Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

İstanbul’un Fethi Sonrası Akdeniz’de Değişen Dengeler

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
constantinople.jpg


Osmanlı Devleti’nin 1400- 1600 tarihleri arasında yaşamış olduğu genişlemeyi ekonomik açıdan anlamak için öncelikle Akdeniz coğrafyasında yaşanan ticari hayat ve Osmanlı Devleti’nin İstanbul’u fethiyle Akdeniz coğrafyasının yaşamış olduğu ekonomik değişimler incelenmelidir. Osmanlı Devleti’nin yeniden revize edeceği Akdeniz coğrafyası ve kuzey-güney ve doğu-batı yönlü bölgesel ticaret İstanbul’un konumunu yükselteceği gibi oluşacak olan yeni düzende Osmanlı İmparatorluğu ve İstanbul merkez olacaktır. Bunun yanında eski başkentler Bursa ve Edirne de gelişim gösterecektir.

Karadeniz ve Akdeniz’i egemenliği altına alan Osmanlı Devleti, Balkanlarda da aktif bir ticari hayatın doğmasında ve fetihten sonra Asya ve Avrupa arasında oluşacak muazzam bir ticari sürekliliğin oluşumunda kilit rol oynayacaktır. Osmanlı İmparatorluğu, bu süreçte genişleyecek ve nüfus yoğunluğu artacaktır. Bu makalede genel olarak İstanbul’un fethinin ardından yaşanan değişimleri ekonomik olarak işleyerek Osmanlı gücünün arka planında yer alan müthiş ekonomik hareketliliği ve oluşturulmuş ticari düzeni anlatmaya çalışacağım.

I. İmparatorluk Başkenti ve Bölgesel Ekonominin Merkezi:

A. İstanbul ve İmparatorluk Ekonomisi:

İstanbul’un 1453 yılında II. Mehmet tarafından fetholunmasının ardından Anadolu ve Balkanlarda İstanbul merkezli ekonomik bir Osmanlı düzeni kurulmaya başlamıştır. İstanbul’un alınması, Fatih’e Doğu Roma’nın tekrar canlandırılması hakkını kendinde görmesini sağlamıştır. Yeni başkent, Fatih için bir tutku, cihan imparatorluğunun simgesi olmuştur. Fatih, fethettiği yerlerde izlediği istimalat politikasının yanında İstanbul’u bir metropol yapma çabasındaydı. Ticari hayatı canlandırmak için eski kente büyük bir kapalı çarşı, Liman civarına ve Fatih’e küçük pazarlar kurdurmuştu. Bizans döneminde nüfusu maksimum 50 bin olan İstanbul, Fatih döneminde 70 bin civarındaydı. Fatih’in halefleri yönetiminde İstanbul hızla büyüyecek ve fetihten yüzyıl sonra ise 400 binlik bir nüfusuyla Orta Doğu ve Avrupa’nın en büyük şehri olacaktı.[1] Daha önceden başkentlik yapmış olan Bursa ve Edirne şehirleriyle birlikte İstanbul’un bir ticaret merkezi olarak yükselişi, İstanbul’u Akdeniz coğrafyasının merkezi konumuna getirdi. Artan nüfusla birlikte canlanan ticaret, Orta Doğu ve Balkanların yeni bir ekonomik yapıya bürünmesini sağladı. Örneğin Bursa, İran ipeğinin Avrupa’ya açıldığı merkezdi. Bunun yanında artan nüfusun getirdiği bir takım meseleler de vardı.

1. Kentin Beslenmesi:

Osmanlı ekonomik zihniyeti, merkezî hazinede olabildiğince çok kıymetli maden biriktirmeyi amaçlıyordu. Külçe veya para halindeki altın devlet maliyesini ve hükümdarın iktidarını güçlendiriyordu. Bu nedenle askeri güç, bu zenginliklere ulaşmakta kullanılan bir araçtı. Osmanlı fetih ve imparatorluk inşası sürecinin dinamikleri, bu iki kavramın içeriğinden kaynaklanıyordu.[2] Her ne kadar bu iki kavram, Osmanlı ekonomisine bu dönemde bolluk yaşatsa da İslam kentlerinde, özellikle de İstanbul’da ekmek yüzünden çıkan halk ayaklanmaları oluyordu. Başkent, kuzey-güney ticaret anayolunun merkezindeydi. Hem Avrupa kökenli mamulleri hem de Doğu’nun mamullerini ithal ediyordu. Uluslararası ticaretin yanında bölgesel kuzey-güney Karadeniz ticareti çok önemliydi. İstanbul’dan sonra Kefe, Kili ve Akkerman büyük transit merkezleriydi. Fakat tüm bu olumlu jeopolitiğinin haricinde artan nüfusla gelen bazı sorunlar yok değildi. İmparatorluk yönetiminin başlıca sorunlarından biri, İstanbul’un muazzam nüfusunun ihtiyaç duyduğu temel yiyecek maddelerinin kesintisiz akışını sağlamaktı.[3] Devlet erkânı halka karşı sorumluydu. Padişah tebaasını doyurmakla yükümlüydü. Bu nedenle İstanbul’un her gün kesintisiz ve makul fiyatlarla ekmek teminini sağlamak en öncelikli meseleydi. Bu sebeple çarşı Vezir-i Azam tarafından her hafta denetlenirdi. Ciddi kıtlık dönemlerinde fahiş fiyat uygulayanlar saltanatın altını oymakla suçlanırdı. Sultan halka, onların günlük ekmeklerini kendine kaygı edindiğini göstermek zorundaydı.[4] Bunun yanında hükümet buğday piyasasını belirleyen aktif bir tüccar gibi yeri geldiğinde ucuza tohum, yeri geldiğinde ise avans vererek üretimi denetliyordu. 18. yüzyıl başlarında İstanbul’un günlük tahıl tüketimi yaklaşık 200 ton olarak hesaplanmıştır.

2. Havzalar ve Limanlar:

İstanbul’un tahıl kaynakları, Tekirdağ limanı aracılığıyla Trakya Ovalarını; Braila/İbrail, Isaccea/İsakçı ve Constanta limanları aracılığıyla Tuna havzasını; Burgaz’dan yüklenen Bulgar hububat mahsulünü; Dobruca’dan Don Nehri’ne kadar uzanan step kuşağının Kili, Akkerman, Azak ve Kefe’den yüklenen ürününü; iskelesi Volos/Kuluz olan Taselya Ovası’nı; Foçalar ve İzmir üzerinde Batı Anadolu’yu; nihayet Dimyat ve İskenderiye üzerinden ihraç edilen Mısır tahıl ve bakliyatını karşılıyordu. Başka bir deyişle, bütün bu bölgelerle İmparatorluk başkenti arasında kolay ve hızlı bir deniz bağlantısı söz konusuydu.[5]

İstanbul şehrinin jeopolitik konumu İmparatorluğun yükselişinde kilit rol oynamaktaydı. İstanbul’dan kalkan bir gemi, Karadeniz sahilini dolaştıktan sonra İbrail’e pamuklu ürünler, ipekliler, sof, incir, limon, vb. mallar götürürken; sonra da Niğbolu ve Vidin gibi Tuna iskelelerinden İbrail’e gelen tahılı orada yükleyip İstanbul’a taşıyordu. Bu ticaret arz talep dengesi içerisinde süreklilik kazanmıştı. Ayrıca bu yol en ucuz ve en kolay yoldu. Gelen ürünün maliyeti bu sayede makul oluyordu, fakat çok düşük maliyetli üründen iç piyasa dengelerini bozmaması için ya yüksek gümrük alınır ya da her sancak için ayrı ayrı fiyat saptanırdı.

3. Tahıl İkmali ve Avrupa:

Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut sisteminde değerli maden akışı için ordunun sefere çıkması önem arz etmekteydi. Bu seferlerin ikmali de bir o kadar önemliydi. İmparatorluğun zaten yüksek olan tahıl ihtiyacı, sefer dönemlerinde daha da yükseliyordu. Bunun yanında hayati önem taşıyan buğday ikmal kaynakları, İtalya’nın tahıl talebinden ve İtalyan kentlerinin ödemeye razı olduğu daha yüksek fiyatlardan da kuvvetle etkilenmekteydi.[6] Dubrovnik arşivlerinden yararlanan Braudel’in Akdeniz’inde nüfus baskısıyla açıklanan bu tahıl talebini, Osmanlı arşivlerinden de yararlanan Barkan daha detaylı olarak incelemiştir. Barkan’a göre Osmanlı Devleti sadece sistemde alıcı rolünde değil aynı zamanda satıcı rolündedir. Çünkü 1352-1500 döneminde Doğu Balkanlara gerçekleşmiş olan iskân ve göç neticesinde bu bölgenin ağırlıklı nüfusunu Türkler oluşturmaktadır. Bunun yanında Braudel’in 1520-1535 arası 12,5 milyon nüfus tahmin ettiği Osmanlı İmparatorluğu Barkan’ın yaklaşımıyla 16. yy sonu ilhak edilen bölgelerle 30 – 35 milyon olarak verilir. Artan nüfusun devlet üzerinde açık bir etkisi olmuştur.

a. Venedik – İstanbul Rekabeti

Osmanlı İmparatorluğu ve Venedik arasında özellikle Levant’ın bütün tahıl kaynakları üzerinde bir rekabet vardır. Bu rekabetin yanı sıra Venedik’in Osmanlı Devleti’nden tahıl ithal ettiğini ve 1564 – 1600 yılları arasında bu ithalatın düştüğünü görüyoruz. Bunun nedeni artan nüfusun baskısıyla İmparatorluğun, tahılı iç piyasada tüketmesidir. Ayrıca tahıl ticaretinde yaşanan oynamalar, savaşlar, hükümet politikaları ve iklim bu ithalatın düşmesinde etkilidir. Yine daha ilginç bir veri olarak Venedik ve İstanbul arasında yaşanan kıtlık ve bollukların birbiriyle ters orantılı olduğunu, yani İstanbul bolluğu yaşarken Venedik’in kıtlık çektiğini görüyoruz. Eğer ki Osmanlı Devleti, Batı üzerine sefere çıkacaksa sancaklara haber salıp Venedik’e tahıl ihracını durdurmalarını isterdi. Fakat kıyı bölgelerinden Venedik’le kaçak tahıl ticareti yapıp fahiş fiyatlarla ürününü satarak zenginleşen kişiler de vardı. Hatta bu kaçak ve kârlı ticaretle uğraşanlar sancakbeyi, yeniçeri ve ulemadan olabilmektedir.

B. Uluslararası Ticaret:

Braudel’in Akdeniz’inde Akdeniz, Doğu ve Batı yani İspanyol ve Türk Akdenizi olarak ikiye bölünmüştür. Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra büyük bir şehir kurmak istiyordu. Fakat karşılaşacağı zorlukları önceden tecrübe etmişti. İstanbul Karadeniz tarafından besleniyordu. Bu ticaret ucuz ve kolaydı. Fatih, kuşatma sırasında bu ticareti engelleyebilmek için Rumeli Hisarı’nı yaptırmıştı. Fetihten sonra bu ticareti tekrar canlandırmak istedi ve derhal seferlerine başladı. Bu amaçla önce Karadeniz’in, ardından da Akdeniz’in Türk egemenliğine girmesiyle Osmanlı İmparatorluğu Akdeniz coğrafyasında hâkim güç oldu. Herhangi bir ülkenin Levant ticaretinde işlerinin iyi gidip gitmemesi de Babâli’nin siyasi lütuf ve kararına bağlıdır.[7]

1. Kapitülasyonlar:

Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyılda artan deniz gücü ve elde ettiği topraklar Avrupalı devletlerin özellikle de Cenevizlilerin, Venediklilerin ve Rodos Şövalyeleri’nin mevcut çıkarlarına terstir. Fatih, Karadeniz ve Ege’de hâkimiyet kurmak istediğinden donanmasını harekete geçirince Venedik, Ege’deki kolonileri için kaygılanmaya başlamıştır. Papalık, duruma Haçlı düşüncesiyle müdahil olduktan sonra Osmanlı Devleti, siyaseten bu birliği bozma düşüncesiyle ve siyasi avantajlar koparmak için harekete geçmiştir. Bu amaçla kapitülasyonlar verilmiştir. Ayrıca bu ticaret ayrıcalığından mahrum kalanlar, ya bu hakkı elde etmiş bir devletin bayrağı altında ya da Ceneviz, Venedik ve Dubrovniklilerin (Raguza) aracılığıyla Akdeniz’de faaliyet gösterebilmişlerdir. Buradan da anlaşılacağı üzere Osmanlı ve ayrıcalık tanıdığı ülkeler haricinde, bu ülkelerin başka devletlerle yaptığı anlaşmalarla Osmanlı coğrafyasında ticaret yapmalarına vesile olduklarını görüyoruz. Asıl önemli nokta ise Osmanlı Devleti’nin bu ticari faaliyetleri değiş tokuşun yanında altın ve gümüş karşılığı yapması, fakat bunu yaparken de bu değerli madenlerin ithaline izin verip ihracını sınırlamasıdır. Ayrıca Osmanlı için askeri ve sosyal önemi olan kalay, kurşun, çelik, barut ve kimyasal maddeler, altın ve gümüş eşyalar, mücevherat, kristal eşyalar, kalite yünler, aynalar ve saatler elde ediliyordu. Gümrük gelirleri ve resimlerden sağlanan gelir de Osmanlı hazinesi için önemliydi. Avrupa devletleri içinse Habsburglara ve Papalığa karşı Osmanlı Devleti’nin dostluğu, stratejik bir hamleydi.

2. Yabancı Tüccar Toplulukları:

Osmanlı Devleti, Bizans’ın yaptığı hatayı yapmayarak tüccarlara koloni kurma ve toprak edinme hakkı vermemiştir. Fakat daha sonraları bu tüccar toplulukları Konsoloslar gibi dokunulmazlık hakları elde ettiler. Özellikle de 17. yüzyılda İngiliz ve Fransız tüccarlar bundan yararlandı. İstanbul, bu tüccarların toplandığı aktif bir pazardı; fakat İzmir’de, Sayda’da, Halep ve Kahire’de milletlerin çoğunluğunu oluşturanlar bu tüccarlardı. Bunun yanında kapitülasyonlarla birlikte yabancı tüccarların zararları ve mirasları Osmanlı Sultanı’nın güvencesinde oldu. Örneğin Tebriz – Bursa hattında ticaret yapan bir tüccar ilk vergisini Tokat’ta, ikincisini ise Bursa’da İpek Han’da verirdi. Daha sonra bu yolun Tebriz – Bursa – İzmir hattına kaymasıyla üçüncü bir vergi eklenmişti. Yine şehir pazarlarından vergi alınırken köylerden bu vergi alınmaz, sadece resimlik alınırdı. Taşınan mal, askeri ihtiyaç içinse ne vergi ne de resimlik alınırdı.

Osmanlı Devleti’nde yaşanan bu süreçlerin ardından para ve kredi gibi kavramlar ekonomide daha fazla yer aldı. Örneğin krediyle alınan İran ipeği, Bahreyn incisiyle takas edildi. Bu, aslında Osmanlı ekonomisine zarar veriyordu. İnci gibi kolay saklanabilen bir maden gümrükten kaçıyordu. Yine bu dönemde kredi transferleri yani havale dediğimiz işlemler Osmanlı ekonomisinde mevcuttu. Yahudi ve Rum tüccarlar bu işlemleri sık yapıyorlardı.
 
Üst Alt