- Konum
- ىαкαяyλ
-
- Üyelik Tarihi
- 27 Kas 2009
-
- Mesajlar
- 24,120
-
- MFC Puanı
- 79
Özgün bir tarih kuramcısı, kültür, siyaset, felsefecisi ve toplumbilimci olan İbni Haldun, tarihsel olayları toplumsal, etnik, kültürel, siyasal, ekonomik, hatta coğrafi ve biyolojik koşullarla bağlantıları içinde değerlendiren ilk düşünürdür. Birçok bilim adamı, tarih felsefesinin ve sosyolojinin çağdaş anlamda birer bilim olarak ortaya çıkmasını İbni Haldunla başlatmışlardır. İbni Haldunun başka bir özelliği de İslam dünyasında bilimsel ve düşünsel durgunluğun yaşandığı bir dönemde gözlemci ve eleştirici bir düşünür olmasıdır.
Bilim ve siyaset yolunda bir yaşam.
1 ramazan 732de (27 mayıs 1332) Tunusta doğdu. Asıl adı Abdurrahman, babasının adı Muhammeddir. Genellikle dedesi Haldunun adıyla İbni Haldun (Haldun oğlu) diye tanınmıştır. Güney Arabistanın Hadramut yöresinden, önce İspanyaya, oradan da Kuzey Afrikaya göçerek Tunusa yerleşmiş; bilim, düşünce, edebiyat ve siyasetle yakından ilgilenmiş olan eski ve soylu bir ailenin çocuğudur. İlk öğreniminden sonra aydın bir kişi olan babasının yakın ilgisi sayesinde seçkin hocalardan fıkıh, hadis, tefsir, akaid, mantık, felsefe, matematik, tabiat bilimleri, dil bilimleri, şiir, edebiyat gibi dinsel ve din dışı alanlarda çok iyi bir öğrenim gördü. 1348de çıkan bir veba salgınında anne ve babasıyla hocalarından çoğunu kaybetti.
Yirmi yaşındayken, Tunusun yönetimini elinde bulunduran Beni Hafs hanedanından Sultan Ebu lshakın kâtipliğine getirilmesiyle İbni Haldunun çalkantılı siyasal yaşamı başlamış oldu. Bunu, Biskra, Fas, Gırnata, Bicaye, Tlemsen gibi merkezlerdeki benzer görevleri izledi. Bir ara Fas Emin Ebu İnan onu bilim meclisine kabul etti. Bu görevdeyken siyasal bir nedenle hapsedildi. İki yıl sonra yönetime getirilen Ebu Salim onu önce sırkatibi, ardından da «mezalim» dairesi başkanı yaptı. 1362de İspanyaya geçerek eski bir dostu olan Gırnata Emiri Ebu Abdullah Muhammedin hizmetine girdi. Bir yıl sonra emir onu Castilla Kralı Zalim Pedro nezdinde elçi olarak görevlendirdi. Bir süre sonra Gırnata emirinden izin alarak Kuzey Afrikaya dönen İbni Haldun, Bicayede, çok istediği haciplik (başvezirlik) mak***** kavuştu; bu arada bir yandan da öğretim faaliyetlerini sürdürdü.
1366daki yönetim değişikliği üzerine görevden ayrılarak kabileler arasında dolaşmaya başladı; muhtemelen, yazımını tasarladığı Mukaddime için veriler toplamak üzere, Bedevi yaşam tarzını inceledi. Bu arada, zaman zaman siyasal nedenlerle güçlükler yaşadı ve sonunda İspanyaya dönmek zorunda kaldı (1374). Sürtüşmelerle dolu siyasal geçmişi nedeniyle İspanyadan da çıkarıldı. Yeniden Kuzey Afrikaya döndüğünde çaresizlik içindeyken, geçmişte araları pek de iyi gitmeyen Tlemsen Sultanı Ebu Hammunun önerisini kabul ederek kabileler arasında onun propagandasını yapmak zorunda kaldı.
Siyasal çalkantılardan bıkan İbni Haldun, Ebu Hammunun iznini alarak İbni Selame denilen bir kaleye yerleşti ve kendisini tümüyle bilimsel çalışmalara verdi. Ünlü eseri Mukaddime yi 1374te burada tamamladı. Ardından, dört yıl içinde el- İber adlı yedi ciltlik tarih kitabının müsveddesini hazırladı. Bu son çalışmanın, eskiden incelediği kaynaklarını bir kez daha gözden geçirmek düşüncesiyle 1378de Tunusa gitti. Buradaki çalışmaları sırasında dersler de verdi. Siyasal geçmişi Tunusta da kendisini rahat bırakmayınca 1382de Mısıra gitmek zorunda kaldı. Kahirede, başta Sultan Berkuk olmak üzere, ileri gelenlerin geniş ilgisini gördü. Kahire medresesine müderris olarak atandı. Burada verdiği ilk dersiyle, devlet adamlarının da içinde bulunduğu izleyicilerini adeta büyüledi. Kadılık görevine getirildi ve bu görevdeki adaleti, yansızlığı ve yürekli tutumu nedeniyle beş kez görevden alındı ve yeniden atandı. Bu arada Hicaz, Kudüs ve Suriyeye gitti. Bu son gezisi sırasında, Suriyeyi ele geçiren Timurla görüştü. lbni Haldundan çok etkilenen Timur onu yanında alıkoymak istediyse de, İbni Haldun bu isteği reddederek çok sevdiği ve hayatının en huzurlu günlerini geçirdiği Kahireye döndü. Bilim ve siyasetin verdiği iki kat yorgunlukla geçen hayatı 303/1406da Kahirede sona erdi.
Tarih felsefesi
İbni Haldunun tarihçiliğinin iki temel yönü vardır:
Bir yönüyle, tarihin kaynaklarını, tarihsel verilen, yazılı belgeleri, nakil ve rivayetleri eleştiri süzgecinden geçirir; tarihsel olaylarını mantıksal bir kadro içinde düşünür. Böylece, onda tarih, geçmişte anlaşıldığının tersine, olguların yalnızca anlatımı değil, aynı zamanda anlatılanların doğruluk derecelerini saptama yöntemi haline gelir. İbni Haldun, «hikmet ölçüsü» diye adlandırdığı bu yönteme göre yanlışlığını saptadığı eski tarihlerden örnekler de vermiştir. Sözgelimi, Mesudi adlı Arap tarihçisi İsrailoğullarının bir savaşta 600 000 asker topladıklarını yazar. Oysa İsrailoğullarının toplam nüfus sayısının azlığı, ülkelerinin dar oluşu, savaşın yapıldığı alanın kapsayabileceği insan sayısının sınırlı oluşu vb ölçüler dikkate alındığında Mesudinin kaydettiği bu rakamın oldukça abartmalı olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Kaldı ki, Müslümanlara karşı Kadisiyede ölüm kalım savaşı veren İran gibi o dönemin oldukça büyük bir ülkesi bile ancak 120 000 asker donatabilmiş, 200 000 de yedek toplayabilmiştir.
İbni Haldun tarihsel olaylarla ilgili nedensellik ilkesi üzerinde de önemle durur; bu olayların hangi tarihsel yasalar çerçevesinde geliştiğini araştırır. Bu bakımdan tarihi, bir olaylar yığını değil, olaylar düzeni olarak algılar ve böylece bu bilimi, geçmiş olayların kuru öyküsü olmaktan kurtarıp bir «ilim» düzeyine çıkarır. Ayrıca nedensellik ilkesi tarihçiyi, geçmişteki olayların toplumsal, siyasal, coğrafi, etnik, kültürel vb etkenlerini de inceleme ye götürür. Bizzat İbni Haldun, tarih biliminden bunu anlamış ve dev yapıtı Mukaddimede başarıyla uygulamıştır. Sıradan olayların anlatımından öre «tarih fenni» veya bilimi, olayların «dış»ıyla (zahir) yerinmez; «iç» yüzüne (bütın) de bakar, Böylece «siya serin temelleri, uygarlığın (ümran) doğası, insani topluluğun türlü durumları,tarih incelemelerinde vazgeçilmez birer öğe olarak büyük önem kazanır. İbni Haldun, tarihçiliği eski dönemlerin felsefe tanımıyla« eşyanın gerçeklerini bilme, kavrama» olarak anlar. Kendisinden önceki tarihçileri, tarihin bu «bâtın» yanını görememiş olmakla suçlar ve onların hangi noktalarda yanlışlar yaptıklarını örnekleriyle anlatır.
Bilginimiz, ilk kez kendisinin «çok soylu ve çok değerli» bir tarih bilimi başlattığını söyleyerek övünmüş ve bunun kendisine bir Tanrı vergisi olduğunu ima etmiştir. Ancak, yeri geldikçe yetersizliğini belirterek okuyucusunun kendisini eleştirmesini, verdiği yanlış bilgiler varsa bunları düzeltmesini isteme erdemini de göstermiştir. Yer yer eski tarihçileri suçlarken, bazen de «eski kültür çağlarından bize ulaşmayan eserler ulaşanlardan daha çok olduğuna ve insan soyunun yetiştirdiği düşünürlerin sayısı oldukça kabarık bulunduğuna göre» bu konuda «geçmişi suçlamanın doğru olmayacağını» belirtmiştir.
Toplumbilim
İbni Haldun toplumbiliminin yeterince kavranabilmesi ve öz günlüğünün saptanabilmesi için, bu alandaki temel kavramlarından ikisi üzerinde özellikle durulması yeterli olacaktır:
Umran. İbni Haldun «umran» terimine, yerine göre az çok değişik anlamlar yüklemiştir. Bir tanıma göre umran «gereksinimlerin karşılanması ve kaynaşmanın sağlanması amacıyla insanların köylerde ve kentlerde toplanmaları» olgusudur Başka bir deyişle umran, geçinmek için yardımlaşmak zorunda olan insanların bir yerde toplanarak orayı «mamur etmeleri», şenlendirmeleridir. İkinci bir tanımda umran yalnızca «insansal topluluk» (insan? ictima) biçiminde iki kelimeyle açıklanarak yerleşme unsuru tanımın dışında tutulmuştur. Bu tanıma uygun olarak Ibni Haldun, umranı «hazeri umran» (yerleşik uygarlık) ve «bedevi umran» (göçebe uygarlık) diye ikiye ayırmıştır.
lbni Haldunun «umran ilmi»nin çağdaş sosyolojide hangi te dinle karşılanması gerektiği sorusu yeterince aydınlatılamamış; bu terime sosyoloji, tarih felsefesi, uygarlık bilimi, kültür bilimi gibi değişik karşılıklar önerilmiştir. Öyle görülüyor ki «umran ilmi», yerine göre tüm bu karşılıkları birlikte kapsayacak genişlikte olmakla birlikte, «umran sözcüğünün köküne ve Mukaddimedeki yaygın kullanılış biçimine bakarak bunu «uygarlık bilimi» diye anlamak doğruya en yakın olanıdır.
Uygarlık biliminin konusu temelde «insansal topluluk»tur. Düşünüre göre nasıl ki maddenin kendine özgü bir doğası varsa, insansal topluluğun da ayırıcı ve süreklilik taşıyan bir doğası vardır. Fizik ve kimya gibi bilimlerin maddenin doğasını, onda olup biten olayları ve bu olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisini incelemesi gibi uygarlık bilimi de toplumların doğasını, toplumsal olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkilerini araştırır ve yasalarını saptar. İbni Haldunun, bu görüşleriyle, toplumsal olaylarda tam bir determinist olduğu anlaşılmaktadır.
Asabiyet. Terimin İslam öncesi dönemde taşıdığı «kabilecilik, ırkçılık» anlamı dolayısıyla İslam kültüründe asabiyet sürekli olumsuz ve itici bir kavram olarak görülmüş; özellikle Hz. Muhammedin, bu anlamdaki asabiyeti kesin bir dille yermesi ve reddetmesi nedeniyle Müslüman bilginler ve daha çok da ahlakçılar asabiyeti bir erdemsizlik olarak değerlendirmişlerdir. İlk kez İbni Haldun, bu sözcüğe olumlu anlamlar yükleyerek ona kendi tarih ve devlet felsefesinde büyük ağırlık vermiştir, Ancak o, asabiyet teriminin kendi felsefesinde içerdiği anlamı açıkça gösteren tam bir tanımını vermemiştir. Bu yüzden çeşitli araştırmacılar, asabiyet teriminin Mukaddimede dayanışma ruhu, cemaat ruhu, grup duygusu, kabilecilik, kan bağı, toplumsal dayanışma gibi kavramlardan biri ya da birkaçı için kullanıldığını belirtmişlerdir. Bununla birlikte İbni Haldun, asabiyeti, dar anlamda «savunma» (müdafaa) ya da «saldırı» (mutalebe) amacına yönelik mücadele enerjisi sağlayan toplumsal bilinç şeklinde anlamaktaysa da, Mukaddimenin, bu konuyu işleyen ilk bölümlerinden anlaşıldığına göre asabiyeti, ırksal bağlarıyla da coğrafi, siyasal veya dinsel nedenlerin doğurduğu binlik ve dayanışma ruhu olarak incelemiştir. Bu nedenle asabiyeti şu ya da bu dönemdeki, çevredeki uygulanış seçimine göre değil, doğrudan doğruya insanoğlunun doğal bir özelliği ve en küçük toplumsal birliklerden en büyük devletle- re kadar bütün toplulukların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında ro lü bulunan bir kitle enerjisi olarak algılamakta; öfke duygusu, cin sel istekler vb öteki biyolojik ve psikolojik yetiler gibi asabiyet duygusunun da olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğurabilecek yönlerinin bulunduğunu söylemektedir.
Düşünüre göre Hz, Muhammedin yerdiği asabiyet, haksız ve yanlış uygulamalarla ortaya çıkan «cahiliye (İslam öncesi) dönemi asabiyeti»dir. Buna karşılık asabiyetin doğru amaçlara ve Tanrının buyruğunu gerçekleştirmeye hizmet yolunda kullanılması da mümkündür. Aslında devletler gibi «dinler ve şeriatlar» bile asabiyet desteğiyle kurulur, gelişir bu destekten yoksun kalınca da yıkılırlar. Asabiyet en ilkel şekliyle beşerin doğasında bulunan saldırı ve düşmanlık eğilimlerine karşı yine aynı doğadan gelen, akraba vb yakınlara acıma duygusunun doğurduğu dayanışma eğilimidir. Gerçekte soy birliğinden başka bir deyişle organik yakınlıktan kaynaklanan, dolayısıyla en ileri derecesiyle ilkel (bedevi) topluluklarda bulunan asabiyet toplumların yerleşik ve uygar (hazeri) yaşama geçmeleri oranında gücünü kaybeden Çünkü bu durumda çeşidi nesepler arasında homojenliğin zayıflaması ve giderek ortadan kalkması soy birliğini olumsuz yönde etkileyecektir, Nitekim en güçlü asabiyet, birbirine en yakın akrabaya (en-nesebül-hassa) arasında bulunur ve nesep uzak akrabaya (en-nesebül-âmme) yayıldıkça asabiyet de zayıflar. İbni Haldun kendi dönemine kadar İslam kültür ve uygarlığının egemen olduğu ülkelerdeki hanedan, kabile ve ulusların tarihi üzerinde yaptığı objektif inceleme ve tahlilleri sonucunda ilkel yaşamdan uygar yaşama; aile, aşiret, kabile birliklerinden devlet yapısına; kaba kuvvet döneminden hukuk devletine geçişin her aşamasında rol oynayan temel faktörün asabiyet dinamizmi olduğu sonucuna varmaktadır.
İbni Haldunun tarih ve devlet felsefesinin bu şekilde bir asabi yet diyalektiğine dayandığı kesindir. Öyle ki> ona göre, her yeni düşünce ve inanca karşı insanların doğasında bulunan olumsuz tepki gösterme eğilimi, zora başvurma biçiminde eyleme dönüşme isti dadındadır. Dolayısıyla bir egemenliğin, hatta peygamberlik veya herhangi bir ideolojinin başarıya ulaşması> öncelikle asabiyet ruhunun gücüne bağlıdır. Bu güce duyulan gereksinim bakımından peygamberle dinsel bir mesaj taşımayan başka egemenlikler arasındaki fark yoktur. Nitekim Hz. Muhammedin «Allah, kavminin himayesinden destek almayan hiçbir peygamber göndermemiştir» anlamındaki sözü de bu gerçeği vurgulamaktadır. Böylece, düşünce tarihinde, siyasal egemenlikle toplum psikolojisi, toplumdaki birlik ve dayanışma dinamiği arasındaki etkili ilişkiyi ilk kez gören bilim adamı İbni Haldun olmuştur.
Bilim ve siyaset yolunda bir yaşam.
1 ramazan 732de (27 mayıs 1332) Tunusta doğdu. Asıl adı Abdurrahman, babasının adı Muhammeddir. Genellikle dedesi Haldunun adıyla İbni Haldun (Haldun oğlu) diye tanınmıştır. Güney Arabistanın Hadramut yöresinden, önce İspanyaya, oradan da Kuzey Afrikaya göçerek Tunusa yerleşmiş; bilim, düşünce, edebiyat ve siyasetle yakından ilgilenmiş olan eski ve soylu bir ailenin çocuğudur. İlk öğreniminden sonra aydın bir kişi olan babasının yakın ilgisi sayesinde seçkin hocalardan fıkıh, hadis, tefsir, akaid, mantık, felsefe, matematik, tabiat bilimleri, dil bilimleri, şiir, edebiyat gibi dinsel ve din dışı alanlarda çok iyi bir öğrenim gördü. 1348de çıkan bir veba salgınında anne ve babasıyla hocalarından çoğunu kaybetti.
Yirmi yaşındayken, Tunusun yönetimini elinde bulunduran Beni Hafs hanedanından Sultan Ebu lshakın kâtipliğine getirilmesiyle İbni Haldunun çalkantılı siyasal yaşamı başlamış oldu. Bunu, Biskra, Fas, Gırnata, Bicaye, Tlemsen gibi merkezlerdeki benzer görevleri izledi. Bir ara Fas Emin Ebu İnan onu bilim meclisine kabul etti. Bu görevdeyken siyasal bir nedenle hapsedildi. İki yıl sonra yönetime getirilen Ebu Salim onu önce sırkatibi, ardından da «mezalim» dairesi başkanı yaptı. 1362de İspanyaya geçerek eski bir dostu olan Gırnata Emiri Ebu Abdullah Muhammedin hizmetine girdi. Bir yıl sonra emir onu Castilla Kralı Zalim Pedro nezdinde elçi olarak görevlendirdi. Bir süre sonra Gırnata emirinden izin alarak Kuzey Afrikaya dönen İbni Haldun, Bicayede, çok istediği haciplik (başvezirlik) mak***** kavuştu; bu arada bir yandan da öğretim faaliyetlerini sürdürdü.
1366daki yönetim değişikliği üzerine görevden ayrılarak kabileler arasında dolaşmaya başladı; muhtemelen, yazımını tasarladığı Mukaddime için veriler toplamak üzere, Bedevi yaşam tarzını inceledi. Bu arada, zaman zaman siyasal nedenlerle güçlükler yaşadı ve sonunda İspanyaya dönmek zorunda kaldı (1374). Sürtüşmelerle dolu siyasal geçmişi nedeniyle İspanyadan da çıkarıldı. Yeniden Kuzey Afrikaya döndüğünde çaresizlik içindeyken, geçmişte araları pek de iyi gitmeyen Tlemsen Sultanı Ebu Hammunun önerisini kabul ederek kabileler arasında onun propagandasını yapmak zorunda kaldı.
Siyasal çalkantılardan bıkan İbni Haldun, Ebu Hammunun iznini alarak İbni Selame denilen bir kaleye yerleşti ve kendisini tümüyle bilimsel çalışmalara verdi. Ünlü eseri Mukaddime yi 1374te burada tamamladı. Ardından, dört yıl içinde el- İber adlı yedi ciltlik tarih kitabının müsveddesini hazırladı. Bu son çalışmanın, eskiden incelediği kaynaklarını bir kez daha gözden geçirmek düşüncesiyle 1378de Tunusa gitti. Buradaki çalışmaları sırasında dersler de verdi. Siyasal geçmişi Tunusta da kendisini rahat bırakmayınca 1382de Mısıra gitmek zorunda kaldı. Kahirede, başta Sultan Berkuk olmak üzere, ileri gelenlerin geniş ilgisini gördü. Kahire medresesine müderris olarak atandı. Burada verdiği ilk dersiyle, devlet adamlarının da içinde bulunduğu izleyicilerini adeta büyüledi. Kadılık görevine getirildi ve bu görevdeki adaleti, yansızlığı ve yürekli tutumu nedeniyle beş kez görevden alındı ve yeniden atandı. Bu arada Hicaz, Kudüs ve Suriyeye gitti. Bu son gezisi sırasında, Suriyeyi ele geçiren Timurla görüştü. lbni Haldundan çok etkilenen Timur onu yanında alıkoymak istediyse de, İbni Haldun bu isteği reddederek çok sevdiği ve hayatının en huzurlu günlerini geçirdiği Kahireye döndü. Bilim ve siyasetin verdiği iki kat yorgunlukla geçen hayatı 303/1406da Kahirede sona erdi.
Tarih felsefesi
İbni Haldunun tarihçiliğinin iki temel yönü vardır:
Bir yönüyle, tarihin kaynaklarını, tarihsel verilen, yazılı belgeleri, nakil ve rivayetleri eleştiri süzgecinden geçirir; tarihsel olaylarını mantıksal bir kadro içinde düşünür. Böylece, onda tarih, geçmişte anlaşıldığının tersine, olguların yalnızca anlatımı değil, aynı zamanda anlatılanların doğruluk derecelerini saptama yöntemi haline gelir. İbni Haldun, «hikmet ölçüsü» diye adlandırdığı bu yönteme göre yanlışlığını saptadığı eski tarihlerden örnekler de vermiştir. Sözgelimi, Mesudi adlı Arap tarihçisi İsrailoğullarının bir savaşta 600 000 asker topladıklarını yazar. Oysa İsrailoğullarının toplam nüfus sayısının azlığı, ülkelerinin dar oluşu, savaşın yapıldığı alanın kapsayabileceği insan sayısının sınırlı oluşu vb ölçüler dikkate alındığında Mesudinin kaydettiği bu rakamın oldukça abartmalı olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Kaldı ki, Müslümanlara karşı Kadisiyede ölüm kalım savaşı veren İran gibi o dönemin oldukça büyük bir ülkesi bile ancak 120 000 asker donatabilmiş, 200 000 de yedek toplayabilmiştir.
İbni Haldun tarihsel olaylarla ilgili nedensellik ilkesi üzerinde de önemle durur; bu olayların hangi tarihsel yasalar çerçevesinde geliştiğini araştırır. Bu bakımdan tarihi, bir olaylar yığını değil, olaylar düzeni olarak algılar ve böylece bu bilimi, geçmiş olayların kuru öyküsü olmaktan kurtarıp bir «ilim» düzeyine çıkarır. Ayrıca nedensellik ilkesi tarihçiyi, geçmişteki olayların toplumsal, siyasal, coğrafi, etnik, kültürel vb etkenlerini de inceleme ye götürür. Bizzat İbni Haldun, tarih biliminden bunu anlamış ve dev yapıtı Mukaddimede başarıyla uygulamıştır. Sıradan olayların anlatımından öre «tarih fenni» veya bilimi, olayların «dış»ıyla (zahir) yerinmez; «iç» yüzüne (bütın) de bakar, Böylece «siya serin temelleri, uygarlığın (ümran) doğası, insani topluluğun türlü durumları,tarih incelemelerinde vazgeçilmez birer öğe olarak büyük önem kazanır. İbni Haldun, tarihçiliği eski dönemlerin felsefe tanımıyla« eşyanın gerçeklerini bilme, kavrama» olarak anlar. Kendisinden önceki tarihçileri, tarihin bu «bâtın» yanını görememiş olmakla suçlar ve onların hangi noktalarda yanlışlar yaptıklarını örnekleriyle anlatır.
Bilginimiz, ilk kez kendisinin «çok soylu ve çok değerli» bir tarih bilimi başlattığını söyleyerek övünmüş ve bunun kendisine bir Tanrı vergisi olduğunu ima etmiştir. Ancak, yeri geldikçe yetersizliğini belirterek okuyucusunun kendisini eleştirmesini, verdiği yanlış bilgiler varsa bunları düzeltmesini isteme erdemini de göstermiştir. Yer yer eski tarihçileri suçlarken, bazen de «eski kültür çağlarından bize ulaşmayan eserler ulaşanlardan daha çok olduğuna ve insan soyunun yetiştirdiği düşünürlerin sayısı oldukça kabarık bulunduğuna göre» bu konuda «geçmişi suçlamanın doğru olmayacağını» belirtmiştir.
Toplumbilim
İbni Haldun toplumbiliminin yeterince kavranabilmesi ve öz günlüğünün saptanabilmesi için, bu alandaki temel kavramlarından ikisi üzerinde özellikle durulması yeterli olacaktır:
Umran. İbni Haldun «umran» terimine, yerine göre az çok değişik anlamlar yüklemiştir. Bir tanıma göre umran «gereksinimlerin karşılanması ve kaynaşmanın sağlanması amacıyla insanların köylerde ve kentlerde toplanmaları» olgusudur Başka bir deyişle umran, geçinmek için yardımlaşmak zorunda olan insanların bir yerde toplanarak orayı «mamur etmeleri», şenlendirmeleridir. İkinci bir tanımda umran yalnızca «insansal topluluk» (insan? ictima) biçiminde iki kelimeyle açıklanarak yerleşme unsuru tanımın dışında tutulmuştur. Bu tanıma uygun olarak Ibni Haldun, umranı «hazeri umran» (yerleşik uygarlık) ve «bedevi umran» (göçebe uygarlık) diye ikiye ayırmıştır.
lbni Haldunun «umran ilmi»nin çağdaş sosyolojide hangi te dinle karşılanması gerektiği sorusu yeterince aydınlatılamamış; bu terime sosyoloji, tarih felsefesi, uygarlık bilimi, kültür bilimi gibi değişik karşılıklar önerilmiştir. Öyle görülüyor ki «umran ilmi», yerine göre tüm bu karşılıkları birlikte kapsayacak genişlikte olmakla birlikte, «umran sözcüğünün köküne ve Mukaddimedeki yaygın kullanılış biçimine bakarak bunu «uygarlık bilimi» diye anlamak doğruya en yakın olanıdır.
Uygarlık biliminin konusu temelde «insansal topluluk»tur. Düşünüre göre nasıl ki maddenin kendine özgü bir doğası varsa, insansal topluluğun da ayırıcı ve süreklilik taşıyan bir doğası vardır. Fizik ve kimya gibi bilimlerin maddenin doğasını, onda olup biten olayları ve bu olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisini incelemesi gibi uygarlık bilimi de toplumların doğasını, toplumsal olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkilerini araştırır ve yasalarını saptar. İbni Haldunun, bu görüşleriyle, toplumsal olaylarda tam bir determinist olduğu anlaşılmaktadır.
Asabiyet. Terimin İslam öncesi dönemde taşıdığı «kabilecilik, ırkçılık» anlamı dolayısıyla İslam kültüründe asabiyet sürekli olumsuz ve itici bir kavram olarak görülmüş; özellikle Hz. Muhammedin, bu anlamdaki asabiyeti kesin bir dille yermesi ve reddetmesi nedeniyle Müslüman bilginler ve daha çok da ahlakçılar asabiyeti bir erdemsizlik olarak değerlendirmişlerdir. İlk kez İbni Haldun, bu sözcüğe olumlu anlamlar yükleyerek ona kendi tarih ve devlet felsefesinde büyük ağırlık vermiştir, Ancak o, asabiyet teriminin kendi felsefesinde içerdiği anlamı açıkça gösteren tam bir tanımını vermemiştir. Bu yüzden çeşitli araştırmacılar, asabiyet teriminin Mukaddimede dayanışma ruhu, cemaat ruhu, grup duygusu, kabilecilik, kan bağı, toplumsal dayanışma gibi kavramlardan biri ya da birkaçı için kullanıldığını belirtmişlerdir. Bununla birlikte İbni Haldun, asabiyeti, dar anlamda «savunma» (müdafaa) ya da «saldırı» (mutalebe) amacına yönelik mücadele enerjisi sağlayan toplumsal bilinç şeklinde anlamaktaysa da, Mukaddimenin, bu konuyu işleyen ilk bölümlerinden anlaşıldığına göre asabiyeti, ırksal bağlarıyla da coğrafi, siyasal veya dinsel nedenlerin doğurduğu binlik ve dayanışma ruhu olarak incelemiştir. Bu nedenle asabiyeti şu ya da bu dönemdeki, çevredeki uygulanış seçimine göre değil, doğrudan doğruya insanoğlunun doğal bir özelliği ve en küçük toplumsal birliklerden en büyük devletle- re kadar bütün toplulukların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında ro lü bulunan bir kitle enerjisi olarak algılamakta; öfke duygusu, cin sel istekler vb öteki biyolojik ve psikolojik yetiler gibi asabiyet duygusunun da olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğurabilecek yönlerinin bulunduğunu söylemektedir.
Düşünüre göre Hz, Muhammedin yerdiği asabiyet, haksız ve yanlış uygulamalarla ortaya çıkan «cahiliye (İslam öncesi) dönemi asabiyeti»dir. Buna karşılık asabiyetin doğru amaçlara ve Tanrının buyruğunu gerçekleştirmeye hizmet yolunda kullanılması da mümkündür. Aslında devletler gibi «dinler ve şeriatlar» bile asabiyet desteğiyle kurulur, gelişir bu destekten yoksun kalınca da yıkılırlar. Asabiyet en ilkel şekliyle beşerin doğasında bulunan saldırı ve düşmanlık eğilimlerine karşı yine aynı doğadan gelen, akraba vb yakınlara acıma duygusunun doğurduğu dayanışma eğilimidir. Gerçekte soy birliğinden başka bir deyişle organik yakınlıktan kaynaklanan, dolayısıyla en ileri derecesiyle ilkel (bedevi) topluluklarda bulunan asabiyet toplumların yerleşik ve uygar (hazeri) yaşama geçmeleri oranında gücünü kaybeden Çünkü bu durumda çeşidi nesepler arasında homojenliğin zayıflaması ve giderek ortadan kalkması soy birliğini olumsuz yönde etkileyecektir, Nitekim en güçlü asabiyet, birbirine en yakın akrabaya (en-nesebül-hassa) arasında bulunur ve nesep uzak akrabaya (en-nesebül-âmme) yayıldıkça asabiyet de zayıflar. İbni Haldun kendi dönemine kadar İslam kültür ve uygarlığının egemen olduğu ülkelerdeki hanedan, kabile ve ulusların tarihi üzerinde yaptığı objektif inceleme ve tahlilleri sonucunda ilkel yaşamdan uygar yaşama; aile, aşiret, kabile birliklerinden devlet yapısına; kaba kuvvet döneminden hukuk devletine geçişin her aşamasında rol oynayan temel faktörün asabiyet dinamizmi olduğu sonucuna varmaktadır.
İbni Haldunun tarih ve devlet felsefesinin bu şekilde bir asabi yet diyalektiğine dayandığı kesindir. Öyle ki> ona göre, her yeni düşünce ve inanca karşı insanların doğasında bulunan olumsuz tepki gösterme eğilimi, zora başvurma biçiminde eyleme dönüşme isti dadındadır. Dolayısıyla bir egemenliğin, hatta peygamberlik veya herhangi bir ideolojinin başarıya ulaşması> öncelikle asabiyet ruhunun gücüne bağlıdır. Bu güce duyulan gereksinim bakımından peygamberle dinsel bir mesaj taşımayan başka egemenlikler arasındaki fark yoktur. Nitekim Hz. Muhammedin «Allah, kavminin himayesinden destek almayan hiçbir peygamber göndermemiştir» anlamındaki sözü de bu gerçeği vurgulamaktadır. Böylece, düşünce tarihinde, siyasal egemenlikle toplum psikolojisi, toplumdaki birlik ve dayanışma dinamiği arasındaki etkili ilişkiyi ilk kez gören bilim adamı İbni Haldun olmuştur.