Rapunzel
MFC Üyesi
-
- Üyelik Tarihi
- 11 Mar 2015
-
- Mesajlar
- 5,320
-
- MFC Puanı
- -445
Kendi Hayatlarımıza Koyduğumuz Engeller
Biliyor musunuz, belki de ölümden bu kadar çok korkmamızın nedeni, kendi şehvetimizi doğallıkla yaşamamıza koyduğumuz engeller, küçük ölümlerle gerçek ölüme alışma olanaklarımızı azaltan yasaklarımızdır.
Hayattan da belki bu yüzden böylesine korkuyoruz.
Ölümle hayatın birbirine değdiği o muhteşem anın sınırlarını daralttıkça ikisini birbirinden koparıyor ve ikisinden de korkuyoruz.
Tek kurtarıcımız edebiyat.
Sadece orada sevişmeleri, bütün insanların bu ortak günahını açıkça görebiliyor, onun doğallığını, bir insanın bir başka insana dokunarak nasıl değiştiğini, bu müthiş değişimin yarattığı sarsıntıları, zavallı bir canlı olmanın çaresiz güçsüzlüğünden nasıl kurtulduğunu, nasıl mitolojik bir tanrıya ya da tanrıçaya dönüştüğünü, hayatın ve ölümün kaynağındaki o kutsal ırmakta yıkanarak nasıl kendinden, geçmişinden, korkularından arındığını, bir bedenden bir bedene hayatın ve ölümün dokunuşlarla, öpüşmelerle, sarılışlarla nasıl aktığını, kadınların ölüme ve hayata aynı anda dokundukları o muhteşem anda nasıl çığlıklarla yağmurlara, bulutlara karıştığını, en şiddetli birleşmelerde bile isteğin saflığından doğan o masumiyetin insanları nasıl vahşetleriyle masumlaştırdığını okuyoruz.
Kadınların, başka hiçbir zaman, başka hiçbir yerde söyleyemeyecekleri sözcükleri fısıldayan dudakları, onların içlerinde bir başka canlı gibi taşıdıkları dişiliklerini ılık ve telaşlı soluklarıyla nasıl yeniden doğuruyor, terli saç dipleri, istekle gerilen bereketli kasıkları, kapanan gözleriyle ölümün büyük unutuşuna dokunarak, nasıl yeni bir hayata ancak küçük ölümle ölerek can veriyor; bunu bize, sevişmenin bir şelaleden akan nilüferleri andıran gizemli estetiğiyle başka ne anlatabilir?
Sevişirken insanın en masum, en doğal, en içten haline kavuştuğunu, kıvranan, kıpırdanan, savrulan bedeniyle, içinde yıldız çiçekleri taşıyan bir tohum gibi yırtılıp en derininde saklı olan tanrısal varlığı ortaya çıkardığını, bütün kirli duygularıyla düşüncelerinden ancak burada kurtulduğuna başka nasıl ikna olabiliriz?
Kalabalıklar kirletir insanı.
Arınmak için yalnızlığa ihtiyacımız var.
Ve, öyle mükemmel bir yalnızlığa insan ancak başka bir insanla bütünleşerek, başka bir insanla kaynaşarak, başka bir insanın dokunuşuyla hayatı unutarak, bir başka insanın verdiği eşsiz hazla ölerek ulaşabilir.
Ölümün, el değmemiş berraklığına sevişmeden başka hiçbir yerde kavuşamaz insan.
Hayat, ne bulursa içine alan çamurlu bir nehir gibi akar, yaşayan herkese o nehrin sularından bir şeyler bulaşır, biraz çamurlanırız hepimiz.
Ölüm temizdir.
Ölmeden ölmenin mümkün olduğu tek yer ise şehvetimizdir.
İnsanoğlunun en çok utandığı ve en çok korktuğu duygusu.
Ölümü gördüğümüzde hayatta önemli olan her şey önemini kaybeder.
Belki şehvetten de bunun için korkuyoruz.
Hayatın önemli olması gerektiğine inandığımız bütün tuhaflıklarını önemsizleştirdiği için.
Savaşların, cinayetlerin, iktidar kavgalarının, servetlerin ne önemi var bir insan şehvetin perilerle, yıldızlarla, deniz kızlarıyla, canavarlarla, sihirli ormanlarla, şarkı söyleyen ağaçlarla dolu esrarengiz dünyasına daldığında.
Küçük ölüme doğru yola çıktığınızda, dokunduğunuz bedenin her kıvrımında bir başka macera, bir başka tehlike, bir başka ürperti hissederek, sıcak kumlara gömülüp her kımıldanışta kendinizden başka biri olarak daha derinlere dalarak, bütün evrenin kara bir deliğe doğru kayıp tek bir ışığa, tek bir parlak yıldıza dönüştüğünü görerek kendi ölümünüze yaklaştığınızda, sizin için, içinde bütün evreni taşıyan o tek ve parlak yıldızdan daha önemli ne olabilir?
Sonra o an gelir.
O tek ışığa değersiniz.
Değdiğiniz bütün bir evrendir.
Ve, onun, parıltısıyla sizi sonsuz bir karanlık gibi emip içine alan evrenin parçası olursunuz.
Ölürsünüz o anda.
Ölüm, evrenle bütünleşmektir.
Sevişmek de, aynen ölüm gibi, bir insanla değil bütün bir evrenle bütünleşmektir, onun için öylesine karanlık, öylesine yakıcı, öylesine sonsuz, öylesine tanrısaldır.
Sonra sizi o yıldıza götüren, sizi evrenin bir parçası yapan bedene sarılıp yattığınızda hissettiğiniz yorgunluk bedenin yorgunluğu değildir, hissettiğiniz, sınırsız bir evreni kendi içine alan ruhunuzun yaşadığı büyük serüvenin geride bıraktığı muhteşem yorgunluğudur.
Yeni doğmuş bir bebek gibi yeniden dönersiniz hayata.
Ölmüş ve doğmuşsunuzdur.
Defalarca biçim değiştirmişsinizdir.
Ruhunuz, titremelerle, inlemelerle sürekli olarak kendinden soyunmuş, bedeniniz gibi çırılçıplak kalana kadar çeşitli menzillerden geçmiş, her menzilde başka bir kılıkta, başka bir renkte görünmüş, kah şefkatli, kah sevecen, kah vahşi, kah canavar, kah köle, kah zalim olmuş, sonunda ölümün saflığına kavuşmuştur.
Büyük bir maceradır sevişmek.
Bedenin önce, ruhun sonra soyunduğu ve birlikte koştukları, sonunda birlikte yok oldukları bir macera.
Bir yıldız yolculuğu.
Bir ölüm.
Zaman kaybolmuştur.
Bütün biçimler kaybolmuştur.
Her şeye biraz şaşkınlıkla, yeniden tanımaya çalışarak bakarsınız.
Hayat titrek adımlarla geri döner.
Sizde, tüm evreni tek bir yıldıza çevirip, ona dokunmuş birinin huzurlu ve sakin mutluluğu vardır.
Ölümden korkmazsınız o anda.
Hiçbir şeyden korkmazsınız.
Küçük sızılarla bedeninizle ruhunuz yeniden birbiriyle buluşur, birbirinin içine yerleşir.
Bütün vahşetiniz, şiddetiniz, canavarlarınız, perileriniz yeniden kendi kuytuluklarına çekilirler.
Derin bir sessizlik kaplar içinizi.
Bir anlığına kendi sesinizi bile kaybedersiniz.
Sonra sesler duyulur yeniden.
Bunlar bildiğiniz, tanıdığınız, her gün birlikte olduğunuz seslerdir.
Hayata dönmeye başlamışsınızdır.
O küçük ölümün memnuniyetini hálá hatırlar, hayatı biraz küçümsersiniz.
Derin, hoşnut bir nefes alırsınız.
Yanınıza döner bu yolculuğa çıkarken size yol arkadaşlığı yapana minnetle bakarsınız.
Ruhlarınızın giyinmeye başladığını tuhaf bir acıyla hissedersiniz.
Biraz sonra bedenleriniz de kapanacaktır.
İki ayrı insana dönüşeceksinizdir.
Bu her zaman şaşırtıcı ve biraz acıklıdır.
Yeniden kapanan ruhunuzda ve bedeninizde ise sizinle birlikte bütünleşip, sizinle birlikte parçalanan evrenin yarattığı sızılı bir hazzın izleri durmaktadır hálá.
Belki de ölüm işte böyle bir şeydir.
Bütün kainatın içinde toplandığı bir yıldıza dokunmak, mutlak ve sonsuz bir haz duyarak o yıldızın parçası olmaktır.
Belki de güzel bir şeydir ölüm.
Küçük ölüm böylesine muhteşem olduğuna göre
O belki de daha muhteşemdir
Biliyor musunuz, belki de ölümden bu kadar çok korkmamızın nedeni, kendi şehvetimizi doğallıkla yaşamamıza koyduğumuz engeller, küçük ölümlerle gerçek ölüme alışma olanaklarımızı azaltan yasaklarımızdır.
Hayattan da belki bu yüzden böylesine korkuyoruz.
Ölümle hayatın birbirine değdiği o muhteşem anın sınırlarını daralttıkça ikisini birbirinden koparıyor ve ikisinden de korkuyoruz.
Tek kurtarıcımız edebiyat.
Sadece orada sevişmeleri, bütün insanların bu ortak günahını açıkça görebiliyor, onun doğallığını, bir insanın bir başka insana dokunarak nasıl değiştiğini, bu müthiş değişimin yarattığı sarsıntıları, zavallı bir canlı olmanın çaresiz güçsüzlüğünden nasıl kurtulduğunu, nasıl mitolojik bir tanrıya ya da tanrıçaya dönüştüğünü, hayatın ve ölümün kaynağındaki o kutsal ırmakta yıkanarak nasıl kendinden, geçmişinden, korkularından arındığını, bir bedenden bir bedene hayatın ve ölümün dokunuşlarla, öpüşmelerle, sarılışlarla nasıl aktığını, kadınların ölüme ve hayata aynı anda dokundukları o muhteşem anda nasıl çığlıklarla yağmurlara, bulutlara karıştığını, en şiddetli birleşmelerde bile isteğin saflığından doğan o masumiyetin insanları nasıl vahşetleriyle masumlaştırdığını okuyoruz.
Kadınların, başka hiçbir zaman, başka hiçbir yerde söyleyemeyecekleri sözcükleri fısıldayan dudakları, onların içlerinde bir başka canlı gibi taşıdıkları dişiliklerini ılık ve telaşlı soluklarıyla nasıl yeniden doğuruyor, terli saç dipleri, istekle gerilen bereketli kasıkları, kapanan gözleriyle ölümün büyük unutuşuna dokunarak, nasıl yeni bir hayata ancak küçük ölümle ölerek can veriyor; bunu bize, sevişmenin bir şelaleden akan nilüferleri andıran gizemli estetiğiyle başka ne anlatabilir?
Sevişirken insanın en masum, en doğal, en içten haline kavuştuğunu, kıvranan, kıpırdanan, savrulan bedeniyle, içinde yıldız çiçekleri taşıyan bir tohum gibi yırtılıp en derininde saklı olan tanrısal varlığı ortaya çıkardığını, bütün kirli duygularıyla düşüncelerinden ancak burada kurtulduğuna başka nasıl ikna olabiliriz?
Kalabalıklar kirletir insanı.
Arınmak için yalnızlığa ihtiyacımız var.
Ve, öyle mükemmel bir yalnızlığa insan ancak başka bir insanla bütünleşerek, başka bir insanla kaynaşarak, başka bir insanın dokunuşuyla hayatı unutarak, bir başka insanın verdiği eşsiz hazla ölerek ulaşabilir.
Ölümün, el değmemiş berraklığına sevişmeden başka hiçbir yerde kavuşamaz insan.
Hayat, ne bulursa içine alan çamurlu bir nehir gibi akar, yaşayan herkese o nehrin sularından bir şeyler bulaşır, biraz çamurlanırız hepimiz.
Ölüm temizdir.
Ölmeden ölmenin mümkün olduğu tek yer ise şehvetimizdir.
İnsanoğlunun en çok utandığı ve en çok korktuğu duygusu.
Ölümü gördüğümüzde hayatta önemli olan her şey önemini kaybeder.
Belki şehvetten de bunun için korkuyoruz.
Hayatın önemli olması gerektiğine inandığımız bütün tuhaflıklarını önemsizleştirdiği için.
Savaşların, cinayetlerin, iktidar kavgalarının, servetlerin ne önemi var bir insan şehvetin perilerle, yıldızlarla, deniz kızlarıyla, canavarlarla, sihirli ormanlarla, şarkı söyleyen ağaçlarla dolu esrarengiz dünyasına daldığında.
Küçük ölüme doğru yola çıktığınızda, dokunduğunuz bedenin her kıvrımında bir başka macera, bir başka tehlike, bir başka ürperti hissederek, sıcak kumlara gömülüp her kımıldanışta kendinizden başka biri olarak daha derinlere dalarak, bütün evrenin kara bir deliğe doğru kayıp tek bir ışığa, tek bir parlak yıldıza dönüştüğünü görerek kendi ölümünüze yaklaştığınızda, sizin için, içinde bütün evreni taşıyan o tek ve parlak yıldızdan daha önemli ne olabilir?
Sonra o an gelir.
O tek ışığa değersiniz.
Değdiğiniz bütün bir evrendir.
Ve, onun, parıltısıyla sizi sonsuz bir karanlık gibi emip içine alan evrenin parçası olursunuz.
Ölürsünüz o anda.
Ölüm, evrenle bütünleşmektir.
Sevişmek de, aynen ölüm gibi, bir insanla değil bütün bir evrenle bütünleşmektir, onun için öylesine karanlık, öylesine yakıcı, öylesine sonsuz, öylesine tanrısaldır.
Sonra sizi o yıldıza götüren, sizi evrenin bir parçası yapan bedene sarılıp yattığınızda hissettiğiniz yorgunluk bedenin yorgunluğu değildir, hissettiğiniz, sınırsız bir evreni kendi içine alan ruhunuzun yaşadığı büyük serüvenin geride bıraktığı muhteşem yorgunluğudur.
Yeni doğmuş bir bebek gibi yeniden dönersiniz hayata.
Ölmüş ve doğmuşsunuzdur.
Defalarca biçim değiştirmişsinizdir.
Ruhunuz, titremelerle, inlemelerle sürekli olarak kendinden soyunmuş, bedeniniz gibi çırılçıplak kalana kadar çeşitli menzillerden geçmiş, her menzilde başka bir kılıkta, başka bir renkte görünmüş, kah şefkatli, kah sevecen, kah vahşi, kah canavar, kah köle, kah zalim olmuş, sonunda ölümün saflığına kavuşmuştur.
Büyük bir maceradır sevişmek.
Bedenin önce, ruhun sonra soyunduğu ve birlikte koştukları, sonunda birlikte yok oldukları bir macera.
Bir yıldız yolculuğu.
Bir ölüm.
Zaman kaybolmuştur.
Bütün biçimler kaybolmuştur.
Her şeye biraz şaşkınlıkla, yeniden tanımaya çalışarak bakarsınız.
Hayat titrek adımlarla geri döner.
Sizde, tüm evreni tek bir yıldıza çevirip, ona dokunmuş birinin huzurlu ve sakin mutluluğu vardır.
Ölümden korkmazsınız o anda.
Hiçbir şeyden korkmazsınız.
Küçük sızılarla bedeninizle ruhunuz yeniden birbiriyle buluşur, birbirinin içine yerleşir.
Bütün vahşetiniz, şiddetiniz, canavarlarınız, perileriniz yeniden kendi kuytuluklarına çekilirler.
Derin bir sessizlik kaplar içinizi.
Bir anlığına kendi sesinizi bile kaybedersiniz.
Sonra sesler duyulur yeniden.
Bunlar bildiğiniz, tanıdığınız, her gün birlikte olduğunuz seslerdir.
Hayata dönmeye başlamışsınızdır.
O küçük ölümün memnuniyetini hálá hatırlar, hayatı biraz küçümsersiniz.
Derin, hoşnut bir nefes alırsınız.
Yanınıza döner bu yolculuğa çıkarken size yol arkadaşlığı yapana minnetle bakarsınız.
Ruhlarınızın giyinmeye başladığını tuhaf bir acıyla hissedersiniz.
Biraz sonra bedenleriniz de kapanacaktır.
İki ayrı insana dönüşeceksinizdir.
Bu her zaman şaşırtıcı ve biraz acıklıdır.
Yeniden kapanan ruhunuzda ve bedeninizde ise sizinle birlikte bütünleşip, sizinle birlikte parçalanan evrenin yarattığı sızılı bir hazzın izleri durmaktadır hálá.
Belki de ölüm işte böyle bir şeydir.
Bütün kainatın içinde toplandığı bir yıldıza dokunmak, mutlak ve sonsuz bir haz duyarak o yıldızın parçası olmaktır.
Belki de güzel bir şeydir ölüm.
Küçük ölüm böylesine muhteşem olduğuna göre
O belki de daha muhteşemdir