-
- Üyelik Tarihi
- 12 Kas 2020
-
- Mesajlar
- 2,474
-
- MFC Puanı
- 29,290
İlk gençlik çağlarında tanıdığımız şahsiyetlerin, kişiliğimizin oluşmasında çok önemli yerleri var. Peygamberimizin benim hayatımdaki müstesna yerinden sonra Necip Fazıl, Peyami Safa, Tarık Buğra, Haldun Taner ve Sezai Karakoç gibi Türk, Shakespeare, Dostoyevski, Tolstoy, Çehov ve Kafka gibi dünya yazarlarını tanımak ufkumu geliştirdi. Boş zamanlarımda sürekli okumayı ve okuyarak dünyayı tanımayı alışkanlık hâline getir-diğim için, okul günlerinde az zamanda çok eserle tanışmak istiyor, o yüzden de daha çok hikâye ve tiyatro eserleri okuyordum. Klasiklerle yetiniyor, o dönemde oldukça yaygın olan köy romanlarını okumak hiç hoşuma gitmiyordu.
Tiyatroda oyun seyretmek o gün de bugünkü kadar lükstü. Kayseri Lisesi’nde okur-ken Belediye Tiyatrosu’nda ilk kez seyrettiğim oyunları unutamam. Ankara Devlet Tiyatro-su tarafından sahnelenen Sofokles’in Kral Oidipus’u ile Tarık Buğra’nın Ayakta Durmak İstiyorum’u bu ilk oyunlardı. Necip Fazıl ile Çehov’un piyeslerini okurken hep bu sahne düzeni içinde kişileri ve olayları zihnimde canlandırmaya çalışırdım. Her şey klasik tiyatroya özgü trajik ve dramatik bir ciddiyetle sahneleniyordu. Oidipus’u Cüneyt Gökçer, öteki rolleri de öğrencileri oynamıştı. Pek çok sahneyi oyundan sonra hatırlamamak imkânsızdı.
Bunlardan farklı bir teknik ve epik bir üslupla yazılıp sahnelenen iki oyunla, Ulvi Uraz Tiyatrosu’nun Kayseri’ye gelmesi benim gibi tiyatro meraklısı gençleri heyecanlan-dırdı. Bunlardan biri Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı, öteki de Haldun Taner’in Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım adlı oyunlarıydı. İlki öğrenci yaramazlıkları ile öğretmen fedakârlığından satirik bir komedi çıkarmış, seyirci de bunu tutmuştu. Ama ikinci oyunun yakın tarihimize bakışımızı değiştirecek kadar derinliği olan farklı bir perspektifi vardı.
Estet Tavrı Olan Sanatçı Bir Hoca
1965 yılında ben edebiyata meraklı, lise talebesi bir gençtim. Haldun Taner’in de hi-kâyeciliği yanında Anton Çehov ve Tarık Buğra gibi kendine özgü şiirsel bir dille tiyatro eserleri yazması ilgimi çekti. 60 yıllık geçmişimizi epik bir üslupla, çocukluk arkadaşları olan fırsatçı Efruz ile fedakâr Vicdani tiplerinin yaşadıkları olaylarla anlatarak yerli bir tavır ortaya koyması çok hoşuma gitmişti. Ömer Seyfeddin’in Efruz Bey adlı eserinden yola çıkan Haldun Taner’in Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım adlı oyununda sergilenen yakın tarih değerlendirmesinde ise resmî ideoloji dışında geliştirilmiş, epik bir üslupla tipler ortaya konulmuştu.
Sonraki yıllarda Haldun Taner’in Tiyatro Tarihi dersinde hocam olacağı ve onun eserlerini tez konusu yapacağım, bu münasebetle evine gidip gelerek pek çok özelliğine ve çalışma düzenine vâkıf olacağım o günlerde hiç aklıma gelmezdi. Tutkulu bir edebiyat meraklısına gönlünü ve kapılarını açan, hatta yazarlık tecrübeleriyle çevresinden yarar-lanmamı isteyen böyle bir sanatçıyı tanımak, benim için ayrı bir talih oldu.
Edebiyat Fakültesi’nde okuduğum yıllarda, üst katta Haldun Taner, Tiyatro Tarihi dersleri veriyordu. Başka ülkelerin tiyatro tarzları ile oyunlarını büyük bir vukufla tahlil ederken bir şey dikkatimi çekti: Haldun Taner’in hem ele aldığı yazarların eserleri karşı-sında, hem de hayat karşısında bilgece olmasına özen gösterdiği mizahi bir tavrı vardı. Hikâyelerinde olduğu kadar oyunlarıyla, portrelerinden sohbetlerine kadar bütün yazıla-rında bu tavır hiç değişmiyor, hatta sanat anlayışıyla bütünleşen bir dünya görüşü oluyordu.
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki tez hocam Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Haldun Taner’in ilk dönem eserleri olan altı dramatik oyununu tez konusu yap-mama izin verince, onu daha yakından tanıma imkânı bulabildim. Tezin girişinde de edebî kişiliği, sanat anlayışı ve eserleri üzerine bilgi vermeye çalıştım. Bunu özetlemek gerekirse, kültür ve sanat adamı olan Hal-dun Taner’in hikâye, senaryo, tiyatro ve köşe yazarı olarak tanındığı kadar yerli ve bizim geleneğimizden yola çıkan bir sanat ve edebiyat anlayışının da sözcülerinden olduğu söylenebilir. Bu da onun sanatçı kişiliğinin özelliği olarak anılması gereken kültür adamı yönüdür. Edebiyat Fakültesi’ne girdikten sonra nesirleriyle tanışabildiğim Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Haldun Taner’in de sanatın bütün türleriyle ilgilenen komple sanatçı ve estet tavrı beni gerçekten etkiledi.
İyi bir hikâyeci ve eğitimini de almış usta bir tiyatro yazarı olan Haldun Taner’in çok yönlü bir sanatçı olduğu bilinir. Anayasa profesörü olan babası Ahmet Selahaddin’in Millî Mücadele yıllarında ölümü yüzünden, hem Galatasaray’daki eğitimini, hem de yurt dışındaki yüksek öğrenimini devlet bursuyla yapmıştır. Almanya’da ekonomi okurken vereme yakalanınca tedavi için Türkiye’ye döner ve uzun süren bu tedavi döneminde hayat görüşü değişir. Bu sırada Radyo Tiyatrosu ile Arkası Yarın programlarını çok izlediği için, önce o türden metinler yazmaya başlar ve hikâye denemeleri yayımlanır. Sonra da Edebiyat Fakültesi’nde Alman Dili ve Edebiyatı ile Türkoloji yanında Sanat Ta-rihi okur ve bu bölüme asistan olur. Tiyatroyla da ilgilenir ve bilim adamının siyasete atılmasını konu edinen Günün Adamı adlı ilk oyunu, tartışmalara yol açar. Daha sonra tiyatro eğitimi için yeniden Avrupa’ya gider ve kendini iyi yetiştirir. Edebiyat Fakültesi’nden emekli oluncaya kadar Tiyatro Tarihi okutmanlığı yapar, Devekuşu Kabare başta olmak üzere pek çok tiyatro grubunun kurulmasına öncülük eder, oyunları Devlet ve Şehir Tiyatroları ile özel tiyatrolarda oynanır, eserleri pek çok ya-bancı dile çevrilir, sohbet ve portre yazıları da çok sevilir.
UNESCO’da ülkemizi temsil eden Haldun Taner’in eserleri arasında özel bir yeri olan ve yabancı dillere de çevrilerek defalarca sahnelenen Keşanlı Ali Destanı adlı epik oyun denemesi, dramatik oyunlarından sonra epik türdeki eserlerinin ilki ve en önem-lisidir. Öteki eserleri gibi farklı dikkatlere ve yorumlara kaynaklık edebilecek zenginliktedir. Epik türdekiler dışında kabare oyunlarını da ilk o denemiştir.
İyi bir hikâyeci ve eğitimini de almış usta bir tiyatro yazarı olan Haldun Taner’in Batı’da eğitim gördüğü ve onların değer yargılarından çoğunu benimsediği hâlde, bizim tarihî kimliğimiz ile kültür birikimimiz dikkate alınmadan yapılacak her türlü sanat ve kültür faaliyetine kuşkuyla bakıyordu. Sanat ve edebiyatta gelenekten yararlanmayı özde değil, üslupta yerlilik olarak önemserdi.
Pek çok ülkede özel bir tanıtım çabası olmadan sahnelenen Keşanlı Ali Destanı adlı oyun, Türkiye’de ve yurtdışında defalarca sahneye konulmuştur. İki kere de filme uyarla-nan oyunun ele aldığı olayları, bu toplumda yaşananların tipik bir örneği olduğu için, karakteristik yanlarıyla gözden geçirelim:
Sineklidağ diye bilinen gecekondu bölgesinde, devletin fonksiyonunu daha çok kendilerince belirledikleri “racon”la düzenlemiş birtakım eli silâhlı kişiler vardır. Bu zorbalar halkın hayat kavgasında edindikleri üç beş kuruşa ve kıt kanaat ortaya koydukları gecekondulara musallattır. Polis, olup bitenlerin gerisinde, olayların sonucunu takipten başka bir şey yapamaz. Bu zorbalardan biri olan Çamur adlı kabadayı, benzeri kişilerden biri olan Manyak Cafer tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür. O an orada kazara eline kan bulaşan Ali, cinayetten sorumlu olarak yakalanıp, hapse atılır. Suçsuzum demesine kimse inanmaz. Onunla alay eden mahkûmlar, sıkıştıra sıkıştıra Ali’nin “gözünü açarlar”, bir oyunda kafasına tavlayı geçirirler. O da hapishane müdürünün tepesine sandalyeyi indirir. Bu arada cuşa gelerek cinayeti de kendisinin işlediğini söyler ve ister istemez hüküm giyer. Artık hatırlı bir mahkûm ve adam öldürmüş bir kabadayıdır. Alay edenler el-pençe divan dururlar. Hapisten çıkmasını dört gözle bekleyen gecekondu sakinleri, ekmeklerine üşüşen kabadayılardan kendilerini ancak Ali’nin kurtarabileceğine inanırlar. Hapisteki olaylar abartılarak anlatılır ve sonunda fukara Ali, anlı şanlı Keşanlı Ali olur, adına destanlar düzülür.
Keşanlı Ali hapisten çıkarken gecekondu sakinleri tarafından “başvekil” gibi karşıla-nır. Oysa öldürülen adamın yeğeni Zilha onun sevgilisidir. Tenhada Ali ile görüşen Zilha, ya dayısını öldürmediğini herkese söylemesini ya da kendisinden umudu kesmesini ister. Muhtar seçiminde karşısında aday olur, ama istidacıların hukuk diliyle çekişmesinde Ali’nin adamı daha becerikli çıktığı için, büyük bir törenle Keşanlı Ali mahalleye muhtar olur. Tuvalet kâğıdından okuduğu keyfi faaliyet programı silah tehdidi ile kabul edilir. Çeşitli olaylar sonunda iki sevdalı kavuşurken Manyak Cafer ortaya çıkar ve destanı yok etmek ister. Cinayetine sahip çıktığını söyleyerek Ali’ye alabildiğine hakaret eder. Korkudan titreyen ve işin iç yüzünün ortaya çıkmasına bozulan Ali, gecekonduların yıkıl-dığını görünce dayanamaz. “Tebaasını korumak için” sokağa atılır. Bir iki kurşun yarasın-dan sonra, Manyak Cafer’i destanındakine benzer biçimde bıçaklar. Bu sırada Zilha’nın Ali’ye söylediği “Ya destan, ya ben!” sözü kadar, halk korosunun dile getirdiği “İnsanoğlu putunu kendi yapar, kendi tapar!” sözü de enteresandır. Mesajı veren Fikret’in bu mısraı, aynı zamanda eserin yorumu olur. Kimi umutların niçin yatsıya kadar sürmediğini de çok iyi açıklar sanıyorum.
Bunlardan başka, oyunda muhtar seçimiyle ilgili olarak tartışılan kanun maddelerinin çelişkili görünümü, bunların boşluğundan yararlanma ve karşısındakileri alt etme eğilimi, hukukun güçlülerin siyasî maksadına göre ne tür bir güdüm içinde olduğunu pekâlâ vurgulamaktadır. Müteahhide işçi verme çalışmalarının sürdürüldüğü sahnede, bürokraside para vermeden dönmeyen çarkların işleyişi gösterilerek eleştirilir.
Devekuşu Mantığına Eleştirileri
Keşanlı Ali Destanı’nın bütününde ortaya çıkan bir şey var ki, dikkati çekmeden edemeyeceğiz:
Can korkusu ve ekmek kavgası içindeki insanlar, nasıl olursa olsun bir umut kaynağı görmek istiyorlar.
Yoksa hayatlarının, güçlerini aşan sıkıntılara katlanmanın anlamı kalmıyor. Çünkü geçim sıkıntıları vardır, canlarına yetecek kadar sıkıştırılmışlardır. Fakat belli şartlar içinde ortaya çıkan her değişiklik, aynı düzenin cilalanmış görünüşün-den başka bir şey değildir. Aynı çaresizlik, aynı zorbalık, aynı baskı, aynı haraç, aynı yolsuzluklar sürüp gider. Bir de demokrasi var, can ve mal güvenliği var denmez mi? Pes...
Her şey ne kadar berbat olursa olsun, yine de iyi bir tarafı vardır. Hiç değilse Keşanlı Ali başta ya, ne olursa olsun, gam değil!.. Ama yolsuzluklar söz konusu edildi mi, cevap hazır: «Ee, olacak o kadar...»
Peki değişen ne? Aslında hiçbir şey... Soygun düzeni bu kez biraz daha insaflı görünerek sürer gider.
Keşanlı Ali’ye halkın olduğu kadar yazarın da belli bir sempatisi vardır. Âdeta suç onun değil der gibidir. Düzen budur ve pek değişeceğe de benzemez. Kısa sürede bir değişikliğin olmasını beklemek veya destandaki vaatlere kanmak, büsbütün safdillik. Umudun iflas ettiğini söylemek ise, tek kelimeyle ayıp...
Bir tarafıyla eser, Tanzimat sonrası yazarlarının oluşturduğu Bâbıâli ahlakı yanında devekuşu man-tığıyla başını kuma sokanların tavrını da yansıtıyor. Oyunda destanı halk ortaya çıkarmıştı, günümüzde benzeri efsaneleri bir kısım basın mensubu oluşturuyor. Bu destanların iflası karşısında da aynı sözleri tekrarladıklarını görüyoruz: «Ee, olacak o kadar...»
Her olağanüstü hâl döneminde ortaya çıkan insanların bir kısmı Efruz Bey gibi sahte kahraman, sıkıntılı dönemlerde ortaya çıkanlardan bir kısmı da halkıyla destanını kurtarmaya mecbur edilen Keşanlı Ali...
Haldun Taner, Keşanlı Ali Destanı’nda anti-kahraman yorumuna uygun epik bir üs-lup geliştirerek tiyatro edebiyatımız için son derece önemli bir yeniliği kendine özgü bir üslupla gerçekleştirmiştir.
Gelenekselden Evrensele
Haldun Taner’in Asya-Afrika Yazarlar Kongresi için gittiği Hindistan seyahatinden dönüşünde ilgi çekici şeyler söylediğini hatırlıyorum. O gün elinde getirdiği tütsüleri teneffüste derslerini yaptığı amfideki sıralara yerleştirerek tutuşturmuş ve o güne kadar ancak filmlerde gördüğümüz ince dumanların egzotik kokuları arasında dersini yapmıştı. Tabii o günkü dersin konusu bütünüyle kongrede konuşulanlar ile Hindistan’ın akıl almaz günlük hayatıydı. Bir ara Tac Mahal’den de söz etti, ama “yerelden evrensele” teması etrafındaki görüşleri daha ilgi çekiciydi. Gezi notları arasında yer alan bu seyahat kısa süre sonra gazetede yayımlandı.
Onun bu kongrede konuşulanlardan benimsediği ve naklettiği sözlerin aslında kendi görüşlerinin daha çarpıcı ifadesi olduğu söylenebilir. Bir Afrikalı müzisyenin tam tam seslerinde kendini bulduğunu iftiharla söylemesi, kendi kültürüne ve kişiliğine olan inancının ifadesi olduğu için Haldun Taner’in hoşuna gitmişti. Bütün bunlar, Haldun Taner’i yıllardır parça parça savunduğu görüşlerin haklı olduğu kanaatine ulaştırdı.
Batı’da eğitim gördüğü ve onların değer yargılarından çoğunu benimsediği hâlde, bizim tarihî kimliğimiz ile kültür birikimimiz dikkate alınmadan yapılacak her türlü sanat ve kültür faaliyetine kuşkuyla bakıyordu. Sanat ve edebiyatta gelenekten yararlanmayı özde değil, üslupta yerlilik olarak önemserdi.
Haldun Taner, Anayasa profesörü olan babası Ahmet Selahaddin’in Millî Mücadele yılla-rında ölümü yüzünden, hem Galatasaray’daki eğitimini, hem de yurt dışındaki yüksek öğrenimini devlet bursuyla yapmıştır.
İlk hikâyelerinden dikkati çeken ilk oyunu Günün Adamı’na, Gülerek Ölmek adlı uzun hikâyesinden son kabare oyunlarına kadar sürekli tafralı insanları eleştiren Haldun Taner’in kara mizah yerine bilgece bir yaklaşımı öne alan mizahi tavırları benimsediğini ve sürekli popülist tutumları eleştirdiğini görüyoruz.
Yaşasın Demokrasi adlı hikâye kitabından başlayarak bütün eserlerinde sosyal gerçekçi eleştirilere yer veren Haldun Taner’in yaklaşık 40 yıl kaleme aldığı gazete yazılarında “Devekuşuna Mektuplar” üst başlığını benimsemesi anlamlı. Dramatik oyunlarında farklı yorumlar peşindeydi, ama epik ve kabarelerinde her çevrede gördüğü yanlışları eleştirdi. Sosyal demokrat bir tavrı ol-masına rağmen, popülist muhafazakâr politikacıları olduğu kadar solcu veya sosyal demokrat poli-tikacıları da eleştirmekten çekinmedi. Pek çok genç sanatçıyı teşvik ettiği hâlde, popülist tavırlarla para hesaplarını öne alanlarla ilişkisini kesmeyi de bildi. Bu da sorumlu bir aydın ve seviyeyi ko-rumak isteyen estet-sanatçı tavrı olarak oldukça anlamlıdır.
Ölümünün 25. yıldönümünde (1915-07 Mayıs 1986) bile anılmaya değer kişiliği ve eserleri ortada...
Alıntıdır
Mustafa Miyasoğlu
Tiyatroda oyun seyretmek o gün de bugünkü kadar lükstü. Kayseri Lisesi’nde okur-ken Belediye Tiyatrosu’nda ilk kez seyrettiğim oyunları unutamam. Ankara Devlet Tiyatro-su tarafından sahnelenen Sofokles’in Kral Oidipus’u ile Tarık Buğra’nın Ayakta Durmak İstiyorum’u bu ilk oyunlardı. Necip Fazıl ile Çehov’un piyeslerini okurken hep bu sahne düzeni içinde kişileri ve olayları zihnimde canlandırmaya çalışırdım. Her şey klasik tiyatroya özgü trajik ve dramatik bir ciddiyetle sahneleniyordu. Oidipus’u Cüneyt Gökçer, öteki rolleri de öğrencileri oynamıştı. Pek çok sahneyi oyundan sonra hatırlamamak imkânsızdı.
Bunlardan farklı bir teknik ve epik bir üslupla yazılıp sahnelenen iki oyunla, Ulvi Uraz Tiyatrosu’nun Kayseri’ye gelmesi benim gibi tiyatro meraklısı gençleri heyecanlan-dırdı. Bunlardan biri Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı, öteki de Haldun Taner’in Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım adlı oyunlarıydı. İlki öğrenci yaramazlıkları ile öğretmen fedakârlığından satirik bir komedi çıkarmış, seyirci de bunu tutmuştu. Ama ikinci oyunun yakın tarihimize bakışımızı değiştirecek kadar derinliği olan farklı bir perspektifi vardı.
Estet Tavrı Olan Sanatçı Bir Hoca
1965 yılında ben edebiyata meraklı, lise talebesi bir gençtim. Haldun Taner’in de hi-kâyeciliği yanında Anton Çehov ve Tarık Buğra gibi kendine özgü şiirsel bir dille tiyatro eserleri yazması ilgimi çekti. 60 yıllık geçmişimizi epik bir üslupla, çocukluk arkadaşları olan fırsatçı Efruz ile fedakâr Vicdani tiplerinin yaşadıkları olaylarla anlatarak yerli bir tavır ortaya koyması çok hoşuma gitmişti. Ömer Seyfeddin’in Efruz Bey adlı eserinden yola çıkan Haldun Taner’in Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım adlı oyununda sergilenen yakın tarih değerlendirmesinde ise resmî ideoloji dışında geliştirilmiş, epik bir üslupla tipler ortaya konulmuştu.
Sonraki yıllarda Haldun Taner’in Tiyatro Tarihi dersinde hocam olacağı ve onun eserlerini tez konusu yapacağım, bu münasebetle evine gidip gelerek pek çok özelliğine ve çalışma düzenine vâkıf olacağım o günlerde hiç aklıma gelmezdi. Tutkulu bir edebiyat meraklısına gönlünü ve kapılarını açan, hatta yazarlık tecrübeleriyle çevresinden yarar-lanmamı isteyen böyle bir sanatçıyı tanımak, benim için ayrı bir talih oldu.
Edebiyat Fakültesi’nde okuduğum yıllarda, üst katta Haldun Taner, Tiyatro Tarihi dersleri veriyordu. Başka ülkelerin tiyatro tarzları ile oyunlarını büyük bir vukufla tahlil ederken bir şey dikkatimi çekti: Haldun Taner’in hem ele aldığı yazarların eserleri karşı-sında, hem de hayat karşısında bilgece olmasına özen gösterdiği mizahi bir tavrı vardı. Hikâyelerinde olduğu kadar oyunlarıyla, portrelerinden sohbetlerine kadar bütün yazıla-rında bu tavır hiç değişmiyor, hatta sanat anlayışıyla bütünleşen bir dünya görüşü oluyordu.
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki tez hocam Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Haldun Taner’in ilk dönem eserleri olan altı dramatik oyununu tez konusu yap-mama izin verince, onu daha yakından tanıma imkânı bulabildim. Tezin girişinde de edebî kişiliği, sanat anlayışı ve eserleri üzerine bilgi vermeye çalıştım. Bunu özetlemek gerekirse, kültür ve sanat adamı olan Hal-dun Taner’in hikâye, senaryo, tiyatro ve köşe yazarı olarak tanındığı kadar yerli ve bizim geleneğimizden yola çıkan bir sanat ve edebiyat anlayışının da sözcülerinden olduğu söylenebilir. Bu da onun sanatçı kişiliğinin özelliği olarak anılması gereken kültür adamı yönüdür. Edebiyat Fakültesi’ne girdikten sonra nesirleriyle tanışabildiğim Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Haldun Taner’in de sanatın bütün türleriyle ilgilenen komple sanatçı ve estet tavrı beni gerçekten etkiledi.
İyi bir hikâyeci ve eğitimini de almış usta bir tiyatro yazarı olan Haldun Taner’in çok yönlü bir sanatçı olduğu bilinir. Anayasa profesörü olan babası Ahmet Selahaddin’in Millî Mücadele yıllarında ölümü yüzünden, hem Galatasaray’daki eğitimini, hem de yurt dışındaki yüksek öğrenimini devlet bursuyla yapmıştır. Almanya’da ekonomi okurken vereme yakalanınca tedavi için Türkiye’ye döner ve uzun süren bu tedavi döneminde hayat görüşü değişir. Bu sırada Radyo Tiyatrosu ile Arkası Yarın programlarını çok izlediği için, önce o türden metinler yazmaya başlar ve hikâye denemeleri yayımlanır. Sonra da Edebiyat Fakültesi’nde Alman Dili ve Edebiyatı ile Türkoloji yanında Sanat Ta-rihi okur ve bu bölüme asistan olur. Tiyatroyla da ilgilenir ve bilim adamının siyasete atılmasını konu edinen Günün Adamı adlı ilk oyunu, tartışmalara yol açar. Daha sonra tiyatro eğitimi için yeniden Avrupa’ya gider ve kendini iyi yetiştirir. Edebiyat Fakültesi’nden emekli oluncaya kadar Tiyatro Tarihi okutmanlığı yapar, Devekuşu Kabare başta olmak üzere pek çok tiyatro grubunun kurulmasına öncülük eder, oyunları Devlet ve Şehir Tiyatroları ile özel tiyatrolarda oynanır, eserleri pek çok ya-bancı dile çevrilir, sohbet ve portre yazıları da çok sevilir.
UNESCO’da ülkemizi temsil eden Haldun Taner’in eserleri arasında özel bir yeri olan ve yabancı dillere de çevrilerek defalarca sahnelenen Keşanlı Ali Destanı adlı epik oyun denemesi, dramatik oyunlarından sonra epik türdeki eserlerinin ilki ve en önem-lisidir. Öteki eserleri gibi farklı dikkatlere ve yorumlara kaynaklık edebilecek zenginliktedir. Epik türdekiler dışında kabare oyunlarını da ilk o denemiştir.
İyi bir hikâyeci ve eğitimini de almış usta bir tiyatro yazarı olan Haldun Taner’in Batı’da eğitim gördüğü ve onların değer yargılarından çoğunu benimsediği hâlde, bizim tarihî kimliğimiz ile kültür birikimimiz dikkate alınmadan yapılacak her türlü sanat ve kültür faaliyetine kuşkuyla bakıyordu. Sanat ve edebiyatta gelenekten yararlanmayı özde değil, üslupta yerlilik olarak önemserdi.
Pek çok ülkede özel bir tanıtım çabası olmadan sahnelenen Keşanlı Ali Destanı adlı oyun, Türkiye’de ve yurtdışında defalarca sahneye konulmuştur. İki kere de filme uyarla-nan oyunun ele aldığı olayları, bu toplumda yaşananların tipik bir örneği olduğu için, karakteristik yanlarıyla gözden geçirelim:
Sineklidağ diye bilinen gecekondu bölgesinde, devletin fonksiyonunu daha çok kendilerince belirledikleri “racon”la düzenlemiş birtakım eli silâhlı kişiler vardır. Bu zorbalar halkın hayat kavgasında edindikleri üç beş kuruşa ve kıt kanaat ortaya koydukları gecekondulara musallattır. Polis, olup bitenlerin gerisinde, olayların sonucunu takipten başka bir şey yapamaz. Bu zorbalardan biri olan Çamur adlı kabadayı, benzeri kişilerden biri olan Manyak Cafer tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür. O an orada kazara eline kan bulaşan Ali, cinayetten sorumlu olarak yakalanıp, hapse atılır. Suçsuzum demesine kimse inanmaz. Onunla alay eden mahkûmlar, sıkıştıra sıkıştıra Ali’nin “gözünü açarlar”, bir oyunda kafasına tavlayı geçirirler. O da hapishane müdürünün tepesine sandalyeyi indirir. Bu arada cuşa gelerek cinayeti de kendisinin işlediğini söyler ve ister istemez hüküm giyer. Artık hatırlı bir mahkûm ve adam öldürmüş bir kabadayıdır. Alay edenler el-pençe divan dururlar. Hapisten çıkmasını dört gözle bekleyen gecekondu sakinleri, ekmeklerine üşüşen kabadayılardan kendilerini ancak Ali’nin kurtarabileceğine inanırlar. Hapisteki olaylar abartılarak anlatılır ve sonunda fukara Ali, anlı şanlı Keşanlı Ali olur, adına destanlar düzülür.
Keşanlı Ali hapisten çıkarken gecekondu sakinleri tarafından “başvekil” gibi karşıla-nır. Oysa öldürülen adamın yeğeni Zilha onun sevgilisidir. Tenhada Ali ile görüşen Zilha, ya dayısını öldürmediğini herkese söylemesini ya da kendisinden umudu kesmesini ister. Muhtar seçiminde karşısında aday olur, ama istidacıların hukuk diliyle çekişmesinde Ali’nin adamı daha becerikli çıktığı için, büyük bir törenle Keşanlı Ali mahalleye muhtar olur. Tuvalet kâğıdından okuduğu keyfi faaliyet programı silah tehdidi ile kabul edilir. Çeşitli olaylar sonunda iki sevdalı kavuşurken Manyak Cafer ortaya çıkar ve destanı yok etmek ister. Cinayetine sahip çıktığını söyleyerek Ali’ye alabildiğine hakaret eder. Korkudan titreyen ve işin iç yüzünün ortaya çıkmasına bozulan Ali, gecekonduların yıkıl-dığını görünce dayanamaz. “Tebaasını korumak için” sokağa atılır. Bir iki kurşun yarasın-dan sonra, Manyak Cafer’i destanındakine benzer biçimde bıçaklar. Bu sırada Zilha’nın Ali’ye söylediği “Ya destan, ya ben!” sözü kadar, halk korosunun dile getirdiği “İnsanoğlu putunu kendi yapar, kendi tapar!” sözü de enteresandır. Mesajı veren Fikret’in bu mısraı, aynı zamanda eserin yorumu olur. Kimi umutların niçin yatsıya kadar sürmediğini de çok iyi açıklar sanıyorum.
Bunlardan başka, oyunda muhtar seçimiyle ilgili olarak tartışılan kanun maddelerinin çelişkili görünümü, bunların boşluğundan yararlanma ve karşısındakileri alt etme eğilimi, hukukun güçlülerin siyasî maksadına göre ne tür bir güdüm içinde olduğunu pekâlâ vurgulamaktadır. Müteahhide işçi verme çalışmalarının sürdürüldüğü sahnede, bürokraside para vermeden dönmeyen çarkların işleyişi gösterilerek eleştirilir.
Devekuşu Mantığına Eleştirileri
Keşanlı Ali Destanı’nın bütününde ortaya çıkan bir şey var ki, dikkati çekmeden edemeyeceğiz:
Can korkusu ve ekmek kavgası içindeki insanlar, nasıl olursa olsun bir umut kaynağı görmek istiyorlar.
Yoksa hayatlarının, güçlerini aşan sıkıntılara katlanmanın anlamı kalmıyor. Çünkü geçim sıkıntıları vardır, canlarına yetecek kadar sıkıştırılmışlardır. Fakat belli şartlar içinde ortaya çıkan her değişiklik, aynı düzenin cilalanmış görünüşün-den başka bir şey değildir. Aynı çaresizlik, aynı zorbalık, aynı baskı, aynı haraç, aynı yolsuzluklar sürüp gider. Bir de demokrasi var, can ve mal güvenliği var denmez mi? Pes...
Her şey ne kadar berbat olursa olsun, yine de iyi bir tarafı vardır. Hiç değilse Keşanlı Ali başta ya, ne olursa olsun, gam değil!.. Ama yolsuzluklar söz konusu edildi mi, cevap hazır: «Ee, olacak o kadar...»
Peki değişen ne? Aslında hiçbir şey... Soygun düzeni bu kez biraz daha insaflı görünerek sürer gider.
Keşanlı Ali’ye halkın olduğu kadar yazarın da belli bir sempatisi vardır. Âdeta suç onun değil der gibidir. Düzen budur ve pek değişeceğe de benzemez. Kısa sürede bir değişikliğin olmasını beklemek veya destandaki vaatlere kanmak, büsbütün safdillik. Umudun iflas ettiğini söylemek ise, tek kelimeyle ayıp...
Bir tarafıyla eser, Tanzimat sonrası yazarlarının oluşturduğu Bâbıâli ahlakı yanında devekuşu man-tığıyla başını kuma sokanların tavrını da yansıtıyor. Oyunda destanı halk ortaya çıkarmıştı, günümüzde benzeri efsaneleri bir kısım basın mensubu oluşturuyor. Bu destanların iflası karşısında da aynı sözleri tekrarladıklarını görüyoruz: «Ee, olacak o kadar...»
Her olağanüstü hâl döneminde ortaya çıkan insanların bir kısmı Efruz Bey gibi sahte kahraman, sıkıntılı dönemlerde ortaya çıkanlardan bir kısmı da halkıyla destanını kurtarmaya mecbur edilen Keşanlı Ali...
Haldun Taner, Keşanlı Ali Destanı’nda anti-kahraman yorumuna uygun epik bir üs-lup geliştirerek tiyatro edebiyatımız için son derece önemli bir yeniliği kendine özgü bir üslupla gerçekleştirmiştir.
Gelenekselden Evrensele
Haldun Taner’in Asya-Afrika Yazarlar Kongresi için gittiği Hindistan seyahatinden dönüşünde ilgi çekici şeyler söylediğini hatırlıyorum. O gün elinde getirdiği tütsüleri teneffüste derslerini yaptığı amfideki sıralara yerleştirerek tutuşturmuş ve o güne kadar ancak filmlerde gördüğümüz ince dumanların egzotik kokuları arasında dersini yapmıştı. Tabii o günkü dersin konusu bütünüyle kongrede konuşulanlar ile Hindistan’ın akıl almaz günlük hayatıydı. Bir ara Tac Mahal’den de söz etti, ama “yerelden evrensele” teması etrafındaki görüşleri daha ilgi çekiciydi. Gezi notları arasında yer alan bu seyahat kısa süre sonra gazetede yayımlandı.
Onun bu kongrede konuşulanlardan benimsediği ve naklettiği sözlerin aslında kendi görüşlerinin daha çarpıcı ifadesi olduğu söylenebilir. Bir Afrikalı müzisyenin tam tam seslerinde kendini bulduğunu iftiharla söylemesi, kendi kültürüne ve kişiliğine olan inancının ifadesi olduğu için Haldun Taner’in hoşuna gitmişti. Bütün bunlar, Haldun Taner’i yıllardır parça parça savunduğu görüşlerin haklı olduğu kanaatine ulaştırdı.
Batı’da eğitim gördüğü ve onların değer yargılarından çoğunu benimsediği hâlde, bizim tarihî kimliğimiz ile kültür birikimimiz dikkate alınmadan yapılacak her türlü sanat ve kültür faaliyetine kuşkuyla bakıyordu. Sanat ve edebiyatta gelenekten yararlanmayı özde değil, üslupta yerlilik olarak önemserdi.
Haldun Taner, Anayasa profesörü olan babası Ahmet Selahaddin’in Millî Mücadele yılla-rında ölümü yüzünden, hem Galatasaray’daki eğitimini, hem de yurt dışındaki yüksek öğrenimini devlet bursuyla yapmıştır.
İlk hikâyelerinden dikkati çeken ilk oyunu Günün Adamı’na, Gülerek Ölmek adlı uzun hikâyesinden son kabare oyunlarına kadar sürekli tafralı insanları eleştiren Haldun Taner’in kara mizah yerine bilgece bir yaklaşımı öne alan mizahi tavırları benimsediğini ve sürekli popülist tutumları eleştirdiğini görüyoruz.
Yaşasın Demokrasi adlı hikâye kitabından başlayarak bütün eserlerinde sosyal gerçekçi eleştirilere yer veren Haldun Taner’in yaklaşık 40 yıl kaleme aldığı gazete yazılarında “Devekuşuna Mektuplar” üst başlığını benimsemesi anlamlı. Dramatik oyunlarında farklı yorumlar peşindeydi, ama epik ve kabarelerinde her çevrede gördüğü yanlışları eleştirdi. Sosyal demokrat bir tavrı ol-masına rağmen, popülist muhafazakâr politikacıları olduğu kadar solcu veya sosyal demokrat poli-tikacıları da eleştirmekten çekinmedi. Pek çok genç sanatçıyı teşvik ettiği hâlde, popülist tavırlarla para hesaplarını öne alanlarla ilişkisini kesmeyi de bildi. Bu da sorumlu bir aydın ve seviyeyi ko-rumak isteyen estet-sanatçı tavrı olarak oldukça anlamlıdır.
Ölümünün 25. yıldönümünde (1915-07 Mayıs 1986) bile anılmaya değer kişiliği ve eserleri ortada...
Alıntıdır
Mustafa Miyasoğlu