdadır. Kâinâtın, varlıkların en üstünü olan​
Muhammed aleyhisselâmın yeri toprakdır.
 
Üyelik Tarihi
7 Mar 2010
Konular
27
Mesajlar
106
MFC Puanı
70
Hadîs-i serîflerde,​
(Allahü teâlâ buyuruyor ki, kibriyâ, üstünlük
ve azamet bana mahsûsdur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehenneme
atarım, hiç acımam)
ve (Kalbinde zerre kadar kibr olan
Cennete girmeyecekdir)
buyurdukda, güzel elbise giymegi ve temiz
na’lın kullanmagı seven kimse, böyle midir? denildi. Cevâbında,

(Allahü teâlâ cemîldir. Cemâl sâhiblerini sever)​
buyurdu.
[Çirkin, igrenç olmamak için, çirkinlikle meshûr olmamak için yapılan
temizlige, güzellige, cemâl sâhibi olmak denir. Ihtiyâc esyâsını,
hos ve sevimli görünecek seklde kullanmak, cemâl olur. Süslenmek,
güzel görünerek, baskasına üstünlük saglamak için, bedeninde,
elbisesinde, esyâsında yapılan degisikliklere zînet denir.
Bedenini, sıhhatini, serefini, degerini korumak için ihtiyâc olunandan
fazla seylerdir. Erkeklerin her yerde, kadınların ise, yabancı
erkeklerin yanında, zînet esyâsı kullanmaları câiz degildir.]
Allahü teâlânın her isi güzeldir. Ahlâkı güzel olanları sever. Bu
hadîs-i serîf, kibr sâhiblerinin, diger günâh isliyenler gibi, azâbsız
hemen Cennete giremiyeceklerini bildirmekdedir. Cennete girmeyenlerin
gidecekleri yer Cehennemdir. Çünki, âhıretde bu ikisinden
baska gidecek yer yokdur. Zerre kadar îmânı olan, Cehennemde
sonsuz kalmayacak, Cennete gidecekdir. Büyük günâh isleyip
de tevbe etmeyen, sefâ’ate, afva kavusmayan mü’min, Cehennemde,
günâhlarının karsılıgı olan azâbları çekdikden sonra,
çıkarılacak, Cennete sokulacakdır. Cennete giren, Cennetden hiç
çıkmayacakdır. Hadîs-i serîfde,
(Kibri ve hıyâneti ve kul borcu
olmayan mü’min, hesâbsız Cennete girecekdir)
ve (Kul hakkı,
mü’minin aybı, kusûrudur)
buyuruldu. Nafaka için ödünç almak
ve mâlı olunca, hemen ödemek lâzımdır. Yukardaki hadîs-i serîfde,
ihtiyâc olmadan alınan ve malı olunca ödenmeyen ve harâm
yollarla alınan borc ve zevcesine olan mehr borcu ve din
bilgisi ögretmek borcu bildirilmekdedir. Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” vefât edecegi zemân,
(Yâ Alî! Filân yehûdîye
borcum vardır. Onu öde!)
buyurdu. Yehûdîden ödünç
arpa almısdı. Ödenmesi için vasıyyet buyurdu. Yehûdî âlimlerinin
büyüklerinden iken, Resûlullah ile “sallallahü aleyhi ve sellem”
bir kerre konusmakla, hak Peygamber oldugunu anlayarak
îmâna gelen Abdüllah bin Selâm “radıyallahü teâlâ anh”, sırtında
odun demeti tasıyordu. Bunu görenler, o kadar çok mâlın, paran
var iken, niçin bu zahmeti çekiyorsun dediklerinde, nefsimi
kibrden kurtarmak için dedi. Zenginin, hammâl ücreti vermemek

için, mâlını kendi götürmesi, tezellüldür, asagılıkdır. Sünne-
te uymak ve nefsini kırmak için götürmesi iyidir ve sevâbdır. Hadîs-
i serîfde,​
(Allahü teâlâ kıyâmet günü, üç kimse ile konusmıyacak,
hepsine çok acı azâb yapacakdır: Zinâ eden ihtiyâr, yalan söyliyen
hükûmet reîsi ve kibrli olan fakîr)
buyuruldu. Ömer “radıyallahü
anh”, Sâma gelince, Ebû Ubeyde bin Cerrâh “radıyallahü
teâlâ anh”, emrinde olanlarla birlikde karsıladı. Halîfe devesinden
indi. Yerine kölesini bindirdi. Çünki, kölesi ile nevbet ile biniyorlardı.
O sâat, binme sırası köleye gelmisdi. Kendisi yuları tutdu, su
kenârından geçerken mestlerini çıkardı. Ayaklarını suya sokdu.
Sâm ordusunun kumandanı olan Ebû Ubeyde “radıyallahü teâlâ
anh”, yâ halîfe! Böyle ne yapıyorsun? Bütün Sâmlılar, bilhâssa
rûmlar, müslimânların halîfesini görmek için toplandılar. Sana bakıyorlar.
Bu yapdıgını begenmiyecekler deyince, yâ Ebâ Ubeyde!
Senin bu sözün, burada toplananlar için çok zararlıdır. Isitenler
insanın serefini, vâsıtaya binerek gitmekde ve süslü elbise giymekde
sanacaklar. Serefin, müslimân olmakda ve ibâdet yapmakda oldugunu
anlamıyacaklar. Biz asagı, bayagı insanlardık. [Acem sâhlarının
elinde esîr idik.] Allahü teâlâ müslimân yapmakla bizleri
sereflendirdi. Allahü teâlânın verdigi bu izzetden, bu serefden
baska seref ararsak, Allahü teâlâ bizi yine zelîl eder. Herseyden
asagı eder buyurdu. Izzet, islâmdadır. Islâmın ahkâmına uyan,
azîz olur. Bu ahkâmı begenmeyip, izzeti, huzûru, se’âdeti baska
seylerde arayan zelîl olur dedi. Islâmın emrlerinden biri tevâdu’dur.
Tevâdu’ gösteren azîz olur. Yükselir. Tekebbür eden zelîl
olur.
Bir hadîs-i serîfde,
(Kıyâmet günü, dünyâdaki kibr sâhibleri küçük
karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabrden çıkarılacakdır. Karınca
gibi, fekat insan seklinde olacaklardır. Herkes bunları hakîr
göreceklerdir. Cehennemin en derin ve azâbı en siddetli olan Bolis
çukuruna sokulacaklardır. Buraya girenler kurtulmakdan
me’yûs oldukları için Bolis denilmisdir. Ates içinde gayb olacaklardır.
Su istediklerinde kendilerine Cehennemdekilerin irinleri verilecekdir)

buyuruldu. Medîne vâlîsi olan Ebû Hüreyre “radıyallahü
teâlâ anh”, odun demeti tasıyordu. Muhammed bin Ziyâd “rahime-
hullahü teâlâ”, bunu tanıyarak, yanındakilere, yol verin, emîr
geliyor dedi. Gençler vâlînin böyle tevâdu’una hayret etdiler. Hadîs-
i serîfde,​
(Önceki ümmetlerde kibr sâhibi birisi, eteklerini yerde
sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu
yutdu)
ve (Merkebe binmek, yün elbise giymek ve koyunun sütünü
sagmak, kibrsizlik alâmetidir)
buyuruldu.
Kibrin baslıca yedi sebebi vardır: Ilm, ya’nî din bilgileri, ibâdet,

neseb, cemâl, kuvvet, mâl, mevkı’. Bu sıfatlar câhillerde bu-
lununca kibre sebeb olurlar.
Ilm kibre sebeb oldugu gibi, kibrin ilâcı da ilmdir. Kibre sebeb
olan ilmin ilâcı çok zordur. Çünki ilm, çok kıymetli bir seydir. Bunun
için, ilm sâhibi kendini üstün ve serefli sanır. Böyle kimsenin
ilmine cehl demek dahâ dogru olur. Hakîkî ilm, insana aczini, kusûrunu
ve Rabbinin büyüklügünü, üstünlügünü bildirir. Hâlıkına
karsı korkusunu ve mahlûklara karsı tevâdu’unu artdırır. Kul haklarına
ehemmiyyet verir. Böyle ilmi ögretmek ve ögrenmek farzdır.
Buna​
(Ilm-i nâfi’) denir. Ihlâs ile ibâdet etmege sebeb olur.
Kibre sebeb olan ilmin ilâcı iki seyi bilmekle olur. Birincisi, ilmin
kıymetli, serefli olması, sâlih niyyete baglıdır. Cehâletden ve nefsinin
hevâsından kurtulmak için ögrenmek lâzımdır. Imâm olmak,
müftî olmak, din adamı tanınmak için ögrenmemek lâzımdır. Ikincisi,
ilmi ile amel etmek ve baskalarına ögretmek ve bunları ihlâs
ile yapmak lâzımdır. Amel ve ihlâs ile olmayan ilm zararlıdır. Hadîs-
i serîfde,
(Allah için olmayan ilmin sâhibi Cehennemde atesler
üzerine oturtulacakdır)
buyuruldu. Mâl, mevkı’ ve söhret için ilm
sâhibi olmak böyledir. Dünyâlık ele geçirmek için ilm ögrenmek,
ya’nî dîni dünyâya vesîle etmek, altın kasıkla necâset yimege benzer.
Dîni dünyâ kazancına âlet edenler, din hırsızlarıdır. Hadîs-i serîfde,

(Din bilgilerini dünyâlık ele geçirmek için edinenler, Cennetin
kokusunu duymayacaklardır)​
buyuruldu. Fen bilgilerini dünyâ
menfe’ati için ögrenmek câizdir. Hattâ lâzımdır. Hadîs-i serîfde,

(Bu ümmetin âlimleri iki dürlü olacakdır: Birincileri, ilmleri ile insanlara
fâideli olacakdır. Onlardan bir karsılık beklemiyeceklerdir.
Böyle olan insana denizdeki balıklar ve yeryüzündeki hayvânlar ve
havadaki kuslar düâ edeceklerdir. Ilmi baskalarına fâideli olmayan,
ilmini dünyâlık ele geçirmek için kullananlara kıyâmetde Cehennem
atesinden yular vurulacakdır)​
buyuruldu. Yerde ve gökde
bulunan mahlûkların hepsinin tesbîh etdiklerini Kur’ân-ı kerîm haber
veriyor.
(Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i serîfindeki
âlim, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yolunda
olan, Onun yoluna uyan din âlimi demekdir. Islâmiyyete uyan
âlim, etrâfına ziyâ saçan ısık kaynagı gibidir.
(Kıyâmet günü bir din
adamı getirilip Cehenneme atılır. Cehennemdeki tanıdıkları etrâfına
toplanıp, sen dünyâda Allahın emrlerini bildirirdin. Niçin bu
azâba düsdün derler. Evet, günâhdır yapmayın derdim, kendim yapardım.
Yapınız dediklerimi de yapmazdım. Bunun için, cezâsını
çekiyorum der)
ve (Mi’râc gecesi göge götürülürken insanlar gördüm.
Atesden makaslarla dudaklarını kesiyorlar. Bunların kim olduklarını

Cebrâîle sordum. Ümmetinin hatîblerinden, vâizlerinden,
kendilerinin yapmadıklarını yapınız diyenlerdir dedi)
ve (Cehennem
zebânîleri, günâh isliyen hâfızlara, puta tapanlardan dahâ önce
azâb yapacaklardır. Çünki bilerek yapılan günâh, bilmiyerek yapılandan
dahâ kötüdür)
hadîs-i serîfleri meshûrdur. Eshâb-ı kirâm
çok âlim oldukları için küçük günâhlardan da, büyük günâhlar gibi
korkarlardı. Buradaki hâfızlar, Tevrât hâfızları olsa gerekdir.
Çünki günâh isleyen müslimânlara kâfirlerden dahâ siddetli azâb
yapılmayacakdır. Yâhud, bu ümmetden olup da, günâhlardan, harâmlardan
sakınmaga ehemmiyyet vermeyip, kâfir olan hâfızlardır.
Hadîs-i serîfde,
(Âlimler devlet adamlarına karısmadıkca ve
dünyâlık toplamak pesinde olmadıkca, Peygamberlerin emînleridir.
Dünyâlık toplamaga baslayınca ve hükûmet adamlarının arasına
karısınca, bu emânete hıyânet etmis olurlar)
buyuruldu. Emânetcinin
kendisine bırakılan mâlları muhâfaza etmekde emîn olması
lâzım geldigi gibi, din âliminin de, islâm bilgilerini bozulmakdan
muhâfaza etmekde emîn olması lâzımdır. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”, Kâ’beyi tavâf ediyorken, hangi insan dahâ
kötüdür? diye soruldu.
(Kötü olanı sorma! Iyi olanları sor. Âlimlerin
kötüsü, insanların en kötüsüdür)
buyurdu. Çünki âlimler, bilerek
günâh islemekdedir. Îsâ aleyhisselâm, (Kötü âlimler, su yolunu
kapayan kaya gibidir. Su, kayadan sızıp geçemez. Akmasına da
mâni’ olur) dedi. Kötü din adamı, kanalizasyona benzer. Görünüsde,
saglam, san’at eseridir. Içi ise, pislik doludur. Hadîs-i serîfde,

(Kıyâmet günü azâbların en siddetlisi, ilmi kendisine fâideli olmıyan
din adamınadır)
buyuruldu. Bunun için, münâfıklar, ya’nî
müslimân görünen kâfirler, Cehennemin dibine gideceklerdir.
Çünki, bunlar isitdikleri, bildikleri hâlde, inâd ederek, kâfir olmuslardır.
Ilm sâhibi, ya’nî din bilgilerini ögrenen kimse, yâ sonsuz
se’âdete kavusur, yâhud nihâyetsiz felâkete dûçâr olur. Hadîs-i serîfde,

(Cehennemde azâb çekenlerden ba’zıları, kötü kokular yayar.
Bu koku digerlerine atesden dahâ fazla azâb verir. Sen ne günâh
isledin ki, böyle pis koku çıkarıyorsun denildikde, ben din adamı
idim. Bildiklerimi yapmazdım der)
buyuruldu. Ebüdderdâ “radıyallahü
teâlâ anh” diyor ki, (Ilmi ile âmil olmıyan din adamına
âlim denilmez.) Iblîs, bütün dinleri biliyordu. Fekat ilmi ile amel
etmedi. Çölde kalan kimsenin yanında on aded kılınc ve çesidli silâhlar
bulunsa, bunları kullanmasını iyi bilse ve çok cesûr olsa,
kendisine hücûm eden arslana karsı kullanmadıkca, bu silâhların

fâidesi olur mu? Elbette olmaz.
 
Üyelik Tarihi
7 Mar 2010
Konular
27
Mesajlar
106
MFC Puanı
70
Bunun gibi, din bilgilerinden yüzbin
mes’ele ögrense, bunları kullanmadıkca, fâidelerini görmez.​
Hasta olan kimse de, derdinin en fâideli ilâcı bulunsa, kullanmadık-
ca, fâidesini görmez.​
(Âhir zemânda ibâdet edenlerin çogu din câhili olacakdır. Din
adamlarının çogu da fâsık olacakdır)​
hadîs-i serîfinde bildirilen
fâsık din adamları, dünyâlık ele geçirmek için, hükûmet adamları
arasına karısacaklardır. Süfyân-ı Sevrî “rahime-hullahü teâlâ” diyor
ki, Cehennemde atesden bir vâdî vardır. Bu vâdîde, hükûmet
adamları arasına karısan riyâkâr hâfızlar azâb göreceklerdir. Yine
Süfyân diyor ki, ilmde o kadar ilerledim ki, bir âyet-i kerîmeye
otuzüç dürlü ma’nâ veriyordum. Sultânın ziyâfetine gitdim.
Yidigim lokmaların te’sîri ile bildiklerimin hepsini unutdum.
Muhammed bin Seleme “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, dünyâ
menfe’ati için hükûmet adamlarının kapısında bekliyen bir hâfızın
hâli, pislik üzerine konmus olan sinegin hâlinden dahâ kötüdür.

(Allahü teâlânın ihsân etdigi ilmi, insanlara ögretmiyen kimseye,
kıyâmet günü atesden yular baglanacakdır)​
hadîs-i serîfi, yukarıda
bildirilmisdi. Ilmi, ehlinden saklayan din adamları böyle olacakdır.
Nisâ sûresinin,
(Mallarınızı sefîhlere vermeyiniz!) meâlindeki
besinci âyet-i kerîmesi, alçaklara, münâfıklara ilm ögretmeyi
men’ etmekdedir.

(Islâmiyyet her tarafa yayılacakdır. Hattâ, islâm tâcirleri, ticâret
için büyük denizlerde serbest yolculuk yapacaklar ve gâzilerin
atları baska memleketlere yayılacaklardır. Sonra, hâfızlar türeyecek,
benden dahâ iyi okuyan var mı? Benden dahâ çok bilen var
mı? diyeceklerdir. Cehennemin odunları bunlardır)​
hadîs-i serîfinden
anlasılıyor ki, riyâ ile okumaları ve tekebbür etmeleri kendilerini
Cehenneme sürükleyecekdir.
Hadîs-i serîfde,
(Âlim oldugunu söyliyen kimse, câhildir) buyuruldu.
Her sorulana cevâb veren, her gördügünden ma’nâ çıkaran
ve her yerde bilgi satan kimse, câhilligini ortaya koyar. Bilmiyorum,
ögrenip de söylerim diyen kimsenin, derin âlim oldugu
anlasılır. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”, en kıymetli
yer neresidir, denildikde,
(Bilmiyorum, Rabbim bildirirse söylerim)

demisdir. Bunu Cebrâîl aleyhisselâma sormus, ondan da, aynı
cevâbı almısdır. O da, Allahü teâlâya sormus,​
(Mescidler)dir
cevâbını almısdır. A’râf sûresinin
(Afv et ve ma’rûfu emr et)

meâlindeki yüzdoksansekizinci âyet-i kerîmesi gelince, Cebrâîl
aleyhisselâmdan bunu açıklamasını istemis, o da, Rabbimden ögreneyim,
diyerek gitmisdir. Tekrâr geldiginde, Allahü teâlâ,​
(Senden uzaklasana yaklas! Senden esirgeyene ihsân et! Sana
zulm edenleri afv et!)​
emrini verdi dedi. Sa’bî “rahime-hullahü

teâlâ”, kendisine sorulanlardan birine bilmiyorum deyince, sen
Irak memleketinin müftîsisin. Bilmiyorum demek, sana yakısır mı?
dediklerinde, meleklerin üstünleri bilmiyoruz dediler. Benim söylememden
ne çıkar, buyurdu. Imâm-ı Ebû Yûsüf “rahime-hullahü
teâlâ”, bir sü’âle bilmiyorum deyince, hem Beyt-ül-mâldan ma’âs
alıyorsun, hem de cevâb vermiyorsun, dediler. (Beyt-ül-mâldan,
bildiklerim kadar ücret alıyorum. Bilmediklerim için alsaydım,
Beyt-ül-mâlda bulunanların hepsi yetismezdi) dedi. Nefsine uymayan
câhil ile arkadaslık etmek, nefsinin esîri olan din adamı ile arkadaslık
etmekden iyidir. Din adamı oldugu için tekebbür etmek,
câhil olmanın alâmetidir. Çünki, ilm, tevâdu’a sebeb olur, kibrden
men’ eder.
Tekebbür etmek harâmdır. Tekebbür, Allahü teâlânın bir sıfatıdır.
Kibr ve Kibriyâ sıfatı, ona mahsûsdur. Insan, nefsini ne kadar
asagılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti o kadar yükselir. Kendine
kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. Kibrin zararını
bilmeyen kimse için âlim demek, yalan olur. Insanın ilmi artdıkca,
Allahü teâlâdan korkması artar. Günâh islemege cesâret edemez.
Bunun için, Peygamberler “aleyhimüsselâm”, tevâdu’ sâhibi
idiler. Allahü teâlâdan çok korkarlardı. Kendilerinde kibr ve ucb
gibi kötü huylar hiç yokdu. Küçüklere, fâsıklara ve fâcirlere karsı
da kibrli olmamalıdır. Yalnız, tekebbür sâhibine karsı tekebbür etmek
lâzımdır. Bir âlim, câhili görünce, bu, bilmedigi için günâh isliyor.
Ben ise, bilerek isliyorum, demelidir. Bir âlimi görünce, bu
benden dahâ çok biliyor ve ilminin hakkını veriyor. Ihlâs ile amel
yapıyor. Ben böyle degilim, demelidir. Kendinden dahâ yaslı bir
kimseyi görünce, bu benden dahâ çok ibâdet etdi, demelidir.
Gençleri görünce, bunların günâhı az, benim günâhlarım çok demelidir.
Kendi yasındakileri görünce, günâhlarımı biliyorum, onun
ne yapdıgını bilmiyorum. Bilinen kötülükleri tahkîr etmek lâzımdır,
demelidir. Bir bid’at sâhibini veyâ kâfiri görünce, insanın hâli
son nefesde belli olur. Acaba benim hâlim ne olacak, demeli, bunlara
da tekebbür etmemelidir. Fekat, bunları sevmemelidir. Hele,
küfrü, bid’ati yaymaga ugrasan​
(Dinde Reformcular), Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine düsmandırlar. Sünnetin
nûrlarını söndürmege ve bid’ati, dalâleti yaymaga ve Ehl-i sünnet
âlimlerini “rahime-hümullahü teâlâ” kötülemege ve âyet-i kerîmelere
ve hadîs-i serîflere yanlıs ma’nâlar vererek, islâmiyyeti içerden
yıkmaga çalısmakdadırlar.
[Kitâbevimizin bütün yayınları, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-
hümullahü teâlâ” kitâblarından terceme edilmisdir. Kendi
düsüncelerimiz degildir. Kitâblarımızın hepsinde, Ehl-i sünnet

âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” büyüklüklerini, üstünlük-
lerini gençlere duyurmaga çalısıyoruz. Dünyâda ve âhıretde
se’âdete kavusmak için, tek çârenin, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-
hümullahü teâlâ” kitâblarında gösterilen yol oldugunu bildiriyoruz.
Bu se’âdeti, kurtulus yolunu insanlıga tanıtmaga ugrasıyoruz.
Buna karsılık, hiçbir dünyâ menfe’ati düsünmiyoruz. Kimseden
birsey beklemiyoruz. Bid’at sâhibleri, mezhebsizler, her çesid
islâm düsmanları, kitâblarımızın okunmasını, yayılmasını istemiyebilir.
Kitâblarımıza karsı seytânca iftirâlar yapabilirler. Ilm sâhibi
olmadıkları için, ilmî bir kusûr bulamıyorlar. Kitâblardan para kazanıyor.
Menfe’at saglıyor da diyemezler. Bu kitâblar bozukdur.
Bunları okumayınız diyenler oluyor. Neresi bozuk? Gösterin denildikde,
öyle isitdik, öyle imis diyorlar. Elhamdülillah! Uyanık
gençler, bu bölücülere aldanmıyor. Okuyanlar, hep artıyor.]
Bu yıkıcıları, bölücüleri de sevmemelidir. Fekat, insanın kendi
günâhlarını unutmaması ve ezelde kendi hakkında nasıl takdîr
olundugunu ve son nefesinin nasıl olacagını düsünmesi lâzımdır.
Âhıretde kimin kimden üstün olacagı, dünyâda kesin olarak bilinemez.
Çok din adamı, kâfir olarak can vermisdir. Çok kâfirlere de
îmân ile can vermek nasîb olmusdur. Simdi, kâfire Cehennemlik,
kendine Cennetlik diyen kimse, gaybı bildigini iddiâ etmis olur. Bu
ise, küfrdür. Çünki, Cennetlik ve Cehennemlik olmak son nefesde
belli olur. Son nefesin nasıl olacagını söylemek, gaybı bilmek olur.
Onun için, kimseye tekebbür etmek câiz degildir.​
Süâl:​
(Kâfire ve bid’at sâhibine nehy-i münker yapmak, nasîhat
vermek lâzımdır. Kendini bunlardan asagı gören kimse, onlara nasıl
nasîhat verebilir? Bundan baska, âdet-i ilâhiyye söyledir ki, insan
nasıl yasadı ise, öyle can verir. Bunun aksi olmus ise de, nâdirdir.
Hem de, Allahü teâlâ, mü’minleri medh etmekde, îmânsızlardan
üstün olduklarını bildirmekdedir) denirse, buna
(cevâb) olarak
deriz ki, onları sevmemek lâzım olması, Allahü teâlâ
(Sevmeyiniz!)

dedigi içindir. Onlardan dahâ üstün oldugumuz için degildir.
Sultân, küçük oglunu, hizmetçisi ile bir yere gönderirken, çocuk
kabâhat yaparsa, darılmasını, hattâ dövmesini emr eder. Bu
da, çocuk kabâhat yapınca, onu döver. Fekat döverken, kendisinin
çocukdan dahâ kıymetli olmadıgını bilmekdedir. Ona tekebbür
edemez. Mü’minin kâfiri sevmemesi, buna benzemekdedir. Allahü
teâlâ mü’minlerin, kendilerinin degil, îmânlarının üstün oldugunu
bildirdi. Îmân kimde bulunursa, o üstün olur. Sonsuz üstünlük, son​
nefesde belli olur.
 
Üyelik Tarihi
7 Mar 2010
Konular
27
Mesajlar
106
MFC Puanı
70
Ibâdetin kıymetli olması da, sartlara baglıdır. Müslimân,​
(mâlâ-
ya’nî)
ile, ya’nî fâidesiz seyler ile vakt geçirmez. Hazret-i Ebû

Bekr buyurdu ki, biz, bir harâma düsmek korkusundan dolayı,
yetmis halâli islemekden sakınırdık. Bunun için, kimse ibâdetine
güvenmemelidir. Çok ibâdet yapdıgı için tekebbür etmemelidir.
Ibâdetin kabûl olması için, niyyetin hâlis olması, ya’nî yalnız Allahü
teâlânın rızâsı için yapılması lâzımdır. Bu ihlâsı elde etmek kolay
degildir. Nefsi temizlemek takvâ ile olur. Takvâ, harâmlardan
sakınmak demekdir. Nefsi temizlenmeyen kimsenin ibâdetlerini
ihlâs ile yapması çok güçdür.
Babaları ile, dedeleri ile övünmek ve tekebbür etmek, câhillik
ve ahmaklıkdır. Kabil, Âdem aleyhisselâmın oglu idi. Ken’an,
(Nûh aleyhisselâmın üç oglundan biridir. Diger ismi Yâmdır. Kardesi
Yâfes din âlimi idi. Bu ise küfrden kurtulamadı.) Babasının
Peygamber olması, bunu küfrden kurtarmadı. Insanın övündügü
dedeleri, bir avuç toprak oldu. Toprak ile övünmek akla uygun
olur mu? Onların sâlih olmaları ile övünmemeli. Onlar gibi sâlih
olmaga, onların yolunda bulunmaga çalısmalıdır.
Kadınların çogu, güzellikleri ile tekebbür eder. Hâlbuki güzellik,
insanda kalıcı degildir, çabuk gider. Insana mülk olmaz. Âriyyet
olan seyle tekebbür etmek, ahmaklıkdır. Zâhirin güzelligi, kalbin
güzelligi ile, ya’nî iyi huyla birlikde olunca kıymetlidir. Kalbin
temizligi de, Resûlullahın sünnetine uymakla belli olur. Insanın
kalbine, rûhuna, ahlâkına kıymet verilmezse, insanın hayvândan
farkı olmaz. Hattâ hayvânlardan asagı olur. Pislikle dolu, bozulan,
parçalanan bir makina olur. Her zemân beslenmesi, temizlenmesi,
ta’mîr edilmesi lâzım gelen harâb bir makinaya benzer. Böyle kimseye
tekebbür etmek yakısır mı? Bunun ancak tevâdu’ göstermesi
lâzım olur.
Genç ve kuvvetli olmakla tekebbür etmek de, câhillikdir. Hayvânların
mekanik ve his organlarındaki kuvvetleri, insanlardan
katkat fazladır. Hayvânların insanlara tekebbür etmesi lâzım olur.
Hep kuvvetli kalacagını, hastalıga, tehlükeye, kazâya yakalanmıyacagını
kim iddiâ edebilir? Gençliginden, gücünden, kuvvetinden,
hattâ hareketinden, solumasından ayrılmayan kimse görülmüs
müdür? Böyle geçici olan, devâmı çok kısa olan ve hayvânlarla
ortaklasa bulunan seylerle tekebbür etmek akla uygun olur
mu?
Mâl ile, evlâd ile, mevkı’ ile ve rütbe ile tekebbür etmek, insana
hiç yakısmaz. Çünki bunlar, kendinde bulunan üstünlükler
degildir. Gelip geçen, kendinde kalmıyan, insandan çabuk ayrılan
seylerdir. Bunlar ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur.
Hem de onlarda dahâ çokdur. Bunlar üstünlük olsalardı, bunlara
kavusmayanların ve kavusup da ayrılanların, çok asagı kimseler​
olmaları lâzım gelirdi. Mâl, seref vesîlesi olsaydı, hırsızların,
az zemânda bile olsa, serefli kimseler olmaları lâzım gelirdi.​
(Hıkd)​
da, tekebbüre sebeb olmamalıdır. Hıkd, lügatda kin
tutmak, kin beslemek demekdir. Kalbinden düsmanlık beslemekdir.
Kendisi ile aynı derecede olan veyâ dahâ üstün olan kimseye
kızar. Birsey yapmak elinden gelmedigi için, ona tekebbür eder.
Tevâdu’ gösterilmesi lâzım olan kimseye tevâdu’ edemez. Onun
haklı sözlerini, nasîhatlerini kabûl etmez. Herkese karsı ondan dahâ
üstün oldugunu göstermek ister. Ona eziyyet verirse, özr dilemez.

(Hased)​
de, tekebbüre sebeb olur. Onda bulunan ni’metlerin ondan
ayrılarak kendisine gelmesini ister. Onun haklı olan sözlerini ve
nasîhatlerini red eder. Ondan birsey sorup ögrenmek istemez. Kendinden
yüksek oldugunu bildigi hâlde, ona tekebbür eder.

(Riyâ)​
da, tekebbür etmege sebeb olmakdadır. Riyâ ile, gösteris
yaparak, tanımadıgı kimseye, baskalarının yanında tekebbür
eder. Yalnız oldukları zemân etmez. Böyle kimselerin tekebbüründen
kurtulmak için, âlimlerin vekar sâhibi olmaları, sereflerine
uygun elbise giymeleri lâzımdır. Bunun için, Imâm-ı a’zam Ebû
Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ”, sarıgınız büyük olsun ve cübbenizin
kol agzı genis olsun, buyururdu. Insanlara va’z ve nasîhat edecek
kimselerin yeni, temiz elbise giyerek kendilerine cemâl vermeleri
ibâdet olur. Hurmet edilmezlerse, sözleri dinlenmez. Çünki,
câhiller, insanın zâhirine bakar. Ilminden, ahlâkından anlamazlar.
Çok kimse, kibrli oldugunun farkında degildir. Bunun için, kibrin
alâmetlerini bilmek lâzımdır. Içeri girince, herkesin kendi için
ayaga kalkmalarını sever. Kendisine hurmet edildigini anlıyarak,
onlara nasîhat vermek istiyen âlimin, kendisi için ayaga kalkıldıgını
arzû etmesi kibr olmaz. Kendi oturup, baskalarının kendine karsı
ayakda durmalarını istemek, tekebbürdür. Hazret-i Alî “radıyallahü
anh”, buyurdu ki, (Cehennemlik bir kimse görmek isteyen,
kendi oturup baskalarını ayakda durduran kimseye baksın!) Eshâb-
ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve
sellem” her seyden çok severlerdi. Geldigi zemân ayaga kalkmazlardı.
Çünki, ayaga kalkılmasını istemedigini bilirlerdi. Bununla
berâber, âlimler gelince, ilmin serefini göstermek için, ayaga
kalkmak lâzımdır. Yahyâ bin Kattân “rahime-hullahü teâlâ”,
ikindi nemâzını kıldıkdan sonra, câmi’in minâresine dayanarak
oturmusdu. Yanına zemânın meshûr âlimlerinden birkaçı geldi.
Içlerinde Ahmed bin Hanbel “rahime-hullahü teâlâ” de vardı.
Hepsi, ayakda olarak hadîs ilminden sordular. Yahyâ, her birinin

cevâbını verdi. Hiçbirine otur demedi. Hiç biri de, oturmaga cesâret
edemedi. Konusmaları aksam nemâzına kadar devâm etdi. Genç
olan âlim, yaslı olan câhilin üst tarafına oturur. Talebe, hocasından
evvel söze baslamaz. Hocası yok iken, onun yerine oturmaz. Sokakda
önünde yürümez. Bir kimse, kendisi için ayaga kalkılmasını sever,
fekat bu sevgiden kurtulmak isterse, sevgisi​
(Meyl-i tabî’î), ya’nî
tabî’at îcâbı olur. Yâhud seytânın vesvesesinden olur. Her ikisi de,
günâh degildir. Elinde degildir, irâdesinin dısındadırlar.
Yalnız olarak yürümeyip, arkasından baskalarının da gelmesini
istemek, yâhud kendisi hayvân üstünde, talebelerinin yerde gitmelerini
sevmek de kibr alâmetidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem”, Medînenin Bakî’ kabristânına gidiyordu. Birkaç kisi görüp,
arkasından geldiler. Durarak öne geçmelerini emr buyurdu.
Arkalarından yürüdü. Sebebi soruldukda,
(Ayak sesini isitdim.
Kalbime kibrden bir zerre gelmemesi için böyle yapdım)
buyurdu.
Kendisine kibr gelmez. Eshâbına ders vermek için böyle yapdı.
Ebü’dderdâ “radıyallahü teâlâ anh” diyor ki, kibrli kimsenin arkasında
yürüyenlerin sayısı artdıkca, bunun Allahü teâlâdan uzaklasması
da artar.
Üzerinde hakkı bulunanları, ya’nî tanıdıklarını ziyâret etmemek
de kibr alâmetidir. Kendinden asagı olanları ziyâret etmek tevâdu’
alâmetidir.
Yanına baskasının oturmasını istememek ve hastalarla birlikte
oturmamak, evinin isini yapmamak, evine lâzım olan seyleri satın
alıp evine getirmemek ve kullanılmıs elbisesini tekrâr giymek istememek,
hep kibr alâmetidir. Is basında is elbisesi giymek istememek
de, böyledir. Fakîrlerin da’vetine gitmeyip, zenginlerin da’vetine
gitmek de tekebbürdür. Akrabâsının ve çocuklarının muhtâc
oldukları seyleri te’mîn etmemek ve dogru sözü kabûl etmeyip
münâkasa etmek, kusûrunu, kabâhatini bildirenlere tesekkür etmemek,
herkesin yanında olursa riyâ olur. Hem yalnız iken, hem

de baskalarının yanında yaparsa, kibr olur
 
Üyelik Tarihi
7 Mar 2010
Konular
27
Mesajlar
106
MFC Puanı
70
Tevâdu’ sâhibi olabilmek için, dünyâya nerden geldigini, nereye
gidecegini bilmek lâzımdır. Hiç yok idi. Önce bir sey yapamıyan,
hareket edemiyen bebek oldu. Simdi de, her an hasta olmak,
ölmek korkusundadır. Nihâyet ölecek, çürüyecek ve toprak
olacakdır. Hayvânlara, böceklere gıdâ olacakdır. I’dâm odasına
sokulmus olup, i’dâm olunacagı zemânı bekleyen kimsenin, ölüm
odasında çekdigi sıkıntılar gibi dünyâ zındanında, her an ne zemân
azâba götürülecegini beklemekdedir. Ölecek, les olacak,
böceklere yem olacak, kabr azâbı çekecek, sonra diriltilip kıyâmet
sıkıntılarını çekecekdir. Cehennemde sonsuz yanmak korkusu​
içinde yasıyan kimseye tekebbür mü yakısır, tevâdu’ mu? In-
sanların yaratıcısı, yetisdiricisi, her an tehlükelerden koruyucusu
olan ve kıyâmetde hesâba çekecek, sonsuz azâb yapacak olan,
sonsuz kuvvet, kudret sâhibi, benzeri, ortagı olmayan tek hâkim
ve kâdir olan Allahü teâlâ,​
(Tekebbür edenleri sevmem, tevâdu’
edenleri severim)
buyuruyor. Âciz, elinden hiçbir sey gelmiyen
zevallı insana bunlardan hangisini yapmak yakısır? Aklı basında
olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç tekebbür edebilir mi?
Insan, asagılıgını, âcizligini, Rabbine karsı her an izhâr etmek
mecbûriyetindedir. Bunun için, her an, her yerde aczini göstermesi,
tevâdu’ üzere bulunması lâzımdır. Ebû Süleymân Dârânî “rahime-
hullahü teâlâ” diyor ki, (Bütün insanlar, beni oldugumdan dahâ
asagılamak, hakâret etmek isteseler, bunu yapamazlar. Çünki,
herkesin, hakâret derecelerinin en asagısı olarak düsünebileceklerinden
dahâ asagı oldugumu biliyorum). Insan, kendini herkesden,
hattâ Iblîsden, Fir’avndan dahâ asagı düsünebilir mi? Çünki,
bu ikisi [ve Stalin, Mao ve çömezleri gibi islâm ve insanlık düsmanı
olan zâlimler] kâfirlerin en kötüleridir. Tanrılık da’vâsı eden,
diledigini yapmaları için milyonlarca insanı öldüren ve iskence altında
inletenlerin, kâfirlerin en asagısı oldukları muhakkakdır. Allahü
teâlâ, bunlara gadab etmis, küfrün en kötüsüne düsürmüsdür.
Bana ise, merhamet etmis, îmân ve hidâyet ihsân etmisdir.
Dileseydi, bunun aksini yapardı. Elhamdülillah, yapmadı. Bununla
berâber, bu yasa gelinceye kadar, çok günâh isledim. Kimsenin
yapmadıgı kötülükleri yapdım. Son nefesimin nasıl olacagını da
bilmiyorum, diyerek tevâdu’ yapması lâzım geldigini, kendi kendine
anlatmalıdır.
Hadîs-i serîflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, tevâdu’ üzere olmagı
bana emr eyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür etmeyiniz!)

Zimmî denilen gayr-ı müslim vatandaslara ve izn ile [pasaport
ile] gelmis olan yabancı tüccârlara, ecnebî is adamlarına ve turistlere
de, tekebbür etmemek lâzım oldugu, bu hadîs-i serîfden
anlasılmakdadır. Her insana tevâdu’ yapmak lâzım olunca, onlara
hıyânet yapmak, incitmek hiç câiz degildir.
[Dâr-ül-harbde bulunan kâfirlerin mallarına, canlarına, ırzlarına,
nâmûslarına saldırmak, orada da hırsızlık, çapulculuk yapmak,
can yakmak, kâfirlerin de kanûnlarına karsı koymak, idârecilerine
hakâret etmek, huzûrsuzluk, karısıklık çıkarmak, vergi
kaçakçılıgı yapmak, nakl vâsıtalarının ücretlerini ödememek
ve islâmın serefine ve güzel ahlâkına yakısmayan herhangi bir
çirkin hareketde bulunmak câiz olmadıgı, bu hadîs-i serîfden ve
yukarda yazılı açıklamasından da anlasılmakdadır. Kâfir memleketlerindeki​
hıristiyan kanûnlarına karsı gelmemek, onları ülül-
emr olarak tanımak demek degildir. Allahü teâlâya isyâna sebeb
olacak emrlere karsı gelinmez. Ülül-emrin de, kâfirlerin de, böyle
emrlerine karsı isyân edilmez. Hükûmete, kanûnlara karsı gelmek,
nerde olursa olsun, fitne çıkmasına sebeb olur. Fitneye sebeb olmak
harâmdır. Fıkh kitâblarında, ikrâh kısmında ve Muhammed
Ma’sûm “rahmetullahi aleyh”in üçüncü cild, 55. ci mektûbunda,
bunun açıklaması mevcûddur. Bir kimse, islâm memleketinde veyâ
Dâr-ül-harbde, ya’nî kâfir memleketinde, Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” bu emrine uymıyarak, kâfirlere karsı
da edebsizlik, taskınlık yaparsa, onların idârelerine karsı gelerek
suç islerse, günâh islemis olacagı gibi, islâmiyyeti ve müslimânları
bütün dünyâya karsı barbar olarak tanıtmıs olur. Islâmiyyete büyük
hıyânet yapmıs olur.
Cihâd,​
(Emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker) demekdir. Bu cihâd
ikiye ayrılır: Birincisi, kâfirlere islâmiyyeti tanıtmak, onları
küfr felâketinden kurtarmak demekdir. Ikincisi, müslimânlara
ilm-i hâllerini ögretmek, onların harâm islemelerine mâni’ olmakdır.
Bunların her ikisi de, üç dürlü yapılır. Birincisi, beden ile yapmakdır.
Beden ile ya’nî her dürlü harb vâsıtaları ile cihâd yapmak,
islâmiyyetden haberleri olmayarak, baskalarından görmekle veyâ
zâlimlerin, sömürücülerin baskıları ve iskenceleri ve aldatmaları
ile küfre sürüklenmis olan zevallılara islâmiyyeti bildirmege engel
olan diktatörlere, emperyalist güçlere karsı olur. En modern harb
vâsıtaları ile dövüserek, bu zâlim diktatörlerin, emperyalistlerin
güçleri, kuvvetleri yok edilerek, bunların pençeleri, baskıları altında
inleyen zevallı milletler esâretden, kölelikden kurtarılır. Bunlara
islâmiyyet ögretilerek, seve seve müslimân olmaları teklîf olunur.
Kabûl etmezlerse, müslimânlarla birlikde islâm dîninin âdil,
hürriyyetci ve esitlik emr eden emrleri altında, müslimânlarla aynı
haklara mâlik olarak ve kendi dinlerinin îcâblarını ve ibâdetlerini
serbestce yapmak sûretiyle yasamalarına izn verilir. Bu silâhlı
cihâdı, muhârebeyi yalnız devlet yapar. Ya’nî devletin ordusu,
savunma kuvvetleri yapar. Devletin emri, bilgisi, izni olmadan
hiçbir müslimânın kâfirlere saldırması, eskıyâlık yapması câiz degildir.
Devletin sulh yapdıgı kâfirlerden birini öldüren müslimânı,
islâm dîni en agır cezâya çarpdırmakdadır. Görülüyor ki, islâm
dîninde, cihâd demek, memleketleri yıkmak, insanları öldürmek
demek degildir. Insanlara islâmiyyeti tanıtarak, kendiliklerinden
seve seve müslimân olmalarına çalısmak demekdir. Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâm “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în” ve hakîkî müslimân olan islâm devletleri,

meselâ Osmânlılar, hep böyle cihâd etdiler. Güçsüz, sa-
vunmasız insanlara saldırmadılar. Bu insanlara islâmiyyetin ulasdırılmasına,
tanıtılmasına mâni’ olan, islâm düsmanı, kâfir diktatörlerle,
emperyalistlerle ve müslimân ismini tasıyan bid’at sâhibi bölücülerle
harb ederek, bunların sömürücü, ezici güçlerini yok etdiler.
Bu iskence güçlerinin altında inleyen insanları kurtararak hürriyyete
kavusdurdular. Onlara islâmiyyeti ögretip, kendiliklerinden
seve seve hakîkî müslimân olmalarına, ebedî se’âdete kavusmalarına​
sebeb oldular.
 
Üyelik Tarihi
7 Mar 2010
Konular
27
Mesajlar
106
MFC Puanı
70
Islâm devletinin, islâm ordusunun, ikinci vazîfesi müslimânları
ve islâm dînini yok etmek için, islâm memleketlerine saldıran kâfirlere
ve sapık inançlı bölücülere karsı cihâd ederek, müslimânları
ve islâm dînini korumakdır. Allahü teâlâ, Enfâl sûresinde, islâm
devletinin, kâfir memleketlerinde yapılan harb silâhlarını arasdırıp,
ögrenip, bunların hepsini, sulh zemânında yapmalarını emr
ediyor. Bunları yapmıyan bir hükûmet, islâmiyyete uymamıs olur.
Düsmanların hücûmlarına cevâb veremeyip, binlerce müslimânın
sehîd olmasına ve islâmiyyetin za’îflemesine sebeb olur.
Islâm cihâdının ikinci sekli, her dürlü nesr vâsıtası ile islâmiyyeti
insanlara yaymak, duyurmakdır. Bu cihâdı, islâm âlimleri yapar
ve islâm devletinin yardımı ve kontrolü ile yapılır. Asrımızda
islâm düsmanı olan kâfirler, misyonerler, masonlar, komünistler
ve mezhebsizler, her dürlü nesr organları ile islâmiyyete saldırıyorlar.
Yalanlarla, iftirâlarla insanları, hattâ câhil müslimânları aldatarak,
islâm dînini yok etmege çalısıyorlar. Simdi, hıristiyanların,
onbir süâl uydurarak, bütün islâm memleketlerine götürdüklerini
1992 senesinde haber aldık. Bengladesdeki islâm âlimleri,
bunlara cevâb yazarak, papazları rezîl etmislerdir. Istanbuldaki​
(Hakîkat Kitâbevi),​
bu cevâbları, (El-Ekâzîb-ül-cedîde-tül-hıristiyaniyye)

ismi altında, (​
Essırât-ul-müstekîm) kitâbına ilâve ederek,
bütün dünyâya göndermekdedir.
(Kâdiyânî), ya’nî ahmedîler
ve
(Behâîler) ve (Mevdûdîciler) ve (Teblîg-ı cemâ’atcılar) ve (Selefîciler),

(Mezhebsizler)​
ve (Vehhâbîler), Kur’ân-ı kerîmden ve
hadîs-i serîflerden yanlıs ve bozuk ma’nâlar çıkararak, islâmın
dogru yolundan ayrılıyorlar. Bu sapıkların taskınlık yapanları kâfir
[Allaha düsman] oluyorlar. Bunların hepsi basın yolu ile, kitâblar,
mecmû’alar, risâleler çıkararak ve radyolarla bozuk inanıslarını
yayıyorlar. Bunu yapmak için milyonlar sarf ediyorlar. Bir
yandan,
(Ehl-i sünnet) veyâ (Sünnî) denilen hakîkî müslimânları
aldatarak islâmiyyeti içerden yıkıyorlar. Diger tarafdan da, islâmiyyeti
bütün dünyâya yanlıs olarak tanıtıyorlar. Müslimân olmak isteyen
yabancılar, bu çesidli propagandalar karsısında ne yapacaklarını

sasırıyorlar. Yâ, müslimân olmakdan vazgeçiyorlar, yâhud
yanlıs, bozuk bir yola girerek, müslimân olduklarını sanıyorlar.
Islâmın iç ve dıs düsmanlarının yıkıcı, aldatıcı propagandalarına
karsı Ehl-i sünnet âlimlerinin, hakîkî müslimânlıgı ya’nî Muhammed
aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm
ecma’în” yolunu, nesr vâsıtaları ile bütün dünyâya yaymaları,
günümüzün en kıymetli cihâdıdır.
Cihâdın üçüncü kısmı, düâ ile yapılan cihâddır. Bütün müslimânların
bu cihâdı yapmaları farz-ı ayndır. Bu cihâdı yapmamak,
büyük günâh olur. Bu cihâdı yapmak, cihâdın birinci ve ikinci
kısmlarını yapanlara düâ etmekle olur. Lesker-i gazâ, lesker-i düânın
yardımına muhtâcdır. Ihlâs ile yapılan düâ muhakkak kabûl
olur.
Cihâdın yukarda yazılı üç kısmını da, Allahü teâlânın yardımına
güvenerek ve dînine uyarak yapanlara, Allahü teâlâ muhakkak
yardım eder. Cihâda hâzırlanmayıp, lâzım olan en yeni silâhları,
kuvvetleri önceden te’mîn etmeyip, çalısmadan, birbirimizle sevismeden,
oturdugumuz yerde yapılan düâları Allahü teâlâ kabûl etmez.
Düânın kabûl olması için, önce sebeblerine yapısmak lâzımdır.
Tevekkül de böyledir. Cihâdda muvaffak olmak için, islâmiyyete
uymak lâzım oldugunu bildirdik. Islâmiyyet, cihâda önceden
hâzırlanmagı emr ediyor. Cihâdın birinci kısmını yapabilmek için,
en modern harb vâsıtalarının her çesidini önceden hâzırlamak ve
bunların kullanılmasını ögrenmek ve kumandana, hükûmete tâbi’
olmak, bölücülük yapmamak lâzımdır. Kuvvet komutanlıklarının
vakflarına her müslimânın elinden geldigi kadar çok para hediyye
etmeleri lâzımdır. Cihâdın ikinci kısmını yapan Ehl-i sünnet âlimlerine
ve bunları besleyen vakflara, kuruluslara da yardım etmek,
mal ile cihâd etmek olur. Beden ile ve mâl ile, para ile cihâd edenlere,
Allahü teâlâ kıyâmetde Cenneti va’d ediyor. Alî Muhammed
Belhî, h.1411 baskılı, fârisî​
(Müftiy-yi mücâhid) kitâbında cihâdı
uzun anlatmakdadır.]
Hadîs-i serîfde,
(Ni’mete kavusmus olanlardan, tevâdu’ gösterenlere
ve kendilerini kusûrlu bilenlere ve halâldan kazanıp, hayrlı
yerde sarf edenlere ve fıkh bilgileri ile hikmeti ya’nî tesavvufu
birlesdirenlere ve halâla harâma dikkat edenlere ve fakîrlere merhamet
edenlere ve islerini Allah rızâsı için yapanlara ve huyu güzel
olanlara ve kimseye kötülük yapmayanlara ve ilmi ile amel
edenlere ve mâlının fazlasını dagıtıp, lâfının fazlasını saklayanlara
müjdeler olsun)
buyuruldu.
Alay etmek için ve münâfıklık yaparak, riyâ yaparak, mâla,
mevkı’e kavusmak için yâhud korkdugu için yapılan tevâdu’ da,

kötü huydur. Bu kötü huydan kurtulmak için, buna sebeb olan kö-
tülüklerden kurtulmak lâzımdır. Böyle kötü sebeblerden kurtulan​
kimsenin tevâdu’u, güzel huy olur.
 
Üyelik Tarihi
20 Ara 2012
Konular
2,401
Mesajlar
10,146
MFC Puanı
2,700
Allah Razı Olsun Paylasım Icın Tesekkurler.
 
Üst