I- Mutezilenin tartıştığı hasımları:
Mutezile fırkası;
a) Mecusî, dualist, cebriye ve bidatçılarla.
b) Fıkıh ve hadis âlimleriyle.
c) Eş´arî ve Matüridi´lerle.
Mücadele ve münazaralarda bulunmuşlardır.
Şimdi, mutezil´lerin, sırasıyla, heva ve heveslerine uyanlarla, bi-. datçılarla, kâfirlerle mücadele ve Kur´an-ı Kerim´in mahluk olup ol*madığı hususunda da fıkıh ve hadis âlimleriyle geçen tartışmaları*nı anlatmaya çalışalım. Eş´arî ve Matüridılerle olan münakaşalarını ise, bu mezheplerin bahsine bırakalım.
a) Mutezilenin, şehevanî arzularına uyanlarla ve kâfirlerle yaptıkları münakaşalar:
Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Emevüer döneminin sonların*da ve Abbasilerin ilk zamanlarında. Zındıklar çoğalmış, müslümanların araşma, kalblerinde Farslarm ve başkalarının dinlerinden ka*lıntılar taşıyanlar sızmış, bu kişiler, müslümanlara karşı kin besle*miş, bazan yüzlerinden maskeyi kaldırmışlar, bazan da îslâm kisve*sine bürünerek, hiçkimse farkına varıp tedbir almadan zehirlerini saçmak için, kendilerine ait bâtıl inançları aşılamışlardır.
Evet, zındıklardan birçoğu sinsice faaliyet gösterenlerdi, İslâm için en büyük tehlikeyi bunlar meydana getiriyordu. Çünkü bazı in*sanlar bunlara aldanıyorlardı.
Mutezile fırkası bunların karşısına dikildi, zındıkların, İslâma karşı saldırıya geçtiklerini kabul ettikleri her alanda onlarla çarpış*tılar.
Daha sonra mutezüîler, kendilerini gizlemeyen, dualist ve dehrî-lerle karşı karşıya gelmişlerdir. Mutezilenin lideri Vâsıl, arkadaşla*rını, zındıklarla savaşmaları için çeşitli şehirlere göndermiştir. Vâ*sıl, bizzat kendisi de îsiâmı savunmaya girişmiştir. Yazmış olduğu eserlerden biri de «Elf Mesele» (Bin Mesele) adlı kitaptır. Bu kitabı,
Hristiyanlıkla Mecusîlik birleştirilerek ortaya çıkartılan, Fars mez*hebi «Manikeizm» e[83] cevap olarak yazmıştır. Vâsıl b. Ata´dan son*ra gelen talebeleri de aynı yolu takip etmişlerdir.
Mutezililerin tartışma metodları güçlü, delilleri sağlam, konuş*maları fasih ve açık, kendileri ise, tahsil ettikleri ilimlerden ve yap*tıkları tartışmalardan elde ettikleri büyük bir ikna gücüne sahipti*ler. Öyle ki, müslüman olmayan bazı hasımları bunlarla yaptıkları tartışmalardan sonra müslüman oluyorlardı.
Mutezile tarihini yazan yazar şöyle der: «Ebu Huzey el-Allâf va*sıtasıyla üçbinden fazla Mecûsî müslüman olmuştur. Çünkü Allâf, tartışmada çok mahir ve güçlüydü. İnsanları davet ettiği şey, kuv*vetli, insanların kendisini davet ettikleri şey ise zayıftı.»
«İntişar» adlı kitapta, bu tartışmaların bir kısmı nakledilmekte*dir. Bunlardan biri de, bir «Manikeizm» mezhebine mensup olanla bir Mutezilî arasında geçtiği söylenen şu tartışmadır:
Manikeistler, doğru söylemenin yalan söylemeye zıt olduğunu, doğru söylemenin iyi olduğunu ve «Nur» dan geldiğini, yalan söyle*menin ise kötü olduğunu ve «Karanlık» tan geldiğini iddia etmişler*dir. Bu sebeple Ebul Huzeyl´in talebesi İbrahim Nazzâm şunları sor*muştur :
Nazzâm ? Söyleyin bakalım, bir insan tutar bir yalan söylerse bu durumda yalancı kimdir?
Manikeistler ? Yalancı olan «karanlık» tır.
Nazzâm ? Şayet yalan söyleyen kişi, daha sonra yalan söyledi*ğine pişman olur da «Ben yalan söyledim. Kötü bir şey yaptım.» der*se bu takdirde «yalan söyledim.» diyen kimdir?
Manikeistler ? (Bunun üzerine birbirlerine girmişler, ne söy*leyeceklerini bilememişlerdir.)
Nazzâm ? Eğer, «Ben yalan söyledim, kötü bir iş yaptım» sö*zünü «Nur» un söylediğini zannediyorsanız «Nur» yalancı olmuş olur. Çünkü yalan söyleme onun tarafından meydana gelmedi ve onun ağzından çıkmadı. Buna ilâveten yalan söylemek bir kötülüktür. Bu takdirde,?Nur» tarafından bir kötülük meydana getirilmiş olur. Bu da sizin iddialarınızı yıkar. Eğer siz, «Ben yalan söyledim, kötü bir iş yaptım.» diyenin »karanlık» olduğunu kabul ediyorsanız, karan*lığın doğru söylemiş olduğu ortaya çıkar. Doğru söylemek bir iyi*liktir. Bu takdirde karanlıktan hem doğru söz hem de yalan söz mey*dana gelmiş olur ki bu da sizin inancınıza göre birbirine zıt olan ha*yır ve şerrin birîeşmesidir.»
Bu tartışmadan anlaşılmaktadır ki, büyük bir araştırma, -zındık*ları takip, söz konusudur. Ve mutezüîlerle tartışanların bütün yol*ları kesilmektedir.
Şerh el-Uyûn adlı eserin sahibi, adı geçen bu Nazzâm ile, her şeyde şüphe eden ve varlıkların bir gerçeği olduğunu inkâr eden so*fist Salih b. Abdülkuddus´un arasında geçen diğer bir muhavereyi anlatır.
Adı geçen. Salih´in bir çocuğu ölmüştü. Ebul Huzeyl el-Allâf, so*fist arkadaşına gitti. Yanında, henüz küçük bir çocuk olan ve yanın*dan ayrılmayan Nazzâm bulunuyordu. Ebul Huzeyl, sofist arkada*şının ölen çocuğuna yanıp yakıldığını görünce ona şunları söyledi: «Sana göre insanlar, bitkiler gibiyse, oğluna acımana bir sebep göremiyorum.» Burada Huzeyl şunu demek istiyordu: (Sofistlere göre insanlar ve bitkilerin varlıkları bir gerçeğe dayanmaz. İnsanın de*ğerlendirmesine tâbidir. Çünkü salih insanın ( gerçek mahiyetinde şüphe etmekteydi.) Bunun üzerine Salih şu cevabı verdi: «Ey Ebul Huzeyl, oğlum «Şükuk» adlı kitabı okumadığı için ona acıyorum.» Ebul Huzeyl: «Şükuk» kitabı nedir?» dedi. Salih, «Benim telif ettiğim bir kitaptır. Onu okuyan, var plan şeyler hakkında şüpheye düşer, neticede ona, bunlar yokmuş kanaati gelir. Olmayan şeyler hakkın*da da şüphe eder. Neticede ona, o şeylerin var oldukları kanaati ge*lir.» dedi. Bunun üzerine Nazzâm müdahale ederek şunları söyledi: «Sen de oğlunun ölmesinden,şüphe et. Ölmüş olsa dahi onu ölmemiş kabul et. Yine sen, oğlunun bu kitabı okuduğunda şüphe et. Herne-kadar onu okumadıysa da sen, onu okuduğu kanaatine var.»
Bu son hadise ve benzerleri, Mutezile fırkasına mensup olanla*rın ufuklarının geniş olduğunu, gönüllerinin dar olmadığını, dolayı*sıyla, kendileriyle mücadele eden gayr-i müslimlerle veya sapıklık*larını düzeltmek istedikleri sapıklarla dahi iyi ilişkiler kurmayı bil*mişlerdir. Bu, âlimlerin davranış şeklidir. Âlimlerin gönlü, inanç ba*kımından kendilerine muhalif olanlara bile açıktır. Tâ ki ALLAH Tealâ onları hidayete erdirsin.
Biz, Mutezililerîe, zındık ve mürtedler arasında geçen bazı tar*tışmaları anlatmadan geçemiyeceğiz.
aa) Abbasi halifesi Memun´un, Horasanlı bir mürtedleması.
Memun, Mutezilîlerden sayılır. Bu sebeple o Mutezilelerden bah*sederken «arkadaşlarımız» tabirini kullanırdı. Bu nedenle Memun´*un, bu tartışması, Mutezile üslubuyla cereyan etmiştir.
Mehdi döneminde Horasanda bir kişi dinden çıkmış, bu kişi Ha*life Memun´a gönderilmiş ve aralarında şu tartışma geçmiştir:
Memun ? Seni, haklı olarak öldürmekten ise, yine seni haklı olarak sağ bırakmayı daha çok isterim. Seni itham altına sokmak*tan ise, senin beraatine karar vererek serbest bırakmam benim için daha hoştur. Sen daha önce Hristiyan iken, sonra müslüman oldun. Sen orada daha fazla imkâna sahip olan ve çok yaşayan biriydin. Fa*kat sen, alışıp ısındığın şeyi yadırgadın, daha sonra bize sırt çevire*rek kaçtın. Söyle bakalım, seni, daha önce sevdiğin ve ısındığın şey*lerden nefret ettiren ve onları yadırgamana sebep olan şey nedir? Eğer, bizde hastalığının ilacım bulursan, kendini onunla tedavi etmiş olursun. Hasta doktorlar dahi istişareye muhtaçtır. Şayet şifa bula-mazsan, ilaçlar derdine çare olamazsa, kendine karşı mazur sayılır*sın. Artık kendi kendini kınamazsın. Eğer seni öldürürsek, şeriatın hükmüyle öldürürüz. Yahut da sen, meseleyi yeniden gözden geçirir ve sağlam bir karara varırsın. Ve böylece içtihadında, elinden gele*ni yaptığını, meseleyi ciddiyetle ele almada herhangi bir ihmalde bulunmadığım bilmiş olursun.
Mürted ? Beni nefret ettiren şey, aranızda gördüğüm çokça ih*tilaflardır.
Memun ? Bizde iki türlü ihtilaf mevcuttur. Birincisi, ezan hak*kında, cenaze namazında alman tekbirler hakkında, teşehhüd hak*kında, bayram namazları hakkında ve bayramdan önce, farz na*mazlarının arkasından getirilen tekbirler hakkında ve fetva şekilleri hakkında ve benzeri mcselelerdeki ihtilaflar.
Aslında bunlar ihtilaf değil, alternatifler arasından birini seç*mek, dar kalıplardan kurtulup meseleleri genişletmek ve zorlukları hafifletmektir. Meselâ: Ezanda ve kamette «Hayye alessalah» «Hay-ye alelfelah» cümlelerini ikişer defa söyleyen kimse günah işlemiş ol*madığı gibi, sadece ezanda iki defa söyleyip kamette bir defa söyle*yen kimse de günahkâr değildir. Bunlar birbirlerini ayıplamazlar ve kınamazlar. Bunu sen de gözünle görmekte ve bizzat şahit olmak*tasın.
İkinci ihtilafımız ise, bize indirilen Kur´an-ı Kerîm´in ve bize bil*dirilen hadis-i şeriflerin aslında tam bir ittifak içinde bulunmakla birlikte, Kur´an´ımızın beylerinin ve Peygamberimiz (S.Â.V.)´in ha*dislerinin izahlarında ettiğimiz ihtilaflardır.
Eğer seni bu tip ihtilaflar nefret ettirdi de, ondan dolayı bu ki*tabı inkâra kalkıştıysan, şunu iyi bilmelisin ki, bu takdirde, Tevrat ve İncil´in lafızlarının indirilmesinde ittifak edildiği gibi,onlarda bulu*nan lafızların tevilinde de ittifak edilmesi, Yahudi ve Hristiyanlar arasında, lafızların tevili hususunda hiçbir ihtilafın bulunmaması gerekirdi. Ve yine senin, sadece lafızlarının tevili bulunmayan bir dile başvurman gerekirdi. Eğer, ALLAH Tealâ, kitaplarının, peygam*berlerinin sözlerinin ve peygamberlerin vârisleri olan âlimlerin söz*lerini tevile muhtaç olmayacak şekilde yaratmak isteseydi, elbette-ki yapardı.
Fakat bizlere, çaba harcamayı lüzumlu kılmayan bir din ve dün*ya verilmemiştir. Eğer durum böyle olsaydı zorluklar, mükellefiyet*ler ortadan kalkar, yarışmalar, rekabetler bulunmaz ve insanların birbirlerinden üstün olması sözkonusu olmazdı. ALLAH, dünyayı böy*le bir esas üzerine kurmamıştır.
Mürted ? Şahadet ederim ki, ALLAH birdir, O´nun ne bir benze*ri, ne de bir çocuğu vardır. Isa Mesih O´nun kuludur. Muhammed hak*tır ve sen de gerçekten müminlerin emirisin.
bb) Afşin b. Kâvs´m muhakemesi.
Bu muhakemeyi, İbn-i Cerir el-Taberî´nin tarihinde anlatıldığı şekliyle anlatıyoruz. Bu muhakeme, İslâm düşmanlarının, İslama karşı taşıdıkları kötü niyetleri tasvir ediyor. Bu muhakemeyi Mutezillierin yürüttüğünü beyan ediyor ve devlet idaresinde ?büyük ida*reci» mertebesine ulaşan bir kişinin kâfirliğini nasıl gizlediğini, devranışlarıyla sezdirdiği halde diliyle ikrar etmediğini ortaya koyuyor.
Bu muhakemeyi anlatmaya başlamadan evvel, doğuda İslâm memleketlerinde Fars iktidarını isteyen İranlılarla, îsiâm devleti içinde eski dinlerini ihya etmeye çalışan putperestler arasında ya*yılan zındıklıktan biraz bahsedelim:
İslâmm, kökünün söküp attığı devletlerin kalıntılarından mey*dana gelen güçler, ısMının nurunu söndürmek için harekete geçmiş*ler, fakat eski hakimiyetlerini kuvvet kullanarak, tekrar elde ede*medikleri için müslürnanların kalbinde İslâmm gücünü zayıflatma*ya, eski dinleri tekrar ihya ederek mu? Umanların arasında yayma*ya, çalışmışlardır.
Farslar, Hristiyanhkla Mecusiliği, hatta bii loşun Hint felsefesi*nin de karışımı oları «Manikeizm» mezhebini yaymaya çalınmışlardır. Yine bunlar, Mecusiliği yeniden organize eden ve güç kullanma*yı tavsiye eden Zerdüştlüğü yaymaya çalışmışlardır.
Yine Farslar, Deysan ve Markiyun adlı kişilerin fikirlerini yay*maya çalışmışlar ve malların, kadınların ortak olması lâzım gel*diğini, herhangi bir şeyin kimseye özel olarak tahsis edilemiyeceğini iddia eden «Müzdek» in görüşlerine davet etmişlerdir. Böylece Fars*lar, İranda yayılmak suretiyle orayı tahrip eden bu mezhep vasıta*sıyla İslâm devletini de tahrip etmek istemişlerdir.
Halife Mcnvn devrinde «Babek el-Hurreml» adlı bir kişi orta*ya çıkmış, Manikeizm´i yaymaya çalışmıştır. Memun, Babek´e karşı kılıçla, düşüncelerine karşı ise, fikrî tartışmalarla, mücadele etmiş*tir. Bu tartışmaları bizzat Memun yaptığı gibi, gerek devlet idaresin*de nüfuzları bulunan, Muhammed b. Abdülmelik ez-Zeyyad ve Ah-med b. Ebî Duad gibi Mutezilîlerin ileri gelenleriyle, gerekse devlet idaresinde nüfuzu bulunmayan, Bişr el-Mutemir, Cafer b. Mübeşşir, Câhiz ve benzerleriyle yardımîaşmıştır.
Memun, kardeşi Mutasım´a, kendisinden sonra Babek el-Hurremi´ye uyanlarla savaşmasını vasiyet etmiştir. Mutasını da kardeşinin vasiyetini yerine getirmiş, en ileri gelen komutanlarından biri olan Afşin´i Babek´in üzerine göndermiş, Afşin, Babek ile savaşmış ve onu öldürmüştür.
Fakat ne gariptir ki, Babek´i öldüren Afşin de mümin değildi. Müslüman görünüyor, kendisinin ve Semerk antlıların çoğunluğunun, îslâmdan önceki dini olan putperestlik inancını taşıyordu. Afşin, Ba*bek´e karşı yaptığı savaşta zafere ulaştıktan sonra, kendisi de muha*keme edilmiştir.
Afşin´i, tartışma hususunda mütehassıs olan, delilleri ortaya koy*mada ve güçlü, deliller bulmakta usta olan Mutezililerden iki kişi mu*hakeme etmiştir. Şimdi, Taberi tarihinin zikrettiği şekliyle bu mu*hakemeyi görelim.
Afşin huzura getirildi. O zamana kadar ağır bir mahkum mua*melesi gönnüyordu. Muhakeme salonuna, yaptıklarından dolayı Af*şin´i kınamaları için ileri gelen bazı kişiler de getirilmiş, mevki sa*hiplerinden hiçbiri unutulmamıştı.
"Afşin´le, Muhammed b. Abdülmelik ez-Zeyyad münazara yap*mıştı. Taberistan âmiri Mazyar, Mubez, Sefed krallarından biri olan Merzuban b. Türkeş ve Sefed halkından iki kişi, Afşin´in muhake*mesinde hazır bulunanlardandı.
Abdülmelik, Sefed halkından olan ve üzerlerindeki elbiseleri es*ki ve yırtık olan o iki kişiyi çağırdı ve onlara «Size ne oldu?» diye sordu. Bunun üzerine o iki kişi sırtlarını, açtılar ve etlerinin dayak*tan çürümüş olduğunu ve sadece kemiklerinin kaldığını gösterdiler. Abdülmelik Afşin´e «Bunları tanıyor musun?» diye sordu. Afşin «Evet tanıyorum. Şu imam, şu da müezzindir. Bunlar, «Eşrusene» denilen yerde bir mescit yapmışlar. Bunun üzerine, ben de onlara bi*ner değnek vurdum. Çünkü Sefed kralı ile aramızda, herkesi, dinin*de serbest bırakacağımıza dair bir anlaşma vardı. Bunlar ise «Eşru*sene» halkının putlarının bulunduğu bir binaya zorla girmişler ve putları çıkararak orayı mescit yapmışlardır. Bu nedenle ben de on*ların herbirerine biner sopa vurdum. Bu cezayı, tecavüzde bulunma*ları ve halkın anlaşmasını ihlal ettiklerinden dolayı verdim.
Muhammed b. Abdülmelik ? İçinde, ALLAH´ı inkâr ifadeleri bu*lunan, altın, mücevherat ve kumaşlarla süslediğin yanındaki şu ki*tap nedir?
Afşin ? Bu, babamdan bana miras kalan bîr kitaptır. İçinde Farslara ait edebiyat, hem de senin anlattığın inkâr meseleleri bu*lunmaktadır. Ben bu kitaptaki edebiyata ait bölümlerden faydala*nıyor, diğer kısımlarıyla ilgilenmiyorum. Ben bu kitabı bu şekilde süslü olarak miras buldum. İhtiyacım olmadığı için de onun süsle*melerini bozup almadım, olduğu gibi bıraktım. Bu kitap, senin evin*de bulunan Müzdek´in kitabına ve Kelile ve Dinine kitaplarına ben*zemektedir. Bunun, insanı dinden çıkaracağını sanmıyordum.» Daha sonra Mubez ileri çıkarak şunları söyledi: Mubez ? Bu adam, boğulan hayvanları yiyor ve beni de yeme*ye zorluyordu. Boğulan hayvanların etinin, kesilen hayvanların etin*den daha tatlı olduğunu iddia ediyordu. Bu adam ayrıca, her şarşamba günü siyah bir koyun öldürür, onu kılıcıyla iki parçaya böler, parçalarının arasından yürüyerek geçer, dalıa sonra onun etini yerdi.
Bu adam birgün bana şunları söyledi: «Ben bu milletin içine girdim ve sevmediğim herşeyi yapmak zui unda kaldım. Bunların yü*zünden zeytinyağı yedim, deveye bindim ve takunya giydim. Fakat, bu ana kadar benden hiçbir tüy düşmedi. (Yani avret mahalli ve di*ğer yerlerin pis kıllarını hiç temizlemedim.)»
Afşin ? Söyler misiniz bana? Bunları anlatan kişi, dinen, ken*disine güvenilen bir kimse midir? (O anda Mubez, henüz müslüman olmamıştı. Halife Mütevekkil döneminde Islama girdi.)
Orada bulunanlar «Hayır» dediler. Bunun üzerine:
Afşin ? Kendisine güvenmediğiniz ve adaletli kabul etmediği*niz bir kişinin şahitliğini kabul etmenizin anlamı nedir? dedi ve sonra Mubez´e yönelerek, ona şunları söyledi. Benim evimle senin edi*nin arasında, herhangi bir kapı veya pencere mi var da, ordan beni gözetliyor ve yaptıklarımı biliyorsun?
Mubez ? Hayır.
Afşin ? (Mubez´e yaklaşarak) Ben seni evime alıp sırlarımı sana açıklayıp, Farsçaya ve Farslara karşı sevgim olduğunu anlatı*yor muydum? (Neden şimdi benim aleyhimde bulunuyorsun?)
Mubez ? Evet.
Afşin ? Eğer, sana gizli olarak anlattığım sırlarımdan birini açıklarsan, o takdirde sen, dinine güvenilmeyen, sözünde durmayan biri olursun.
Bunun üzerine Mubez geri çekildi. Merzuban b. Türkeş ileri geç*ti. Orada bulunanlar Afşin´e: Bunu tanıyor musun? dediler. Afşin de: Hayır, dedi. Bunun üzerine Merzuban?a: Peki, sen bunu tanı*yor musun? dediler. O da: Evet bu Afşin´dir, dedi. Sonra oradakiler Afşin´e; Bu, Merzuban´dır. dediler.
Merzuban ? (Afşin´e) Ey yalancı! Sen, nasıl kendini savunu*yor ve birtakım hilelere başvuruyorsun?
Afşin ? Ne diyorsun sen ey uzun sakallı?
Merzuban ? Memleketinin halkı sana yazdıkları yazılarda na*sıl hitap ediyorlar?
Afşin ? Babama ve dedeme hitap ettikleri şekilde yazıyorlar.
Merzuban ? O halde nasıl yazdıklarını söylesene.
Afşin ? Hayır söyleyemem.
Merzuban ? Onlar sana Eşrusene diliyle şöyle şöyle yazmıyor*lar mıydı?
Afşin? Evet.
Merzuban ? Bunlarm mânâsı; «Kul olan filan oğlu falandan İlaha...» demek değil midir?
Afşin ? Evet, öyledir.
Muhammed b. "Abdüîmelik ? Hiç. müslümanlar. böyle bir sö*zün kendilerine söylenilmesine katlanabilirler mi? ?Ben, sizin en yü*ce Rabbinîzim.»[84] diyen Firavundan ne farkın ka,ldı?
Afşin ? Bu, dedeme, babama ve îslâma girmeden önce halkın bana karşı bir davranış şekliydi. Bana itaatten ayrılmamaları için kendimi onlardan aşağı düşürmek istemedim.
Bunun üzerine orada hazır bulunanlardan, İshak b. İbrahim b. Mus´ab, Afşin´e şunları söyledi: Hz. Haydar, sen, Firavunun iddia et*tiği şeyleri iddia ettiğin halde, nasıl olur da ALLAH´a yemin edersin, biz de sana inanırız, yeminini kabul edebiliriz ve sana müslürnan muamelesi yaparız?
Daha sonra Taberistaıı âmiri Mazyar ileri geçti. Orada bulunan*lar Afşin´e: Bunu tanıyor musun? dediler. Afşin: Hayır, dedi. Bu de*fa Mazyar´a: Sen bunu tanıyor musun? diye sordular. Mazyar: Evet tanıyorum. Bu, Afşin´dir, dedi. Orada bulunanlar Afşin´e «Bu, Mazyar´dır.» dediler. Afşin : «Şimdi onu tanıdım» dedi. «Hiç onunla yazıştm mı?» diye sordular. Afşin: «Hayır» dedi. Mazyar´a dönerek: «Bu sana herhangi bir şey yazdı mı?» dediler.
Mazyar: «Evet, bunun kardeşi Haşin, benim kardeşim Kûhiyar´a şunları yazdı. «Şüphesiz ki bu aydınlık dine benimle senin baban*dan ve Babek´den başkası yardım etmiyordu. Babek, ahmaklığından, kendi kendini öldürttü. Öldürülmesine engel olmak için elimden ge*len herşeyi yaptım. Fakat ahmaklığı, onu, düştüğü sonuca sürükle*di. Eğer sen bu İşe karşı çıkarsan, insanların, senin üzerine salacak*ları, benden başka herhangi bir kimse yoktur. Benimle beraber ise, süvariler ve cengaverler bulunmaktadır. Şayet seninle birleşirsem, bizimle, Araplar, Mağripliler ve Türklerden başka savaşacak kimse yoktur.
Bir Arap bir köpek gibidir. Önüne bir parça ekmek at, sonra ba*şım demir topuzla Su sinek Mağripliler ise, başları yenecek kim*selerdir. Şeytanın çocukları Türklere gelince, bir saat içerisinde ok*ları biter. Sonra süvariler onlara bir hamle yapar ve köklerini ku*rutur. Böylece din, Parsların dini olur.»
Bunun üzerine Afşin şöyle söyledi.
Afşin ? Bu adamın, kendi kardeşi ile benim kardeşime isnad ettiği olayla´benim uzak ve yakından hiçbir alâkam yoktur. Kaldı ki, ben bu mektubu, onu kendime çekmek ve güvendirmek için yaz*mış olsaydım, kötü bir şey yapmış olmazdım. Çünkü, halifeye güç ile yardım ettiğim gibi, taktik ve hile ile de yardım etmem çok yerin*dedir. Bu yolla onun kafasını koparır, halifeye getirirdim. Ve büyük bir mükâfat elde ederdim. Nitekim, halifenin nezdinde, Abdullah b. Tâhir böyle bir mükâfat kazanmıştır.
Bundan sonra Mazyar geri çekildi. Afşin´in Merzuban b. Türkeş´e söyledikleri ve İshale b. İbrahim´in de konuştukları bitince İbn-i Ebi Duad Afşin´i azarladı. Bunun üzerine Afşin Ebu Duad´a şunları söyledi: «Ey Ebu Abdullah! Sen, öyle bir adamsın ki, boyun bağım açıyorsun, onu tekrar boynuna bağîaymcaya kadar bir topluluğu imha ediyorsun.
İbn-i Ebi Duad. (Afşin´e) Sen sünnet oldun mu?
Afşin ? Hayır.
İbn-i Ebu Duad ? Bunu yapmana engel neydi? Halbuki kişinin Müslümanlığı bununla tamamlanır.
Afşin ? İslâm dininde takıyye yapmak yok mudur?[85]
İbn-i Ebu Duad ? Evet vardır.
Afşin ? Korktum ki, vücudumdaki bu organın ucunu kesersem
ölürüm.
İbn-i Ebu Duad ? Sen, savaşlarda oklar atıyor ve kılıç sallıyor*sun. Bu durum seni harpten geri bırakmıyor da, küçük bir deri par*çasını koparmaktan mı çekiniyorsun?
Afşin ? Savaş, beni zorlayan bir zaruret halidir. Ortaya çıktı*ğı zaman ona katlanırım. Bu mesele ise, kendi kendime yapacağım birşeydir. Ayrıca, sünnet yaptırırsam canımın güvenlik içinde ola*cağına güvenemiyorum. Sünne´t olmamanın, kişiyi İslâmdan çıkara*cağını da şimdiye kadar bilmiyordum. .
İbn-i Ebu Duad ? "Artık Afşin´in chırumu anlaşılmıştır, dedi ve hapsedilmesini emretti.[86]
İşte bu, Afşin´in muhakemesi ve tartışmalarıdır. Bu muhakeme, Mutezile ´mezhebine mensup olanların, sapıklık ve zındıklıkla itham edilenlerin karşısına nasıl dikildiklerini gösteriyor. Ve cereyan etti*ği çağın durumunu tasvir ediyor. Öyle ki, bazı topluluklar, kendile*rini İslâm´a girmiş gibi göstermişler ve içlerinde başka bir din giz*lemişlerdir.
Eğer Afşin´e yöneltilen ithamlar doğruysa bu, kalpleri bozuk olanların komutanlık mertebesine kadar ulaştıklarını göstermekte*dir. Ve bu muhakeme bizleri, Afşin hakkında şu üç neticeye vardır*maktadır.
1 ? Şu bir gerçektir ki, Afşin´in kalbine iman girmemiştir. O, savaşçı ve gözü pek bir askerdi. ALLAH´a iman etmediği gibi, putlara da iman etmiyordu. Onun tek amacı devlet kademelerinde en yük*sek mertebelere ulaşmaktı. İşte bu sebepledir ki Afşin, Babek el-Hur-remî ile savaşma teklifini hiç tereddüt etmeden kabul etmiş ve onu yok etmiştir. Böylece, halife nezdinde itibar kazanmak istemiştir.
2 ? Afşin´in Babek el-Hurremfye karşı takındığı tavır, Babek´in galip gelmesini arzu edenleri kızdırmış ve onların Afşin´i ihbar et*melerine ve ele vermelerine sebep olmuştur. Muhakemede hazır bulunan bütün şahitlerin, putperest oluşları bizleri bu neticeye vardır mıştır. Zira insanın hatırına şöyle bir soru gelmektedir: Niçin görü*nüşte müslüman olan Afşin´in aleyhine şahitlik etmek için, dinleri İslama ters olan kişiler seçilmiştir?
3 ? Muhakemeden çıkardığımız üçüncü sonuç ta şudur. Afşin´*in Araplara karşı büyük bir kini vardı. Ve çok sert, çok merhamet*siz ve çok zorba bir adamdı. Eğer böyle olmasaydı, imama? ve müez*zine, ancak iman ve insanlıktan nasibi olmayan bir kişinin yapabi*leceği bu ağır işkenceyi yapmazdı.
b) Mutezilenin, fıkıh ve hadis âlimleriyle münakaşaları. (Kor´an´ın mahluk olup olmadığı meselesinde)
Kur´an-ı Kerîm´in mahlûk (yaratılmış) olup olmaması meselesi Mutezilenin tarihi ile paralel yürür. Mutezilîler her anlatıldığında hatıra bu mesele gelir. Çünkü, Abbasiler döneminde bu meseleyi on*lar ortaya atmışlar ve Abbasî halifesi bunların görüşüne dayanarak fıkıh ve hadis âlimlerini, Kur´an-ı Kerîm´in «mahluk» olduğunu söy*lemeye zorlamış ve bu âlimlerin bir kısmının başına birçok musibet*ler, gelmiştir.
Kur´an-ı Kerîm´in mahluk olup olmadığı meselesi, üç Abbasi ha*lifesi; Memun, Mu´tasım ve Vâsık dönemlerinde bütün insanların zi*hinlerini meşgul etmiş ve düşüncelerin çarpışmasına, inanç hürriye*tinin yok edilmesine sebep olmuştur.
Yine bu mesele yüzünden, bu konu hakkında görüş beyan et*mekten çekinenler ve dinî nassîarm sınırlarını aşmak istemeyenler, büyük işkenceler görmüşlerdir. Bunların hiçbir günahı yoktu. îşkence görmelerinin tek sebebi, çeşitli düşünce akımları ve fikrî yanılgı*lar içinde doğru yoldan sapacaklarından korkarak, kendilerini ALLAH Tealâ´nın kitabına ve Resulullah´m sünnetine vermeleri idi.
Kur´an-ı Kerîm´in mahluk olup olmadığı meselesi, yukarıda an*latılan üç halifenin dönemlerinden daha önce mevcuttur. Kur´an´m mahluk olduğunu Ca´d b. Dirhem söylemişti. Ve bu sözünden dolayı onu, Küfe valisi, Halid b. Abdullah el-Kasrî Öldürmüştü.
Yine bu sözü Cehm b. Safvan da söylemişti. Bu adam, Cebriye mezhebini anlatırken izah ettiğimiz gibi, ALLAH´ın «Kelâm» sıfatını inkâr ediyordu. Cebriyecilerin inançlarına göre, «Kelâm» sıfatının inkâr edilişinin sebebi, ALLAH´ı, yaratılanlara benzetmekten uzaklaş*tırmaktır, îşte aynı bu nedenle Kur´an-ı Kerîm´in, ALLAH tarafından yaratıldığı ve «Kadim» olmadığı meselesi ortaya çıkmıştır.
Daha sonra Mutezilîler ortaya çıktılar. Kur´an-ı Kerim´de zikre*dilen ALLAH Tealâ´nm «Sıfat-ı subutiyesini» bütünüyle reddettiler. Kur´an-i Kerim´de zikredilen «Sıfat-ı subutiyelerin» bizzat, ALLAH´ın zatının isimleri olduğunu ve ALLAH´ın sıfatları olmadığını iddia etti*ler. Bu sıfatlar, «Hayat», «İlim», «Semi», «Basar», «İrade», «Kudret»,. «Kelam» ve «Tekvin» sıfatlandır,
Mutezilîler, ´ALLAH Tealâ´nm «Kelâm» sıfatını da inkâr ettikleri için, ALLAH´ın konuştuğunu kesinlikle reddettiler,
«ALLAH Musa ile konuştu.»[87] âyetinde beyan edildiği gibi, Kur´-an-ı Kerimde ALLAH´a konuşmayı isnad eden âyeti şöyle yorumlamış*lardır : «ALLAH Tealâ herşeyi yarattığı gibi, konuşmayı da ağacın için*de yarattı ve ağaç konuştu.»
Mutezilîler, «Kelâm» ALLAH Tealâ tarafından yaratılmıştır. «Kur1-an, ALLAH´ın mahlukudur» sözlerini bu esasa dayandırmışlar ve Ab*basiler döneminde Kur´an-ı Kerîm´in mahluk olup olmadığı mesele*sinde yoğun bir tartışmaya girişmişlerdir. Bir kısım fıkıh âlimleri de bunlara katılmıştır. Meselâ: «Bîşr b. Gayyas el-Mureysî» Mısır fuka-hası arasında büyük bir mevkii bulunmasına rağmen, Kur´an-ı Ke*rîm´in «mahluk» olduğunu söylemiştir. Bu zatın hocası ve İmam Ebu Hanife´nin talebesi olan İmam Ebu Yusuf, Bişr´e, bu iddiasından vaz*geçmesini telkin etmiş, fakat Bişr vazgeçmemiştir ve Ebu Yusuf onu bu yüzden meclisinden kovmuştur.
Kur´an´ın mahluk olup olmadığı hakkındaki tartışmalar, Harun er-Reşid döneminde başlamıştır. Harun er-Reşid, inanç mevzuların*da -tartışmayı ve felsefelerin görüşleri ışığı altında münakaşa yapma*yı teşvik eden bir zat değildi. Bilakis onun, inanç meselelerinde tar*tışanları hapsettiği, Mutezilîlerin de bunlardan olduğu rivayet edil*mektedir. Bu sebeple Harun er-Reşid, Kur´an-ı Kerîm´in mahluk olup olmadığı hakkındaki konuşmaları teşvik etmemiştir. Kendisine, Bişr b. Gayyas el-Mureysî´nin, Kur´an-ı Kerim hakkındaki sözleri ulaşın*ca şunları söylemiştir: «Eğer, "ALLAH onu benim elime düşürürse ye*min olsun ki onu öldürürüm.» Bu yüzden Bişr, Harun er-Reşid döne*mi boyunca gizlenmiştir.
İktidara Memun gelince, Muteziîiler çevresine toplanmış, Mcmun en önemli adamlarını bunlardan seçmiş ve onlara en büyük ikram*larda bulunmuştur. Öyle ki, Memun´un yanına, Mutezile mezhebin*den olan Ebu Hişam el-Futî gelince Memun onu takdir ettiğinden ye*rinden kımıldayarak ayağa kalkmaya dahi yeltenirmiş. Halbuki Meraun başka hiçbir kimseye böyle davranmazmış. Bunun sebebi, Me*mun´un, Mutezile imamlarından olan Ebul Huzeyl el-Allaf in, «Din*ler ve mezhepler tarihinde» talebelerinden oluşudur. Memun bu ta*lebeliği ile ve halifeliği boyunca ilimle meşgul olmasıyla Mutezileden sayılmıştır.
Memun, dinler ve mezhepler tarihi mevzularında münazara meclisleri tertip ederdi. Bu yarışmanın gözde adamları ve bu saha*nın ileri gelenleri Mutezililerdi. Çünkü bunlar, akli ilimleri çokça okumuşlardı. Mutezilîler, Memun´un yanında itibar gördüklerini an*ladılar. Memun´un özellikle ileri gelen adamlarını bunlardan seçme*si ve Ahmed b. Ebî Duad´ı en yakın adamlarından yapmsaı, Mutezilîîere daha fazla güç kazandırdı. Hatta Memun, vefatı esnasında, kardeşi Mu´tasım´a Ahmed b. Ebî Duad´ı tavsiye ederek ona şunları söyledi: «Ebu Abdullah Ahmed b. Ebî Duad» senden ayrılmasın. Onunla her işinde istişare et. Çünkü o, bu işe lâyık bir kimsedir.»
Memun ile Muteziliier arasındaki bu fikri beraberlik ve Memun´*un özel ve umumî işlerinde bunları kendisine yaklaştırması Mutezililerin, Memun´a, Kur´an-ı Kerîm´in mahluk olduğunu açıkça ilan
ettirmelerine sebep olmuştur.
Memun ileri ikiyüzoniki tarihinde Kur´an-ı Kerim´in mahluk ol*duğunu ilân etmiş, bu hususta meclisinde bulunanlarla tartışmalar yapmış ve delillerini öne sürmüştür. Bununla beraber Memun, in*sanları, inanç ve görüşlerinde serbest bırakmış ve onları benimse*medikleri bir görüşe, tartışmak istemedikleri bir düşünceye zorlamamıştır. Ne yazık ki Memun ölüm yılı olan Hicrî ikiyüz onsekiz ta*rihinde, Mutezililerin teşvikleri sonunda, insanları zorla Kur´an-ı Kerim´in mahluk olduğu inancını benimsemeye zorlamış hatta bu hususta kuvvete başvurmuştur.
Memun bu girişimine, «Rakka» Iö şehrinde bulunduğu bir sıra*da, Bağdattaki yardımcısı îshak b. İbrahim´e mektuplar göndererek, fıkıh ve hadis âlimlerini imtihana çektirip, Kur´an-ı Kerim´in mah*luk olduğunu zorla söyletmekle başlamıştır.
Memun, evvelâ devlette vazifeli olanları veya idarecilerle, ida*ri emirleri uygulayanlarla ilişkileri bulunanları meselâ; mahkeme*lerde şahitlik edenleri zorlamakla başladı. Memun´un, Îshak b. İbra*him´e gönderdiği birinci mektubun son bölümünde şunlar anlatıl*maktadır. «Çevrende bulunan kadıları topla, müminlerin emirinin mektubunu onlara oku. Önce onları imtihan et. Kur´an-ı Ka´in mahluk olduğu ve sonradan yaratıldığı hususundaki inançları. or*taya çıkar ve onlara deki: Müminlerin emin dinine, ALLAH´ı birleme*deki samimiyetine ve kesin inancına güvenmediği kimselerle, yaptı*ğı işlerde yardımlaş a m ayacak ve halkının işlerini emanet ettiği bu gibi kimselere artık güvenmeyecektir. Onlar bu inancı kabullenir, müminlerin emirinin görüşüne katılır ve hidayet ve kurtuluş yolun*da bulunurlarsa onlara emret, insanlara şahitlik için kendilerine ge*len şahitleri çok iyi tedkik edip, Kur´an hakkındaki bilgilerini sor*sunlar ve Kur´an-ı Kerim´in mahluk olduğunu, sonradan meydana getirildiğini kabul etmeyen ve bu görüşü benimsemeyenin şahitliği*ni kabul etmesinler ve bunların şahitlik ettikleri hadiselerin altına imza atmasınlar. Müminlerin emirine, tayin ettiğin hakimlerden gelen bu husustaki bilgileri ve onlara bu hususta emirler verdiğini yaz. Sonra işi bizzat sen yürüt. Peşlerini takip et ki, ALLAH Tealâ´nm gönderdiği hükümler, dinde basiret sahibi olanların ve ALLAH´ı birle*mede ihlaslı olanların şahitlikleriyle tatbik edilmiş olsun.»[88]
Bu mektuptan anlaşılıyor ki Memun, bu sözü söylemeyeni dev*let vazifesinden mahrum etme, şahit ise şahitliğini kabul etmeme cezasmdan başka bir ceza ile cezalandırmam aktadır.
Memun, ikinci mektubunda, devlet idaresinde görevi bulunan ve bunlarla münasebeti olanlara ilaveten, fıkıh ve hadis âlimlerinin, fetva, eğitim ve irşad makamında bulunan herkesin sorguya çekil*mesini, Kur´an-ı Kerîm´in mahluk olup olmadığı hakkındaki cevap*larının, kendisine gönderilmesini emretmiştir. İshak İbn-i İbrahim, bunları sorguya çektikten sonra cevaplarını Memun´a gönderiyordu. Çoğunluk, bu mesele hakkında kesin karar vermemeyi ve susmayı tercih ediyordu.
Memun yazdığı üçüncü mektupta ise, sert davranmıştır. Kur?an-ı Kerim´in mahluk olup olmadığı hakkında çekimser kalanları küçümsüyor, onları tenkid ediyor ve haklarında alcı sözler söylüyor*du. Memun, bununla da yetinmedi, Kur´an-ı Kerim´in mahluk oldu*ğunu söylemeyeni ere ağır cezalar koydu.
Üçüncü mektupta şunlar anlatılmaktadır: «Mektubunda» emirel müminine adlarım yazdığın ve emirel mümininin bu mektubunda sana zikrettiği, yahutta zikretmek istemediği kişilerden, ´ALLAH´a or*tak koşmaktan vazgeçmeyenleri, ellerini kollarını bağlayarak emirel mümininin ordusuna gönder. Bunlarla birlikte, kendilerini yollarda koruyacak ve emirel mümininin ordusuna varıncaya kadar onlara bekçilik edecek muhafızlar gönder. Muhafızlar bunları güvenilir el*lere teslim etsinler. Böylece müminlerin emiri bunlara nasihatta bu*lunsun. Şayet, düşüncelerinden vazgeçmez ve tevbe etmezlerse, in*şALLAH bunların hepsini kılıçtan geçirecektir. Kuvvet ancak ALLAH´ın*dır.»[89]
Bu mektuptan da anlaşılıyor ki Memun, devlet vazifelerinden mahrum etme cezasını ağırlaştırarak, idam tehditleri savurmaktadır.
İshak b. İbrahim, düşünmeden derhal Memun´un emrini uygu*lamaya başladı. Fıkıh ve hadis âlimlerini, müftüleri topladı, onlan, kendilerinden istediğini ikrar etmez, söylemek istediğini söylemezlerse, ağır bir cezaya çarptıracağını, çekinmeden Memun´un reva gör*düğü hükmü yerine getireceğini ve ağır cezalar vereceğini anlattı. Bunun üzerine âlimler, onun istediği gibi konuştular ve o mezhebi kabullendiklerini ilân ettiler.
´Ancak, ALLAH Tealâ, dört kişinin kalplerini pekiştirdi ve onlara cesaret verdi. Haklarında, ALLAH Tealâ´nm emir ve hükümlerine da*yandılar, cesaretle sözlerinde ısrar ettiler. Bunlar, Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Nuh, el Kavariri ve Seccade idi. Bu zatlar iplerle bağ*landılar ve zincirlere vuruldular. îlk geceyi zincirlere bağlı olarak geçirdiler. Ertesi sabah Seccade Kur´an-ı Kerîm´in mahluk olduğunu kabul etti. Onun zincirlerini çözdüler ve serbest bıraktılar. Diğerle*ri ise aynı durumlarında devam ettiler.
İkinci gün .aynı sorular tekrar soruldu. Kavarîri´nin iradesi za*yıfladı. Kur´an´m mahluk olduğunu kabul etti. Bunun üzerine onun da zincirleri çözüldü. Geriye iki kişi kaldı. Onların üçüncüsü ise, Al*lah idi. Bu iki zat, Tarsusta Memun´un huzuruna çıkmak üzere, zin*cirlerle bağlı olarak gönderildiler. Muhammed b. Nuh, yolda şehid oldu. İshak b. Ahmed, Kur´an-ı Kerîm´in mahluk olduğunu kabul edenlerin serbestçe Memun´un huzuruna çıkmalarım istedi. Bunlar, Tarsusa gidip Memun´un huzuruna çıkacaklarına dair kefiller bırak*tılar. Yolda giderlerken Memun´un ölüm haberini duydular. Fakat, (ALLAH onu affetsin) Memun, dünyayı kardeşi´Mutasım´a bir vasiyet bırakmadan terketmedi. Vasiyetinde kardeşine, Kur´an-ı Kerim hak*kındaki görüşlerine sımsıkı sarılmasını, insanları zorla buna davet etmesini tenbih etti.
Memun, kafasını şartlandıran bu düşüncenin, uyulması gereken bir dinî hüküm olduğunu, buna davet edilmeyip, insanlar bunu kabule zorlanmadıkça, sorumluluğundan kurtul un amayacak bir dinî vecibe olduğunu zannediyordu.
Vasiyetinde şunlar vardı. «Ey Ebu İshak, bana yaklaş, dilediğin gibi öğütte bulun. Kur´an-ı Kerîm´in mahluk oluşu meselesinde kar*deşinin yolunu tut.»
İşte bu vasiyet sebebiyle Memun´un ölümünden sonra fitne fe*sat bitmemiş, bilakis daha da genişlemiş, fitnenin doğurmuş olduğu kargaşa ve sızlanmalar artmış ve bu mesele, takva sahibi, âlim, fı*kıh ve hadis bilginleri ve fetva makamında bulunanlar için dönüp dolaşan bir bela haline geldi.
Ahmed İbn-i Hanbel, bu belanın içinde kalmaya devam etti. Vü*cudu kamçılarla yara bere içinde bırakıldı. Buna rağmen bu zat, mu*sibetlere göğüs gerdi, hiçbir zaman inancından taviz vermedi. Onsekiz ay hapiste kaldı, Boyun eğmeyeceğinden ve isteklerini kabul et*meyeceğinden ümitlerini kestiler. Nihayet onu serbest bıraktılar.
Ahmed İbn-i Hanbel tekrar fetva makamına ve hadis hocalığı*na döndü. Mutasım ölünceye kadar aynı vazifeye devam etti.
Vâsık iktidara gelince, aynen bu hususta babasının izinde yü*rüdü. Görüşüne katılmayanlara büyük işkencelerde bulundu. Fakat Vâsık, İmam Ahmed´e daha fazla işkence yapmayı uygun bulmadı, onu sürgün etti. Fetva vermesine mâni oldu ve ona şunları söyledi. «Kimseyle görüşmeyeceksin. Benim bulunduğum şehirde kalmaya*caksın.» Bundan sonra İmam Ahmed, gizli olarak yaşadı. Namaza dahi çıkamıyorüu. Nihayet, bu haldeyken vefat etti.
Vâsık dönemindeki zulüme, sadece İmam Ahmed uğramamış, başkaları da bundan kurtulamamışlardır. Diğer şehirlerde bulunan âlimler, Bağdat´a gönderiliyor, bu meselede sorguya çekiliyor ve kalblerinde sakladıkları inançlarını açıklamaya zorlanıyorlardı. Bun*lardan biri de îmam Şafii´nin arkadaşı, Mısırlı fıkıh âlimi, Yusuf b. Yah el-Buveytî idi. Bu zat, Kur´an-ı Kerîm´in mahluk olduğunu söy*lemeye davet edildi. Fakat o, bunu söylemeyince, zincire vuruldu ve. mükâfatını Rabbmdan bekleyerek, zincirler arasında ruhunu Hakk´a teslim etti.
Yine bu alimlerden biri de Naîm b. Hammad idi. Bu zat, eli kolu bağlı olarak Vâsık´in zindanlarında can verdi.
Yine, bu âlimlerden biri de Ahmed b. Nasr el-Huzaî idi. Vâsık, bu zatı, kendi görüşlerini benimsemediği için öldürdü ve astı.
Mutezilelerden olan Sümame b. Eşres´in, Ahmed´i, Vâsık´a şikâ*yet ettiği ve Vasık´m da, sonunda Ahmed´i öldürdüğüne pişman ol*duğu ve Sümame´ye ve onun öldürülmesine teşvik eden herkese si*temde bulunduğu rivayet edilmektedir.
Âlimler, Hakkın sesini boğan bu kör fitnede, merhamet sadasını susturan bu şiddetli bela içinde yıllarca yaşadılar. Bu meseleye dalmamak büyük bir suç sayılıyor, herhangi bir müslüman bu husus*ta mazur görülmüyor, bir mümin, geçmişteki iyiliklerinden veya gü*zel ahlâkından yahut güzel davranışlarından ve insanların, kendisi*ne karşı saygı duymasından dolayı dahi affedilmiyordu. Musibetler gittikçe arttı, fitne fesat devam etti. öyle ki, insanlar bu durumdan iyice usandı. Hattâ bu.düşünceyi savunanlar bile bu işten bıktılar. Bir takım insanlar yanında bu mesele artık alay konusu edilir oldu.
Komikliği ile meşhur Ubade adında bir kişinin, birgün, halife Vâsık´m huzuruna gelerek onunla şunları konuştuğu anlatılır:
Ubade ? Kur´an-ı Kerîm hususunda ALLAH, sana büyük bir mü*kâfat versin. C3u deyim, Ârapçada «Başın sağ olsun» demektir.)
Vâsık ? Vay senin haline! Hiç, Kur´an-ı Kerim ölür mü?
Ubade ? Ey müminlerin emiri! Her mahluk (yaratılan) ölme*ye mahkumdur. VALLAHi ey emir! Kur´an-ı Kerim öldükten sonra in-´ sanlara teravihi kim kıldıracak?
Vâsık ? (gülerek) ALLAH, kahretsin seni, yeter sus!
Muhammed Kemaleddin el-Demirî «Hayatül hayvan» adlı kita*bında şunları anlatır: «Vâsık, hayatının sonlarına doğru, Kuran-ı Kerim´in mahluk olduğu görüşüne katılmayanlara işkence yapmak*tan vazgeçmiştir. Bunun" sebebi ise; birgün işkence görenlerden ihti*yar bir hoca, Vâsık´m huzuruna çıktı ve, muhakemeyi yürüten Ah-med b. Ebî Duad´a şunları söyledi: «Sen, Resulullah (S.A.V.)´in, Hz. Ebubekir´in, Hz. Ömer´in, Hz. Osman´ın ve Hz. Ali´nin davet etmedik*leri bir şeye insanları davet ediyorsun. Sen ya ´Onlar bunu biliyor*lardı» yahut ta «Onlar bu meseleyi bilmiyorlardı» demek zorunda*sın. Eğer «Onlar bunu biliyorlardı, fakat söylemeyip sustular» der*sen bana da, sana da, onların yaptıkları .gibi susmak gerekir. Şayet dersen ki, «Onlar bu meseleyi bilmiyorlardı, fakat ben bildim.» Ey ahmak oğlu ahmak! Peygamber (S.A.V.)´in ve Hulefa-i Raşidi´nin bilmediği bir şeyi sen mi bileceksin?» Vâsık bu sözleri işitince ye*rinden fırladı ve ihtiyarın bu sözlerini tekrarlamaya başladı... İh*tiyarı affetti. Ve oğlu Muhtedî´nin de anlattığı gibi, ısrarla sürdürdü*ğü bu davranışından vazgeçti.