Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

İSRA VE Mİ'RÂC MU'CİZESİ

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
Peygamber Efendimizin diğer bir türdeki mucizesi de, ağaçların bir insan gibi O'nun sözünü dinlemesi ve yerlerinden çıkıp O'nun yanına gelmesidir.
Bir çok sahabinin şahit olduğu bu mucizelerden en meşhurlarını görelim isterseniz:
Hazreti Ali, Enes ve Hazreti Ömer, üçü birlikte haber veriyorlar ki:
"Peygamber Efendimiz, kâfirlerin kendisini yalanlamasından ötürü çok üzgün olduğu bir sırada, Cenâb-ı Hakka şöyle duada bulundu:
— Ya Rabbi!.. Bana öyle bir mucize göster ki, ondan sonra artık beni yalanlayanlar için üzülmeyeyim.
Dört büyük melekten biri olan Cebrail Aleyhisselam, o sırada Efendimizin yanındaydı. Peygamberimiz, Cebrail'in kendisine bildirmesiyle, vadideki bir ağacı çağırdı. Ağaç, Peygamberimizin yanına geldi.
Efendimiz daha sonra: "Git" dedi. Ağaç gitti, yerine yerleşti."
* * *
Hazreti Abdullah anlatıyor:
"Bir seferde (yolculukta) Peygamber Efendimizin yanına bir bedevî (çölde yaşayan bir göçebe) geldi. Peygamber Efendimiz ona sordu:
— Nereye gidiyorsun? Bedevî:
— Ehlime (yani ailemin yanına), diye cevapladı. Efendimiz:
— Ondan daha iyi bir hayır istemiyor musun? diye sordu.
Bedevî: "Nedir?" deyince, Efendimiz:
— Allah'tan başka bir ilah olmadığına, O'nun bir olduğuna, ortağı bulunmadığına, Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik etmendir, dedi.
Bedevî sordu:
— Böyle bir şahitliğe şahit nedir? (Yani Allah'ın bir olduğuna ve seni de elçi olarak seçtiğine inanmam için, göstereceğin delil nedir?)
Efendimiz ferman etti:
— Vadi kenarındaki şu ağaç, şahit olacak.
Hazreti Ömer der ki: "O ağaç, yerinden sallanarak çıktı, toprağı yardı ve Peygamberimizin yanına kadar geldi. Efendimiz, bedevîye söylediği sözlerin doğru olup olmadığını o ağaca üç defa sordu ve ağaç her seferinde Allah'ın bir olduğuna ve Peygamberimizin de O'nun elçisi olduğuna şahadet etti. (söyledi)
Efendimiz daha sonra emretti. Ağaç, topraktan çıktığı yere gidip yerleşti."

* * *
Yukarıdaki mucizeye şahit olanlardan biri de Hazreti Büreyde idi. O da aynı mucizenin farklı yönlerine şahit olmuş ve Efendimizle bedevî arasında geçen konuşmaları duymuştu.
Bakın, o da şöyle anlatıyor:
"Biz Efendimizin yanında iken, bedevî bir Arap gelerek Allah Resulünden mucize istedi. Peygamberimiz, o adama:
— Şu gördüğün ağaca : ''Allah Resulü seni çağırıyor diye seslen" dedi.
Bedevî denileni yapınca, Efendimiz o ağaca işaret etti. Ağaç, bunun üzerine sağa sola sallanarak köklerini topraktan çıkardı ve Peygamberimizin huzuruna gelerek: "Esselamu aleyke Ya Resulallah (selam sana ey Allah'ın Peygamberi) dedi. Bedevî, ağacın yine yerine gitmesini isteyince, Peygamberimiz yine emretti ve ağaç eski yerine giderek yerleşti. Bedevi, şaşkınlık içindeydi. Peygamberimize: "Müsaade et, sana secde edeyim" dedi. Ancak Efendimiz, Allah'tan başkasına secde edilemeyeceğini hatırlatarak:
— Hiç kimseye izin yok, dedi. Bunun üzerine bedevî:
— Öyle ise senin elini ayağını öpeceğim, dedi. Efendimiz izin verdi."

* * *
Hazreti Câbir anlatıyor:
"Bir seferde (yolculukta), Peygamber Efendimizle birlikteydik.
Efendimiz, tuvalet ihtiyacı için üzeri kapalı bir yer aradı, ama bulamadı. Bunun üzerine ileride bulunan iki ağacın yanına gitti. Birisinin bir dalını yakaladı, çekti. Ağaç, Peygamberimizle birlikte gitti. Efendimiz o iki ağacı, her isteneni yapan bir devenin yularını çeker gibi çekerek bir araya getirdi. Ve sonra onlara:
— Üstümde birleşiniz, dedi.
Ağaçlar, peygamber emri karşısında birleşerek Efendimizin üstünü örttüler.
Daha sonra onlara emretti. Yerlerine gittiler."

* * *
Hazreti Üsâme anlatıyor:
"Bir seferde, Hazreti Peygamberle birlikteydik. Tuvalet ihtiyacı için üstü kapalı bir yer bulunmuyordu. Ferman etti ki:
— Etrafta ağaç veya taş var mı?
— Evet var, dedim. Peygamberimiz, bana şöyle buyurdu:
— Ağaçlara de ki: "Allah Resulünün ihtiyacı için birleşiniz". Ve taşlara de ki: "Duvar gibi toplanınız.
Ben gittim, söyledim. Yemin ederim ki, ağaçlar birleştiler ve taşlar üst üste gelerek duvar oldular.
İhtiyacını gördükten sonra dedi ki:
— Ayrılmalarını söyle.
Ben, herşeyi kudret elinde tutan Cenâb-ı Hakka yemin ederim ki, ağaçlar ve taşlar ayrılıp eski yerlerine gittiler."
Hazreti Câbir ve Üsâme'nin anlattığı yukarıdaki iki mucize, Huneyn Gazvesi (harbi) sırasında cereyan etmiş olup; Hazreti Yâle, Hazreti Gaylan ve Ibni Mesud tarafından da aynen anlatılmıştır.

* * *
İmam-ı ibni Fûrek haber veriyor:
"Taif Gazvesinde idik. Gece at üstünde gitmek zorunda olduğumuzdan, Efendimizin uykusu geliyordu. Peygamberimiz o halde giderken, bir sidre ağacına rastgeldi. Ve ağaç, ona yol vermek ve atını incitmemek için iki parçaya ayrıldı, Peygamberimiz atıyla birlikte içinden geçti.
O ağaç, zamanımıza kadar ikiye ayrılmış bir vaziyette kalarak hürmet gördü."

* * *
Hazreti Yâlâ anlatıyor:
"Bir seferde, talha veya semure denilen bir ağaç geldi, Peygamber Efendimizin etrafında tavaf yapar gibi (Kabe'nin etrafını dolaşırcasına) döndü. Sonra yine yerine gitti.
Efendimiz onu görünce şöyle dedi:
— O ağaç, Cenâb-ı Haktan istedi ki, bana selam etsin."

* * *
İbni Abbas anlatıyor:
"Efendimiz, yanına gelen bir Arap'a şöyle dedi:
— Ben, şu ağacın dalını çağırsam ve o da yanıma gelse, îman edecek misin? (Yani Allah'ın bir, ve benim de O'nun Peygamberi olduğuma inanacak mısın?)
Adam: "Evet" dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz o dala emretti. Dal, ağaçtan kopup Peygamberimizin yanına geldi. Efendimiz tekrar emredince de yerine döndü."
Değerli kardeşlerim.
Ağaçlar bile Efendimizin emirlerini dinleyerek itaat ettikleri halde, kendilerine "insan" diyen bir kısım akılsız mahluklar, O'nu tanımaz ve îman etmezlerse, acaba kuru ağaçlardan daha değersiz hâle gelip ateşe atılmaya (yani Cehennem'e girmeye) lâyık olmazlar mı?
 

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
Peygamberimiz (sav)'in Ay'ı İkiye Yarması

38.jpg

Saat (kıyamet vakti) yakınlaştı ve Ay yarıldı.
(Kamer Suresi, 1)
Peygamber Efendimiz (sav)'in mucizelerinden bir diğeri de Ay'ın yarılması olayıdır. Allah, bu olağanüstü olayı Kuran'da bildirmiş, bu büyük mucizeyle ilgili pek çok hadis günümüze ulaşmıştır. Kamer Suresi'nde şöyle bildirilir:
Saat (kıyamet vakti) yakınlaştı ve Ay yarıldı.
Onlar bir ayet (mucize) görseler, sırt çevirirler ve: "(Bu,) Süregelen bir büyüdür" derler.
Yalanladılar ve kendi heva (istek ve tutku)larına uydular; oysa her iş 'sonunda kendi amacına varıp karar kılacaktır.' (Kamer Suresi, 1-3)
Ayet-i kerimede geçen "inşikak-ı kamer" terimi inşikak ve kamer kelimelerinden meydana gelen bir tamlamadır. İnşikak'ın türediği Arapçadaki kök fiilinin kelime anlamı "yarmak, dişin eti; bitkinin, toprağı yarıp çıkması" gibi anlamlara gelmektedir. İnşikak ise "yarılmak, parçalanmak, bölünmek" manalarına gelir. Siret Ansiklopedisi'nde Ay'ın yarılması mucizesiyle ilgili bütün hadislerin toplamından çıkarılan bir özet şu şekilde aktarılmaktadır:
Medine'ye hicretin beş yıl öncesinde, Kameri ayın 14. gününde bir akşam vaktiydi. Ve tam o zamanda yeni doğan ay birdenbire ikiye bölündü. Bir parçası karşıdaki tepenin bir tarafına, ikinci parçası da öteki tarafına gitti. Bu bir saniyelik bir hadiseydi. Sonra ayın iki parçası birleşiverdi. Hz. Peygamber (sav) o sırada Mina'da bulunuyordu. Hz. Peygamber (sav) orada hazır bulunanlara hitap ederek, "bakın ve şahit olun!" dedi. Kafirler, Hz. Muhammed (sav)'in kendilerini büyülediğini öne sürdüler, bu sebepten gözlerinin iyi görmediğini söylediler. Orada bulunan diğer kimseler, "Muhammed (sav) bizi büyüleyebilirdi, ama burada olmayanları değil. Biraz bekleyin, bu tarafa gelmekte olanlara soralım. Acaba onlar bu hadiseyi görmüşler midir?" Dışarıdan gelenler bu olaya şahit olduklarını kabul ettiler.30
Ay yarılması mucizesi başta Buhari ve Müslim olmak üzere Tirmizi, Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud et-Tayalisi, Hakim en-Nisaburi, Beyhaki, Ebu Nuaym el İsfehani ve Kadı Iyaz gibi büyük hadis alimlerinin eserlerinde yer alır.31 Bu hadislerden bazıları şu şekildedir:
... Abdullah ibn Mes'ud (ra) şöyle demiştir: Biz Mina'da Peygamber'in beraberinde iken Ay ikiye bölündü de, Peygamber (sav): "Şahit olunuz!" buyurdu. Ve Ay'dan bir parça Hira Dağı tarafına gitti.
Ebu'd-Duha Müslim ibn Subayh da Mesruk'tan; o da Abdullah ibn Mes'ud'dan: Ay Mekke'de ikiye bölündü, diye söylenmiştir...
... Abdullah ibn Abbas (ra)'dan: Rasulullah (sav) zamanında Ay ikiye ayrıldı, diye tahdisi etmiştir (anlatmıştır).
... İbrahim en-Nahai, Ebu Ma'mer'den tahdis etti ki, Abdullah ibn Mes'ud (ra): Ay ikiye yarıldı, demiştir.32
Buhari ve Müslim, İbn-i Mes'ud (ra)'dan şunu nakletmişlerdir:
"Resulullah (sav) zamanında Mekke'de Ay ikiye bölündü. Ve Allah Resulü şöyle buyurdu: "Bakın ve görün!"33
Ay'ın yarılması olayının Mekke'de gerçekleştiği hadislerde bildirilmektedir. Ayrıca bu mucizenin gerçekleşmesini Mekkelilerin Peygamberimiz (sav)'den bizzat istedikleri de hadislerde nakledilmektedir:
Buhari ve Müslim, Enes (ra)'dan şunu nakletmişlerdir: "Dedi ki: "Mekkeliler Allah Resulü'nden bir mucize göstermesini istediler. Bunun üzerine Ay'ın iki kez ikiye bölündüğünü gösterdi."34
Rivayetlere göre, Kureyşli müşriklerin isteği üzerine Ay'ı ikiye bölen Hz. Muhammed (sav)'e inkarcılar yine de iman etmemişlerdir. Kamer Suresi'nin 2. ve 3. ayetlerinde bu gerçeğe dikkat çekilmektedir:
Onlar bir ayet (mucize) görseler, sırt çevirirler ve: "(Bu,) Süregelen bir büyüdür" derler.
Yalanladılar ve kendi heva (istek ve tutku)larına uydular; oysa her iş 'sonunda kendi amacına varıp karar kılacaktır.' (Kamer Suresi, 2-3)

39.jpg

De ki: "Allah'a ve elçisine itaat edin." Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz Allah, kafirleri sevmez.
(Al-i İmran Suresi, 32)
Ancak böyle büyük bir mucize karşısında söyleyecek birşey bulamayan müşrikler bu sefer de Peygamberimiz (sav)'in kendilerini büyülediği iftirasını atmışlardır. Ay'ın ikiye yarıldığını kendi gözleriyle gördükten sonra artık Peygamberimiz (sav)'in hak peygamber olduğuna vicdanen kanaatleri gelmiş olması gerekirken nefislerinin kibiri, istek ve tutkuları yüzünden Allah'ın ayetlerini kabul etmemişlerdir. Bu, hangi mucizeyi görürlerse görsünler iman etmeyen ve Kuran'da "...Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz" (Hicr Suresi, 15) ayetiyle bildirilen iman etmeyenlerin ortak özelliğidir.
Bediüzzaman Said Nursi de Mektubat'ında Ay'ın yarılması mucizesinden bahsetmiştir. Bu olayın pek çok sahabeden de ayrıntılı olarak nakledildiğini anlatan Üstad, olay karşısında müşriklerin ne kadar aciz duruma düştüklerini şu şekilde açıklamıştır:
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam'ın mütevatir (güvenilir) ve kat'i bir mu'cize-i kübrası (en kesin ve büyük mucizesi), şakk-ı Kamer'dir (Ay'ın yarılmasıdır). Evet şu inşikak-ı Kamer (Ay'ın ikiye yarılması); çok tariklerle (yollarla) mütevatir bir surette, İbn-i Mes'ud, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, İmam-ı Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok eazım-ı sahabeden (sahabelerin ileri gelenleri) müteaddid (tekrarlanan) tariklerle (yollarla) haber verilmekle beraber, nass-ı Kur'anla (Kuran'ın şüpheye yer bırakmayan hükmü) "Saat (kıyamet vakti) yakınlaştı ve Ay yarıldı." ayeti, o mu'cize-i kübrayı (büyük mucizeyi) aleme ilan etmiştir. O zamanın inatçı Kureyş müşrikleri, şu ayetin verdiği habere karşı inkar ile mukabele etmemişler (karşılık vermemişler), belki yalnız "sihirdir" demişler. Demek kafirlerce dahi Kamer'in inşikakı kat'idir (Ay'ın bölünmesi kesindir).35
Bediüzzaman Peygamber Efendimiz (sav)'in mucizelerinin bir hikmetinin de Ebu Cehil gibi zalim biriyle Ebu Bekir gibi üstün ahlaklı bir insanın arasındaki farkı iyice ortaya çıkarmak olduğunu bildirmiştir. Bediüzzaman Mektubat'ında bu konuda şunları söylemektedir:
Mu'cize, dava-yı nübüvvetin (peygamberlik davası) isbatı için, münkirleri (inkar edenleri) ikna etmek içindir, icbar etmek (mecbur etme) için değildir. Öyle ise dava-yı nübüvveti (Peygamberlik vakasını) işitenler için, ikna edecek bir derecede mu'cize göstermek lazımdır. Sair (diğer) taraflara göstermek veyahut icbar (zorlama) derecesinde bir bedahetle (açıklık) izhar etmek (meydana çıkarma), Hakim-i Zülcelal'in hikmetine münafi (zıt) olduğu gibi, sırr-ı teklife (dünyaya gelip vazife sahibi olmanın sırrı) dahi muhaliftir. Çünki "Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak" sırr-ı teklif (teklif sırrı) iktiza ediyor (gerektiriyor). Eğer Fatır-ı Hakim (Benzeri bulunmayan şeyi yaratan, Hüküm sahibi), inşikak-ı Kamer'i (Ay'ın ikiye yarılmasını), feylesofların(filozofların) hevesatına (heveslerine) göre bütün aleme göstermek için bir-iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sair hadisat-ı semaviye (gökyüzünde meydana gelen olaylar) gibi ya dava-yı nübüvvete delil olmazdı ve risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) hususiyeti kalmazdı veyahut bedahet (açıklık) derecesinde öyle bir mu'cize olacaktı ki, aklı icbar (mecbur) edecek, aklın ihtiyarını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek. Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zayi' (teklif sırrı kaybolacaktı) olacaktı...36
Kainattaki diğer tüm varlıklar ve cisimler gibi Rabbimiz'in kudretinde olan Ay, Allah dilediği takdirde dilediği şekilde görülebilir. Birşeyin gerçekleşmesi için Kuran'da bildirildiği gibi, Allah'ın "Ol" demesi yeterlidir. Ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:
Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca: "Ol" demesidir; o da hemen oluverir. (Yasin Suresi, 82)
 

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
Peygamberimizi tanıyan ve emirlerine itaat edenler, sadece canlılardan ibaret değildi. Dağ ve taş gibi cansız şeyler de O'nun peygamberliğini tasdik etmişti, (onaylamıştı)
Hazreti Ali, Hazreti Câbir ve Hazreti Ayşe Validemiz, üçü birden haber veriyorlar ki:
"Peygamber Efendimiz dışarıya çıktığında, yolu üzerindeki ağaç ve taşlar, ona:
— Esselamu aleyke Ya Resulallah" (selam sana ey Allah'ın Resulü) diyorlardı.
Hazreti Ayşe Validemizin anlattığına göre, Efendimiz şöyle demişti:
— Cebrail bana peygamberliği getirdiğinde, yanından geçtiğim bütün taş ve ağaçlar: "Sana selam olsun Ey Allah'ın Resulü" diyerek beni selamlıyordu.
* * *
Peygamberimizin özel hizmetinde bulunan Hazreti Enes anlatıyor:
"Peygamber Efendimizin yanındaydık. Avucuna küçük taşları aldığında, o taşlar tesbih etmeye (Allah'ı anmaya) başladılar. Peygamberimiz o taşları daha sonra Hazreti Ebubekir'in ovucuna koydu, yine tesbih ettiler. Hazreti Ömer'in eline verdi, tesbih etmeye devam ettiler. Sonra ondan alıp Hazreti Osman'a verdi. Taşlar yine tesbihe başladılar. Sonra o taşları benim ve Ebu Zer'in eline koydu. Taşlar sustular."

* * *
Peygamberimiz, Hazreti Abbas ve dört oğlunun üzerini bir örtüyle örterken şöyle dua etti:
"Ya Rab!.. Bu benim amcam ve babamın öz kardeşidir. Bunlar da onun çocuklarıdır. Ben onları bu örtüyle nasıl örtüyor ve koruyorsam, Sen de onları Cehennemden öyle koru"
Birden evin kapısı, duvarları ve damı, "âmin, âmin" diyerek Peygamberimizin bu duasına iştirak ettiler.

* * *
Hazreti Enes, Ebu Hureyre, Hazreti Osman ve daha dünyadayken Cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Hazreti Sa'd, hep birlikte haber veriyorlar ki:
"Efendimiz, Hazreti Ebubekir, Ömer ve Osman'la birlikte Uhud Dağına çıkmıştı. Uhud Dağı, ya onların büyüklüğünden, ya da böyle bir ziyaret karşısındaki sevincinden dolayı heyecanlanıp yerinden kımıldadı. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle ferman etti:
— Dur ey Uhud!.. Şüphesiz ki üzerinde bir peygamber, bir sıddık ve iki de şehit var.
Bildiğiniz gibi Hazreti Ebubekir'in lâkabı, yani sonradan takılan adı, "Allah ve peygamberine çok sadık ve bağlı" mânâsına gelen "Sıddık" idi. Efendimiz, yukarıdaki sözüyle onun bu özelliğini doğrularken, Hazreti Ömer ve Osman'ın da şehit edileceğini haber veriyordu. Sonunda da öyle oldu.

* * *
Efendimiz Mekke'den Medine'ye hicret ederken, Allah düşmanı olan putperestler onları takip ediyordu.
Peygamberimiz, o sırada Sebir Dağı üzerindeydi. Dağ:
— Ya Resulallah, dedi. Lütfen benim üzerimden ininiz. Eğer kâfirler sizi benim üzerimdeyken vururlarsa, korkarım ki Allah beni cezalandırır.
Bunun üzerine Hira Dağı çağırdı:
— Ya Resulallah, bana gel.
Bugün hacca veya Umreye giderek bu dağları ziyaret eden müslümanlardan bazıları, yukarıdaki sırdan ötürü Sebir Dağında korku, Hira Dağında ise emniyet (güven) hissi duyduklarını ifade ederler.
Bu hadiseden anlaşılır ki, o koca dağlar bile Allah'ın kullarıdır. Peygamber Efendimizi tanır ve severler, başıboş değillerdir.

* * *
İbni Abbas ve İbni Mesud, birlikte haber veriyorlar: "Mekke'nin fethedildiği gün, Kabe ve etrafında, dip taraflarından taşlara bağlanmış vaziyette üç yüz altmış tane put bulunuyordu. Peygamber Efendimiz, elindeki ucu kıvrık değneği o putlara çevirerek:
— Hak geldi, bâtıl (yalan ve yanlışlar) yok oldu. Muhakkak ki bâtıl, yok olup gidicidir, dedi. Peygamberimiz, elindeki değneği hangi puta yöneltirse, o put devriliyordu. Putun yüzüne işaret ettiyse, put arka üstü düşüyor, arkasına işaret ettiğinde ise, yüz üstü yuvarlanıyordu. Hepsi tek tek devrilerek parçalandılar.

* * *
Efendimiz, peygamberlik vazifesiyle görevlendirilmeden önce, amcası Ebu Talip ve arkadaşlarıyla birlikte ticaret yapmak üzere Şam tarafına gidiyordu. Yol üzerindeki bir kiliseye yaklaştıklarında, insanların içine hiç çıkmayan Bâhira adlı bir rahip, onların yanına geldi ve o zamanlar henüz oniki yaşında olan Efendimiz'e işaret ederek şöyle dedi:
"Bu çocuk, şu âlemin (bütün kâinatın) reisidir ve peygamber olacaktır."
Kureyşliler sordular: "Nereden biliyorsun?"
O rahip dedi ki:
"Siz buraya gelirken, baktım ki üstünüzde bir parça bulut var. Siz nereye giderseniz o da sizinle geliyor ve bu çocuğun üstünde alçalıp ona gölge yapıyor. Hem bütün taş ve ağaçlar, ona secde eder gibi bir vaziyet içine giriyor. Bu ise sadece peygamberlere yapılır."
Bâhira, Yahudi bir rahip olmasına rağmen çocuk yaştaki Muhammed'i tanımış ve O'nun beklenen son peygamber olduğunu anlamıştı. Çünkü Yahudilerin mukaddes kitabı olan Tevratta, asırlar sonra gelecek olan bu yüce peygamberin özellikleri belirtiliyordu. Rahip Bâhira, bundan dolayı diğer Yahudilerin de Efendimizi tanıyabileceğinden ve O'na zarar vereceklerinden korktuğu için, Ebu Talip'ten Efendimizi Mekke'ye götürmesini istedi. Ebu Talip te onu dinleyerek geri döndü.

* * *
Bazı mucizeleri, sahabelerin ağzından dinlemiştik. Aşağıdaki mucizeyi ise, bizzat Allah'ın kelâmından (Kur'andaki sözlerinden) dinleyeceğiz:
İslâm ordusunun Allah düşmanları ile yaptığı ilk savaş olan Bedir Harbi, sayısız harikalarla doluydu. Efendimiz, bu harp sırasında yerden bir avuç toprak aldı ve:
"Yüzleri kara olsun" diyerek düşman ordusu üzerine fırlattı.
Efendimizin söylediği bu söz, Allah tarafından bütün kafirlerin kulağına tek tek ulaştırılırken, atmış olduğu o bir avuç toprak da, yine Allah tarafından her bir düşman askerinin gözüne girerek onların kaçmasına sebep oldu. Halbuki düşman ordusu, bu mucizeden biraz önce müslümanlara hücum etmekteydi.
Yüce Rabbimiz, Bedir Harbindeki bu mucizeyi, Kur'andaki Enfal Suresi'nin 17. Ayetinde şöyle "(O toprağı) Attığın zaman sen atmadın, ancak Allah.attı."
Rabbimizin Efendimize ihsan ettiği bu mucizenin aynısı, Huneyn Harbinde de yaşandı ve Allah düşmanları, Peygamberimizin attığı bir avuç toprakla perişan olarak kaçmak zorunda kaldılar.

* * *
Bedir Harbinde yaşanan sayısız harikadan birisi de, Hazreti Ukkaşe ile ilgiliydi. Bu yüce sahabinin kılıncı, Allah ve Peygamber düşmanlarıyla savaşırken kırıldı. İslâmiyetin ilk yıllarındaki fakirlik sebebiyle de yedek silah yoktu.
Efendimiz, Hazreti Ukkaşe'nin bu durumunu görünce, kendisine kılınç yerine uzunca bir değnek (sopa) verdi ve şöyle dedi:
"Git bununla harp et."
Hazreti Ukkaşe savaşmaya başladığında, o değnek Allah'ın izniyle uzun ve beyaz bir kılınca dönüştü ve "el-avn" (yardımcı) namıyla bütün sahabiler arasında şöhret buldu. Hazreti Ukkaşe, hayatı boyunca şeref duyduğu o kılıncı bir an bile yanından ayırmadı ve Yemâme Harbinde şehit düşünceye kadar o kılınçla savaştı.
Yukarıdaki mucizenin bir benzeri de Uhud Harbinde yaşandı.
Peygamberimizin halasının oğlu olan Hazreti Abdullah'ın kılıncı, müşriklerle (Allah'ın bir olduğuna inanmayanlarla) savaşırken kırıldı. Ve Peygamberimizin ona verdiği değnek (ağaç sopa), bir mucize eseri olarak kılınca dönüştü.
Bu kılınçta Ukkaşe'nin kılıncı gibi şöhret bulmuş ve meşhur tarihçilerden İbni Seyyid'in belirttiğine göre, Hazreti Abdullah tarafından daha sonraları Buğay-ı Türkî namındaki bir adama iki yüz (altın veya gümüş) liraya satılmıştır.
 

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
Babalarımız veya dedelerimiz, yemek yiyen insanları gördüklerinde, onlara: "Bereketli olsun" derlerdi. Bu söz, "Yemeğiniz, gözle görünenden fazla olsun ve mesela ancak üç dört kişiye yetecek gibi görünüyorsa da, sekiz on kişiyi bol bol doyursun" mânâsına gelirdi.
Müslümanlar, İslâmiyetin ilk yıllarında son derece fakirdi ve karınlarını doyurmakta zorlanıyordu. Bazen günde bir kaç tane hurma bulmak bile mümkün olamıyordu. Daha önceden de dediğimiz gibi, mucizelerin önemli bir bölümü ihtiyaç vaktinde meydana gelmişti. Bu yüzden de Peygamberimizin bereketle ilgili mucizeleri çok sayıdaydı. Ve birçoğu, yüzlerce kişinin gözleri önünde gerçekleşmişti.
Şimdi bunlardan bazılarını görelim.
* * *
Bereketle ilgili harikalara, Peygamberimizin Hazreti Zeynep validemizle olan nikâhı sırasında gösterdiği mucizesinden başlayalım. (Büyük zatlar, Efendimizin eşleri için, anne mânâsına gelen "valide" kelimesini kullanmayı tercih etmişlerdir. Bu bir saygı ifadesidir.)
Bu nikâh sırasında, Hazreti Enes'in annesi olan Ümmü Süleym, bir iki avuç hurmayı yağ ile kavurmuş ve bir kaba koyup Peygamberimize göndermişti. Efendimiz, hurmaları getiren Enes'e bazı isimleri saydıktan sonra, ferman etti (dedi) ki: "Filan filanı çağır. Hem kimleri görürsen davet et."
Enes de kime rast geldiyse çağırdı. Üçyüz kadar sahabi gelip, Efendimizin evini ve evin duvarlarla çevrili olan bahçesini doldurdular. Peygamberimiz:
"Onar onar halka olunuz" buyurarak misafirlerinin küçük gruplar halinde toplanmasını istedi ve mübarek elini, o az miktardaki hurmanın üzerine koyarak dua ettikten sonra: "Buyurun" dedi.
Evi ve bahçeyi dolduran üçyüz adam, iki avuç hurmadan yapılan o bir kap yemekten doyuncaya kadar yediler.
Misafirlerin karnı doyduktan sonra, Peygamberimiz Hazreti Enes'i çağırarak yemeği kaldırmasını istedi.
Enes dedi ki:
— "O hurmalar, misafirlerin önüne koyduğumda mı çoktu, yoksa onları önlerinden kaldırdığım zaman mı çoktu, anlayamadım."

* * *
Üçyüz kişinin gözü önünde meydana gelmiş olan yukarıdaki mucizede, ancak bir kişiye yetecek olan bir kap yemekle yüzlerce kişinin karnı doymuş, üstelik de o kaptaki hurmalardan hiçbir şey eksilmemişti. Hatta Enes'in dediği gibi, belki de yemekten sonra kalan hurmaların sayısı daha fazlaydı.
Peygamberimiz, İslâm düşmanlarının zulümlerinden dolayı birçok müslümanla birlikte Medine'ye hicret (göç) ettiğinde, kendi evi yapılana kadar Hazreti Eyyüb'e misafir olmuştu. Bu büyük sahabi, Efendimizle olan bir hatırasını şöyle anlatıyordu:
"Peygamberimizin misafirliği sırasında, kendisine ve Hazreti Ebubekir'e iki kişilik bir yemek yaptım. Peygamberimiz ferman etti (dedi) ki: "Ensarın (yani Medine'ye hicreti sırasında peygamberimize kucak açan sahabilerin) ileri gelenlerinden otuz kişiyi çağır." Çağırdık ve otuz adam gelip yediler. Sonra ferman etti: "Altmış kişi çağır." Altmış adam daha davet ettim, geldiler, karınlarını doyurdular. Sonra tekrar ferman etti: "Yetmiş kişi çağır." Yetmiş kişi daha davet ettim, geldiler, tok oluncaya kadar yediler ve o kaptaki yemeğin hâlâ bitmediğini görünce, bu mucize karşısında İslâmiyete girdiler."
İşte size, yine yüzlerce kişinin şahit olduğu (tanıklık ettiği) bir mucize daha.

* * *
Bereketle ilgili olan ve koca bir ordunun gözleri önünde meydana gelen başka bir mucizeyi, Hazreti Ömer, Ebu Hureyre ve Seleme gibi büyük sahabiler şöyle anlatıyorlar:
"Bir gazvede (yani peygamberimizin de çarpıştığı bir harpte) ordu aç kaldı. Peygamberimize gelerek durumu anlattılar. Efendimiz ferman etti ki:
— Heybelerinizde kalan yiyecekleri toplayınız.
Herkes, yiyecek torbalarındaki hurmaları alıp getirdi. En fazla hurmaya sahip olan sahabide bile ancak dört avuç hurma bulunuyordu.
Bütün hurmaları bir kilim üzerine koydular Hazreti Seleme: "Ben toplanan bütün hurmaların oturmuş bir keçi yavrusu kadar olduğunu tahmin etmiştim diyordu.
Peygamberimiz, hurmaların toplanma işi bittikten sonra bereketle dua etti ve daha sonra:
"Herkes kabını getirsin" dedi.
Bütün sahabiler koşarak geldiler ve ellerinde ne kadar kap varsa hepsini doldurdular. Kilim üzerine konan ilk hurmalar, daha da fazlasıyla aynen duruyordu. Bu mucizeyi gören sahabelerden biri şöyle dedi:
"O bereketten anladım ki, eğer dünyadaki bütün canlılar gelseydi, o hurmalar hepsine bol bol yetecekti."

* * *
Değerli kardeşlerim. Şu ana kadar farkettiyseniz, sahabilerin isminden bahsederken "hazret" kelimesini kullanıyorum. Mesela sadece "Seleme" değil de "Hazreti Seleme" diyorum. Bu bir saygı ifadesidir. Bir valiye veya belediye reisine bile elbette ki "Ahmet!." veya "Mehmet!." diye hitap edilemez. En azından "Ahmet Bey!." veya "Mehmet Bey!." denir, öyle değil mi? Ya da "Vali Bey" ve "Reis Bey".
İşte sahabilere, yani Peygamberimizi hayatta iken görmüş olan müslümanlara da saygılı bir şekilde hitap edilir. Çünkü en küçük bir sahabi bile, peygamberimizin yaşadığı asırdan sonra gelen en büyük evliyalardan daha büyüktür. (Allah katında değerlidir) Diğer bir deyişle, Peygamberimizi hayatta iken görmemiş, yani O'nun zamanında yaşamamış bir insan ne kadar dindar, kahraman veya fedakâr olursa olsun; Efendimizin yanında yer alan, O'na etiyle kemiğiyle kalkan olan, İslâmiyetin yayılması için canını ve malını feda eden ve sonunda milyarlarca müslümanın Cennet'e gitmesine vesile olan bir sahabinin derecesine asla yükselemez. Ve Allah nazarında hiç bir müslüman, İslâm âleminin yıldızları olan sahabiler kadar kıymetli olamaz.
Hazreti Ebubekir'in oğlu olan Hazreti Abdurrahman anlatıyor:
"Biz yüzotuz sahabi, bir seferde (harpte) Peygamber Efendimizle birlikteydik. Dört avuç miktarındaki bir undan ekmek yapıldı ve yanına da bir keçi yavrusu kesildikten sonra, hayvanın ciğer ve böbreklerinden kebap pişirildi. Ben kasem (yemin) ederim ki, o kebaptan yüzotuz sahabeden herbirisine bir parça kesti, verdi. Sonra Efendimiz, keçi yavrusunun pişmiş etini iki kâseye koydu. Bütün ordu, tok oluncaya kadar o etten yedik. Fakat, ortaya ilk konulandan daha fazla miktarda et kaldı. Ben de onları deveye yükledim."
Sevgili kardeşlerim.
Hepiniz bir keçi yavrusunun ne kadar büyüklükte olduğunu az çok bilirsiniz. Bazı insanların da bir oturuşta bir kuzu veya oğlak (keçi yavrusu) yediğini duymuşsunuzdur. Bu yüzden, sekiz on kiloluk bir hayvanın yüzotuz kişi tarafından yenmesi, üstelik de yendikten sonra hiç eksilmeyip daha fazlasıyla bir deveye yüklenmesi, gerçekten olağanüstüdür ve ancak Peygamberimize has bir mucizedir.

* * *
Peygamberimizin ekmek ve etle ilgili başka bir mucizesi de, Hendek Savaşı sırasında ve bin kişinin gözleri önünde gerçekleşmiştir.
Hazreti Câbir anlatıyor:
"O gün, dört avuç miktarındaki undan bir arpa ekmeği yapılmış ve yanına da bir oğlak kesilmişti. Yemek benim evimde pişirildi ve bin adam, ondan tok oluncaya kadar yediği halde yemekten hiç birşey eksilmedi. O küçücük hamurdan devamlı olarak ekmek yapılıyor, tencere içindeki et de hiç eksilmeden kaynıyordu. Çünkü Peygamberimiz, o hamura ve tencereye mübarek ağzının suyunu koyduktan sonra bereketle dua etmişti."
Evet, Peygamberimizin mübarek ağzının suyu, her değdiği şeyi güzelleştirmiş ve bereketlendirmişti.
Hudeybiye Harbinde yaşanmış olan buna benzer bir mucize de, Hazreti Berâ ve Seleme tarafından şöyle nakledilmişti:
"Hudeybiye Gazvesinde bir kuyuya rastgeldik. Biz, bindörtyüz kişi idik. Fakat kuyunun suyu, ancak elli kişiye yetecek kadardı. Suyu çektik, kuyunun içinde bir şey bırakmadık. Peygamber Efendimiz geldi, kuyunun başına oturdu, bir kova su istedi. Getirdik. Kovanın içine mübarek ağzının suyunu bıraktı ve dua etti. Sonra da o kova içindeki suyu kuyuya döktü. Birden kuyu coştu ve kaynadı, ağzına kadar doldu. Ordudaki bütün sahabiler kana kana içtiler, hayvanlarını suladılar, ellerindeki bütün kapları da doldurdular."

* * *
"Allah'ın Aslanı" lakabıyla tanınan Hazreti Ali Efendimiz anlatıyor:
"Peygamberimiz, Abdülmuttalip oğullarından kırk kişiyi topladı. Onlardan bazıları bir oturuşta bir deve yavrusunu yer, beş litre süt içerdi. Efendimiz, onların tamamına sadece bir avuç kadar bir yemek yaptı, hepsi tok oluncaya kadar yemelerine rağmen yemek bitmedi ve ilk pişirildiği gibi kaldı. Sonra, ağaçtan yapılmış bir kap içinde, üç dört adama ancak yetecek kadar süt getirdi. O kırk adam doya doya içtiler. Süt, ilk getirildiği gibi kaldı."

* * *
Hazreti Ali Efendimiz, Peygamberimizin kızı olan Hazreti Fâtıma ile evlenmişti. Efendimiz, nikâh sırasında Hazreti Bilâl'i çağırarak: "Dört beş avuç undan ekmek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin" diye rica etti.
Hazreti Bilâl şöyle der:
"Ben yiyecekleri getirince, Peygamberimiz mübarek elini onların üzerine değdirdi, sonra da sahabiler akın akın gelerek onlardan yediler, gittiler. O yemekten geriye kalan miktara yine bereketle dua etti ve bütün validelerimize birer kâse göndererek: "Hem yesinler, hem de yanlarına gelenlere yedirsinler." dedi.
Evet.. Böyle güzel bir evlilik, böyle güzel bir mucizeyle kutlanmıştı.

* * *
Hazreti Enes'in amcası olan Ebu Talha anlatıyor: "Peygamber Efendimiz, Enes'in koltuğu altında getirdiği küçücük bir ekmekten, yetmiş seksen adamı tok oluncaya kadar doyurdu. "O küçük ekmeği parça parça ediniz" buyurduktan sonra bereketle dua etti. O kişiler, oda küçük olduğu için onar kişilik gruplar halinde gelerek karınlarını doyurdular."
* * *
Hazreti Câbir anlatıyor:
"Bir zat, Peygamber Efendimize gelerek ailesi için yiyecek istedi. O da kendisine yarım yük (yarım çuval kadar) arpa verdi. Adamın ailesi, hem kendileri hem de misafirleri için o arpayı uzun bir süre kullandılar. Ve arpanın bir türlü bitmediği görerek hayrete düştüler. Sonunda dayanamayarak onun kaç kilo geldiğini ölçmeye kalktılar. Bunun üzerine bereket kalktı ve çuvaldaki arpa eksilmeye başladı. Adam, Peygamberimize gelerek durumu anlatınca, Efendimiz şu cevabı verdi:
— Eğer kilo ile tecrübe etmeseydiniz (yani onu tartmasaydınız), o yiyecek size hayatınız boyunca yetecekti."
Büyüklerimiz, Peygamber Efendimizin bu mucizesinden ötürü evlerindeki yiyecekleri tartıp ölçmekten çekinmişler, aksi taktirde bereketin kaçacağını ifade etmişlerdir.
Rabbimizin ve Peygamberimizin emirlerine uygun şekilde yaşayan insanlar, bereketle alâkalı birçok hadiseyi bizzat yaşamış ve bunları bize anlatmışlardır. Bu durum, Peygamberimize ait mucizelerin ondört asır sonraki bir uzantısı sayılabilir.

* * *
Hazreti Semure anlatıyor:
"Efendimize bir kâse (kap) et gönderilmişti. O'nun daveti üzerine sabahtan akşama kadar akın akın insanlar geldiler ve o yemekten yediler."

* * *
Peygamber Efendimiz, Hazreti Ömer'e:
"Ahmes Kabilesinden gelen dörtyüz atlıya yolculuk için yiyecek ver." diye rica etti:
Hazreti Ömer: "Ya Resulullah, dedi. Elimizdeki bütün yiyeceğimiz, sadece sekiz on kilodur. Bir araya yığıldığında, ancak oturmuş bir deve yavrusu kadardır"
Peygamberimiz tekrarladı: "Git ver!.."
Hazreti Ömer, Efendimizin emrine itaat ederek atlıların yanına gitti ve yarım yük hurmadan, o dörtyüz kişiye yetecek kadar yiyecek verdi. Atlılar gittikten sonra da şöyle dedi: "O hurmalar, sanki hiç verilmemiş gibi eski hâlinde kaldı."

* * *
Hazreti Câbir'in babası vefat ettiği zaman, Yahudilere çok borcu bulunuyordu. Hazreti Câbir, bu borca karşılık babasının tarlalarını onlara vermeyi teklif etti. Fakat Yahudiler, bu teklifi kabul etmediler ve babasının borcunu, o tarlalardan çıkacak olan meyvalarla ödemesini istediler. Hazreti Câbir, bu işe çok üzüldü. Çünkü uzun seneler boyu Yahudiler için çalışması gerekecekti.
Peygamberimiz durumu öğrenince, ferman etti:
"Bağın meyvalarını koparınız, harman ediniz (bir araya toplayınız)"
Hemen denileni yaptılar. Efendimiz, toplanan meyvaların arasında gezip dua etti ve Hazreti Câbir'e, Yahudilere olan borcunu ödemesini istedi. Meyvalar toplandıkça, herkes hayretler içinde kalıyordu. Çünkü uzun yıllar boyu toplanarak ödenmesi gereken miktardan çok daha fazlası vardı. Yahudiler, büyük bir şaşkınlık içinde alacaklarını aldılar. Geriye de aldıkları kadar meyve kaldı.

* * *
Meşhur sahabilerden Selman-ı Farisî, müslüman olmadan önce Yahudilerin kölesiydi. Yahudiler, onu azat etmek için adeta imkânsız bir şey isteyerek: "Üç yüz hurma fidanı dikecek ve onlar meyva verdikten sonra, bize kırk okiyye (50 kilo kadar) altın ödeyeceksin" dediler.
Hazreti Selman, büyük bir üzüntü içinde Efendimiz'e gelerek durumu anlattı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, üç yüz hurma fidanı alarak Medine dışına çıktı ve bunlardan bir tanesi hariç hepsini kendi elleriyle dikti. O sene içinde Peygamberimizin diktiği bütün fidanlar meyva verdi. Ama başkası tarafından dikilen o tek fidanda meyva yoktu. Efendimiz bu fidanı yerinden çıkartarak tekrar diktiğinde, o da meyva verdi.
Efendimiz, daha sonra bir avuç kadar altına mübarek ağzının suyunu sürdü ve Selman-ı Farisî'ye uzatarak:
"Git Yahudilere ver!.." dedi.
Selman-ı Fârisî, Yahudilere o altından vermeye başlayınca, hiç azalmadığını gördü. Onların hayret dolu bakışları arasında verdikçe verdi, kırk okiyyelik borcunu ödedi ve elindeki altın, hiç azalmamış vaziyette kaldı. Benim nurlu kardeşlerim.
Selman-ı Fârisînin bütün ömrünce şeref duyduğu bu hadise, elbette ki bir mucizedir. Fakat bu hâdisede dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta; o büyük peygamberin, bir insana; üstelik de Yahudilerin kölesi olarak bilinen bir insana ne kadar değer verdiğidir. Efendimiz, son derece ağır olan Peygamberlik vazifesinin arasında, bir insanın müslüman olması ve Cehennemden kurtulması için, kendi elleriyle üçyüz fidan dikecek kadar fedakârlık gösteren bir rahmet peygamberidir.
O halde bizler de O'nun gibi olmalı, insanları sevmeli ve onların kurtulmaları için her fedakârlığı göze almalıyız.
O şefkatli Peygamberi sevenlere ve O'nun tarafından sevilenlere ne mutlu...

* * *
Kedileri çok sevdiği için, Peygamber Efendimiz tarafından kendisine Ebu Hureyre (Kedi Babası) adı verilen yüce sahabi anlatıyor:
"Tebük Harbinde ordu aç kaldı. Peygamberimiz ferman etti:
— (Yenecek) Bir şey var mı? Ben:
— Ya Resulallah, on onbeş tane hurma var, dedim.
— Getir!., dedi.
Getirdim. Mübarek elini, hurmaların bulunduğu heybeye (torbaya) soktu, bir avuç kadarını çıkardı, bir kaba koydu ve bereketle dua ettikten sonra, bütün askerleri onar onar çağırdı. Hepsi doyuncaya kadar yediler. Sonra bana ferman etti:
— Getirdiğin kadarını al, sakla, fakat sakın ölçme!.. (yani ne kadar olduğuna bakma, sayma veya tartma)
Ben, hurmaların bulunduğu heybeyi aldım, elimi içine soktum, ilk önce getirdiğim kadarı (on onbeş tanesi) elime geçti. O hurmaları, Peygamber Efendimizin hayatı boyunca yediğimiz gibi, O'nun vefatından sonraki Hazreti Ebubekir zamanında ve daha sonra da Hazreti Ömer ve Osman döneminde sürekli olarak yememize rağmen bitiremedik. Hatta o hurmalardan, Allah rızası için çuvallar dolusu dağıttık. Fakat Hazreti Osman şehit edildiği gün, o hurmalar heybesiyle birlikte yağma edildi."

* * *
Ümmü Mâlik adındaki bir hanım sahabi (sahabiye), "ukke" adı verilen küçük bir yağ tulumundan Peygamberimize yağ hediye ederdi. Efendimiz, o ukkeyi geri verirken ferman etti:
"Bunu boşaltıp sıkmayınız"
Ümmü Mâlik, ukkeyi alarak evine döndü ve çocukları ne zaman yağ istediyse, Peygamberimizin bereketi sayesinde o tulumda yağ buldu.
Ukkeyi uzun süre kullandılar. Fakat daha sonra peygamber emrine uymayarak sıktılar, bereket kesildi.

* * *
Daha önce de belirttiğimiz gibi, İslâmiyetin ilk yıllarında büyük bir fakirlik vardı, ilk müslümanlar, Allah uğruna akılalmaz işkencelerin yanısıra açlığa da dayanmak zorundaydı. Bunlardan biri olan Ebu Hureyre, aç kaldığı bir gün, Peygamberimizin arkasından O'nun evine gitti. Ve hediye olarak Efendimiz'e bir bardak süt gönderildiğini gördü. Peygamberimiz, diğer sahabelerin de aç olduğunu biliyordu. Bu yüzden de sütü onlarla paylaşmak istedi.
Gerisini "Kedi Babası"ndan, yani Ebu Hureyre'den dinleyelim:
"Peygamberimiz: "Ehli Suffe'yi (kendini Allah yoluna adayan ve Efendimiz'in etrafından ayrılmayan gençleri) çağır!.." diye emretti. Ben kalbimden dedim ki: "Bu sütün tamamını ben içebilirim, çünkü onlardan daha fazla muhtacım." Fakat Efendimizin emri üzerine onları topladım, getirdim. Yüz kişiden fazlaydılar. Peygamberimiz dedi ki:
— Onlara içir!..
Bardaktaki sütü, gençler arasında dolaştırıyordum. Verdiğim kişi, sütü doyuncaya kadar içtikten sonra, bardağı diğerine uzatıyordum. Hepsi teker teker içip doyduktan sonra, Peygamberimiz:
— İkimiz kaldık. Sen de iç, dedi. Ben sütü içerken, Efendimiz:
— İçtikçe iç, diyordu.
Sonunda dayanamayıp: "Seni peygamber olarak gönderen Zat-ı Zülcelâl'e (Allah'a) yemin ederim ki, içecek bir yerim kalmadı" dedim.
Sonra bardağı kendisi aldı, "Bismillah" deyip hamdederek (Allah'a şükrederek) gerisini içti. Yüz bin afiyet olsun."
Sevgili kardeşlerim.
Yine yüz kişiden fazla bir sahabinin şahit olduğu bu mucize, Peygamberimizin etrafını saran sizin gibi genç kahramanların ne büyük zorluklara katlandığını gösteriyor. Çünkü, gözlerinde hiçbir zaman dünya sevgisi olmayan bu gençler için bir bardak süt veya bir kaç tane hurma, mükemmel bir ziyafet yerine geçiyor. Eğer o gençler, İslâmiyetin güzelliğini gördükten sonra, birçoğu putperest olan anne ve babalarını terketmeselerdi, bir elleri yağda, bir elleri balda olacak ve diğer müşrikler (putperestler) gibi, hiç bir zorlukla karşılaşmayacaklardı. Ama o kahramanlar, Allah'a ve Peygambere hizmet etmeyi bütün şereflerin ve güzelliklerin üzerinde gördüler.
Ve sonunda da dünyayı satıp Cennet'i alarak, fâni (geçici) olan hayatlarını, ebedî (sonsuz) bir hayata ve mutluluğa dönüştürdüler.

* * *
Sırası gelmişken, dünyayı satıp Cennet'i alan bir başka sahabiden daha bahsedeyim sizlere.
Efendimiz, Hayber Kalesinin kuşatılması sırasında, Yesar adlı bir çobanı İslâmiyete davet etmiş ve ona şehitlik makamını anlatarak Cennetten bahsetmişti.
Peygamberimizi görür görmez İslâmiyeti kabul eden Yesar, yaşadığı çevredeki insanların makam ve zenginliklerine göre itibar (hürmet) gördüklerini bildiği için:
— Ya Resulallah, diye sordu. Ben siyah tenli, çirkin yüzlü, köle ve fakir bir insanım. Bu hâlimle savaşır ve ölürsem, yine de Cennet'e girer miyim?
Efendimiz:
— Evet, diye cevap verdi. Girersin.
Yesar, içini kaplayan sonsuz bir sevinçle, biraz sonra başlayan muharebede cesaretle savaştı ve kaleden atılan taşlarla, bir vakit namaz kılma fırsatını bile bulamadan şehit oldu.
Yesar'ın cenazesi, daha sonra karargâha getirilerek yere yatırıldı.
Cenazeye bakan Allah Resulünün bir ara yüzünü çevirdiğini gören sahabeler:
— Ya Resulallah, diye sordular. Neden ondan yüzünüzü çevirdiniz? Efendimiz:
— (Biraz önce müslüman olduğu için) Allah'a hiç secde etmediği halde, Cennet hurilerinden ikisinin, onun başucuna gelip yüzündeki toprakları sildiğini gördüm, diye cevap verdi. Benden haya etmemeleri (utanmamaları) için yüzümü çevirdim.
Şu ana kadar öğrendiğimiz mucizeler, Peygamberimize olan sevgimizi daha da arttırdı, öyle değil mi?
Efendimizin, bereketle ilgili mucizelerini bilen bahtiyar insanlardan birçoğu, yaptıkları duaların arasına şu duayı da katmışlardır:
"Ya Rab!.. Şu Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselamın bereketi hürmetine, bizlere ihsan ettiğin maddî ve manevî rızkımıza bereket ihsan et!.."
Bu duayı, şu şekilde açıklamak da mümkündür:
"Ya Rabbi. Peygamber Efendimizin gösterdiği bereket mucizelerinin hatırı için, bize hediye ettiğin (yiyecek, içecek ve mal gibi) maddî nimetler ile; (îman, ahlâk, akıl, sağlık ve güzellik gibi) manevî nimetlere bereket ver, onları (kendimize ve diğer insanlara faydalı olacak şekilde) çoğalt"
 

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
Peygamberimizin duası sonucunda gerçekleşen mucizeler o kadar çoktur ki, sayı ile hesap edilemez. Pek çok örneklerinden sadece birkaçını göreceğiz.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Efendimizin yağmur yağması için yaptığı bütün dualar, o mübarek ellerini henüz indirmeden kabul edilmişti.
İmam Buhari ve Müslim, bunlardan bir tanesini şöyle anlatmıştı:
"Yağmur için Peygamberimizden dua istenildiğinde, Efendimiz dua etti. Öyle bir yağmur geldi ki, bu sefer de yağmurun kesilmesi için dua istediler. Peygamberimiz tekrar dua etti, yağmur birden kesildi.
* * *
Müslümanlar, İslâmiyeti kabul edenlerin sayısı kırka ulaşmadan önce gizli olarak ibâdet ediyorlardı. Peygamberimiz, o günlerde:
"Allahıml. İslâmiyeti Ömer veya Amr'dan biri ile kuvvetlendir." diye dua etti.
Peygamberimizin bu duasından birkaç gün sonra, Hazreti Ömer İslâmiyeti seçti. Böylelikle müslümanlar, dinlerini açıkça îlan etme gücüne eriştiler.
Buhari ve Müslim haber veriyorlar ki:
"Peygamberimiz, Hazreti Abdullah bin Abbas'a şöyle dua etti:
— Allahım!. Din konusunda onu bilgili ve ince anlayış sahibi yap ve ona âyetlerin yorumunu öğret.
Efendimizin bu duası, o kadar makbul bir şekilde kabul oldu ki, Hazreti Abdullah, kısa süre sonra "Kur'an Tercümanı" unvanı ile anılmaya başlandı. Daha sonra da, ancak eski ve ileri gelen sahabilerin katıldığı "Kudemâ-i Sahabe" meclisine dâhil edildi.

* * *
Peygamberimiz, Cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Abdurrahman bin Avf'a (Avf 'ın oğlu Abdurrahman'a), bol mal ve berekete'sahip olması için dua etti. Hazreti Abdurrahman, o duanın bereketiyle çok zengin oldu ve bol miktarda hayır yaptı. Hatta bir keresinde; yedi yüz deveyi, üzerindeki yükleriyle birlikte fakirlere bağışladı.
* * *
Efendimizin, bol miktarda mala sahip olması için dua ettiği sahabilerden biri de Hazreti Urve idi. Urve, bu duanın bereketiyle şöyle diyordu:
"Ben, bazen Küfe Çarşısında duruyor ve evime, günde kırk bin dinar kazanmış olarak dönüyordum."
İmam-ı Buhari onun için:
"Eline toprak bile alsa, ondan bir kazanç elde eder" derdi.

* * *
Peygamberimiz, Cennetle müjdelenenlerden biri olan Sa'd bin Ebu Vakkas için dua ederek:
"Allahım!. O'nun duasını kabul eyle" demişti.
Efendimizin duasından sonra, Hazreti Sad'ın Allah'tan istediği her şey gerçekleşti ve bu özelliğiyle de şöhret buldu. Bu yüzden de herkes, Sad'ın bedduasından (bir kimsenin kötülüğü için yapabileceği duadan) korkardı.

* * *
Peygamberimiz, Ebu Katâde için şöyle dua etti: "Allah, yüzünün güzelliğini kalıcı kılsın (güzelliğin bozulmasın). Allahım!. Onun saçını ve derisini kendisi için mübarek kıl."
Bu duanın tesiri, Ebu Katâde yaşadığı sürece devam etti. Yetmiş yaşında vefat etmesine rağmen, yüzünün onbeş yaşındaki bir insan gibi güzel olmasıyla şöhret bulmuştu.

* * *
Meşhur şair Nâbiğa, Peygamberimizin yanında:
"Şerefimiz göğe çıktı, biz daha üstüne çıkmak istiyoruz" şeklindeki şiirini okuduğu zaman, Efendimiz ona sordu:
"Gökten öteye nereyi istiyorsun ki, böyle diyorsun?"
Nâbiğa şu cevabı verdi: "Göklerin ötesinde, Cennet'e gitmek istiyoruz "
Peygamber Efendimiz, Nâbiğa'nın bu cevabını beğendiği için ona şöyle dua etti:
"Senin ağzın bozulmasın."
Efendimizin bu duası hürmetine, Nâbiğa yüzyirmi yaşına kadar yaşamasına rağmen ağzından bir diş bile eksik olmamıştı. Hatta bir dişi düştüğünde, yerine hemen bir başkası çıkıyordu.

* * *
Peygamberimiz, Hazreti Ali için:
"Ya Rab!.. Sıcak ve soğuğun zahmetini ona çektirme" diye dua etmişti.
Hazreti Ali Efendimiz, bu duanın bereketine kış mevsiminde yazlık, yaz mevsiminde ise kışlık elbiselerini giyer ve: "Hiç bir zaman soğuk ve sıcağın zahmetini çekmedim" derdi.

* * *
Efendimiz, aynı duanın bir benzerini de kızı (Hazreti Fâtıma) için etmiş ve şöyle demişti:
"Ya Rabbi, açlık zahmetini ona çektirme."
Hazreti Fâtıma: "O duadan sonra açlıktan ötürü hiç bir zahmet çekmedim" diyordu.
Hazreti Tufeyl, kavmine (içinde yaşadığı topluma) göstermek için Peygamber Efendimizden bir mucize istediğinde, Efendimiz onu ışıklandırması için Allah'a dua etti. Ve o anda Hazreti Tufeyl'in iki gözü arasında bir nur (ışık) ortaya çıktı. Bu ışık, daha sonraları Hazreti Tufeyl'e ait bir değneğin (sopanın) ucuna geçmiş ve bu ışıktan ötürü Hazreti Tufeyl'e: "Zinnur" (nurlu-ışıklı) lâkabı takılmıştır.

* * *
Rabbimiz, Peygamberimizin dualarını nasıl kabul etmişse, beddualarını (kötü insanların cezalandırılması için yaptığı dualarını) da öyle kabul etmişti. Daha önceden de gördüğümüz gibi, bunlardan biri; Efendimizin mektubunu yırtan İran Kisrası Perviz'di. Diğeri ise; bir aslan tarafından parça parça edilen Utbe ile ilgiliydi.
Bu konuda bir kaç mucize daha görelim:
Peygamber Efendimiz, İslâm ordusunun bir bölümünü, Hazreti Amir kumandasında cihada (Allah için savaşmaya] göndermişti. Ancak ordu sefere çıktığında, Hazreti Âmir'in Muhallim adındaki bir kişi tarafından zulüm edilerek öldürüldüğü haberi geldi. Oysa ki Muhallim de aynı ordunun askeriydi. Efendimiz bu habere çok üzüldü ve Muhallim için:
"Allahım!.. Muhallim'i bağışlama (affetme)" diye beddua etti.
Yedi gün sonra Muhallim öldü. Kabre (mezara) indirdiler, toprak onu dışarı attı. Ve kaç defa gömdülerse, mezar kabul etmedi. Bunun üzerine Muhallim, iki büyük taş arasına konuldu, üzeri örtüldü.
Efendimiz, Mudariye adındaki büyük bir kabilenin kendisini yalanlaması üzerine, onlara kuraklıkla (Allah'tan onlara yağmur vermemesi dileğiyle) dua etmişti. Bu dua üzerine o kabiledeki yağmurlar kesildi ve kıtlık başladı. Sonra Mudariye Kavminden olan Kureyş Kabilesi, Efendimize gelerek özür dilediler ve O'ndan dua istediler. Peygamberimiz dua ettiğinde yağmurlar başladı, kıtlık da sona erdi.

* * *
Efendimiz Kabe'de namaz kılarken, Kureyş Kabilesinin ileri gelenleri, bir araya toplanarak O'na karşı son derece kötü bir harekette bulundular. Peygamberimiz de onlara beddua etti.
Bu duadan sonra İbni Mesut şöyle demişti: "Allah'a yemin ederim ki, o kötü hareket üzerine Efendimiz kimlere beddua ettiyse, Bedir Harbinde hepsinin leşlerini (cansız vaziyetteki pis vücutlarını) tek tek gördüm."

* * *
Sevgili kardeşlerim.
Peygamberimizin etrafını nurdan bir halka gibi çevreleyen ve O'na bir zarar gelmemesi için kendilerini feda etmeye hazır olan sahabiler, Efendimizin ne kadar yüce bir Peygamber olduğunu her fırsatta görmüşler ve bütün hareketleri ile O'na benzemeye çalışmışlardır. Çünkü bizim için çok basit görünen şeyler, Allah nazarında çok kıymetlidir. Ve müslüman olmanın bir işaretidir.
Allah ve Peygamberine inanan ve böylelikle de Cennete aday olan müslümanlar, Efendimiz gibi yaşamakla vazifelidir. Hatta Peygamberimiz, kendisi gibi yaşayan müslümanların, basit gibi görünen bu hareketlerle yüz şehit sevabı kazanabileceğini müjdelemiştir.
İsterseniz bir örnek vereyim size..
Peygamberimiz, yemek yerken sağ elimizi kullanmamızı (çatalı veya kaşığı, ekmeği ya da meyvaları sağ elimizle tutmamızı) istemiş, yemekten önce ve sonra ellerin (ve mümkünse dişlerin) yıkanmasını tavsiye etmiş, kendisi de bütün hayatı boyunca bu şekilde davranmıştır. Eğer bir müslüman Allahı seviyorsa, Allah'ın en çok sevdiği insan olan o yüce Peygambere benzemeye çalışmalıdır. Hatta "solak" diye bilinen ve sağ eliyle yazı yazamayan insanlar bile, Efendimizin bu emrine uymak için biraz gayret gösterdiklerinde, sağ elleriyle yemek yiyebileceklerini göreceklerdir.
Cennet'in ucuz olmadığını sakın unutmayın, olur mu?
 

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
SAADET ASRINDAN CENNET MANZARALARI
Efendimiz'in gösterdiği mucizelerden çoğu hayatında iken meydana gelmiş ve yanındakiler tarafından görülmüştür. Peygamberimizin geleceğe dair verdiği haberler ise, bazen asırlar sonra aynen gerçekleşerek mucizeye dönüşmüştür.
Bu ikinci gruptaki mucizelerden bazılarını hep birlikte görelim:
GELECEKLE İLGİLİ MUCİZELER
Peygamberimiz, İslâmiyetin henüz ilk yıllarındaki sıkıntılar yaşanırken, etrafında halkalanan az sayıdaki sahabeye şu müjdeyi vermiştir:
"Siz bütün düşmanlarınıza galip geleceksiniz. Ayrıca hem Mekke'yi, hem Hayber'i, hem Şam'ı, hem İran'ı, hem Mescid-i Aksa'yı fethedeceksiniz. Üstelik İran ve Rum gibi en büyük devletlerin hazinelerini aranızda paylaşacaksınız."
Yukarıdaki sözlere lütfen dikkat edin.
Peygamberimiz bütün dünyanın; hatta kendi amcasının dahi ona düşman olduğu bir zamanda bu müjdeyi verirken, "böyle tahmin ediyorum" veya "zannediyorum" gibi kelimeler kullanmamış. Bu hadiseyi görür gibi haber vermiş ve verdiği haber, yıllar sonra aynen gerçekleşmiş. Üstelik de bu müjdeyi verdiği zaman hem kendisi, hem de etrafındaki sahabiler, yiyecek bulmakta dahi zorlanarak Medine'ye veya Habeşistan gibi ülkelere hicret etmeye mecbur kalmış. Buna rağmen İran ve Rum hazinelerinin paylaşılacağını haber vermiş. Verdiği haber de aynen çıkmış.

* * *
Peygamberimiz, bir çok kereler:
"Benden sonra Ebubekir ve Ömer'in yoluna sımsıkı sarılın." demiş, böylelikle onların hem halife olacağını, hem de Allah rızasına uygun şekilde yaşayacaklarını belirtmiştir. Efendimiz, bu sözlerinden sonra, Hazreti Ebubekir'in uzun süre yaşayacağını, Hazreti Ömer'in de dünyada daha az kalacak olmasına rağmen büyük fetihler yapacağını söylemiştir.
Değerli kardeşlerim.
Peygamberimizin bu sözü de geleceğe dair bir mucizedir ve aynen çıkmıştır. Bildiğiniz gibi, Efendimiz'in vefatından, yani Cennet'e uçuşundan sonra ilk önce Hazreti Ebubekir, hemen sonra da Hazreti Ömer halife olmuş ve Efendimiz'in dedikleri aynen yaşanmıştır.
Şimdi aşağıdaki soruya cevap verin bakalım:
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Peygamberimizin her sözü tek tek yazılıp ezberlenmiyor muydu?
Evet.
Peki, "Benden sonra Ebubekir ve Ömer'in yoluna sımsıkı sarılın." sözü de ezberlenmedi mi? Evet.
Peki ya Hazreti Ebubekir veya Ömer'den biri, Efendimiz'den önce vefat etseydi ne olurdu?
Efendimiz'e inananlar, şüpheye düşmeyecek miydi?
Veya daha önemlisi, Peygamberimizin en küçük bir hatasını yakalamak ve Onu yalanlamak için uğraşan putperest müşrikler, bayram yapmayacaklar mıydı?
Oysa ki Peygamberimiz, bu sözü hiç çekinmeden söylemiştir. Çünkü bütün söyledikleri hak ve hakikat olup aynen çıkmıştır.
Peygamberimizin aynı sözüne dikkat ederseniz, Hazreti Ebubekir'in Hazreti Ömer'den önce halife olacağını ve ondan daha fazla yaşayacağını da anlarsınız.
Peki Ya Hazreti Ömer, Hazreti Ebubekirden önce halife olsaydı, ya da ondan önce vefat etseydi ne olurdu?
Müşrikler yine bayram yapacak ve Efendimizin Peygamber olmadığını bütün dünyaya ilân edeceklerdi, öyle değil mi?
Benim canım kardeşlerim.
Efendimiz, yukarıdakine benzer yüzlerce söz söylemiş ve bu sözler, O'nun vefatından çok sonraları bile kelimesi kelimesine gerçekleşmiştir. Bu yüzden de din düşmanları, Peygamberimizin yalan söylediğini asla iddia edememiştir.
Efendimizin, (içinde yaşadığımız günler için) bindörtyüz yıl önce söylediği sözler bile birer birer gerçekleşmektedir.
Bundan daha büyük bir mucize olur mu acaba?
İsterseniz, Efendimizin geleceğe ait mucizelerinden birkaçına daha değinelim:
Peygamberimiz, Bedir savaşından önce yanındaki sahabilerle birlikte dolaşırken, savaşın yapılacağı alandaki bazı yerleri göstererek şunları söylemiştir:
"Burası Ebucehil'in öldürüleceği yerdir. Burası Utbe'nin öldürüleceği yerdir, burası Ümeyye'nin öldürüleceği yerdir, burası (bazı müşriklerin isimlerini belirterek) onların öldürüleceği yerdir" diyerek Kureyş müşriklerinin öldürüleceği yerleri tek tek işaret etmiş, hatta: "Ben kendi elimle Ubey bin Halefi öldüreceğim" demiştir.
Peygamberimizin verdiği bu haber, savaş sırasında aynen gerçekleşmiş ve ismini belirttiği Allah düşmanları, onun gösterdiği yerde birer birer öldürülmüştür.
Ubey bin Halef ise, Uhud Savaşında bizzat peygamberimiz tarafından öldürülmüştür.

***
Peygamberimiz, azatlı bir köle olan Hazreti Zeyd'i İslâm ordusunun başına kumandan tayin etmiş ve Mute Savaşı için onları Şam civarına göndermişti. Savaş başladığında, Efendimiz Medine'deydi ve kendilerine o zamanki ulaşım araçlarıyla bir ay uzaklıkta yapılan bu savaşı, o anda görür gibi sahabilerine anlatmaya başladı:
"Şu anda İslâm sancağını Zeyd aldı, ama şehit edildi. Sonra Cafer aldı ve şehit edildi, İbn-i Revaha aldı, o da şehit edildi, sonra onu Allah'ın kılınçlarından birisi aldı"
Efendimiz, yanındaki sahabilere savaşın bütün ayrıntılarını haber verdi. O zamanlarda, şimdiki telefon, telgraf, radyo veya televizyon gibi haberleşme vasıtalarından hiçbiri olmadığı için, uzaklarda yapılan savaşlardan haber alınamıyor ve oradan gelecek bir atlı bekleniyordu. İki üç hafta sonra, Yalâ - bin Münebbih adlı bir sahabi, harp meydanından döndü. Ve savaşta neler olup bittiğini anlatmak üzere Efendimiz'in yanına koştu. Peygamberimiz, o anda sahabileriyle birlikteydi ve gelen haberci birşey demeden önce, ona savaşta neler olup bittiğini bir bir anlattı. Yalâ bin Münebbih, büyük bir şaşkınlıkla yemin ederek savaşın aynen Peygamberimizin anlattığı gibi geçtiğini söyledi.
Peygamberimizin yukarıdakine benzer bir mucizesi de, Habeşistan kralı iken İslâmiyeti kabul eden Necaşî ile ilgiliydi. Bu kral, Efendimiz Medine'ye hicret ettikten yedi sene sonra vefat etti ve Peygamberimiz, onun vefatını aynı anda sahabilerine söyledi. Hatta onlarla birlikte Necaşî'nin cenaze namazını kıldı. Bir hafta sonra Habeşistan'dan gelen haberciler, Kralın Peygamberimizin söylediği günde vefat ettiğini belirttiler. Ve Necaşî'nin cenaze namazının aynı gün kılındığını öğrenerek hayret ettiler.

* * *
Efendimiz bir gün, Hazreti Enes'in halası olan Ümmü Haram'ın evinde kalmıştı. Uykudan kalktığında, tebessüm ederek:
"Ben ümmetimi (yani müslümanları), tahtları üzerinde kurulmuş sultanlar gibi denizde savaşırken görüyorum" dedi.
Ümmü Haram, denizde savaşacak olanların arasında bulunmayı çok arzu ediyordu. Bunun için de Peygamberimizin kendisine dua etmesini söyledi.
Efendimiz, ona müjde vererek şöyle buyurdu: "Beraber olacaksın"
Ümmü Haram, aradan yıllar geçmesine rağmen, deniz savaşlarına bir türlü katılamadı. Ama Peygamberimiz "onlarla beraber olacaksın" dediği için, bu sözün eninde sonunda mutlaka gerçekleşeceğinden emindi. Aradan tam kırk yıl geçti ve Ümmü Haram, eşiyle birlikte Kıbrıs'ın fethine katılarak, Efendimizin verdiği bütün haberlerin doğru olduğunu ispat etti.
Ümmü Haram'ın şu anda Kıbrıs'ta bulunan kabri (mezarı), "Hala Sultan Türbesi" olarak ziyaret edilmektedir.
Peygamberimizin, yukarıdaki gibi kırk yıl değil, bazen yüzlerce yıl sonra bile aynen gerçekleşen mucizeleri vardır, İstanbul'un fethi de bunlardan biridir.

* * *
Peygamberimiz, kesin olarak şu müjdeyi vermiştir: "İstanbul, mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandan, onu fetheden ordu, ne iyi bir ordudur."
Peygamberimizin, Fatih Sultan Mehmet'den 800 sene önce yaşadığını düşünecek olursanız, Efendimiz'in mübarek sözlerinin asırlar ötesini bile içine aldığını anlarsınız.

* * *
Peygamberimizin ileriye dönük bir müjdesi de, Hayber Kalesinin fethiyle ilgilidir.
Efendimiz:
"Hayber Kalesinin fethi, Ali'nin eliyle olacak" demiş ve fetih için yapılan savaşın ikinci günü gerçekleşen bu peygamber mucizesiyle, Hazreti Ali; Hayber Kalesinin ağır kapısını yerinden söktükten sonra, onu eline alarak kalkan gibi kullanmıştır. Kalenin fethinden sonra sekiz kuvvetli adam, o kapıyı yerinden kaldıramamıştır. Hatta bazı sahabiler, kırk kişinin bile bu işi başaramadıklarını söylemişlerdir.

* * *
Efendimizin Medine'ye hicret etmesinin üzerinden yedi sene geçmiş ve bu zaman içinde Mekke müşrikleriyle bir çok mücadele verildikten sonra, Hudeybiye Anlaşması imzalanmıştı, İslâmiyet, Peygamberimizin Allah'tan aldığı emirleri eksiksiz uygulaması sayesinde hızla yayılıyordu.
Ve bir gün sıra, diğer ülkelerin de İslâmiyete davet edilmesine geldi.
Efendimiz, sahabilerin arasından seçtiği altı genci bir araya topladı ve gidecekleri ülkeleri söylemeden önce, onlara Hazreti İsa'nın aynı gaye ile görevlendirdiği havarilerini (yardımcılarını) anlattı. Bu havarilerden yakın ülkelere gönderileceklerin kendilerine verilen vazifeyi kabul ettiklerini, fakat uzak ülkelere gidecek olanların itirazda bulunduğunu söyleyerek, Hazreti İsa'nın da bu durumu Cenâb-ı Hakka şikayet ettiğini bildirdi.
Sahabeler, her zamanki teslimiyetleriyle:
— Ya Resulallah, dediler. Bizi dilediğin yere gönder, emrine amadeyiz (hazırız).
Büyük bir titizlikle seçilen bu altı kahraman insan, Doğu Roma'ya, İran'a, Habeşistan'a, Mısır'a, Yemen'e ve Gassan Emirliğin'e gitmek üzere yola çıktıklarında, o gece gerçekleşen bir mucizenin şevkiyle kuşlar gibi uçarak ülkeler aşıyorlardı.
Çünkü bir gece önce sadece kendi lisanlarını bilen bu hakikat yolcuları, o sabah yataklarından kalktıklarında, gidecekleri ülkelerin dillerini mükemmel olarak konuşabiliyorlardı.

* * *
Peygamberimizin en önemli vazifesi, (önceki peygamberler gibi) insanları Cennet'e çağırmaktı. Ama Cennet'e gitmek için müslüman olup Allah'ı bilmek ve O'na olan kulluk vazifelerini yerine getirmek gerekiyordu. Bu yüzden Efendimiz, bir çok ülkeyi İslâmiyete davet etmiş ve daha önce de belirttiğimiz gibi, sahabilerini görevlendirerek o ülkelerin krallarına mektuplar göndermişti. O zamanlar son derece güçlü bir ülke olan İran'ın başındaki padişahlara "kisra" deniyordu. Bunlardan biri olan Perviz, Peygamberimizin mektubunu aldığında, onu parçalayarak yere attı.
Perviz, bu hareketiyle hem peygamberimize, hem de O'nun getirdiği dine büyük bir hakarette bulunmuş, üstelik İslâmiyeti kabul etmeye yanaşmadığı için, o zamanki İranlıların bu yüce dini tanımalarına ve belki de Cennet'e gitmelerine engel olmuştu.
Mektubun Perviz tarafından yırtıldığı haberi geldiğinde, Peygamberimiz büyük bir üzüntü duydu ve:
"Ya Rabl. O benim mektubumu nasıl parçaladıysa, sen de onu ve mülkünü (ülkesini) parça parça et" diye dua etti.
Cenâb-ı Hak, yüce Peygamberinin mektubunu parçalayan o kralı çok ağır şekilde cezalandırdı. Ve Perviz, kısa bir süre sonra bizzat kendi oğlu tarafından hançerle parça parça edilerek öldürüldü, İslâm kumandanlarından Sa'd bin Ebu Vakkas da, onun saltanatını parçaladı. Böylelikle Sâsaniye Devleti yerle bir olup çöktü.
Perviz, kendi oğlu tarafından öldürülürken, onun elçilerinden biri peygamberimizin yanında bulunuyordu. Efendimiz, binlerce kilometre ötedeki bu hadiseyi o elçiye görür gibi anlattı ve: "Kisra, şu anda kendi oğlu Şirviye Perviz tarafından öldürüldü" diye haber verdi. O elçi hemen İran'a döndü ve Perviz'in, peygamberimizin haber verdiği gün ve saatte, üstelik de aynı şekilde öldürüldüğünü öğrenerek hayretler içinde kaldı.
Rabbimiz, Allah ve peygamber düşmanı olan Perviz'i kendi oğluna nasıl parçalatmışsa, bazı İslâm düşmanlarını da vahşi hayvanlara parçalatmıştır.
Bunlardan biri de, Kur'anda Cehennem'e gireceği bildirilen Ebu Leheb'in oğlu Utbe'dir.
Peygamberimiz, müslümanlara büyük zulümler yapan Utbe'ye beddua etmiş ve:
"Ya Rabbi! Ona, bir itini (köpeğini veya köpek türündeki bir hayvanını) musallat et" demiştir.
Cenâb-ı Hak, (bütün dualarını olduğu gibi), Peygamberimizin bu duasını da kabul etmiş ve Utbe, müslümanlarla harbetmek üzere bir savaşa giderken, bir aslan tarafından parça parça edilmiştir.
Aslan, Rabbimiz tarafından görevlendirildiği için, Utbe'nin bulunduğu yere gelmiş ve bir çok arkadaşı arasında saklanan Utbe'yi bulduktan sonra onu parçalamıştır. Aslan, Utbe'nin yanındaki insanlardan hiç birine dokunmamıştır.
Buradan çıkartacağımız bir derste şudur: Güneş, ay ve gezegenler Rabbimizin emrini nasıl dinliyorlar, bir saniye bile gecikmeden tam zamanında doğuyor ve batıyorlarsa, Allah'ın yarattığı Aslanlar veya diğer hayvanlar da, Allah'ın emirlerini öyle dinler ve hiç itiraz etmeden O'na hizmet ederler.
Burada hemen şu soruyu sormamız gerekir: Hayvanlar bile Allah'a itaat ederken, Rabbimizin defalarca tekrarladığı emirlerini dinlemeyen (namaz kılmayan, oruç tutmayan, içkiyi, kumarı, yalanı veya hırsızlığı terketmeyen) insanlar, acaba hayvanlardan daha kötü bir duruma düşmüyorlar mı?

* * *
"En vahşî hayvanlar bile Allah'ın emriyle hareket ederler" demiştik, öyle değil mi?
İşte size yine bununla alâkalı bir mucize:
Peygamberimiz, kendisine hizmet eden Sefine adlı sahabisini, Yemen Valisi Muaz bin Cebel'e göndermişti. Sefine yolda giderken, çok vahşî olarak bilinen bir Yemen aslanı ile karşılaştı. Ve aslana:
"Ben, Resul-i Ekrem aleyhisselatü vesselamın (peygamberimizin) hizmetkârıyım" diyerek kendisine dokunmamasını istedi. Aslan, ses verip (kükreyip) ayrıldı ve Sefine'ye ilişmedi.
Sefine, Yemen Valisinin yanından dönerken, çölde yolunu kaybetti. Ve aynı aslanla yine karşılaştı. Aslan, bu sefer de ona dokunmadı ve üstelik Sefine'ye yol göstererek onu çölden çıkardı.
Buradan kendimize bir ders daha çıkartabiliriz: "Kim Allah ve Resulüne (peygamberine) itaat ederse Allah'ın yarattığı mahlûklar da ona itaat eder "

* * *
Peygamberimiz, Şüreka adlı sahabisine şöyle demişti: "Kisra'nın bileziklerini takacaksın, biliyor musun?"
Peygamberimizin Şüreka'ya verdiği bu müjde, yıllar sonra gerçekleşti. Hazreti Ömer zamanında kisra (İran padişahı) mağlup edildi, ona ait mücevher ve bilezikler ele geçirildi. Hazreti Ömer, onları Süreka'ya taktı ve "Bu bilezikleri kisra'nın elinden çıkartıp Süreka'ya taktıran Allah'a şükürler olsun" diyerek Peygamberimizin verdiği haberi doğruladı.
Benim canım kardeşlerim.
Daha önceki sayfalarda da söylediğim gibi, Efendimiz; başkalarının duymadığı sesleri duyardı. Nitekim: "Ben sizin görmediğinizi görür, duymadığınızı duyarım" buyurmuştu.
Şimdi size bu konuyla ilgili mucizelerden bahsedeceğim.

* * *
Eğer gördüyseniz, "Çağrı" filminden de hatırlayacaksınız. Mekke fethedildiği vakit, Peygamberimizin müezzini olan Bilâl, Kabe'nin üstüne çıkarak ezan okumuştu. Bu ezanı dinleyenler arasında, Ebu Süfyan ile birlikte Kureyş reislerinden Attab ve Haris de bulunuyordu. Attap, müslüman değildi ve Mekke'nin müslümanlar tarafından fethedilmesine üzüldüğü için:
— Pederim çok bahtiyar bir insanmış ki, bu günü görmedi, dedi.
Yani babasının çok şanslı olduğu için daha önceden öldüğünü, çünkü Mekke'nin müslümanlar tarafından fethedilmesinin, onun için ölümden de beter olacağını ifade etti. Haris ise:
— Muhammed, müezzin yapmak için bu siyah karga'dan başka bir adam bulamadı mı? diyerek, derisi siyah renkte olan Hazreti Bilal'e hakaret etti.
Attab ile Haris'in yanında bulunan Ebu süfyan:
— Ben, bir şey demeye korkuyorum, diye cevap verdi. Şu anda yanımızda bizden başka biri olmasa bile, şu taşlar gidip ona (Hazreti Muhammed'e) konuştuklarımızı haber verecek.
Gerçekten de biraz sonra Peygamberimiz onlarla karşılaştı ve gizli olarak konuştukları şeyleri kelimesi kelimesine anlattı. O vakit Attap ve Haris, şehadet getirip müslüman oldular.

* * *
Bu arada isterseniz şehadet getirmenin ne demek olduğunu da hatırlayalım. Müslüman olmanın ilk şartı, Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve Peygamberimizin O'nun resulü, yani elçisi olduğuna kalben inanmak ve bu inancını da dille, yani kelimelerle söylemektir. Şehadet kelimesi olarak bildiğimiz bu ifade, "La ilahe illallah, Muhammedür Resulullah" şeklindedir. Ve her müslüman, bu kelimeyi bilmek zorundadır.
* * *
Hazreti Abbas, müslüman olmadan önce girdiği Bedir Savaşında, sahabilerin eline esir düşmüştü. O zaman savaş esirleri, hürriyetlerine kavuşmak için "fidye" adı verilen bir miktar para ödemek zorunda kalıyordu. Bunun için kendisinden para istenildiğinde, Hazreti Abbas parasının olmadığını ve bunun için de veremeyeceğini söyledi. Peygamberimiz, konuşulanları duyunca Hazreti Abbas'a dönerek:
"Zevcen (eşin) Ümmü-l Fadl'ın yanında şu kadar para var ve onu şuraya bıraktın" diyerek, Hazreti Abbas'ın evinde sakladığı parayı kuruşu kuruşuna söyledi ve üstelik de paranın bulunduğu yeri tarif etti.
Hazreti Abbas:
— Sakladığımız para, eşimle benim aramızda bir sırdı ve bunu bizden başka kimse bilmiyordu, diyerek müslüman oldu.

* * *
Lebid adlı bir büyücü, bir çok saçın sarılı olduğu bir tarağı, Peygamberimize büyü yapmak için kuyuya atmıştı. Peygamberimiz, bu durumu hemen hissetti ve Hazreti Ali ile yanındaki sahabilerine kuyuyu tarif ettikten sonra: "Gidiniz ve oradaki sihir aletlerini bulup getiriniz" dedi. Hemen gittiler ve ilk önce tarif edilen kuyuyu, daha sonra da kuyu içindeki tarağı bularak çıkardılar. Tarak üzerindeki saçlar temizlendikçe, Peygamberimizin rahatsızlığı da gitgide hafifliyordu.
"Ben sizin görmediğinizi görür, duymadığınızı duyarım" diyen peygamberimiz, bu durumu böylelikle bir kere daha ispatlamış oluyordu.

* * *
Umeyr ve Safvan adlı sahabiler, müslüman olmadan önce önemli bir mal karşılığında Peygamberimizi öldürmeye karar vermişlerdi. Umeyr, bu gaye ile Medine'ye geldiğinde, Peygamberimiz onu gördü ve yanına çağırarak Saffan ile ne konuştuklarını ve kendisini öldürmek için neler plânladıklarını birer birer anlattı.
Umeyr, Efendimizin anlattıkları karşısında müslüman oldu.

* * *
Peygamberimiz, büyük kumandanlarından Hazret-i Halit'i harp için Düvmetü-l Cendel reisi olan Ükeydir'e gönderirken, ona:
"Ükeydir'i vahşi bir sığırı avlarken bulacaksın" diyerek, kendisini savaş yapmadan esir edeceğini müjdeledi.
Hazret-i Halit oraya gittiğinde, Ukeydir o hayvanı avlamakla meşguldü. Onu hiç zorlanmadan esir alıp getirdi.

* * *
Peygamberimiz: "Beytü-l Makdis'in (yani Mescid-i Aksa'nın) fethinde, taun (veba adı verilen bulaşıcı bir hastalık) çıkacak" demiş ve bu sözü de diğer bütün sözleri gibi ezberlenip kitaplara geçirilmişti.
Aradan yıllar geçti ve Hazret-i Ömer zamanında Kudüs fetholundu. Ancak Peygamberimizin haber verdiği gibi öyle bir taun çıktı ki, üç gün içinde yetmiş bin kişi vefat etti.
 

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
Hasta ve yaralıların, Peygamber Efendimizin eli veya nefesiyle birden şifa bulması, çok sık görülmüş olan mucizelerdendir. Çünkü hemen hepsi, bereket mucizeleri gibi ihtiyaç zamanında gerçekleşmiş ve bir çok insan tarafından görülmüştür.
Şimdi, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen o yüce peygamberin bu mucizelerini seyredelim.
Allah tarafından henüz dünyada iken Cennetle müjdelenen on kişiden (aşere-i mübeşşere'den) biri olan İslâm ordusu başkumandanı Hazreti Sa'd bin Ebu Vakkas anlatıyor:
"Uhud Harbinde, Peygamber Efendimizle birlikteydik. Peygamberimiz, o gün yayı kırılıncaya kadar müşriklere ok attı. Daha sonra ise oklarını bana verdi ve: "At!." dedi.
Verdiği okların arkasında, onların uçmasına yarayan tüyler bulunmuyordu. Ama yine de: "At!." diye emrediyordu. Ben de atıyordum. Bütün attıklarım, kanatlı oklar gibi uçuyor ve düşman askerlerinin vücuduna yerleşiyordu, (saplanıyordu)
O sırada Hazreti Katâde'nin gözüne bir ok isabet etti ve gözünü çıkarıp göz yuvasından aşağıya (yanağına) indirdi. Efendimiz, hemen onun yanına gitti ve Katade'nin çıkan gözünü, mübarek ve şifalı elleriyle göz yuvasına yerleştirdi. Katâde'nin çıkan gözü, hiç birşey olmamış gibi şifa bulurken, öbür gözünden de daha güzel bir hâle geldi."
Katâde, o gözüyle yaşadığı sürece şeref duymuş ve bu hadise, sahabiler arasında dilden dile dolaşmıştır.
* * *
Peygamber Efendimizin Hayber Savaşındaki bayraktarı (sancak taşıyıcısı) olan Hazreti Ali'nin gözleri çok ağrıyordu. Peygamberimiz, mübarek ağzının suyunu onun gözüne sürdüğü an, gözleri iyileşti ve hiç birşeyi kalmadı.
Hazreti Ali, ertesi gün yapılan savaşta, Hayber Kalesinin son derece ağır olan demir kapısını bir mucize eseri olarak yerinden sökmüş ve bir kalkan gibi eline alarak Hayber Kalesini fethetmiştir.
Kalenin fethi sırasında Hazreti Seleme'nin bir ayağı kılınçla yarılmıştı. Peygamberimiz, o yaraya nefesini verince, yara birden şifa buldu.

* * *
Osman bin Huneyf anlatıyor:
"Peygamber Efendimizin yanına bir âmâ (kör) geldi ve gözlerinin açılması için kendisinden dua istedi. Efendimiz, ona şunları söyledi:
— Git abdest al, sonra iki rekat namaz kıl ve şöyle dua et: "Ya Rabbî. Rahmet Peygamberi olan Hazreti Muhammedi şefaatçi ederek sana yöneliyor ve senden istiyorum. Ya Resulallah!. Seni şefaatçi ederek Rabbime yöneliyorum ki, gözlerimi yeniden açsın. Allahım! O'nun benim hakkımdaki şefaatini kabul eyle!"
O kör adam gitti, denilenleri yaptı, gözlerinin açıldığına ve gördüğüne şahit olduk."

* * *
İmâm-ı Celil anlatıyor:
"Bedir Harbinin ondört şehidinden biri olan Hazreti Muavviz, Ebucehil ile döğüşürken; Ebucehil onun elini kılınçla keserek koparttı. Hazreti Muavviz, kopan elini diğer eliyle tutarak Peygamberimizin yanına koştu. Efendimiz, o eli yerine koyduktan sonra, mübarek tükürüğünü oraya sürdü. Muavviz, hiç birşey olmamış gibi şifa buldu ve şehit oluncaya kadar harp etti."
İmâm-ı Celil, o sırada cereyan eden bir başka hadiseyi de şöyle anlatıyor:
"Aynı harpte, Hazreti Hubeyd'in omuzuna isabet eden bir kılınç, sanki vücudunun üst kısmını iki parçaya ayırmıştı. Dehşetli bir yaraydı. Peygamber Efendimiz, onun yarılan kol kısmını omuzuna eliyle yapıştırdıktan sonra, mübarek nefesini oraya üfledi. Hubeyd'in vücudu, hiç birşey olmamış gibi şifa buldu."

* * *
Hendek savaşında, Ali ibn-ül Hakem'in ayağı, bir Allah düşmanının darbesiyle kırılmıştı. Peygamberimiz, mübarek elini, bir at üzerinde getirilen yaralının kırık yerine sürdü. Ayak o kadar çabuk iyileşti ki, bu sahabinin attan inmesine bile gerek kalmadı.
* * *
İmam-ı Beyhâki haber veriyor:
"Hazreti Ali, gayet hasta idi ve ızdırabından (duyduğu şiddetli acıdan) dolayı inleyerek kendi kendine dua ediyordu. Peygamber Efendimiz yanına geldi ve:
— Allahım!. Ona şifa ver, dedikten sonra, ayağıyla ona dokunarak kalkmasını söyledi.
Hazreti Ali, birden şifa bularak ayağa kalktı. Ve daha sonraki yıllarda şöyle dedi:
— Ondan sonra o hastalığı hiç görmedim."

* * *
Şürehbile el-Cûfî adlı bir sahabi, ovucunda bulunan bir ur (büyük şişlik) sebebiyle ne kılınç kullanabiliyor, ne de atının dizginini tutabiliyordu. Peygamberimiz, o uru elleriyle ovduğunda, ondan hiç bir eser kalmadı.
Efendimiz, mübarek elini Ömer bin Sad'ın başına koyup dua etmişti. Bu sahabi, seksen yaşında vefat ettiği zaman, başında tek bir beyaz saç bile bulunmuyordu.

* * *
Peygamberimiz, Hazreti Kays'ın başına elini koymuş ve onun saçlarını sıvazlayarak dua etmişti. Hazreti Kays, yüz yaşına girdiğinde bütün saçları bembeyazdı. Ama Efendimizin dokunduğu kısım, simsiyah olarak kalmıştı.
* * *
Abrurrahman bin Zeyd, hem ufak tefek, hem de çirkindi. Peygamber Efendimiz onun başını sıvazlayıp dua ettikten sonra, vücudu ve yüzü çok güzel bir hâle geldi.
* * *
Huneyn Savaşında, Aiz bin Amr'ın yüzü yaralanmıştı. Peygamberimiz, mübarek elleriyle onun yüzündeki kanı sildiğinde, elinin değdiği kısımlar parıl parıl parlamaya başladı. Sahabiler bu parlaklığı, siyah Arap atlarının alınlarında bulunan beyazlıklara benzetiyordu.
* * *
Efendimiz, Hazreti Katâde'ye dua ederken, mübarek ellerini onun yüzüne sürmüştü. O günden sonra Katâde'nin yüzü, bir ayna gibi parlamaya başladı.
Peygamber Efendimiz abdest alırken, yanına gelen (üvey kızı) Zeynep'in yüzüne abdest suyundan atarak onunla şakalaşmıştı. Zeynep büyüdüğünde, bütün akranlarından daha fazla bir yüz güzelliğine sahip oldu.

* * *
İbni Ebu Şeybe haber veriyor:
"Bir kadın, çocuğuyla beraber Peygamberimizin yanına gelerek ondan dua istedi. Çocuk, konuşamıyordu ve geri zekâlıydı. Efendimiz, bir su ile ağzını çalkaladı, elini yıkadı ve o suyu kadına vererek oğluna içirmesini söyledi. Suyu içtikten sonra, çocuğun hiç bir hastalığı kalmadı. Üstelik de bir çok akıllı insandan daha üstün hâle geldi."

* * *
İbni Abbas anlatıyor:
"Peygamberimize, mecnun (akıl hastası) bir çocuk getirildi. Efendimiz, mübarek elini onun göğsüne koyunca, çocuk birden istifra etti (kustu) ve içinden küçük hıyar (salatalık) gibi bir şey çıktı, şifa bulup gitti."
İmamı Beyhaki ve Nesaî, haber veriyorlar ki: "Muhammed adlı bir çocuğun koluna bir tencere kaynar su dökülmüş ve bütün kolunu haşlamıştı. Efendimiz, elleriyle dokunup mübarek tükürüğünü sürdüğünde, çocuğun kolu dakikasında şifa bularak iyileşti.
Peygamberimiz, dilsiz bir çocuğa sordu:
"Ben kimim?"
O ana kadar hiç konuşamamış olan çocuk: "Sen Allah Resulüsün" diye cevap verdikten sonra konuşmaya başladı.

* * *
Meşhur bir sahabi olan Yemâme'yi, doğduğu zaman Peygamberimizin yanına getirmişlerdi. Efendimiz ona baktığında, bebek:
"Sen Allah Resulüsün" dedi ve ondan sonra da büyüyünceye kadar hiç konuşmadı.
Peygamberimiz, Yemâme'nin bebek yaştaki konuşması karşısında "barekallah" (Allah hayırlı etsin, hayırlı olsun) dediği için, bu sahabi daha sonraları Mübarekü'l -Yemâme (Hayırlı Yemâme) adıyla anılır olmuştur.

* * *
Yukarıdaki mucizelerden de anlaşılacağı gibi, Efendimizin mübarek eli, Lokman Hekim'in bir eczanesi gibi, tükürüğü Hazreti Hızır'ın âb-ı Hayat (hayat suyu) çeşmesi gibi ve nefesi, Hazreti İsa Aleyhisselam'ın nefesi gibi şifa vericidir.
Kırk sene boyunca, yatsı abdesti ile sabah namazını kılan (yani hiç uyumayarak sabaha kadar ibâdet eden) Ebu Abdurrahman Hazretleri, Efendimize ne kadar hasta başvurmussa, hepsinin de Allah'ın izniyle şifa bulduğunu söylemiştir.
Belirtmiş olduğumuz bu türdeki mucizeler, sayısız hâdiseden sadece birkaç tanesidir. Çünkü her gelenin şifa bulduğu Efendimize, binlerce insanın başvurması kaçınılmazdır.
 

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif]Mucizelerin genellikle ihtiyaç vaktinde gerçekleştiğini ve böylelikle henüz îmana gelmemiş olanlara Allah'ın varlığı konusunda bir ipucu verilirken, müslümanlarm îmanlarının kuvvetlendiğini belirtmiştik.
Şimdi ise, Peygamberimizin suyla ilgili mucizelerini ele alacağız.
[/FONT]
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif]* * *
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif] Peygamberimizin özel hizmetinde bulunan Hazreti Câbir anlatıyor:
"Buvat Gazve'sinde (harbinde), Peygamber Efendimiz ferman etti:
— Abdest almaları için (sahabilere) seslen.
Ben, denileni yapınca, suyun olmadığı söylendi.
Peygamberimiz:
— Bir parça su bulunuz, dedi.
Çok az miktarda vardı, getirdik. O su üzerine elini kapadı, birşeyler okudu, bilemedim ne idi. Sonra ferman etti:
— Kafilenin (yola çıkan grubun) kullandığı büyük tekneyi getir.
Bana getirildi, ben de Peygamberimizin önüne koydum. Efendimiz, teknenin içine elini soktu, parmaklarını açtı ve biraz önce dua ettiği o az miktardaki suyu, elinin üzerine dökmemi istedi. Ben o suyu dökerken gördüm ki, mübarek parmaklarından çeşme gibi su akarak o tekneyi dolduruyor. Suya muhtaç olanları çağırdım, ordudaki bütün sahabiler geldiler, o sudan bol bol içip abdest aldılar, ihtiyaçları bitince: "Kimse kalmadı Ya Resulallah" dedim. Elini kaldırdı. Tekne, ağzına kadar dolu kaldı."[/FONT]

[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif]* * *[/FONT]
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif] Peygamberimizin sadece bir tek kişiye gösterdiği mucizeleri de vardır. Fakat parmaklarından suyun akmasıyla ilgili mucize, bir ordu kadar kalabalık olan insanların gözü önünde ve üstelik de üç defa gerçekleştiği için çok meşhur olmuştur. Bu yüzden de elbette ki bizlere yanlış ulaşması (veya olmadığı halde olmuş gibi haber verilmesi) mümkün değildir. Çünkü, yalandan öldürücü bir zehir gibi nefret eden ve doğruluk için canlarını, ailelerini ve kavimlerini feda eden binlerce sahabinin, herhangi bir yalan karşısında susması veya bir yalan haber üzerinde ittifak etmesi (söz birliği etmesi) düşünülemez.
Hazreti Enes anlatıyor:
"Üçyüz kadar sahabi, Zevra adı verilen yerde Peygamber Efendimizle birlikteydik. İkindi namazı için abdest alınmasını emretti. Ama su bulunamadı. Yalnız bir parça su istedi, getirdik. Mübarek ellerini suyun içine batırdı. Gördüm ki parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Emrindeki üçyüz adam geldiler ve hepsi de kana kana içip abdest aldılar."[/FONT]

[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif]* * *[/FONT]
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif] Hazreti Câbir anlatıyor:
"Bin beşyüz kadar sahabi, Hudeybiye Gazvesinde susamıştık. Peygamber Efendimiz, "kırba" adı verilen bir deri tulum içindeki sudan abdest aldıktan sonra elini onun içine soktu. Gördüm ki, parmaklarından oluk oluk su akıyordu. Daha sonra bin beşyüz kişi sırayla geldi ve doya doya içip, kaplarını o kırbadan doldurdular."
Hazreti Salim, bu mucizeyi gören Hazreti Câbir'den sormuş: "Kaç kişiydiniz?"
Câbir demiş ki: "Yüzbin kişi de olsaydı, o kırba içindeki su yetecekti. Fakat biz, bin beşyüz kişiydik."[/FONT]

[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif]* * *[/FONT]
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif] Değerli kardeşlerim
Hazreti Musa Aleyhisselam da su ile alâkalı mucizeler göstermiş ve elinde taşıdığı asası (değneği) ile vurduğu taşlardan su çıkarmıştır. Ancak bu mucize, Peygamber Efendimizin on parmağından on musluklu bir çeşme gibi su akıtması derecesine çıkamaz. Çünkü bugün bazı sondaj (toprağı delme) aletleriyle taşa vurulduğunda (yani sert zeminler kazıldığında) suyu çıkartmak mümkün olabilmektedir. Ama bir elden, yani et ve kemik arasından su akıtmak, sadece Peygamberimize has bir mucizedir ve bu da O'nun "Peygamberler Peygamberi" olduğunun bir işaretidir.[/FONT]

[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif]* * *[/FONT]
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif] Hazreti Muaz anlatıyor:
"Tebük Savaşında bir çeşmeye rastgeldik. İncecik bir ip gibi, güçlükle akıyordu. Peygamberimiz emretti ki:
— O sudan bir parça toplayınız.
Sahabiler, avuçlarında bir parça topladılar.
Efendimiz, toplanan suyla elini yüzünü yıkadıktan sonra, o suyu tekrar çeşmeye koymamızı istedi. Bu işi yapınca, çeşmenin merkezi (suyun çıktığı yer) birden açıldı ve su gürül gürül akarak bütün orduya kâfi geldi (yetti)"
Aynı mucizeye şahit olan imam İbni İshak der ki: "O çeşmenin suyu, toprak altından gök gürültüsü gibi ses çıkartarak akınca, Peygamberimiz, Hazreti Muaz'a şunları söyledi:
— Bu su, bir mucize eseri olarak buraları bağa çevirecek, ömrün varsa göreceksin.
Efendimizin bu sözü de aynen gerçekleşmiş ve o çorak yerler, çeşmeden kaynayan sularla, ileriki yıllarda meyva ağaçlarıyla dolu bahçelere dönüşmüştür.[/FONT]

[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif]* * *[/FONT]
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif] Ebu Katâde anlatıyor:
"Meşhur Mute Gazvesinde (harbinde), bende bir kırba (su tulumu) vardı. Yolda giderken, Peygamberimiz bana dönerek şöyle dedi:
— Kırbanı sakla, onun büyük işi var. (yani ona önemli bir vazife düşecek)
Biraz sonra susuzluk başladı. (Taberî'ye göre İslâm ordusu üçyüz kişi idi.) Ve nihayet bütün sular bitti. Peygamber Efendimiz
— Kırbanı getir!., buyurdu.
Hemen getirdim. Mübarek ağzını, kırbanın ağzına yaklaştırdı, içine nefes etti mi, etmedi mi bilemedim. Daha sonra bütün sahabiler geldiler, o kırbadan içtiler, bütün su kaplarını doldurdular. Sonra ben aldım. Verdiğim gibi doluydu."[/FONT]

[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif]* * *[/FONT]
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif] Hazreti İmran anlatıyor:
"Bir seferde (yolculukta), Peygamber Efendimizle birlikte susuz kaldık. Bana ve Hazreti Ali'ye ferman etti ki:
— Filan yerde bir kadın, iki kırba (tulum) suyu hayvanlarına yüklemiş vaziyette gidiyor. O kadını alıp buraya getiriniz.
Hemen Ali ile beraber yola koyulduk ve Peygamberimizin tarif ettiği o yerde, kadını aynı şekilde bulup getirdik.
Sonra emretti:
— Bir kaba bir parça su boşaltınız.
Kadına ait kırbalardan az miktarda su ayırdık. Ve Peygamberimiz bereketle dua ettikten sonra, o suyu tekrar aldığımız yere boşalttık.
Peygamberimiz, daha sonra ferman etti:
— Herkes gelsin, kabını doldursun.
Bütün kafile, bol bol içip kaplarını doldurduktan sonra, Efendimiz:
— Kadın için birseyler toplayınız, dedi. Toplanan hediyeleri kadının eteğine doldurduk. Ben, o kırbalardaki suyun gitgide fazlalaştığını tahmin ederken, Peygamberimiz o kadına şöyle dedi.
— Senin suyundan almadık. Cenâb-ı Hak, bize kendi hazinesinden içirdi.[/FONT]

[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif]* * *[/FONT]
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif] İşte, koca bir ordunun gözü önünde cereyan eden bir mucize daha:
Hazreti Ömer anlatıyor:
"Tebük Savaşında susuz kalmıştık. Bu yüzden bazı sahabiler, vücutlarında depoladıkları suyu içmek için develerini kesiyordu. Bunun üzerine Hazreti Ebubekir, yağmur duası yapması için Efendimize ricada bulundu. Peygamberimiz, ellerini kaldırıp dua etti ve ellerini henüz indirmeden bulutlar toplanıp öyle bir yağmur yağdı ki, bütün kaplarımızı doldurduk. Sonra su çekildi. Yağmur, sadece ordumuzun bulunduğu yere yağmıştı."[/FONT]

[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif]* * *[/FONT]
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif] Peygamberimiz, Hazreti Enes'in evinde bulunan kuyuya mübarek tükürüğünü bıraktıktan sonra dua etti. Medine'deki en güzel ve en tatlı su o oldu.[/FONT]
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif]* * *[/FONT]
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif] Efendimize bir kova Zemzem Suyu getirdiler. Bir parça ağzına aldıktan sonra, o suyu tekrar kovaya boşalttı. Kova misk gibi kokmaya başladı.[/FONT]
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif]* * *[/FONT]
[FONT=Georgia, Times New Roman, Times, serif] Peygamberlikten önceki yıllardı. Efendimiz, amcası Ebu Talip ile birlikte Arafat civarındaki Zilmecaz Bölgesine gelmişlerdi. Bu arada yanlarındaki su da tükenmişti. Ebu Talip çok susadığını söyleyince, Peygamberimiz devesinden indi ve ayağını yere vurarak oradan su çıkardıktan sonra, amcasına ikram etti.
Bu hadiseden bin sene sonra, Efendimizin ayağını vurduğu yerden meşhur Arafat Suyu çıkmıştır ve bu su hâlâ kullanılmaktadır.[/FONT]

[/FONT]
 

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
ZÂTÜRRİKA GAZASI
(Hicret 'in 4. senesi Cemaziyelevvel ayı / Milâdî 625) Benî Nadir Yahudilerinin Medine'den sürgün edilmelerinden iki ay sonraydı.
Enmar ve Salebe Oğulları Kabilelerinin Müslümanlarla çarpışmak üzere toplanmış oldukları haberi Medine'ye ulaştı.
Peygamber Efendimiz, derhâl hazırlanarak, 400 (veya 700) mücâhidle Medine'den yola çıktı, Zatürrika mevkiine kadar ilerleyip orada karargâhını kurdu.
Müşrikler, mücâhidlerle çarpışmayı göze alamadıklarından dağ başlarına çekilmişlerdi. Geride sâdece bir kadın kalmıştı ki, o da esir edildi.
Resûli Kibriya Efendimiz, bir müddet burada bekledi. Öğle namazı vakti girince de, müşriklerin saldırısından duydukları endişe sebebiyle salâtı havf, yâni korku hâlinde namaz kıldılar. Bu namazın kılınış şekli Nisa Sûresinin 101102. âyetlerinde tarif edilmiştir.
En tehlikeli anlarda bile Resûli Kibriya Efendimizin cemaatle namazlarını eda edişi, bize cemaatle namazın ne derece büyük bir ehemmiyeti haiz olduğunu ve ihmâl edilmemesi gerektiğini açıkça ders vermektedir.
Bir Mucize
Zatürrika Seferi esnasında idi.
Ashabtan Ulbe b. Zeyd, üç adet devekuşu yumurtası bulup getirdi.

Resûli Ekrem, "Ey Cabir!.. Bunları, al pişir." diye emretti. Hz. Cabir, yumurtaları bir çanak içinde pişirip getirdi.
Peygamber Efendimizle mücâhidler, o üç yumurtadan doyuncaya kadar yedikleri hâlde, yumurtaların çanakta olduğu gibi durduğunu gördüler.215
Allah 'm, Mü mirilere Merhameti
Yine, bu gaza esnasında idi.
Sahabînin biri, bir kuş yavrusu bulup getirdi. Anası veya babası, yavruyu kurtarmak için canını feda edercesine, onu elinde tutan sahabînin avuçlarının içine atılıveriyordu. Bu duruma sahabîler hayretler içinde bakarken, Resûli Ekrem ise şu ibret dersini verdi:
"Siz, yavrusunu tuttuğunuz şu kuşun yavrusu için, kendisini avucunuza atmasına mı hayret ediyorsunuz? Vallahi, Rabbinizin, size olan merhamet ve şefkati, şu kuşun yavrusuna olan şefkat ve merhametinden çok daha fazladır!"236
Devenin Şikâyeti
Peygamber Efendimiz, mücâhidlerle birlikte Zatürrika'dan ayrılmış, Medine'ye doğru geliyordu. Harre mevkiine gelindiğinde, bir devenin, koşarak Resûli Kibriya Efendimizin yanına varıp tahiyyei ikram nevinden çöktüğü ve boynunu öne doğru uzatıp onunla konuştuğu görüldü.
Mücâhidler hayretler içinde bakımrken, Peygamber Efendimiz, "Bu deve ne söylüyor, biliyor musunuz?" dedikten sonra, "Bu deve, sahibinin zulmünden bana şikâyet ediyor: Kendisini senelerdir çalıştırdığını, şimdi ise boğazlamak istediğini söylüyor!" diye buyurdu. Arkasından Cabir b. Abdullah'a, devenin sahibini bulup kendisine getirmesini emretti.
Hz. Câbir, "Yâ Resûlallah, devenin sahibini tanımıyorum." deyince, aldığı cevap şu oldu:
"Deve, seni sahibine götürür!"
Gerçekten, deve, Peygamberimizden emir almış gibi, Hz. Câbir'in önüne düştü ve onu sahibine götürdü.
Hz. Câbir der ki:
"Ben de, deve sahibini alıp Resûlullah'ın yanına getirdim. Resûlullah, onunla deve hakkıda konuştu ve 'Devenin söyledikleri doğru mu?' diye sordu. Deve sahibi, 'Evet, yâ Resûlallah...' dedi.""7
Gazanın İsmi
Bu sefere, iştirak edenlerin hepsi piyade olup, çıplak ayaklan taştan dikenden parçalanmış ve tırnakları dökülmüş olduğundan, ayaklarını bez parçalarıyla bağlamış olmaları sebebiyle bu gazaya "Zatürrika" adı verildiği de kaynaklarda belirtilmiştir. Zîra, rika, "ruka"nın çoğuludur; "ruka" ise, elbise yırtığına vurulan bez parçasıdır ki buna da yama denir.
Ebû Musa elEş'arî, bu hususta şöyle der:
"Resûlullah'la (s.a.v.) bir gazaya çıktık. Sâdece bir devemiz vardı. Nöbetleşe biniyorduk. Artık ayaklarımız delinmişti. Benim de iki ayağım delinmiş, tırnaklarım dökülmüştü. Bunun için ayaklarımıza bez parçası sarıyorduk. Ayaklarımıza bu suretle bez parçası sardığımız için bu sefere Zatürrika Gazası denildi.238
RESÛLİ EKREM'İN BEREKET MUCİZESİ
Ensâr'dan Hz. Câbir'in babası Abdullah b. Amr b. Haram, Uhud'da şehid düşmüştü. Geride altı kız çocuğunu yetim ve bir hayli de borç bırakmıştı.
Borç sahipleri, Yahudiler idi.
Abdullah b. Amr'ın, içinde çeşitli hurma ağaçlan bulunan iki bahçesi vardı; fakat, bunların mahsûlü borçlarını karşılayacak miktarda değildi. Sâdece bir tek Yahudîye borcu, 30 deve yükü hurma idi.
Hurma mevsimi girince, Yahudiler, alacaklarını ısrarla istemeye ve Hz. Câbir'i sıkıştırmaya başladılar. Hz. Câbir, onlara hurma bahçesinin bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiği hâlde kabul etmediler.
Bunun üzerine Hz. Câbir, Resûli Ekrem Efendimizin huzuruna vararak, "Yâ Resûlallah!.. Biliyorsunuz ki, babam Abdullah, Uhud günü şehid düştü. Geride birçok borç bıraktı. Alacaklılara, hurma bahçesinin bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiğim hâlde kabul etmediler." dedi ve bu hususta kendisine şefaatçi ve yardımcı olmasını diledi.
Resûli Kibriya Efendimiz de, Abdullah b. Amr b. Haram'm borcuna karşılık hurma bahçesinin bütün mahsûlünü almalarını ve borcunu silmelerini alacaklılara teklif ettiyse de, yanaşmadılar. Alacaklılar, Resûli Ekrem Efendimizin, "Borcun bir kısmını bu yıl, kalanını da gelecek yıl alınız." teklifini de kabul etmediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Câbir'e, "Sen git; ben yarın kuşluk vakti yanına gelirim." dedi.
Ertesi gün, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'i yanına alarak Hz. Câbir'in hurma bahçesine gitti. Ona, "Git, hurmanı topla ve tasnif et! İyi cins olanı bir boy, diğerlerini de bir boy yaptıktan sonra bana haber ver!" buyurdu.
Hz. Câbir, derhâl emri yerine getirdi ve gelip durumu Serveri Kâinat Efendimize arzetti. Hz. Câbir, alacaklıları da çağırmıştı. Onlar, Peygamber Efendimizi görünce, isteklerini tekrarlamaya başladılar.
Resûli Kibriya Hazretleri, hurma öbeklerinden en büyüğünün çevresini üç kere dolaşıp dua ettikten sonra, Hz. Cabir'e, "Şu alacaklıları yanıma çağır." dedi.
Alacaklılar geldi. Borçlarına karşılık kendilerine hurma yığınından ölçülüp ölçülüp verilmeye başlandı. Borç tamamıyla ödendi.
Hz. Câbir (r.a.), müşahedesini şöyle anlatır:
"Tek, Allah, babamın borcunu ödesin de, vallahi ben, kız kardeşlerimin yanına bir hurma tanesiyle dönüp gitmeye bile razı idim. Hâlbuki, Resûlullah, ondan, bütün alacaklılara hurma verdiği hâlde, bir hurma bile eksilmediğini gördüm!"239
Borç sahipleri olan Yahudiler de, bu hâdiseden çok taaccüp edip hayrette kaldılar.
Bu, Resûli Kibriya Efendimizin apaçık bir mûcizesiydi!

...


234 İbni Hişam, Sîre, c. 3, s. 201202.
235 Halebî, Insanû'lUyûn, c. 2, s. 289.
236 ibni Kesir, Sîre, c. 3, s. 165.
237 Halebî, A.g.e., c. 2, s. 289.
238 Buharî, Sahih, c. 3, s. 35.

239 Buharı, Sahih, c. 3, s. 84, 199; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, c. 3, s. 373, 393; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 120121.

SALİH SURUÇ KAİNATIN EFENDİSİ KİTABINDAN ALINMIŞTIR...
 

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
Mescidi Nebevî ilk yapıldığı sırada minbersizdi. Resûli Ekrem, hutbe îrad buyurduklarında kuru bir hurma kütüğüne dayanırdı.
Uzun müddet böyle devam etti. Bilâhare, ashabın isteği üzerine üç basamaklı bir minber yapıldı. Artık Efendimiz buraya çıkıp halka hitabta bulunuyordu.
Resûli Ekrem, yapılan minbere çıkıp ilk hutbesini okuduklarında, hâmile deve ağlayışını andıran acı sesler ve ağlamalar duyuldu. Baktılar; ortalıkta ne hâmile deve ne de deve yavrusu vardı. Ağlayan, o kuru direkti!
Kütüğün deve gibi ağlayışını, Peygamber Efendimizle birlikte Ashabı Güzin de duyuyordu. Bir türlü susmuyordu. Fahri Âlem, minberden inip yanına geldi. Elini üstüne koyup teselli edince sustu. Hattâ, hurma kütüğünün deve gibi sızlamasını işiten sahabîler de gözyaşlarını tutamamışlar, hüngür hüngür ağlamışlardı.
Evet, kuru direk, Hz. Resûlullah'tan uzak kaldı diye ses verip ağlıyordu. Üzerinde yapılan "zikrullah"tan ayrı kaldı diye hâmile deve gibi enin ediyordu.
Kuru direği teselli edip susturan Resûli Ekrem, ashabına da dönerek, "Eğer ben onu kucaklayıp tesellî vermeseydim, Resûlullahın ayrılığından Kıyamet'e kadar ağlaması böyle devam edecekti!"471 buyurdu.
Resûli Ekrem'in emriyle bu kütük, minberin altına kazılan bir çukura gömüldü. Sonraları Hz. Osman devrinde mescid yıktırılıp yeniden tamir edildiğinde, Übeyy b. Ka'b Hazretleri onu evine aldı ve çürüyünceye kadar sakladı.472
Kuru hurma kütüğünün cemaatin gözleri önünde ağlayıp sızlaması, Hz. Resûlullah'ın parlak bir mûcizesiydi. Evet, cin ve ins Peygamberler Peygamberini tanıdıkları gibi, cansız kuru ağaçlar da onu tanıyor, vazifesini biliyor ve dâvasını halleriyle tasdik ediyorlardı!
Hasanı Basrî Ne Derdi?
Hasanı Basrî Hazretleri, bu mucizeyi talebelerine ders verirken, kendisini tutamaz, gözyaşları arasında şöyle derdi:
"Ağaç, Resûli Ekrem'e (s.a.v.) meyi ve iştiyak gösteriyor! Sizler, o Resule meyi ve iştiyak göstermeye daha ziyade müstahaksınız!"473
Kuru, câmid ağaçlar Kâinatın Efendisine meyi ve muhabbet gösterirlerken biz şuurlu akıllı insanlar ona karşı lakayt davranırsak, acaba o kuru direklerden daha aşağı bir derekeye düşmüş olmaz mıyız?
Ona iştiyak ve muhabbet ise, ancak Sünneti Seniyyesine ittiba etmekle mümkündür!
Bir Başka Rivayet
Diğer bir rivayete göre, kuru direk ağlayınca Resûli Ekrem Efendimiz elini üstüne koydu ve, "İstersen seni daha önce bulunduğun bahçeye göndereyim; köklerin tekrar bitsin, hilkatin tamamlansın, yaprak ve meyvelerin yenilenip tazelensin. Ve eğer istersen, evliyaullahın meyvenden yemesi için seni Cennet'e dikeyim." diye sordu.
Kuru ağaç, arzusunu şöyle dile getirdi:
"Beni Cennet'e dik ki, meyvelerimden Cenâbı Hakk'ın sevgili kulları yesin. Hem orası öyle bir mekândır ki orada çürüme yoktur; beka bulayım!"
Bunun üzerine Resûli Ekrem, arzusunu yerine getirdiğini ifade buyurdu ve sonra da ashabına dönerek şu dersi verdi:
"Ebedî âlemi, fânî âleme tercih etti!"474

471 Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 134.
472 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 252.
473 Bediüzzaman Said, Nursî, A.g.e., s. 135.
474 Bediüzzaman Said Nursî, A.g.e., s. 135.


SALİH SURUÇ KAİNATIN EFENDİSİ KİTABINDAN ALINMIŞTIR.
 

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
hazreti Muhammed aleyhisselamin hak Peygamber oldugunu bildiren sahitler pek çoktur. Ümmetinin Evliyasinda hasil olan kerametler, hep Onun mucizeleridir. Çünkü, kerametler, Ona tâbi olanlarda, Onun izinde gidenlerde hasil olmaktadir.



hazreti Muhammed aleyhisselamin mucizeleri, zaman bakimindan üçe ayrilmistir:



Birincisi, mübarek ruhu yaratildigindan baslayarak, Peygamberliginin bildirildigi (bi’set) zamanina kadar olanlardir.



Ikincisi, bi’setten vefatina kadar olan zaman içindekilerdir.



Üçüncüsü, vefatindan kiyamete kadar olmus ve olacak seylerdir.



Bunlardan birincilere, (Irhas) yani, baslangiclar denir. Herbiri de ayrica görerek veya görmeyip akil ile anlasilan mucizeler olmak üzere ikiye ayrilirlar. Bütün bu mucizeler o kadar çoktur ki, saymak mümkün olmamistir. Ikinci kisimdaki mucizelerin üç bin kadar oldugu bildirilmistir. Bunlardan bazilarini asagida bildirecegiz.



1- Muhammed aleyhisselamın mucizelerinin en büyügü Kur’an-i kerimdir.

(ayrintili bilgi icin kuran-i kerimi inceleybiliriz)


2- En büyük mucizelerinden birisi de Mirac mucizesidir.
 

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
DEVAMI

3- Meshur mucizelerinin en büyüklerinden birisi de, Ay’i ikiye ayirmasidir. Bu mucize, baska hiçbir Peygambere nasip olmamistir. Muhammed aleyhisselam elliiki yasinda iken, Mekke’de Kureys kâfirlerinin elebasilari yanina gelip, (Peygamber isen ay’i ikiye ayir) dediler. Muhammed aleyhisselam, herkesin ve hele tanidiklarinin, akrabasinin iman etmelerini çok istiyordu. Mübarek ellerini kaldirip dua etti. Allahü teâlâ, kabul edip, ay’i ikiye böldü. Yarisi bir dagin, diger yarisi baska dagin üzerinde göründü. Kâfirler, Muhammed S.A.V. bize sihir yapti dediler. Iman etmediler.

Siir:

Köpek, aya bakinca havlar,

Ayin bunda ne kusuru var,

Köpekler, her zaman havlar.



Beyt:

Agiz tadinin kaçmasi, hastaligi bildirir.

En lezzetli serbetler hastaya aci gelir.




Bu mucize ile ilgili âyet-i kerimenin meali söyle:

(Kiyamet yaklasti, Ay yarildi. Onlar [müsrikler] bir mucize görünce hemen yüz çevirirler ve "Eskiden beri devam ede gelen bir sihir [büyü] derler.) [Kamer 1,2]
 

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
4- Muhammed aleyhisselam, bazi gazalarinda, susuz kalindigi zaman, mübarek elini bir kaptaki suya sokmus, parmaklari arasindan su akarak, suyun bulundugu kap devamli tasmistir. Bazen seksen, bazen üçyüz, bazen binbesyüz, Tebük Gazasinda ise, yetmis bin kimsenin hepsi ve hayvanlari, bu sudan içmisler ve kullanmislardir. Mübarek elini sudan çikarinca akmasi durmustur.



5- Hayber gazasinda, önüne zehirlenmis koyun kebabi koyduklarinda, (Ya Resulallah, beni yeme, ben zehirliyim) sesi isitildi.



6- Medine’de, mescid-i nebevide dikili bir hurma kütügü vardi. Resulullah hutbe okurken, bu direge dayanirdi. Buna Hannane denirdi. Minber yapilinca, Hannane’nin yanina gitmedi. Ondan aglama seslerini, bütün cemaat isittiler. Minberden inip, Hannane’ye sarildi. Sesi kesildi. (Eger sarilmasaydim, benim ayriligimdan kiyamete kadar aglard,) buyurdu.



7- Mübarek eline aldigi çakil taslarinin ve tuttugu yemek parçalarinin ari sesi gibi, Allahü teâlâyı tesbih ettikleri çok görülmüstür.

8- Bir gün, bir köylüyü imana davet etti. Müslüman bir komsumun vefat etmis kizini diriltirsen, iman ederim dedi. Mezarina gittiler. Ismini söyleyerek kizi çagirdi. Kabir içinden ses isitildi ve disari çikti. (Dünyaya gelmek ister misin?) buyurdu. (Ya Resulallah! Dünyaya gelmek istemem. Burada babamin evindekinden daha rahatim. Müslümanin ahireti, dünyasindan daha iyi) dedi. Köylü bunu görünce, hemen imana geldi.



9- Tirmizi ve Nesai’nin (Sünen) kitaplarinda diyor ki, iki gözü a’ma bir kimse gelip, ya Resulallah, Allahü teâlâya dua et, gözlerim açilsin dedi. (Kusursuz bir abdest al! Sonra Ya Rabbi! Sana yalvariyorum. Sevgili Peygamberin Muhammed aleyhisselamı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok sevdigim Peygamberim Muhammed aleyhisselam! Seni vesile ederek, Rabbime yalvariyorum. Senin hatirin için kabul etmesini istiyorum. Ya Rabbi! Bu yüce Peygamberi bana sefaatçi eyle! Onun hürmetine duami kabul et!) duasini okumasini buyurdu. Adam, abdest alip dua etti. Hemen gözleri açildi. Bu duayi müslümanlar, her zaman okumuslar ve maksatlarina kavusmuslardir.
 

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
10- Medine’de, minberde hutbe okurken, bir kimse, ya Resulallah! Susuzluktan çocuklarimiz, hayvanlarimiz, tarlalarimiz helak oluyor. Imdadimiza yetis dedi. Ellerini kaldirip, dua eyledi. Gökte hiç bulut yokken, mübarek ellerini yüzüne sürmeden, bulutlar toplandi. Hemen yagmur basladi. Birkaç gün devam etti. Yine minberde okurken, o kimse, ya Resulallah! Yagmurdan helak olacagiz deyince, Resul aleyhisselam, tebessüm etti ve (Ya Rabbi! Rahmetini baska kullarina da ihsan eyle!) buyurdu. Bulutlar açilip, günes göründü.



11- Cabir bin Abdullah diyor ki, çok borcum vardi. Resulullaha haber verdim. Bahçeme gelip, hurma yigininin etrafinda üç kere dolasti. (Alacakiılarini çagir, gelsinler!) buyurdu. Herbirine haklari verildi. Yigindan bir sey eksilmedi.



BU KADAR BULDUM DİYER PEYGAMBER EFENDİMİZN HZ.MUHAMMED (SAS) DİYER MUCİZLERİNİ AÇIKLAMALI BİR ŞEKİLDE BULURSAM EKLİYECEM İİNŞALLAH

BULAMAZSAN RİSALE-İ NURDA 19 MEKTUP MUCİZDİYE AHMET TEN ALARAK YAZACAM İNŞALLAH
ALLAHA EMANET OLUN HAKINIZI HELAL EDİN SELAMETLE VE DUA İLE




 

LeGoLaS

ikra
Onursal Üye
Konum
Türkiye
  • Üyelik Tarihi
    1 Ağu 2008
  • Mesajlar
    9,958
  • MFC Puanı
    2,986
Hicretten bir buçuk sene önce, Recep ayının 27. gecesiydi. Bu gecede Peygamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan İsra* ve Mirâc** mucizesi vuku buldu.
Mezkûr gecede Cebrail (a.s.) geldi ve Resûl-i Zîşan Efendimizi Mescid-i Haram'dan*** alıp Burak ile Mescid-i Aksâ'ya**** götürdü. Oradan da, gökyüzündeki harika icraat ve Cenâb-ı Hakkın kudretine delalet eden âyet ve alâmetlerin birer birer gösterilmesi için, semavata çıkarıldı. Sema tabakalarında bulunan bütün peygamberlerle görüştürüldü. Oradan da "imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan" makama çıktı. Kendilerine bir çok acib ve garip şeyler temaşa ettirildi. Ve bilemeyeceğimiz, anlayamayacağımız bir şekilde mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hakkın bizzat kelamını işitti ve Cemal-i Pâkini müşahede etti. Aynı gece hâne-i saâdetine geldi.
Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlünün zâtıyla ilgili bu mûcizesini Kur'ân-ı Azimüşşan'ında bize şöyle haber verir:
"Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir." 313
Bu âyet-i kerime aynı zamanda İsra ve Mirâc mûcizesinin hikmetini de beyan etmektedir. O da, Resûl-i Kibriya Efendimize, Cenâb-ı Hakkın kudretine delâlet eden harikaların gösterilmesidir.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Sözler isimli eserinin Mi'râc-ı Nebeviye'ye dâir kısmında şöyle der:
"Mi'râc meselesi, erkan-ı îmâniyenin usûlünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkan-ı îmâniyenin nurlarından meded alan bir nurdur. Erkan-ı îmâniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilemez. Çünkü, Allah'ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücûdunu inkâr eden adamlara Mirâc'dan bahsedilmez. Evvelâ, o erkânı ispat etmek lâzım geliyor" (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.514)
Aynı eserde "Hikmet-i Mirâc nedir?" suâline de şu cevabı vererek, bu büyük hâdisenin hikmetlerini şöylece izah eder:
"Mirâcın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve lâtiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bazı işaretlerle, hakikatları bilinmezse de vücutları bildirilebilir. Şöyle ki:
Şu kâinatın Hâlikı, şu kesret tabakâtında nur-u Vahdetini ve tecelli-i Ehaddiyetini göstermek için, kesret tabakâtının müntehasından tâ mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Mirâc ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat hesabına, kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, makâsıd-ı İlâhiyyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile, âyine-i mahlûkatında cemâl-i san'atını, kemâl-i Rubûbiyyetini müşahede etmek ve ettirmektir. Hem Sâni-i âlemin; âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihidir. Yâni bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnûatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuâtını sever, çünkü masnuâtının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuât içinde en sevimli ve en âli, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âli, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde câmüyyet itibariyle en sevimli insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamiyle inkişaf eden, bütün masnûatta münteşir ve mütecelli, kemâlâtın nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir... İşte: Sâni-i mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün envaını; bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ı cemâlini, Ehaddiyet sırrıyla göstermek için şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-ı esasiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde'i evvel olan çekirdekten tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mirâc ile, o Ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü'yet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmiyle taltif edip fermaniyle tavzif etmektir..."
Şimdi şu hikmet-i âliyyeye bakmak için "iki temsil" dürbünü ile tarassud edeceğiz.
"Birinci temsil: Nasılki bir sultan-ı zîşânın, pek çok hazineleri ve o hazinelerde pek çok cevahirlerin envâı bulunsa, hem sanayi-i garîbede çok mehareti olsa ve hesapsız fünun-u acîbeye mârifeti, ihâtası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bedîaya, ilim ve ıttılâı olsa... her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca: Elbette o sultan-ı zîfünûn dahi, bir meşher açmak ister ki; içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzârına saltanatının haşmetini, hem servetinin şa'şaasını, hem kendi san'atının harikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhar edip göstersin; tâ cemâl ve kemâl-i mânevîsini, iki vecihle müşâhede etsin. Bir veçhi: Bizzat nazar-ı dekaik-âşinasiyle görsün. Diğeri: Gayrın nazariyle baksın. Ve şu hikmete binaen elbette, cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmağa başlar. Şâhâne bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaâtiyle süslendirip, kendi dest-i san'atının en güzel, en lâtif san'atlariyle zinetlendirir. Fünûn ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu'cizekâraneleriyle donatır; tekmil eder. Sonra ni'metlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafet-i âmme ihzâr eder. Sonra, raiyyetine kendi kemâlâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete dâvet eder. Sonra birisini yâver-i ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya dâvet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acip san'atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemâlâtının madeni olan mübârek zâtını ona göstermekle ve huzuriyle onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemalâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tâyin eder, gönderir. Tâ o sarayın Sâniini o sarayın müştemilâtiyle, nukuşiyle acâibiyle ahâliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san'atlarının işâretlerini öğretip-derûnundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve saray sahibinin kemalâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler?-o saraya girenlere târif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmiyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merâsimini tarif etsin..."
Aynen öyle de: "Velillâhi meselü'l-a'lâ," Ezel, Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki: Şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki; her bir mevcud, pek çok dillerle Onun kemâlâtını zikreder. Pek çok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının her bir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve her bir unvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letâif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatiyle gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki: Bütün fünûn, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem'den beri mutalâa ediyor. Halbuki o kitap, esmâ ve kemalât-ı İlâhiyyeye dair ifade ettiği mânaların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mi'şarını daha okuyamamış. İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemalât ve Cemâl-i mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sâni-i Zülkemâl'in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zişuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin mânâsını birisine bildirsin. O saraydaki acâibin menba'larını ve netâicinin mahzenleri olan avâlim-i ulviyyede birisine gezdirsin. Ve bütün onların fevkına çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibâdına, bir muâllim ve saltanat-ı Rubûbiyyetine bir dellâl ve marziyyat-ı İlâhiyyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekvîniyyesine bir müfessir gibi, çok vazifeler ile tavzif etsin. Mûcizat nişanlariyle imtiyazını göstersin. Kurân gibi bir ferman ile o şahsı, Zât-ı Zülcelâlin has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin..."
İşte Mirâc'ın pek çok hikmetlerinden şu temsil dürbünüyle bir-ikisini nümune olarak gösterdik. Sairlerini kıyas edebilirsin... "
İkinci Temsil:
"Nasıl ki bir zât-ı zîfünûn, mu'ciznüma bir kitabı te'lif edip yazsa... öyle bir kitap ki, her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her satırında yüz sahife kadar latif mânalar, her bir kelimesinde yüz satır kadar hakikatlar, her harfinde yüz kelime kadar mânâlar bulunsa; bütün o kitabın maânî ve hakaikları, o kâtib-i mu'ciznümânın kemalât-ı mâneviyyesine baksa, işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez... Her halde o kitabı, bâzılara ders verecek. Tâ o kıymettar kitap, mânasız kalıp, beyhude olmasın. Onun gizli kemalâtı zâhir olup, kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb kitabı bütün meânisiyle, hakaikıyle ders verecek birisini, en birinci sahifeden tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir. "
Aynen öyle de: Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemâlini ve hakaik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esmâ ve sıfatını bildirir; ifade eder. Elbette bir kitabın mânası bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus böyle her bir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu, en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu, ve küllî hakaikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lazımdır. Yani, birinci sahifesi olan tabakatı kesretin en nihayetinden tut, ta münteha sahifesi olan daire-i ehadiyyete kadar bir seyeran ettirmek gerekiyor… İşte şu temsil ile Miracın ulvi hikmetlerine bir derece bakabilirsin." (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s.536-539)
 
Üst Alt