Balfour Deklarasyonu neden yapıldı?
Balfour Deklarasyonu’nun baş mimarlarından Sir Mark Sykes’ın oğlu Christopher Sykes, Crossroad to Israil (Londra 1965) adlı eserinde ‘Kimse Balfour Deklarasyonu’nun niye yapıldığını bilmez’ diye yazmakta haklıydı. Mark Sykes 1919’da gripten öldüğünde Christopher Sykes henüz 12 yaşında olduğu için cevabı bilmiyor olması doğaldı. Halbuki pek çok kişi, o sırada Manchester Üniversitesi’nde kimya profesörü olan Haim Weizmann’ın, Britanya donanmasının kullandığı dumansız barutun (cordite) imalatında kullanılan asetonu, bakteriyel fermantasyon yolu ile imal etmeyi başardığı için ödüllendirildiğini ileri surer. Bunu düşündüren bir ifade Lloyd George’un War Memoirs(Londra, 1936) adlı eserinde vardır. Ancak Weizmann özel bir sohbetinde, bu efsaneye ilişkin şu ironic açıklamayı yapmıştı: “Herkes benim büyük bir kimyager olduğumu söylüyor. Tam bir saçmalık. Ama eğer Siyonizm davasına hizmet ettiysem, bu iddiayı kabul edebilirim.”
Weizmann haklıdır, çünkü bulduğu yöntemle aseton üretmek pek mümkün olmamıştır. Ancak, mümkün olsaydı bile, Britanya’nın bir avuç aseton karşılığı emperyal çıkarlarına uymayan bir adım atması beklenemezdi.
Sykes-Picot Antlaşması
Bugün savaş dönemine ait belgeleri ve hatıratları inceleyen araştırmacılar esas olarak iki senaryo üzerinde duruyor. Bunlardan ilki çok bilinen bir senary 1916 ilkbaharında Britanya adına Sir Mark Sykes ile Fransa adına George Picot’nun imzaladığı gizli Sykes-Picot Antlaşması’na göre (ki anlaşmanın varlığından 1917 Devrimi’nden sonra Bolşevik yöneticilerin Çarlık idaresinin imzaladığı bütün gizli antlaşmaları açıklamaları sayesinde haberdar olunmuştu) Ortadoğu, Fransa ve Britanya’nın otorite alanlarına ayrılıyor, Filistin de Fransa’nın payına bırakılıyordu.
Bu durum, Britanya’nın hoşuna gitmemişti. Çünkü bu hat, Britanya’nın sömürgelerine giden Hindistan Yolu’nu Rusya’ya ve Fransa’ya karşı korumak açısından çok önemliydi. Ancak 1915 yılında Gelibolu’nda yaşanan hezimetten sonra, Britanya, Fransız müttefiklerine daha bağımlı hale gelmişti ve Filistin’i Fransızlara bırakmaya razı olmak zorunda kalmıştı. Söz konusu anlaşmanın mimarı olan Mark Sykes ise bu tavizden dolayı ‘günah keçisi’ ilan edilmişti. Britanya, Balfour Deklarasyonu aracılığıyla, Filistin’de Fransızların temsil ettiği Hıristiyan çıkarları ile Müslüman çıkarları arasında bir denge kurmak istemiş olabilirdi. Mark Sykes’in deklarasyonun ateşli taraftarı olmasının nedeni, muhtemelen Sykes-Picot Antlaşması’nı telafi etmek istemesiydi.
Bu tezin zayıf yanı, Britanya’nın aynı zamanda Haşimi Ailesi (Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları) aracılığıyla Arap kartını da oynamasıydı. Bilindiği gibi, Britanya’nın Siyonistlere verdiği bu taviz, Araplara karşı durumunu güçleştirmiş, Britanya 1947’ye kadar, Filistinlilerle Siyonistlerin arasında dengeyi sağlamakla uğraşmıştı.
Ortadoğu değil Avrupa cephesi
İkinci senaryoya göre, Balfour Deklarasyonu, Britanya’nın Ortadoğu politikalarından çok, Avrupa’daki savaş politikalarıyla ilgiliydi. Çünkü 1917 Nisan’ından itibaren Britanya savaşta zorlanmaya başlamış, ABD’nin İtilaf Devletleri’nin yanında savaşa sokulması, Rusya’nın savaştan kopmasının engellenmesi, Fransızların Filistin’den uzak tutulması ve Almanların Siyonistlere çengel atmasının önlenmesi önem kazanmıştı.
Bu hedeflerin ortak noktası Yahudilerdi. Öncelikle Britanya Yahudileri, kendi Yahudilerine pogrom’lar düzenleyen ‘Yaşlı Otokrat’ Rusya ile ittifak yapılmasına karşı çıkıyordu. Bu tepki, Rusya Romanya’nın Karpatlar bölgesindeki ve Polonya’daki Yahudileri sürmeye başladığında zirveye çıkmıştı. Aynı gerekçelerle Avrupalı ve Amerikalı Yahudi finansörlerden bazıları Rusya’daki Romanov Hanedanı’na kredi açmayı reddetmişlerdi. Ama daha kötüsü, Britanya Dışişlerine akan bir dizi istihbarat raporuna bakılırsa, Rusya, Polonya ve Romanya Yahudileri Almanların beşinci kolu gibi çalışıyordu. Benzer bilgiler İstanbul’daki konsolosluktan da gelmişti. Herzl, Abdülhamit ve Kayzer arasındaki görüşme trafiği, Siyonistlerin de Alman yanlısı politikalara yakın olduğunu düşündürmüştü.
Kadim önyargılar mı?
Bu algı önyargıya, yanlış istihbarata, tek yanlı değerlendirmelere dayanıyordu (örneğin Rusya Yahudileri Bund Hareketi dışında Menşevikleri destekliyordu ve devrimden sonra savaşın devamından yana tavır almışlardı) ancak sonuçta Britanya Dışişleri yetkililerin kafasında, ister Britanya’da, ister ABD’de, ister Rusya’da, ister Osmanlı ülkesinde olsun birbiriyle bağlantılı, uyumlu politikalar güden, varlıklı, güçlü, Britanya’ya düşman, Alman yanlısı Yahudi imgesi canlanmıştı. Savaşı kazanmak için dünya Yahudilerinin kazanılması gerektiğini düşünmüşlerdi. Deklarasyonu yayımlarken, Siyonistlerin dünya Yahudilerini temsil ettiğine inanmaları, Britanyalı yöneticilerin naifliğinden mi yoksa Weizmann, Sokolow, Samuel gibi Siyonist liderlerin becerisinden mi sorusuna gelince, ‘her ikisi de’ demek doğru olur.
Bu senaryoyu savunanların ima ettiği ilginç nokta, Balfour Deklarasyonu’nun Britanya’nın Yahudi sevgisinden değil, modern anti semitizmden doğduğu, arka planda, Yahudilerin dünyayı kendi amaçları uğruna kollektif bir şekilde yönetmek için komplolar kuracaklarına ilişkin kadim korkunun olması. Yani, Britanyalı karar alıcılar, inanmak istediklerine inanmışlardı.
Bu iddiayı destekleyen bir husus olarak da, Balfour Deklarasyonu’nu hazırlayan Balfour, Sykes, O’Beirne, Ormsby-Gore, Wickham-Steed gibi kadroların aslında anti semitik kişiler olduğunu söylüyorlar. Bu tabloya uymayan tek kişi Başbakan Lloyd George’tu ama, bazı araştırmacılar aslında onun da ‘inceltilmiş’ bir anti semitik olduğunu söylerler.
Balfour Deklarasyonu’na en büyük muhalefet Britanya Hükümeti’nin Hindistan’dan Sorumlu Bakanı Yahudi kökenli Edwin Montagu’den gelmişti. Montagu’ye göre bir Yahudi devletinin kurulması, Yahudilerin halen yaşadıkları ülkelere sadakatlerinin sorgulanmasına neden olabilirdi. Bu da yeni bir anti semitizm dalgası demekti. Montagu dünyanın değişik ülkelerinde eşit vatandaşlar olarak yaşamanın, Filistin’de Siyonist bir getto’ya kapatılmakla değiştirilemeyeceğini söylüyordu. Montagu’nün temsil ettiği kesimler Yahudilerin tarihsel olarak başlarına gelenlerden kalkarak Filistinlilerin haklarının yok sayılmasının ahlaki olarak ne anlama geldiğinin farkındaydılar.
Siyonizmin babası Theodor Herzl’e göre, Avrupa’nın anti semitikliği, İtilaf Devletleri’nin bir Yahudi devleti kurulmasına ön ayak olmasında temel itici güç olacaktı! Sonuca bakınca Herzl’in haklı olduğunu kabul etmek gerekiyor…
(Kaynak: Mayir Vereté, “The Balfour Declaration and Its Makers”, Middle Eastern Studies, vi (1970), s. 48-76; Leonard Stein, The Balfour Declaration, New York, Simon and Schuster, 1961; Mark Levene, “The Balfour Declaration: A Case of Mistaken Identity”, English Historical Review, 107 (1992), s. 54-77)
İttihatçılar ve Siyonizm ilişkisi
İttihatçıların yabancıların denetiminde bir Mason locası yerine, 1909’da Osmanlı Büyük Doğusu adlı ‘yerli’ bir loca kurdukları, bu locanın üstatlığına da Talat Paşa’nın getirildiği bilinir. Bu ve başka ilişkiler yüzünden bugün bazı kişiler, 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilanını bile, Abdülhamit’in Siyonistlere satmadığı Filistin topraklarıyla ilişkilendirirler.
1910 yılında Osmanlı Büyük Doğusu, İskenderiye’de ararda dört loca açınca, içlerine Mısır’ı kaybetme korkusu düşen İngilizler de İttihatçılara yöneltilen Masonluk/Siyonistlik suçlamalarına destek verirler. Meclis’te bu konuda pek çok konuşma yapılmıştır.
Talat Paşa’nın savunması
Ancak, Filistin’e Yahudi göçü ya da Siyonizm gibi konular Osmanlı Meclisi’nde çok az görüşülmüştür. Bu konuda en şiddetli tartışmalar 1911 şubatındaki bütçe görüşmeleri sırasında yapılmıştır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’ndan Dersim Mebusu Lütfi Fikri ve Gümilcine mebusu İsmail Hakkı Beyler, İttihatçı hükümeti bazı kredi anlaşmalarında Siyonistlerle işbirliği yapmakla suçlamışlardı. İsmail Hakkı Bey’e göre, Siyonizm dehşetli bir illetti ve Siyonizmin hedefi, bölgedeki Yahudi sayısını arttırarak Filistin’den Mezopotamya’ya uzanan bir devlet kurmaktı. Bu suçlamalara hem Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa hem Dahiliye Nazırı Talat Paşa hem de meclisin Yahudi mebusları karşı çıkmışlardı. Onlara göre bir Yahudi devleti kurulması gibi bir hedef yoktu, Osmanlı Devleti ile Siyonistler arasında ilişki de yoktu. Bu tartışmalarda, Meclisin Arap kökenli milletvekilleri hükümetle muhalefet arasında ikiye ayrılmıştı. İTC Aydın mebusu Ubeydullah Efendi muhalefetin kin ve nefretle hareket ettiğini iddia edince, Arap mebuslar muhalefete destek çıkmışlardı.
Konunun Meclis'in gündemine ikinci gelişi Mayıs ayında, Dahiliye Nezareti’nin bütçesi görüşülürken olur. Kudüs mebusu Ruhi el Halidi, hükümetin Siyonizm denen ‘dahili meselelere’ yönelik tavrını öğrenmek ister. Halidi’nin Siyonizmden, semitizmden, Herzl ve Mendelhsonn’un teorilerinden, Siyonizme taraftar olan ve karşı olanlardan söz eden uzun konuşmasını Türk ve Arap kökenli mebuslar ilgiyle dinlerken, Yahudi mebuslar tepki gösterirler. Halidi’nin ardından söz alan bir diğer Kudüs mebusu Said el Hüseyni ise, Taberiye’nin dörtte üçünün, Hayfa’nın dörtte birinin Yahudiler tarafından ele geçirildiğini söyleyerek hükümeti umarsızlıkla suçlar. Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın buna cevabı, Yahudilerin Hicaz hariç, imparatorluğun her yerinde toprak almaya hakları olduğu yolunda olur. Arnavut mebus Hafız İbrahim de, Yahudilerin Suriye ve Irak’ı ele geçireceği korkusuyla alay ederek, Talat Paşa’ya destek verir. Ertesi gün, Siyonist önderlerle ilişkisi olan Bulgar mebus Dimitri Vlahog Yahudi göçünün ekonomik yararlarından söz ettiğinde, Arap mebuslar onu protesto ederler ancak tartışmalar daha fazla sürmez ve bütçe görüşmeleri içinde konu unutulup gider.
(Kaynak: Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s. 113-117)