Bayezid Yangın Kulesi
Bayezid yangın kulesinin tarihçesi 18. yüzyıla kadar uzanıyor. Bu yüzyılın ortalarında Küçükpazar semtinde meydana gelen yangın, vaktinde görülemediği ve erken müdahale edilemediği için rüzgârın da etkisiyle kısa sürede büyümüştü. Alevler bir süre sonra Süleymaniye’ye uzanmış ve Yeniçeri Ağası’nın konutu olan Ağakapısı da alevlere teslim olmuştu. Söz konusu yangın sonrasında İstanbul’da ilk kez bir yangın kulesinin yapımına girişildi. Ancak hemen belirtelim ki yukarıda ifade olunduğu üzere Galata Kulesi 1717’den beri bu işe tahsis edilmiş olup, şehrin muhtelif yerlerinde çıkan yangınlar kös vurulması suretiyle ilgili kişi ve yerlere haber edilirdi. Lakin Süleymaniye civarındaki bu kule, sırf yangın gözlemlemek amacıyla inşa olunan ilk yapıydı. Süleymaniye’dekiAğakapısı’nın geniş avlusunda inşa olunan kulenin içine, Vezneciler semtinde bulunan Acemioğlanlar ocağından getirtilen yaklaşık 25 nefer konularak, yangınların zamanında bildirilmesi işi ile vazifelendirildiler. Kulenin üst tarafındaki gözetleme köşküne yerleştirilen bu delikanlılara zamanla, “Köşklü” denilmeye başlandı. Kulenin yeri konusunda ise Süheyl Ünver, kaleme aldığı bir makalesinde “bugünkü İstanbul müftülük binasının yerinde idi” şeklinde bir ifade kullanıyor.
Köşklüler nöbet sistemi ile geceli gündüzlü çalışırdı. Köşklülerin öncelikli işi çıkan yangını anında yetkilere ve halka duyurmaktı. Bu nedenle köşklülerin iriyarı, hızlı ve çevik kişilerden seçilmesi zorunluluktu. Yeniçeri Ocağı kaldırıldıkta sonra köşklü denilen zümre daha ziyade Kazdağlı, Alanyalı ve Bozkırlı gençlerden seçilir oldu. II. Meşrutiyet ilan olunana kadar İstanbul’un üç önemli yangın kulesinden Galata’da 18, Bayezid’de 30 ve İcadiye’de 3 köşklü görev alırdı. Köşklülerin ellerinde “harbe” ya da “harbi” denilen mızrak benzeri bir değnek olurdu. Bunlar koşarak yangın mahallini durumdan haberdar ederler ve gerekli tedbirlerin alınmasını temin ederlerdi. Köşklülerin yoluna çıkıp da “yangın nerede” diye sorulmaz, sorulsa da cevap alınmazdı. Çoğu zaman köşklü ya haberi vermesi gereken yere doğru duraksamadan koşusuna devam eder, ya da soran kişiye okkalı bir küfür savururdu. Ancak Süheyl Ünver, çocukluk anılarından hareketle, usul erkân bilenlerin köşklülere “Uğurlar olsun” dediğini, bunun üzerine de çoğu zaman köşklülerin “eyvallah” dedikten sonra yangın yerini söylediğini ifade eder. Köşklülerin gündüz vakti muhatabı ilgili yerlerdeki idareciler, gece vakti ise mahalle bekçileri idi. Geceleri koşarken ellerinde akordeon şekilli bir fener de bulunurdu. Bu haber verme şekli II. Meşrutiyet devrinden sonra telefonların yaygınlaşmaya başlaması ile tarihe karıştı.
Biz yine kulemizin tarihçesine dönelim. İnşa edilen kule ahşap olduğundan kaderin garip bir cilvesi ile 1774’teki Cibali yangınında alevlere teslim oldu. Yangın sonrasında Ağa kapısı yeniden inşa olunurken, yangın kulesi de yine ahşap olarak yeniden dikildi. Bu seferki kulenin sonunu ise yangın değil, II. Mahmut getirecekti. Sultan II. Mahmut, 1826’da yeniçeri ocağını kaldırırken, tıpkı Mehter takımı gibi bu ocağa bağlı olan tulumbacı ocağının faaliyetlerine de son verdi. Ocağın idarecisi konumundaki Yeniçeri Ağasının mekânı olan Ağa kapısı da, “Şeyhülislamlık kapısı” haline getirildi. Ahşap yangın kulesi de yıktırıldı.
Ancak yangın kulesi yıktırılsa da, tulumbacı ocağı lağvedilse de İstanbul’un yangınları devam etti. Sultan, ocağı kaldırırken, eski sarayın bulunduğu Bayezid meydanındaki araziyi de açtırmış ve burayı kurmuş olduğu Asakir’i Mansure-i Muhammediye ordusunun idaresi için seraskerlik haline getirmişti. İşte seraskerlik avlusunun uygun görülen bir yerinde alelacele Kirkor Amira Balyan denetiminde yeni bir yangın kulesinin yapımına başlandı. Ancak kule, hizmete açılmadan önce yeniçerilik yandaşı olan bazı kişilerce kundaklandı. Aslında bu olay, ahşap kule yerine kâgir bir kule yapımına da vesile oldu. Kısa bir süre sonra yeni kule, Senekerim Balyan idaresinde tamamlandı. Yapının tarih kitabesi ünlü şair Keçecizade İzzet Molla’nın elinden çıkarken, Sultan Mahmud’un tuğrasının bulunduğu kitabeyi de devrin ünlü hattatı Yesarizade Mustafa İzzet Efendi kaleme almıştı.
Başlangıçta kule, Senekerim Balyan tarafından namlusu gökyüzüne doğru dikilmiş ağızdan dolma bir Osmanlı topu şeklinde tasarlanmış, üst kısmına da yangın gözcüleri için bir köşk inşa olunmuştu. Ancak 19. yüzyıl ortalarında bu köşkün üzerine üç kat daha çıkıldı. Böylelikle aşağıdan yukarıya doğru ilk kat hem nöbetçilerin yatakhane koğuşu hem de nöbetçi katı olarak kullanılırken, ikinci kata “işaret katı”, üçüncü kata “sepet katı” ve son kata da “sancak katı” denilmişti. Diğer katların bu şekilde isimlendirilmesinde ise yangının çıktığı yeri tespit amacıyla kullanılan semboller ilham kaynağı teşkil etmişti.
Yangının çıkışı ve çıktığı mevkinin belli edilmesi için farklı yöntemler kullanılagelmişti. Yukarıda da ifade olunduğu üzere bir dönem çıkardığı muhteşem gümbürtüden dolayı kös vurulması yoluna gidilmişti. Kös, son derece büyük kazanlara genellikle deve derisinin gerilmesi ile oluşan ve büyük tokmaklarla çalınan, mehtere özgü bir enstrümandı. Bu alet, aynı zamanda padişahın mutlak görkem ve ihtişamını da göstermekteydi. Nitekim sadece padişah mehterlerinde kös bulunur, sadrazam ve diğer vezirler kendi mehterlerinde kös vurduramazdı. Bu durum bize Osmanlıların yangını ne denli önemsediklerini de gösteriyor.
Bir diğer yöntem ise bazı Batılı seyyahların söz ettiği ancak Osmanlı kaynaklarında bahsi geçmeyen top atma yöntemiydi. Bu yönteme göre şehir 7 bölgeye ayrılmıştı ve her top atış sayısı bir bölgeyi temsil ediyordu. Mesela altı top, Beyoğlu, Galata ve çevresini temsil etmekteydi. Nitekim 1864’te kurulan ve faaliyet sahası olarak aynı bölgeyi kapsayan belediye dairesine de “6. Daire” denilmekteydi.
Lakin en sıklıkla kullanılan yöntem işaret çekme şeklindeydi. Buna göre Bayezid Kulesi’nde gündüz büyük sepetler, gece ise yangının çıktığı bölgeye göre kırmızı, beyaz ya da yeşil fenerler asılırdı. Mesela yangın suriçi, Eyüp ve Yeşilköy hattında ise gündüz Bayezid kulesinin iki yanına çift sepet asılır, gece vakti ise yine kulenin her iki yanına kırmızı fener asılırdı. Yangının çıkış yeri Beyoğlu ve Boğazın Rumeli yakasında ise gündüz vakti kulenin bir yanına tek, öbür yanına çift sepet konulur, gece vakti ise kulenin iki yanında beyaz fener sallandırılırdı. Üsküdar ve Boğazın Anadolu yakasında çıkan yangınlarda ise gündüz vakti kulenin iki yanına birer sepet, gece zamanı ise her iki yanına yeşil fener asılırdı. Söz konusu işaretler, yangın tamamen kontrol altına alınana kadar kulede kalırdı.
Yangın, öncelikle Kule Ağası’na haber edilirdi. Ağa’nın her daim kulede yatıp kalkması ve bekâr olması kuraldı. Bu nedenle gözlemci biraz da bu yanına gönderme yaparak “Ağa kalk bir çocuğun oldu” derdi. Ağa’da “kız mı, oğlan mı” diye sorar ve böylelikle yangının sur içinde mi yoksa sur dışında mı olduğunu öğrenmeye çalışırdı. Bayezid Kulesi bilhassa 1894 depreminde büyük hasar görmüşse de yeniden elden geçirilerek kısa sürede hizmete açıldı. Geçen süre içinde ise köşklüler vazifelerini Süleymaniye Camii şerefelerinden yapmaya devam ettiler. Kule, 1969’a kadar yangın gözetleme amacına hizmet eder bir şekilde kullanıldı.
Bayezid yangın kulesinin tarihçesi 18. yüzyıla kadar uzanıyor. Bu yüzyılın ortalarında Küçükpazar semtinde meydana gelen yangın, vaktinde görülemediği ve erken müdahale edilemediği için rüzgârın da etkisiyle kısa sürede büyümüştü. Alevler bir süre sonra Süleymaniye’ye uzanmış ve Yeniçeri Ağası’nın konutu olan Ağakapısı da alevlere teslim olmuştu. Söz konusu yangın sonrasında İstanbul’da ilk kez bir yangın kulesinin yapımına girişildi. Ancak hemen belirtelim ki yukarıda ifade olunduğu üzere Galata Kulesi 1717’den beri bu işe tahsis edilmiş olup, şehrin muhtelif yerlerinde çıkan yangınlar kös vurulması suretiyle ilgili kişi ve yerlere haber edilirdi. Lakin Süleymaniye civarındaki bu kule, sırf yangın gözlemlemek amacıyla inşa olunan ilk yapıydı. Süleymaniye’dekiAğakapısı’nın geniş avlusunda inşa olunan kulenin içine, Vezneciler semtinde bulunan Acemioğlanlar ocağından getirtilen yaklaşık 25 nefer konularak, yangınların zamanında bildirilmesi işi ile vazifelendirildiler. Kulenin üst tarafındaki gözetleme köşküne yerleştirilen bu delikanlılara zamanla, “Köşklü” denilmeye başlandı. Kulenin yeri konusunda ise Süheyl Ünver, kaleme aldığı bir makalesinde “bugünkü İstanbul müftülük binasının yerinde idi” şeklinde bir ifade kullanıyor.
Köşklüler nöbet sistemi ile geceli gündüzlü çalışırdı. Köşklülerin öncelikli işi çıkan yangını anında yetkilere ve halka duyurmaktı. Bu nedenle köşklülerin iriyarı, hızlı ve çevik kişilerden seçilmesi zorunluluktu. Yeniçeri Ocağı kaldırıldıkta sonra köşklü denilen zümre daha ziyade Kazdağlı, Alanyalı ve Bozkırlı gençlerden seçilir oldu. II. Meşrutiyet ilan olunana kadar İstanbul’un üç önemli yangın kulesinden Galata’da 18, Bayezid’de 30 ve İcadiye’de 3 köşklü görev alırdı. Köşklülerin ellerinde “harbe” ya da “harbi” denilen mızrak benzeri bir değnek olurdu. Bunlar koşarak yangın mahallini durumdan haberdar ederler ve gerekli tedbirlerin alınmasını temin ederlerdi. Köşklülerin yoluna çıkıp da “yangın nerede” diye sorulmaz, sorulsa da cevap alınmazdı. Çoğu zaman köşklü ya haberi vermesi gereken yere doğru duraksamadan koşusuna devam eder, ya da soran kişiye okkalı bir küfür savururdu. Ancak Süheyl Ünver, çocukluk anılarından hareketle, usul erkân bilenlerin köşklülere “Uğurlar olsun” dediğini, bunun üzerine de çoğu zaman köşklülerin “eyvallah” dedikten sonra yangın yerini söylediğini ifade eder. Köşklülerin gündüz vakti muhatabı ilgili yerlerdeki idareciler, gece vakti ise mahalle bekçileri idi. Geceleri koşarken ellerinde akordeon şekilli bir fener de bulunurdu. Bu haber verme şekli II. Meşrutiyet devrinden sonra telefonların yaygınlaşmaya başlaması ile tarihe karıştı.
Biz yine kulemizin tarihçesine dönelim. İnşa edilen kule ahşap olduğundan kaderin garip bir cilvesi ile 1774’teki Cibali yangınında alevlere teslim oldu. Yangın sonrasında Ağa kapısı yeniden inşa olunurken, yangın kulesi de yine ahşap olarak yeniden dikildi. Bu seferki kulenin sonunu ise yangın değil, II. Mahmut getirecekti. Sultan II. Mahmut, 1826’da yeniçeri ocağını kaldırırken, tıpkı Mehter takımı gibi bu ocağa bağlı olan tulumbacı ocağının faaliyetlerine de son verdi. Ocağın idarecisi konumundaki Yeniçeri Ağasının mekânı olan Ağa kapısı da, “Şeyhülislamlık kapısı” haline getirildi. Ahşap yangın kulesi de yıktırıldı.
Ancak yangın kulesi yıktırılsa da, tulumbacı ocağı lağvedilse de İstanbul’un yangınları devam etti. Sultan, ocağı kaldırırken, eski sarayın bulunduğu Bayezid meydanındaki araziyi de açtırmış ve burayı kurmuş olduğu Asakir’i Mansure-i Muhammediye ordusunun idaresi için seraskerlik haline getirmişti. İşte seraskerlik avlusunun uygun görülen bir yerinde alelacele Kirkor Amira Balyan denetiminde yeni bir yangın kulesinin yapımına başlandı. Ancak kule, hizmete açılmadan önce yeniçerilik yandaşı olan bazı kişilerce kundaklandı. Aslında bu olay, ahşap kule yerine kâgir bir kule yapımına da vesile oldu. Kısa bir süre sonra yeni kule, Senekerim Balyan idaresinde tamamlandı. Yapının tarih kitabesi ünlü şair Keçecizade İzzet Molla’nın elinden çıkarken, Sultan Mahmud’un tuğrasının bulunduğu kitabeyi de devrin ünlü hattatı Yesarizade Mustafa İzzet Efendi kaleme almıştı.
Başlangıçta kule, Senekerim Balyan tarafından namlusu gökyüzüne doğru dikilmiş ağızdan dolma bir Osmanlı topu şeklinde tasarlanmış, üst kısmına da yangın gözcüleri için bir köşk inşa olunmuştu. Ancak 19. yüzyıl ortalarında bu köşkün üzerine üç kat daha çıkıldı. Böylelikle aşağıdan yukarıya doğru ilk kat hem nöbetçilerin yatakhane koğuşu hem de nöbetçi katı olarak kullanılırken, ikinci kata “işaret katı”, üçüncü kata “sepet katı” ve son kata da “sancak katı” denilmişti. Diğer katların bu şekilde isimlendirilmesinde ise yangının çıktığı yeri tespit amacıyla kullanılan semboller ilham kaynağı teşkil etmişti.
Yangının çıkışı ve çıktığı mevkinin belli edilmesi için farklı yöntemler kullanılagelmişti. Yukarıda da ifade olunduğu üzere bir dönem çıkardığı muhteşem gümbürtüden dolayı kös vurulması yoluna gidilmişti. Kös, son derece büyük kazanlara genellikle deve derisinin gerilmesi ile oluşan ve büyük tokmaklarla çalınan, mehtere özgü bir enstrümandı. Bu alet, aynı zamanda padişahın mutlak görkem ve ihtişamını da göstermekteydi. Nitekim sadece padişah mehterlerinde kös bulunur, sadrazam ve diğer vezirler kendi mehterlerinde kös vurduramazdı. Bu durum bize Osmanlıların yangını ne denli önemsediklerini de gösteriyor.
Bir diğer yöntem ise bazı Batılı seyyahların söz ettiği ancak Osmanlı kaynaklarında bahsi geçmeyen top atma yöntemiydi. Bu yönteme göre şehir 7 bölgeye ayrılmıştı ve her top atış sayısı bir bölgeyi temsil ediyordu. Mesela altı top, Beyoğlu, Galata ve çevresini temsil etmekteydi. Nitekim 1864’te kurulan ve faaliyet sahası olarak aynı bölgeyi kapsayan belediye dairesine de “6. Daire” denilmekteydi.
Lakin en sıklıkla kullanılan yöntem işaret çekme şeklindeydi. Buna göre Bayezid Kulesi’nde gündüz büyük sepetler, gece ise yangının çıktığı bölgeye göre kırmızı, beyaz ya da yeşil fenerler asılırdı. Mesela yangın suriçi, Eyüp ve Yeşilköy hattında ise gündüz Bayezid kulesinin iki yanına çift sepet asılır, gece vakti ise yine kulenin her iki yanına kırmızı fener asılırdı. Yangının çıkış yeri Beyoğlu ve Boğazın Rumeli yakasında ise gündüz vakti kulenin bir yanına tek, öbür yanına çift sepet konulur, gece vakti ise kulenin iki yanında beyaz fener sallandırılırdı. Üsküdar ve Boğazın Anadolu yakasında çıkan yangınlarda ise gündüz vakti kulenin iki yanına birer sepet, gece zamanı ise her iki yanına yeşil fener asılırdı. Söz konusu işaretler, yangın tamamen kontrol altına alınana kadar kulede kalırdı.
Yangın, öncelikle Kule Ağası’na haber edilirdi. Ağa’nın her daim kulede yatıp kalkması ve bekâr olması kuraldı. Bu nedenle gözlemci biraz da bu yanına gönderme yaparak “Ağa kalk bir çocuğun oldu” derdi. Ağa’da “kız mı, oğlan mı” diye sorar ve böylelikle yangının sur içinde mi yoksa sur dışında mı olduğunu öğrenmeye çalışırdı. Bayezid Kulesi bilhassa 1894 depreminde büyük hasar görmüşse de yeniden elden geçirilerek kısa sürede hizmete açıldı. Geçen süre içinde ise köşklüler vazifelerini Süleymaniye Camii şerefelerinden yapmaya devam ettiler. Kule, 1969’a kadar yangın gözetleme amacına hizmet eder bir şekilde kullanıldı.