- Konum
- ىαкαяyλ
-
- Üyelik Tarihi
- 27 Kas 2009
-
- Mesajlar
- 24,120
-
- MFC Puanı
- 79
Hindistan'ın büyük velîlerinden. İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin halîfelerinden ve çocuklarının hocalarındandır. Büyük bir âlim idi. 1630 (H.1040) senesinde bir Perşembe günü elli altı yaşında vefât etti. Kabr-i şerîfi Lâhor'da Meyânî tarafındadır.
Tâhir-i Lâhorî, küçük yaşta memleketindeki âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl etmeğe başladı. Hocalarının verdiği dersleri kısa zamanda eksiksiz olarak yapardı. Çok zekî idi. Derslerini dinleyenler onun ileride büyük bir âlim olacağını söylerlerdi. Genç yaşta, tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerinde âlim oldu. Büyük âlim Mevlânâ Tâhir-i Lâhorî'nin kalbine, tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlıkdan pay almak ve yüksek dereceler sâhibi olmak arzusu, ateşi düştü. Allahü teâlânın nihâyetsiz ihsânı, kalbinde bu yolun zevkini hâsıl edince, kendini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kapısına attı. Senelerce bu kapıda canla-başla çalıştı, hizmet etti. Kendini, dergâhta bulunan talebe arkadaşlarının en aşağısı olarak görürdü. Çok defâ helâların temizliği işinin kendine verilmesini ricâ ederdi. Nefsini terbiye etmek için çok zor riyâzetler ve şiddetli mücâhedeler çekerek, nefsinin istediklerini yapmayıp istemediklerini yapardı. Öyle ki, bir deri bir kemik kalmıştı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Tâhir'i çok sever ona husûsî muâmelede bulunarak ilgi gösterirdi. Oğullarının zâhirî ilimlerde yetişmesi için, Tâhir-i Lâhorî'ye vazife verdi. O da hocasının yüksek oğullarını yetiştirmekte, onlara ilim öğretmekte çok uğraştı. Hattâ hazret-i İmâm'ın oğulları; "Şeyh Tâhir'in bizim üzerimizde o kadar hakkı var ki, ne kadar şükretsek yine azdır. Allahü teâlâ ona bizim tarafımızdan en iyi karşılıklar, hayırlar ihsân etsin!" buyurdular.
Bir gün hazret-i İmâm buyurdular ki: "Muhammed Yahyâ'yı da Şeyh Tâhir'e teslim etmek isterim. Çünkü, ağabeyleri bu hocanın bereketleriyle ilmi ile âmil oluyorlar." İlimde çok yüksek mertebeye sâhib olduğu hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin karşısında edebe mükemmel riâyet ederdi. Hazret-i İmâm'ın, Mevlânâ Muhammed Tâhir üzerindeki heybeti o kadar çoktu ki, yazı ile anlatılamaz.
Bir gün hazret-i İmâm, Mevlânâ Tâhir'e imâm olmasını buyurdu. Mevlânâ'nın yüzünün rengi sarardı. Vücûdu titremeye başladı. Kur'ân-ı kerîmi ezbere bildiği ve derin ilme sâhib olduğu hâlde, hazret-i İmâm'ın heybet ve korkusundan zaman zaman kırâatı boğazında düğümlendi. Bu tâzimi, hürmeti, edebi sâyesinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bakırı altın yapan nazarları ve teveccühleri bereketiyle kemâl ve tekmîl mertebesine ulaştı. Nakşibendiyye yolunda kendisine icâzet verildiği gibi, Kâdiriyye ve Çeştî yolunda da talebe yetiştirmesine izin verildi. Hazret-i İmâm, kendisine icâzetnâme yazıp, tâliblerin terbiyesi, yetiştirilmesi için Lâhor'a gönderdi.
Mevlânâ Tâhir hazretleri, Lâhor'da talebeye faydalı olmakla meşgûl oldu. Lâkin inzivâ ve yalnızlığı seviyordu. Kapıyı herkese açmazdı. Hele zenginlere ve devlet adamlarına hiç açmaz, onlarla görüşmek istemezdi. Ömrünün uzun zamânını bekâr olarak geçirdi. Sonunda, Resûlullah'ın sünnetini yerine getirmek için evlendi. Senede bir yâhut iki senede bir bâzan da senede birkaç defâ hazret-i İmâm'ın huzûruna gider, sohbet ve teveccühlerinin bereketlerinden nasîbini alır, sonra hocalarının izni ile yurduna dönerdi. Bedenen ayrı olduğu zamanlar, hallerini, makamlarını bâzı mektuplarla hazret-i İmâm'a arzederdi.
Bir gün hazret-i İmâm, mel'ûn İblisi görüp; "Benim eshâbımdan kime hükmedemezsin." buyurdukta; "Şeyh Tâhir'e, aç olduğu zaman hükmedemem." dedi. Bunun için Şeyh çok çetin riyâzet ve şiddetli mücâhedeler çekti. Riyâzetin çokluğundan bedeni kurumuş, bir deri bir kemik kalmıştı. Açık keşf ve kerâmetler sâhibiydi.
Tâhir-i Lâhorî'nin, hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gönderdiği, onun yüksek hâllerini anlatan mektuplarından biri şöyledir:
Hizmetçilerinizin en aşağısı Muhammed Tâhir yüksek makâmınıza arz eder: O yüksek kapının eşiğinden ayrılıp bu tarafa doğru yola çıkınca, her adımda kendi kendime; "Ey câhil! Maksûdunu arkada bırakıp da nereye gidiyorsun?" diyordum. Ama ardımdan bir ses; "Yoluna devâm et!" diyordu. Velhâsıl, çeke çeke bu şehre getirdiler. Bir köşede şaşkın şaşkın otururken, âniden Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî hazretlerinin rûhâniyeti zâhir oldu. Emrolduğum işi yapmamı söyledi. Onun ve sizin emrinize uyarak, bir müddet tâliblerle (talebelerle) meşgûl oldum. Bu arada yüksek kâbiliyetli bir genç geldi. Kendisine, meşgûl olması için verdiğim vazife ânında, büyüklere olan muhabbet, onun bütün vücûduna yayıldı. Tepeden tırnağa kendisini huzur ve uyanıklık hâli kapladı. Diğer tâlibler de, huzur ve cemiyyete kavuşuyorlar.
Çekemeyenlerden bâzıları, yüksek mürşidimize, makamlar hakkında, bilhassa Sıddîk-i Ekberin makâmı hakkındaki yazılarınızı söyleyip, kendinden bâzı şeyler ilâve ederek, hazretinize dil uzattılar. Mevlânâ Hâmid, o mektubu, derin âlim Mevlânâ Abdüsselâm'a götürdü. Mevlânâ okuduktan sonra, hiçbir şüphe edilecek yeri olmadığını söyledi ve çok hüsn-i zan gösterdi. Çekemiyenlerin dilleri bağlandı."
1) Zübdet-ül-Makâmât; s.340
2) Hadarât-ül-Kuds; s.319
3) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî; s.324
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.238
Tâhir-i Lâhorî, küçük yaşta memleketindeki âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl etmeğe başladı. Hocalarının verdiği dersleri kısa zamanda eksiksiz olarak yapardı. Çok zekî idi. Derslerini dinleyenler onun ileride büyük bir âlim olacağını söylerlerdi. Genç yaşta, tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerinde âlim oldu. Büyük âlim Mevlânâ Tâhir-i Lâhorî'nin kalbine, tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlıkdan pay almak ve yüksek dereceler sâhibi olmak arzusu, ateşi düştü. Allahü teâlânın nihâyetsiz ihsânı, kalbinde bu yolun zevkini hâsıl edince, kendini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kapısına attı. Senelerce bu kapıda canla-başla çalıştı, hizmet etti. Kendini, dergâhta bulunan talebe arkadaşlarının en aşağısı olarak görürdü. Çok defâ helâların temizliği işinin kendine verilmesini ricâ ederdi. Nefsini terbiye etmek için çok zor riyâzetler ve şiddetli mücâhedeler çekerek, nefsinin istediklerini yapmayıp istemediklerini yapardı. Öyle ki, bir deri bir kemik kalmıştı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Tâhir'i çok sever ona husûsî muâmelede bulunarak ilgi gösterirdi. Oğullarının zâhirî ilimlerde yetişmesi için, Tâhir-i Lâhorî'ye vazife verdi. O da hocasının yüksek oğullarını yetiştirmekte, onlara ilim öğretmekte çok uğraştı. Hattâ hazret-i İmâm'ın oğulları; "Şeyh Tâhir'in bizim üzerimizde o kadar hakkı var ki, ne kadar şükretsek yine azdır. Allahü teâlâ ona bizim tarafımızdan en iyi karşılıklar, hayırlar ihsân etsin!" buyurdular.
Bir gün hazret-i İmâm buyurdular ki: "Muhammed Yahyâ'yı da Şeyh Tâhir'e teslim etmek isterim. Çünkü, ağabeyleri bu hocanın bereketleriyle ilmi ile âmil oluyorlar." İlimde çok yüksek mertebeye sâhib olduğu hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin karşısında edebe mükemmel riâyet ederdi. Hazret-i İmâm'ın, Mevlânâ Muhammed Tâhir üzerindeki heybeti o kadar çoktu ki, yazı ile anlatılamaz.
Bir gün hazret-i İmâm, Mevlânâ Tâhir'e imâm olmasını buyurdu. Mevlânâ'nın yüzünün rengi sarardı. Vücûdu titremeye başladı. Kur'ân-ı kerîmi ezbere bildiği ve derin ilme sâhib olduğu hâlde, hazret-i İmâm'ın heybet ve korkusundan zaman zaman kırâatı boğazında düğümlendi. Bu tâzimi, hürmeti, edebi sâyesinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bakırı altın yapan nazarları ve teveccühleri bereketiyle kemâl ve tekmîl mertebesine ulaştı. Nakşibendiyye yolunda kendisine icâzet verildiği gibi, Kâdiriyye ve Çeştî yolunda da talebe yetiştirmesine izin verildi. Hazret-i İmâm, kendisine icâzetnâme yazıp, tâliblerin terbiyesi, yetiştirilmesi için Lâhor'a gönderdi.
Mevlânâ Tâhir hazretleri, Lâhor'da talebeye faydalı olmakla meşgûl oldu. Lâkin inzivâ ve yalnızlığı seviyordu. Kapıyı herkese açmazdı. Hele zenginlere ve devlet adamlarına hiç açmaz, onlarla görüşmek istemezdi. Ömrünün uzun zamânını bekâr olarak geçirdi. Sonunda, Resûlullah'ın sünnetini yerine getirmek için evlendi. Senede bir yâhut iki senede bir bâzan da senede birkaç defâ hazret-i İmâm'ın huzûruna gider, sohbet ve teveccühlerinin bereketlerinden nasîbini alır, sonra hocalarının izni ile yurduna dönerdi. Bedenen ayrı olduğu zamanlar, hallerini, makamlarını bâzı mektuplarla hazret-i İmâm'a arzederdi.
Bir gün hazret-i İmâm, mel'ûn İblisi görüp; "Benim eshâbımdan kime hükmedemezsin." buyurdukta; "Şeyh Tâhir'e, aç olduğu zaman hükmedemem." dedi. Bunun için Şeyh çok çetin riyâzet ve şiddetli mücâhedeler çekti. Riyâzetin çokluğundan bedeni kurumuş, bir deri bir kemik kalmıştı. Açık keşf ve kerâmetler sâhibiydi.
Tâhir-i Lâhorî'nin, hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gönderdiği, onun yüksek hâllerini anlatan mektuplarından biri şöyledir:
Hizmetçilerinizin en aşağısı Muhammed Tâhir yüksek makâmınıza arz eder: O yüksek kapının eşiğinden ayrılıp bu tarafa doğru yola çıkınca, her adımda kendi kendime; "Ey câhil! Maksûdunu arkada bırakıp da nereye gidiyorsun?" diyordum. Ama ardımdan bir ses; "Yoluna devâm et!" diyordu. Velhâsıl, çeke çeke bu şehre getirdiler. Bir köşede şaşkın şaşkın otururken, âniden Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî hazretlerinin rûhâniyeti zâhir oldu. Emrolduğum işi yapmamı söyledi. Onun ve sizin emrinize uyarak, bir müddet tâliblerle (talebelerle) meşgûl oldum. Bu arada yüksek kâbiliyetli bir genç geldi. Kendisine, meşgûl olması için verdiğim vazife ânında, büyüklere olan muhabbet, onun bütün vücûduna yayıldı. Tepeden tırnağa kendisini huzur ve uyanıklık hâli kapladı. Diğer tâlibler de, huzur ve cemiyyete kavuşuyorlar.
Çekemeyenlerden bâzıları, yüksek mürşidimize, makamlar hakkında, bilhassa Sıddîk-i Ekberin makâmı hakkındaki yazılarınızı söyleyip, kendinden bâzı şeyler ilâve ederek, hazretinize dil uzattılar. Mevlânâ Hâmid, o mektubu, derin âlim Mevlânâ Abdüsselâm'a götürdü. Mevlânâ okuduktan sonra, hiçbir şüphe edilecek yeri olmadığını söyledi ve çok hüsn-i zan gösterdi. Çekemiyenlerin dilleri bağlandı."
1) Zübdet-ül-Makâmât; s.340
2) Hadarât-ül-Kuds; s.319
3) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî; s.324
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.238