Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

Gönüllerin Sultanı

Herkül

Canım Dedem
Admin
Konum
BERGAMA
  • Üyelik Tarihi
    4 Haz 2013
  • Mesajlar
    32,171
  • MFC Puanı
    62,236
Soru: Mesnevi-i Nuriye’de: “O Zât’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu kadar geniş ve azîm saltanatı, yalnız zahirî bir saltanat değildir. Daha geniş ve daha derin yerde saltanat-ı bâtıniyesi vardır ki, bütün kalbleri ve akılları kendisine cezb ve celb etmiştir.” deniliyor. Sultan-ı Rusül Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) saltanat-ı bâtınıyesinin izahını lütfeder misiniz?

Cevap: Cenâb-ı Hakk’ın emri, tavzifi ve mesajıyla Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yeryüzünde muvazene unsuru olacak bir sistem kurması ve kurduğu bu sistemle insanların ferdî, ailevî, iktisadî, idarî… bütün ihtiyaçlarını karşılaması O’nun zahirî saltanatının bir tezahürüdür. Bir de bu zahirî saltanatın üzerine kurulduğu mânevî asıl ve derinlikler vardır ki, Cenâb-ı Hak, makam-ı cem’in sahibi bulunan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) işte böyle bir donanımla dünyaya göndermiştir; göndermiş ve O’nun eliyle, insanların hayalleriyle bile ulaşamayacakları, ütopyalarda aranan bir sistemi yeryüzünde vaz’ etmiştir.

İsm-i Bâtın’ın Tecellisi

Rehber-i Ekmel Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) zahire bakan bu icraatları ism-i Zâhir’in bir tezâhürüdür. “Zâhir” isminin yanında Cenâb-ı Hakk’ın bir de “Bâtın” ismi vardır. (Esasında Evvel u Âhir, Zâhir u Bâtın isimleri bir mânâda, bütün Esmâ-i Hüsnâ’nın hülâsası gibidir. Başka bir ifadeyle, Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimleri, bu dört isme râcidir.) İnsanlığın İftihar Tablosu Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gökteki melekleri imrendirecek ölçüde yeryüzünde tesis buyurduğu sistemin “Bâtın” isminin bir tecellisi olarak, mânevî esas ve derinlikleri vardır. Bu sistemin her zaman dimdik ayakta kalması, her an ter u taze varlığını devam ettirmesi, imanî ve İslâmî esasların sağlamlığına ve ihsan şuuruna bağlıdır. Bu esasları ihmal eden, insanların mânevî yönlerini görmezlikten gelen ve onları sadece cismanî yönleriyle ele alan hukukî ve idarî hiçbir sistem, vaz’ ettiği kanunlarla başarıya ulaşamaz, hırsızlıktan haramiliğe, ondan kapkaççılığa kadar toplumun huzur ve sükûnunu alt üst eden suçların önüne geçemez, insanların ferdî, ailevî, içtimaî ihtiyaçlarına cevap veremez.

Evet, Allah’a inancın olmadığı, meleklere inanılmadığı, haşr u neşrin reddedildiği bir sistemde insanların gerçek huzuru yakalamaları mümkün değildir. Çünkü hassas ve duyarlı hissiyatıyla çocuklar, beşerî garîzelerinin feveranda olduğu bir dönemi yaşayan gençler, değişik illetlerle malul hastalar ve ölüm sath-ı mailinde bulunan yaşlılar için imanın akıl ve kalblere ifade ettiği, gönüllere duyurduğu ayrı ayrı mânâlar vardır. Hırslarımızı, kin ve nefretlerimizi iman sayesinde frenleyebildiğimiz gibi, fena ve zeval karşısında ümitsizlik bataklığına düşmeden sonsuzluk yolunda huzur ve itminan içinde yürüyebilmemiz de iman sayesindedir. İşte bütün iman esasları ve onların ihsan şuuru içerisinde, ihsan ufkunda hayata hayat kılınması, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirip vaz’ ettiği o mübarek sistemin bâtın yanını teşkil eden hususlardır.

Hazreti Fahr-i Âlem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sultanlığı, sözün başında da dikkat çekmeye çalıştığımız gibi, ilâhî teyide dayanmaktadır. Yani Allah (celle celâluhu) bildiğimiz veya bilemediğimiz birçok sebepten dolayı kalbleri Efendiler Efendisi’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yönlendirmiş, ardından da bu tevcihte devam ve temâdî murat buyurmuştur. Asr-ı Saadet’te, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali… (radıyellâhu anhüm ecma’in) gibi sahabe-i kiram efendilerimizin o aşkın muhabbet ve bağlılıkları, daha sonraki dönemlerde de onca imansız ve amansız hücum ve tahribata rağmen mü’minlerin hâlâ o Zât’a teveccüh etmeleri ancak ilâhî bir teyit ve tevcih ile mümkündür. Öyle ki, şu felaket ve helaket asrında bile birçoğumuz daha neyin ne olduğunu bilmeden Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a (aleyhisselâtu ve’s-selâm) dilbeste olmuş, O’na bağlanmışızdır.

Kalblerin Sevgilisi

Burada istidradi olarak, yaşadığım bir hâdiseyi anlatmak istiyorum. Henüz yedi – sekiz yaşlarındayken bir gün babam: “Şayet Perşembe günü bin İhlâs-ı Şerif okursan Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) rüyanda görürsün.” demişti. Ben hangi mülâhazayla, hangi duygularla öyle hareket ettiğimi bilemeyeceğim ama Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nur cemâlini görebilmek için sabaha kadar bin İhlâs’ı okuduğumu hatırlıyorum. O gün olmadıysa bir sonraki gün, o gün de olmadıysa bir gün daha, İhlâs Suresi’ni okumaya devam ettim. Şimdi, O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi enginlikleriyle tanımadıkları, âsârını tam takdir edemedikleri ve çok bozuk bir muhitte neş’et ettikleri halde, eğer bir kısım insanların içinde hâlâ böyle bir heyecan varsa bunun sebebi, O’nun saltanatının günümüze kadar uzanması ve temâdî etmesinden başka ne olabilir ki! Evet, Allah (celle celâluhu), hiçbir beşere nasip olmayacak, hiçbir beşerle kıyaslanmayacak ölçüde O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmet-i Muhammed’e sevdirmiş, kalblerin sevgilisi, gönüllerin sultanı kılmıştır.

Bu açıdan İki Cihan Serveri, sadece habibullah yani mahbubullah değil, O (aleyhisselâtu ve’s-selâm) aynı zamanda mahbûbu’l-ibâddır. İnsanlar farkına vararak veya varmayarak kalben O’na karşı ciddî bir aşk u alâka duymaktadırlar. Hatta insî ve cinnî şeytanların ortaya attıkları nâsezâ, nâbecâ sözler dolayısıyla insanın zihin ve kalbinde oluşabilecek muhtemel tahribat bile, O’na olan sevgi selinin önüne geçememekte, inanan gönüller bütün bu söylenenlere aldırmaksızın içlerinde O’na karşı ciddi alâka duymaktadırlar. Zira Ferîd-i Kevn ü Zaman, iman ve amel-i salihi kâmil ve kusursuz mânâda ortaya koymuş, tam bir ihsan kahramanı olarak bütün hayatını ihsan ufkunda yaşamış; Cenâb-ı Hak da, yerde ve gökte O’nun için tam bir vüdd vaz’ etmiştir. Yeryüzünde bu saltanata denk ikinci bir saltanat yoktur. İşte bilmemiz gerekir ki, bu hâl ve keyfiyet, Cenâb-ı Hakk’ın hususî teyidi sayesindedir.

İlâhî teyitten mahrum insanların kurdukları saltanatlar ise onlarla beraber yıkılır gider. Nitekim Sezar’ların, Napolyon’ların, Hitler’in… saltanatları kendileriyle beraber yıkılıp gitmiştir. İslâm dünyası içinde ortaya çıkan münafıkların saltanatları da, belli bir süre devam etse de, neticede bunlar da bir mum gibi sönüp gitmiştir. Ancak Fahr-ı Kâinat’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) nurudur ki, asırlardır hala, bir projektör gibi ışık saçıp etrafını aydınlatmaktadır ve aydınlatmaya da devam edecektir. Evet, O’na karşı duyulan alâkayı, Allah’ın izni ve inayetiyle hiçbir muhalif rüzgâr söndüremeyecektir.

Hayatın Her Sahasında Rehber-i Ekmel

Soru: Âl-i İmrân Sûre-i Celilesi’nde –meâlen– “İçlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları tezkiye eden ve onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur.” (Âl-i İmrân, 3/164) buyrulmaktadır. Âyet-i kerimede, Peygamber Efendimiz’e ait zikredilen hususiyetler nasıl anlaşılmalıdır?

Cevap:Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimenin başında;

لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ

buyurarak öncelikle önemli bir ihsan ve lütfa dikkatleri çekmiştir. Şöyle ki, gökten bir melek değil, bizzat içimizden olan ve bizim gibi bir anne babadan dünyaya gelen birisinin Peygamber olarak gönderildiğinin beyan edilmesi, Cenâb-ı Hakk’ın insanlara karşı minnetinin, lütuf ve ihsanının bir ifadesidir. Zira Allah (celle celâluhu) böyle bir takdirle öyle bir lütf u keremde bulunmuştur ki, insanlara kendi içlerinden, özlerinden, onlarla aynı duygu ve aynı düşünceyi paylaşan; hakka giden yolda onlara pişdarlıkta bulunan; imama ihtiyaçları olduğunda önlerine geçebilen, kumandana ihtiyaç duyduklarında en mükemmel şekilde onlara kumandanlığın nasıl olması gerektiğini gösteren, hâsılı hayatın her noktasında, ihtiyaç duydukları her anda onlara rehberlikte bulunan bir peygamber göndermiştir. Böyle bir peygamberin içimizden bir insan olarak gönderilmesi bizim için ne büyük bir şereftir! Mü’minler böyle ilâhî bir nimete karşı nasıl alâkasız kalabilirler? Bu, basite irca edilecek bir nimet değildir. O hâlde bu nimetin şükrü hakkıyla eda edilmelidir.

Âyetin devamında,

يَتْلُو عَلَيْهِمْ اٰيَاتِهِ

buyrularak, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mü’minlere Allah’ın ayetlerini tilâvet ettiği ifade ediliyor. Burada “kıraat”, “arz” veya “takdim” kelimelerinin kullanılmayıp, meselenin tilâvet kelimesiyle ifade edilmesi önemlidir. Tilâvetin mânâsı, peşi peşine ve sürekli okuma demektir. Hele bir de kelimenin muzari fiil kalıbıyla gelerek يَتْلُو şeklinde ifade edilmesi, sürekliliği vurgulama adına daha bir dikkat çekicidir. Zira Arapça’da muzari fiil kalıbı geniş zamana delalet eder. Buna göre meseleyi O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyesi itibarıyla ele alacak olursanız şöyle bir mânâ anlaşılabilir: O, ülfet ve ünsiyete düşmemeniz ve bıkkınlık yaşamamanız için, Kur’ân-ı Kerim’deki tasrif üslûbuyla size sürekli âyât-ı ilâhiyeyi okuyor. Sizin diri ve canlı kalmanız için meseleleri her seferinde farklı şekillerde bir kere daha, bir kere daha, bir kere daha ifade ediyor. Aynı zamanda buradan şöyle bir mânâ da anlaşılabilir: İki Cihân Serveri Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’ın âyetlerini, kendi hayat-ı seniyyelerinde tilavet buyurduğu gibi, ruhunun ufkuna yürüdükten sonra da tilâvet etmeye devam edecektir.

Dolayısıyla burada aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’in mahfuziyetine de bir işaret olduğu söylenebilir.

Bu hususu baştaki minnetle irtibatlandırabilirsiniz. Allah size bu şekilde sürekli tilavette bulunacak bir peygamber göndermekle minnet ediyor. Bu da yetmiyor, aynı zamanda sizi tezkiye ediyor. Sizin aklanmanız, paka çıkmanız, nefsinizi tezkiye etmemek suretiyle tezkiyeniz, kalbinizdeki tasfiyeniz, kalbin zümrüt tepelerinde rahat dolaşmanız… hep onun tezkiyesine vâbestedir. Çünkü bütün bunlar O’nun mesajı sayesinde mümkün olmaktadır.

Hikmet Ufkundan Varlığın Temaşası

Aynı zamanda O (sallallâhu aleyhi ve sellem),

size Kitap ve hikmeti öğretiyor. Evvelen ve bizzat Kur’ân-ı Mucizu’l-Beyân’ı size talim ediyor. Âyât-ı beyyinât, tekvînî emirlerin kavl-i şârihi, burhân-ı vâzıhı ve tefsir-i kâtı’ıdır. İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sürekli onları tekrar etmek suretiyle -Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla- ülfet ve ünsiyet perdelerini paramparça edip dağıtıyor. Eşya ve hâdiselere, arka planları, metafizik yanları ve ruhî derinlikleri itibarıyla baktırıyor. Aynı zamanda O (sallallâhu aleyhi ve sellem), size hikmeti öğretiyor.

Hikmetin, değişik mânâları vardır. Bir yönüyle o, eşyanın bâtınına ve arka planına muttali olma demektir. Diğer yandan hikmet, Cenâb-ı Hakk’ın kâinat ve insanı yaratmasındaki maslahat ve maksatlara vâkıf olma ve kâinattaki her şeyin yerli yerinde olduğunu ve onda abes denilebilecek hiçbir şeyin bulunmadığını görmedir. Hikmetin mânâlarından bir diğeri de Sâdık u Masdûk Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyeleridir. Zira akıllara “evet” dedirtecek ve akılları dize getirecek hikmetlerle dolu olan Kur’ân-ı Kerim’deki -ister şahsî hayatımız, ister içtimaî hayatımız, isterse ukba hayatımız itibarıyla- bütün icmâlî mevzular Sünnet’le tafsile ulaştırılmıştır. Fazilet Güneşi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) âyât-ı beyyinatın, icmalini tafsil, mutlakını takyid ve âmmını da tahsis ederek onda kapalı bir yan bırakmadığından dolayı bazıları bu âyetteki Kitab’ı, Kur’ân, hikmeti de Sünnet olarak açıklamışlardır.

Allah’ın size minnet ettiği bu nimetler sağanak sağanak üzerinize geleceği ana kadar siz, apaçık bir dalalet içindeydiniz. Buna, Kur’ânsızlık dalaleti, tezkiyeden, âyât-ı beyyinattan, hikmetten mahrumiyet dalaleti, kâinata pozitivist ve natüralist mülâhazalarla bakıp her şeyi tabiata irca etme dalaleti de diyebilirsiniz. Hikmetten mahrum bu tâli’sizler, her şeyi maddede aradıklarından akılları gözlerine inmiştir. Göz ise mânâya karşı kördür. İşte Kur’ân-ı Hakîm o perdeyi yırtıyor. Bir yönüyle size her şeyin hakikatini gösteriyor. Tabir-i diğerle meseleyi basara bırakmıyor, basirete havale ediyor; akılla yetinmiyor, aklı kalbin emrine vererek, onu kalbin kadirşinas terazilerine emanet ediyor. Böylece siz her şeyi mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle görme ve anlama imkânına kavuşuyor; bir başka ifadeyle, eşya ve hâdiseleri hikmet ufkundan temâşâ mazhariyetine eriyorsunuz.

İşte bütün bunlar O’nun manevî saltanatından sadece bazı damlalardır. O’na akıllarımızın derinliği ve kalblerimizin enginliğince salât u selam olsun. Allah, hem burada hem de ötede O’nun daire-i saltanatından bizi cüda kılmasın.
 
Üst Alt