-
- Üyelik Tarihi
- 3 Ocak 2010
-
- Mesajlar
- 11,312
-
- MFC Puanı
- 63,851
...
Küçükken Kariye'deki evimizde oturduğumuz dönemde bir Ramazan günü iftar sofrasında sokaktan bir bağırış sesi duyduk.
Biri "Kalkın Ümmeti Muhammed! Siz karnınızı doyuruyorsunuz ben açım Kalkıııın!" diye bağırıyordu.
Eline geçen bütün çaputu kıyafet diye giyinen, bir elinde içi çay dolu mavi ibrik, bir elinde birilerinin verdiği bir poşet toz şekerle hızlı hızlı yürürken saçak saçak olmuş cübbesi uçuşan, bağırırken kollarını kaldırınca koca bir mağara olan yenleri sayesinde mistik görüntüsü bir kaç kat artan Deli Ali'ydi.
Babam bu sesi duyunca koşarak gitti Ali'yi soframıza davet etti. Daha önce ne zaman görsem bu mistik görüntüsünden dolayı ürperip, korka korka gözden kaybolana kadar arkasından baktığım Ali'nin soframıza gelecek olması çok değişik gelmişti.
Ama Ali kapımıza kadar gelmesine rağmen babam ne kadar ısrar etse de içeri girmedi. "İyi madem burada bekle bir tabağa koyup getirelim" deyince hemen kapının önündeki eşiğe oturdu. Bir tepsi yemeği hazırladık, bir ucundan babam bir ucundan ben tutarak götürdük.
Tabi beni o zamanlar bu kadar korkutan Ali kapımızın önünde olunca sofrayı falan bıraktım, kapı aralığından çaktırmadan Ali'yi seyretmeye başladım.
O zamana kadarki korkularımı haklı çıkarırcasına garip hareketler yapıyor, kendi kendine konuşuyor, ara ara yüksek sesle ALLAAAAAH diye bağırıyor, tıpkı yürümesi gibi hızlı hızlı yemeğini yiyordu.
Derken yemeği bittince tepsiyi aldığı gibi evin önündeki yokuştan yukarı doğru koşmaya başladı.
Hemen içeri koşup, "Baba! Deli Ali tepsiyi ve tabakları çaldı" dedim. Babam "Sus bakayım! Deli denmez! Otur yemeğini ye" diye beni susturdu ama annemin "Bak gördün mü gitti güzelim tepsi. Çok işime yarıyordu" gibi sözlerini susturamamıştı
Bir süre sonra kapı çalınmaya başladı. O kadar sert vuruluyordu ki kapıyla birlikte evin çatısı da yıkılacak sanmıştım.
Ali tepsiyi ve tabakları caminin şadırvanında yıkayıp getirmiş. Tepsinin bir köşesine de teşekkür etmek için kendi yarım paket toz şekerini koymuş.
Tepsiyi verip, yırtık pırtık cübbesi uçuşurken akşamın alaca karanlığında kayboluşu hala gözlerimin önünde.
İnsanların dış görünüşünün yanıltıcı olabileceğini öğrendiğim ve hayatım boyunca unutamayacağım muhteşem bir dersti benim için.
Bu olay ne zaman aklıma gelse babamın Ali'yi sofraya davet edişini düşünür, bugün olsa o kıyafette bir adamı eve buyur edilebilir mi diye kendi kendime sorarım hep.
O zaman 25 metrekare bir evimiz vardı. İçinde maddi kıymeti olan tek şey 37 ekran tüplü televizyondu. Kaybedecek bir şeyimiz yoktu. Daha özgürdük.
Bugün olsa "Hırlı mı, hırsız mı ne bileceğiz?" sorusuyla özetleyebileceğimiz, "sahip olduğumuz" şeylere zarar gelme endişesi taşıyoruz.
Yani konfora sahip oldukça huzurumuz değil, endişelerimiz çoğaldı.
Aşırı bir "hijyen" anlayışıyla dekore edilmiş mobilya vitrini gibi evlerimiz; telefon, televizyon, bilgisayar gibi çalınmasından korktuğumuz maddi değeri yüksek eşyalarımız; sokaktan geçerken "AÇIM" diye bağıran kişileri buyur etmekten çekineceğimiz steril hayatlarımız yüzünden ders alacak hadiselerle daha az karşılaşıyoruz.
Belki de bu yüzden hoyratız.
Erdem Sezer