Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Karacasu Efsanesi (Aydın)

Almora

MFC Üyesi
Konum
Mersin
  • Üyelik Tarihi
    2 Ağu 2014
  • Mesajlar
    2,877
  • MFC Puanı
    343
Karacasu Efsanesi (Aydın)



845_1.jpg



Çiller deresi ile Köstebek çayının kesiştiği yerde dev boylu asırlık çınar ağaçları vardı. Aralarındaki mesafe o kadar yakın değildi ama dalları birbirleriyle kucaklaşır durumdaydı. Güneş, günün hiçbir saatinde süzülüp de ağaç aralarından toprağa ulaşamazdı. O kadar ki bir hafta yağmur yağsa yer ıslanmazdı. Akıl almaz yoğunlukta kuş nesli yuvalanırdı koca ağaçların tepelerine. Köstebek vadisi, Mudurnu yolu ve Nallıhan tarafına doğru gidildikçe orman seyrekleşir ağaç boyları daha da kısalırdı.
Çiller deresi ile köstebek çayının birleştiği o harika yer, dünyanın merkeziydi bir bakıma. İstanbul tarafından gelip Göynüğü geçerek doğuya doğru gitmek isteyen kervanlar orada konaklardı. İnebolu, Bolu ve Mudurnu yolu ile gelerek Eskişehir, Afyon, Konya üzerinden Adana'ya doğru gitmek isteyenler de konaklamak için orasını tercih ederdi. O nedenle Çiller ile Köstebek derelerinin kesiştiği yerde o park alanı hem Osmanlı hem de dünya haberlerinin pazarlandığı bir yer olurdu. Sürülerle yük hayvanı gelir yükleri boşaltılır sonra da salıverilirdi. Kervancılar dinlenene kadar otlayarak karınlarını doyururlardı. Çiller ile Köstebek kavşağı, daha doğrusu Nallıhan vadisi güvenli bir yerdi. Ne bir eşkıya ne de kötü niyetli bir kişi oralarda barınamazdı. Bunun nedeni için derler ki; Göynükte yatan Fatih Sultan Mehmet Han'ın hocası Akşemseddin Hazretleri ve onun bilgeleri kötülere izin vermez. Bu güvenlik durumunu bütün kervancılar da bilirdi.
İnebolu'dan gelen kervan üç günden beri hareket edemiyor. Çünkü Kervanbaşı İlyas Efendi, geldiği gün yattı, yatış o yatış ve bir daha kalkamadı. Ne konuşabiliyor ne de derdini anlatabiliyor, ateşler içinde öylece yatıyordu. Kervanında yük hayvanı olarak otuz üç deve on sekiz katır iki eşek ve on bir beygir vardı. Bütün bunların kumandası için yirmi bir kişi çaresizce başında öylece bekliyordu İlyas Efendinin. Haber Karacasu Bilgesine ulaştığı zaman hiç ikilemedi. Yerinden kalktı bastonunu eline aldı ve yürüdü. Köyün delikanlılarından üçü peşine takıldı.
İki çam arasına uzatılan iplerin arasına gerilmiş ve keçi kılından yapılmış bir çadır bezinin üzerinde yatıyordu adam. Aksakal Bilge yanaştığında adamları kenara çekildi. Önce selam verdi sonra elini tuttu hastanın. İlyas Efendi belli belirsiz nefes alıyordu da hiçbir tepki veremiyordu. Kervancılar Aksakal Bilgenin önünde saygı ile eğildi. “Buralarda perişan olacağız biraz daha kalırsak hayvanlarımız tembelliğe alışacak yürümekte zorluk çekecekler” diye dert yandılar. “Yükünüz nedir?” diye sordu Bilge. “Ziraat aleti, kazma kürek” dedi birisi.
Aksakal bilge bu son söz üzerine sağ eli ile sakalını sıvazladı. Bu aletler ulaşacağı yere vardığında üretimde kullanılacaktı. Üretimde kullanmak demek, açlığa kıtlığa savaş açmak demek, bereket demek, diye düşündü. Ağır adımlarla ve bastonuna tutunarak geriye çekildi bir kütüğün üzerine oturdu. Derin bir düşünceye daldı; “Siz de oturun” dedi.
Hazırda olanlar bağdaş kurup oturdu. “Kırmızı benekli bir hindi bulun, kanadından iki tüy koparın. Göynüğe giderek Akşemseddin hazretlerinin türbesinin köşe taşlarına sürün. Her sürdüğünüzde vereceğim ayeti okuyun. Ve bunu türbenin her köşesinde yapın ama en az doksan dokuz kez yapın. Sonra da tüyleri gün yüzünü görmeyecek şekilde sarmalayın. Olabilirse geceden getirin. Getirdiğinizde İlyas Efendinin yüzüne, ellerine ayaklarına sürün. Kendine geldiği zaman hiçbir şey yokmuş gibi hazırlanın ve yola çıkın” dedi Karaca suyun Aksakal Bilgesi. Söyleneni yaptılar, önce köye giderek kırmızı benekli iki hindi kanadı buldular. Sonra da iki kişiyi görevlendirip Göynüğe, türbeye gönderdiler.Hem İlyas Efendinin adamları hem de diğer kervancılar heyecan içindeydi. Böyle bir şey ne duymuş ne görmüşlerdi. “Dünyanın sonu gelmek üzere” diyenler de oldu.
Göynükte işi bitirip de yola çıkanlar yarı geceye kalmadan Çiller kavşağındaki parka ulaştı. İlyas Efendi halen kendinde değildi. Kırmızı mendillere sarılı kırmızı benekli hindi kanatları çıkarıldı. Adamın önce sağ yüzüne sonra da diğer yüzüne sürülen kanat işe yaradı. Sinek konmuş gibi yüzünün derisini oynattı. Sonra ellerine ayaklarına sürmeye başladılar. Uykudan uyanır gibi ama ağır hareketlerle uyandı İlyas Efendi. Sonra da uyuduğu salıngaç üzerinden aşağı indi. Ala karanlıkta dikkatle baktı adamlarına; “Çok mu uyumuşum?” diye sordu.
Hiç kimse cevap vermedi. Ateşin üstünde kaynayan ıhlamurdan döktüler maşrapasına. Sonra da sanki hiçbir şey olmamış gibi yol hazırlığına başladılar. Karacasu Bilgesinin bu sırrı hiçbir zaman çözülemedi. Ne var ki Fatih Sultan Mehmet Han'ın hocası ulu kişi Akşemseddin Hazretleri ile bir gönül bağı olduğu genel kabul görüyordu. Ne kadar doğru olduğu bilinmez ama o günden sonra Karacasu ve çevresinde güvenilir insanların yaşadığı söylenegeldi.

Karacasu köyü, Çiller deresi ile Köstebek deresinin kesiştiği yerden Uluhan'a doğru bir masal anlatımı kadar uzaklıkta, Olca dağının tam dibindedir. Dağdan akan, Karaca suyun adı ile anılır. Karacasu köstebek deresi ile birleşmeden önce bahçeleri sulamayı ihmal etmez. Sonra birleşen bu iki su çoğalarak Çillere doğru akar. Orada, yani kervancıların mola verdiği yerde Çiller suyu ile kucaklaşarak Nallıhan'a doğru kıvrak hareketlerle akar gider. Gider gitmesine ama o vadiye hayat vermeyi de ihmal etmez. Bostan bahçeleri, pirinç tarlaları Karacasu'nun verdiği güçle hayat bulur.
Toplam on beş hane olan Karacasu köylüleri yakacak odunu Olca dağından temin eder. Küçük köyün çalışkan adamları odun yapmak için suyun pınarı başında oluşan şelaleye kadar çıktıkları da olur. Dağın yamaçlarında koyun keçi yayarlar. Orman içindeki bayırlarda hayvanların zil sesleri duyulur. Çobanlar dağdan dağa ıslık üfleyerek haberleşirler.
Köyün doğal güzelliği Çiller kavşağındaki kervan konaklama yerinden aşağı kalmaz. Yeşil çimenli düzlüğü çam ağaçları arasından insana gülümser. Arada bir Uluhan tarafından hafif bir rüzgâr eser. Çam ağaçlarının koca dallarında iğne yapraklar bir genç kız yüreği gibi pırpırlar. O nedenle ne karasinek ne de sivrisi uğrayamaz oralara.
Dağdan gelen suyun bir kolu Köyün orta yerine uğrar, oradaki çeşmeyi şenlendirerek tarla aralarından aşağı doğru yoluna devam eder, akar gider. Doğrusunu söylemek gerekirse Karacasu; adını verdiği köye hayat da verir.
Bir gün ara ile Güneş ve Ay tutulmasının yaşandığı o haftanın sonunda müthiş bir yağmur başladı. Sanki gök delinmiş Nuh tufanı gibi dünya sular altında kalacaktı. Yağmur dur durak bilmiyordu. Derelerin suyu birkaç misli arttı, dağ yamaçlarında orman aralarında yeni dereler türemeye başladı. Çobanlar gök gürültüsü ve yıldırımdan korktuğu için koyun ve keçileri uzağa süremedi. Çeşmenin suyu dahi hiç görülmemiş şekilde arttı. Ağaç dallarına değen yağmurun hışıltısını işiten çocuklar, uyudukça uyudu. Bir süre sonra herkesi yıldırdı yağmur. Artık köpekler havlamıyor, atlar kişnemiyor, kuzular melemiyordu. Aksakal Bilge şaştı kaldı bu yedi gün yedi gece süren yağmura. Eğer sular akmayıp da birikse birkaç adam boyu deniz oluşabilirdi.
Yağmurun kesildiği yedinci günde bulutlar hızla doğuya doğru uzaklaştı. Güneş değirmen taşı gibi asılı kaldı gökyüzünde. Aylardan Ağustos ve sanki Temmuz gibi, sıcaklık yükseldikçe yükseliyordu. Oysa o günlerde havalar daha serin olurdu.
Aradan üç gün geçti, köy çeşmesine gelen su adamakıllı azaldı. Kanalın bozulduğunu sananlar biraz arka taraftan geçen Karacasu'ya gidip baktılar. Baktılar ama şaştı kaldılar.

Çünkü su iyice azalmış ve artık temelli akmaz olmuştu. Aksakal Bilge özgüven sahibi, upuzun, bembeyaz sakalı olan bir adamdı. Öncelikle ona haber verdiler. Haber yüzünü asmasına neden oldu, bir anlam veremedi. Ancak “belli ki hayra yorulacak iş değil” diye düşündü. Yerinden kalktı, etrafında olanlar koşuşturmaya başladı. Kimisi çapulalarını hazırladı kimileri giysilerini. Avluya çıktığı zaman köyün adamları, kadınlar ve çocuklar orada onu bekliyordu. Gözleri teker teker hepsinin yüzünü dolaştı. Herkeste bir umutsuzluk olduğunu fark etti. Döndü gelinine baktı. Gelin ne demek istediğini anladı, koşarak bastonunu getirdi, eline tutuşturdu. Çeşmenin yanına kadar yürüdüler. Aksakal Bilge önde, erkekler arkasında, daha geriden çocuklar ve en arkadan da kadınlar gidiyordu. Oraya vardığında suyun akmadığını gördü. Bir elini çeşmenin ahşap oluğuna tuttu, içinden bir şeyler okumaya başladı. Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Sonra elini oluktan çekti ve iki avucunu yan yana getirdi. Sessizce amin diyerek avuçları ile sakalını sıvazladı. Herkes “Amin” dedi. Yeniden yürümeye başladı. Tepenin arkasından geçen Karacasu'nun yatağına bakmak istiyordu.
Karacasu intihar etmişti sanki. Yatağında öksüz kalan kurbağalar su birikintilerine sığınmaya çalışıyordu. Bilge ise elini kaşının üzerine getirip ta yukarılara Olca dağına doğru baktı. Bir şey görmek istiyordu sanki fakat göremedi. Sonra arkasındaki insanlara döndü; “Böylesini ne gördüm ne de işittim. Karacasu öldü! Oysa bizim köyden Nallıhan'a kadar uzanan topraklara hayat veriyordu. Yolu üzerinde yaşayan binlerce insana, hayvana kurda kuşa da hayat vererek akıyordu” dedi ama neredeyse ağlayacaktı. Tekrar olca dağına yukarı doğru baktı, sanki oradan bir ses bir işaret bekliyordu. Ne bir ses ne bir nefes duyamadı. Başını öne eğdi, elindeki bastonuyla yeri eşelemeye çalıştıysa da olmadı.

“Karacasu'nun geçtiği yerlerde yani burası ile Nallıhan arasında kötülük işleyen birileri var” dedi, kendi kendine. “O kötü bulunmadan ya da ölmeden bu su akmaz.” Bunun üzerine bir umutsuzluk çöktü dinleyenlerin omuzlarına. Aksakal Bilge mutlaka bu işe bir çözüm bulur, diye düşünenler de şaşkındı. Suyun akmaması göç etmek anlamına gelirdi. Eğer su akmazsa insanlar, koyunlar, keçiler, inekler ne yapar nasıl hayatta kalabilir. Bahçeler tarlalar ne ile sulanır, sulama olmazsa ürünler kuruyup gider, diye düşünmeye başladılar.

Bilge Aksakal her sabah Olca dağına tırmanıyor, karaca suyun pınarına varıp gözenin yanına oturuyordu. Orada genişçe bir düzlük vardı. Dört bir yandan çeşitli ağaç dallarının örtüsü altındaydı. Oturduğu yerin yanından çıkan bol su, kısa zamanda düzlüğü geçerek uçurumdan aşağı bir şelale oluşturarak akardı. Oradan baktığı zaman Seben hatta Kıbrıscık ve Köroğlu dağları bile gözükür mutlu olurdu. Şimdi ise suyun kaybolması nedeniyle derin bir üzüntü duyuyor çaresizliğine kederleniyordu. Oturduğu yerden kalktı kıble tarafına döndü sonra da dizlerinin üstüne çömeldi. Kuran okumaya başladı. Hem okuyor hem de arada bir suyun akması için dualar ediyordu.
Ne kadar zaman geçtiğini fark edemedi. Güneş batıya dönmüş Olca dağının gölgesi bulunduğu yeri karartmaya başlamıştı. Son duasını yaptı kalktı. Başının üzerine kadar gelen ağacın dalından bir Ağaçkakan uçtu. Kuş uçarken küçük bir dal parçası düşürdü. Bilgenin gözü o parçaya ilişti. Saygı ile eğilip aldı, kuşağının arasına sıkıştırdı. Sonra da orman aralarından aşağı ağır hareketlerle inmeye başladı.
Köydeki insanlar yolunu gözlüyordu. Ondan başka umut bağlayacakları hiç kimse yoktu. Köstebek deresinin suyu da iyice azalmıştı. Hayvanlar su içmeye gidince dere bulanıyor, kadınlar kızlar içme suyu alamıyorlardı. Güz gelip de kar yağana kadar bu sıkıntı çekilecekti. Birde bahçelerin durumu vardı. Oralar da susuz hiçbir işe yaramazdı. Hem bu sorun sadece köyün meselesi değildi. Çiller kavşağındaki kervan yerinden tutun da Nallıhan'a varıncaya kadar bütün pirinç tarlaları bu suyu bekliyordu.
Elini kuşağının arasına uzattı, Ağaçkakanın düşürdüğü dal parçasını tuttu. Yarın sabah Göynüğe gitmeyi tasarladı. Bu dal parçasını düşüren kuş ne demek istemişti acaba? Göynüğe gidip Akşemseddin hazretlerinin huzuruna varacaktı. Şu elinde tuttuğu dal parçasını önce doksan dokuz kez, sonra da dokuz yüz doksan dokuz kez türbenin taşlarına sürecek bütün bildiği duaları okuyacaktı. O büyük Zatın onca insanı susuz bırakması düşünülemezdi elbet. Dönüşte köye uğramadan pınarın başına gidecek ve hiç kimse görmeden o dal parçasını oraya gözelerin olduğu yere çakacaktı.
Düşündüğü gibi yaptıysa da hiçbir faydası olmadı. Ne var ki O, umudunu kaybetmeyen bir adamdı. “Umudun olmadığı yerde yaşam da olmaz” diye söylerdi diğer insanlara. İki seneyi geçkin ki Mudurnu, Nallıhan ve Göynük yol ayırımındaki Çiller kavşağına hiçbir kervan konaklamadı. Eski yeşilliği kaybolmuş onun yerine sadece koca ağaçlar, yetim çocuk gibi boynu bükük, solgun öylece dikiliyordu. Diğer yandan Karacasu köyü bilgesinin tüm uğraşılarına rağmen Olca dağından akması gereken sudan hiçbir haber çıkmıyordu. Köylülerin; “Artık gidelim göç edelim, açlıktan öleceğiz buralarda” demelerine de direniyordu Aksakal Bilge. Birkaç aydan beri Cuma günleri insanları Karacasu pınar yerinin bulunduğu düzlüğe götürüyor, namazı orada kıldırıyordu.
Susuzluğun dördüncü seneyi devriyesi olmasına rağmen suyun yeniden akması olası görülmüyordu. Fakat Aksakal Bilge; “Bir gün bu düzlüğü tıka basa dolduracak cemaatimiz olursa su akacak” diyordu. Ne var ki o düzlüğü dolduracak kadar cemaati toplamak kolay iş değildi. Artık hem tarlalar hem de köy içindeki bahçeler pek bir işe yaramıyordu. Keçiler, koyunlar, inekler zayıflıktan süt veremiyor, atlar ise yılkı olmuş gibi ortalıkta gezinip duruyordu. Ahalinin pek çoğu sudan ümidini kesmişti. Aksakal Bilge “Hadi” dese göç edip gideceklerdi. Karacasu'nun akmamak için direnmesi ile Aksakal Bilge'nin düzlüğü boydan boya ama inatla cemaat ile doldurabilmek için verdiği mücadele her yanda duyuldu. Ne var ki o kadar adamı bir araya toplamak çetin bir işti.
Yedi yıl geçti susuzluğun üzerinden, Aksakal Bilge inatla suyun akacağı günü bekliyordu. Artık Aksakalın “Bilge” olmasını da ciddiye alanların sayısı azalıyordu. Bir gece Akşemseddin hazretlerini gördü rüyasında. “Askerlerin nerede?” diye sormuş. O anda hiç istemediği halde uyanmış. Sabaha kadar uyku tutmamış ama verilmek istenen mesajı da kavramış. O Sabah Pınarın başına gitmedi. Çoğunluğu komşu köylerden olmak üzere elli atlı görevlendirdi. Sarıcakaya, Beydili, Seben, Dörtdivan, Mudurnu, Aynalıkaya, Bolu, Taşkesti, Göynük ve Taraklı taraflarına gönderdi. Atlı ulaklar gittikleri yerlerde Karacasu'nun öyküsünü anlatacak ve halkı önümüzdeki ayın “Haziran” ikinci Cumasında pınarın başındaki düzlükte kılınacak Cuma namazına davet edeceklerdi.
Aksakal bilge atlıları gönderdikten sonra yeni bir umut düştü gönlüne. “O kadar insan gelirse bu iş mutlaka başarılır” diye geçirdi içinden. Ulaklar dönmeye başladı. Her gelen gittiği yerin Bilgesinden Aksakal Bilgeye selam ve istenildiği gün Karacasu pınarı başında olacakları haberini getiriyordu.
Haziranın ikinci Çarşambasından itibaren konuklar gelmeye başladı. At kişnemeleri Olca dağı kayalıklarında yankılanıyordu. Köy meydanında ateşler yakıldı. Kenarlarına taşlar dizilerek kazanlar yerleştirildi. Onlarca kazan kaynamaya başladı. İki kazandan birinde pilav diğerinde et pişiyordu.
O etlerin pirinçlerin nereden geldiğini bilen yoktu. Karnı acıkan koca bir yonga getiriyor, üzerine pilav ve et koyuluyordu. Cuma günü gökten iğne düşse yere inmezdi. Ne köstebek vadisi ne de Karacasu yamaçları öyle bir kalabalık görmemişti. İki günlük yoldan gelenler bile vardı. Sabahtan beri insanlar Olca dağına tırmanmaya çalışıyor. Aksakal Bilge ise sabah erkenden çıkmış yerini çoktan almıştı. Üç hafız üç ayrı tepede Cuma ezanı okudu. Aksakal Bilge içinden “Akşemseddin hazretleri aşkına” diye geçirerek namaz kıldırdı. Hutbeyi bir kayanın üzerinden okudu. O zaman düzlüğün tamamen dolduğunu hatta orman içlerinde de yüzlerce insanın olduğunu far etti. İçi içine sığmıyordu.
Namazdan sonra etli pilav dağıtıldı, Karacasu pınarı başında da ateşler yakıldı, kazanlar kuruldu. Bir kazanda et diğerinde pilav pişiyordu. Ne pirinç ne de et getiren belli değildi. O kadar bol yiyecek oluştu ki karnı doymayan bir kişi bile kalmadı. Ne var ki Karacasu pınarında hala tıs yoktu. Aksakal Bilge ve uzak diyarlardan gelen konuklar hayal kırıklığına uğradı. Güneş epeyce batıya dönmüş neredeyse dağın arkasına dönecekti. İnsan kalabalığı orman içlerinden aşağı, köye doğru akmaya başladı.
Göynük tarafından gelen kara bulutlar gökyüzünü kaplamaya başladı. Akşam oluyordu sanki ama herkes yağmur yağacağını anladı. İnsan selinin bir ucu köyde diğer ucu Olca dağının yamaçlarında köye doğru iniliyordu. Aksakal Bilge bu kadar insanı bir araya toplamanın elbette bir sonucu olmalı diye içinden dua ediyordu.
Önce gök bir sefer gürledi. Aradan çok geçmedi peş peşe gürültüler şimşekler çaktı. Göynük tarafından gelen yağmur bulutu kucağını boşaltmaya başladı. Yağmurdan ziyade gök delinmiş ve oralarda bulunan bir okyanusun suları köstebek vadisine boşaltılıyordu gibi geldi Aksakal Bilgeye. Gök gürültüsü, yağmur, şimşek birbirine karıştı. İnsanlar ağaç altlarına kaya kovuklarına sığınmak için koşuşuyordu. Yamaçlardan aşağı, patika yollar boyunca sel suları akmaya başladı. Köstebek deresindeki suyun seviyesi hiç olmadığı kadar yükseliyordu. Koyunlar, keçiler, inekler ve atlar ne tarafa gideceğini şaşırmış yağmura teslim olmuş oldukları yere çakılmışlardı.
Aksakal Bilge köy çeşmesinin yanına dikilmiş Karacasu'nun gelmesini beklemeye koyuldu. Yanında başka adamlar da vardı. Sırılsıklam olmuşlardı ama o izin vermeden bir yere gidemezlerdi. Yağmur o kadar şiddetli yağıyor ki adamlar gözlerini açmakta zorluk çekiyordu. “Karacasu geldi!” diye bağırdı bir adam. Herkes çeşmeye baktı, gerçekten de oluktan su akıyordu. Aksakal yaklaştı avucunu oluğun altına uzattı. Sonra da o suyu içti, dikkatle baktı adamlara; “Hayır!” dedi. “Bu su Karacasu değil, yağmur suyu.” dedi ama yine de ayrılmayı düşünmedi oradan.
Yağmur başlayalı epey zaman oldu. Aksakal Bilge ile yanındakiler o kadar ıslanmış ki üzerlerinde kuru bir iplik bile kalmamıştı. Omuzlarından giren yağmur suyu doğrudan tenlerine iniyor, bacaklarından aşağı süzülerek ama bir ürküntü de vererek ayak parmaklarının ucundan toprağa ulaşıyordu. Diğer insanlar saçak altlarında, orman aralarında, ağaç altlarında duldalanıyor sadece çeşmeye doğru bakıyorlar, Aksakal bilgenin bu direnişini gönüllerinde kutsallaştırıyorlardı.
Göynük ve Mudurnu tarafından gelen bulutların sonu gözüktü. Gökyüzü belli olmaya başladı. Yağmurun şiddeti de gittikçe hafifliyordu. Aksakal Bilge ve yanındakilerin gözü çeşmeden akan sudaydı. Çeşmeden su akıyordu ama belli ki yağmur suyu, yağmur sona erince o da tükenecekti.
Göynük ve Mudurnu tarafında gökyüzü iyice açıldı, bulutlar doğuya doğru çekilip gitti. Yağmurun son çiselemesi de sona erdi. Gözler çeşmenin oluğundan akan suda, herkes oraya bakıyor. Yağmur dindiği için diğer insanlar da oraya doğru toplanmaya başladı. Çeşmenin başındaki kalabalık arttıkça artıyordu. Aksakal Bilge oluğun yanında dikiliyor. Yağmurdan sırılsıklam olmuş adamlar artık üşümeye hatta inceden inceye titremeye başladı.

Herkesin gözü kulağı çeşmeden akan suyun debisindeydi. “Yağmur dindi, suda bir azalma olmadı” dedi bir adam. Herkes ona baktı. “Bu su artık kesilmez” dedi bir başkası. Aksakal Bilge sesin geldiği tarafa döndü, sonra da iki avucunu yanaştırarak oluğun altına uzattı.Su dolu avucu ile dudaklarını birleştirdi. Üç yudum içti, sonra başını kaldırıp diğerlerine baktı. Yüzündeki ifadenin sıcaklığı herkesi ısıttı. Sanki herkesin yüzünü tek tek görmek istiyordu. Neden sonra; “Aman Allahım!” dedi. “Bu Karacasu, Karacasu geri geldi!” diye bağırdı. Bağırdı Aksakal Bilge ve öylece kalakaldı. Diğerleri koşarak kucakladı onu. Herkes sarılmak kucaklamak istiyordu. Kimisi Karacasu'nun tadına bakarken kimileri Aksakal Bilgeye sarılmak istiyordu. Ne var ki o şimdi eller üzerinde omuzlarda ama ruhu daha da yükseklere doğru çıkıyordu. Bir kahraman gibi eller üzerinde omuzdan omuza dolaştırıp durdular. Oysa Karacasu'nun eski tadını algılayan yaşlı Bilge amaca ulaşıldığını anlamış ve o anda ruhunu teslim etmişti. O heyecan içinde hiç kimse öldüğünü fark edemedi. Neden sonra öldüğü anlaşıldı, çeşmenin yanına dizilen tahtaların üzerine yatırıldı.
Yarı geceye kadar yanına gidenler avuçlarını gökyüzüne doğru açıp dualar okudular. Köyün delikanlıları hiç kıpırdamadan nöbet tuttular başında. Olca dağında, Köstebek vadisinde yaşayan yaban hayvanları güneş doğana kadar hiç durmadan ama sıra ile uludular. O sabah Aksakal Bilge'nin cenaze namazını kılmak için çeşmeden akan, Karacasu'dan abdest alan insanlar, cenaze namazını kılmak için sıraya dizildi. Gelen konukların hiç biri geri dönmemişti. Bütün zamanlarda ne köstebek vadisindeki köylerde ne de Karacasu köyünde o kadar kalabalık bir cenaze namazı kılınmadı.

Karacasu'nun neden kaybolduğu, yedi sene sonra öyle bir kalabalığın gözleri önünde nasıl olup da geri geldiği, gökyüzü olaylarının bu işte ne tür bir rol oynadığı hiçbir zaman anlaşılamadı. Fakat Karacasu köylüleri bu olayı hiçbir zaman unutmadı.

Bir Haziran ayında yolunuz o tarafa düşerse havaların durumuna göre ama genellikle ikinci Pazar günü Karacasu pınarının bulunduğu, Olca dağındaki düzlükte bu efsanenin bilmem kaçıncı yıl dönümü kutlanır. Şimdilerde oraya araba yolu da yapılmış. O nedenle yüzlerce insan çoluk çocuk oraya gider. Siz de gidin, katılın onlara. Yiyecek bir şey götürmezseniz de olur. Pınarın yan tarafında ateşler yakılır, kazanlar kurulur. Kimisinde pilav pişer kimisinde et. İstemeniz gerekmez, saati gelince herkese servis yapılacaktır. Sakın bu masrafı kim yaptı, diye sormayın. Oraya götürülen yiyecek ve diğer ihtiyaç maddelerini aşçılardan başka hiç kimse, kimin getirdiğini bilemez. Bu çok önemli bir ayrıntıdır. Getirenler hiç kimseye fark ettirmeden belki de kimse görmesin diye bir gün önceden götürürler.
Bir yanda top oynayan ya da sere serpe uzanan insanlar. Diğer yanda ulu çınarın altında mevlit okuyan insanlar, şelale bayırında fotoğraf çeken veya bir ağacın gölgesinde sohbete dalmış gençler görürsünüz. Çoğunluk oranın insanı ama İstanbul'dan da gelenler olur. Ankara'dan da hatta Avrupa'dan bile gelenler olur.

 
Üst Alt